Articles by "PKK"
PKK etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


PKK'DAN ÖNCE ONLAR VARDI

12 Eylül öncesi ve sonrasında hiçbir kayıtta geçmeyen, hiçbir kitap ve hatıratta yer almayan bir örgütten söz edeceğim. Dünya bu örgütü ilk defa buradan öğrenecek.

1979 yılında kurulan ve adını bir Kürt mitolojisindeki DEMİRCİ KAWA'dan alan KAWA örgütü içinde, silahlı kanat olarak KIZIL PEŞMERGE adı altında bir yapılanma oluşturuldu.
Kızıl Peşmergelerin eğitimi için Adıyaman kırsalında bir bölge belirlendi. İlk grup 35-40 kişi civarındaydı. Bunların askeri eğitimini K. Irak'ta Barzani kamplarında eğitim görmüş biri üstlendi. Kadro çekirdek bir kadroydu. İlk ekip eğitildikten sonra bunlar da kendi ekiplerini eğitecekler, böylelikle hücre yapılanması oluşacaktı.

KIZIL PEŞMERGELER'in İstanbul'daki merkez KAWA ile irtibatı Fırat Güney kod adlı Nuri Kaymaz sağlıyordu. Kaymaz İstanbul'dan aldığı talimatları, Adıyaman'daki kampa iletiyordu.

Fırat Güney 1980 yılının sonbaharında İstanbul'dan aldığı talimatları, Adıyaman'a götürürken, önce memleketi Malatya'ya ailesini ziyarete gider. takvimler 12 EYLÜL'ü gösteriyordu. Sabah uyandığında postal seslerini duymakta gecikmedi.

Kızıl Peşmerge kırsalda olduğu için cuntadan haberdar olması birkaç günlerini aldı. Ne yapacaklarını bilemeden öylece beklemeye başladılar.

Bu esnada KAWA'nın İstanbul'daki merkezi çökertilmişti. Kızıl Peşmerge kırsalda öylece kalakaldı. Fırat Güney'den hiçbir haber de yoktu.
Birkaç hafta sonra Fırat Güney kampa geldi. Silah ve paraların gömülmesini söyleyerek, kampın boşaltılmasını sağladı.

Hiçbir eylem yapmadan dağılan Kızıl Peşmerge üyelerinin büyük çoğunluğu yurt dışına kaçtı. (Halen orada yaşıyorlar.)

Gömülen silah ve paraları 90'lı yıllarda askeri bir operasyon sırasında tesadüfen buldu. Fakat buranın terk edilmiş bir PKK kampı olduğunu sanıyorlardı.
Kızıl Peşmerge hiçbir polis, MİT veya adli kayıtlara girmeden hayalet bir örgüt olarak, başlamadan bitti.

PKKdan önce KIZIL PEŞMERGE vardı.....

Kamışlı'da öldürülen KAWA militanları


KAWA'YA NE OLDU?

Dağılan KAWA'nın lider kadrosundan yakalanmayanlar, Nusaybin'le komşu olan Suriye'deki Kamışlı şehrine kaçarlar. Kürtler'in çoğunlukta yaşadığı Kamışlı, bugün Suriye Kürtleri'nin merkezi durumundadır. 12 Aralık 1980'de 15 KAWA mensubunun bulunduğu eve düzenlenen saldırı sonucu herkes öldürülür.

Saldırının Türkiye'den gelen özel bir ekibin operasyonu olduğu kuvvetle muhtemeldir. Sonraki yıllarda  bu operasyon timinin içinde dönemin Nusaybin Tabur Komutanı Binbaşı Veli Küçük, Cem Ersever, Levent Ersöz, Atilla Uğur, Cemal Temizöz ve Aytekin Özen olduğu iddia edilmiştir.

Daha büyük bir iddia ise:Türk timine istihbarat sağlayan Nusaybinli bir gruptan söz ediliyor. Bu grubun daha sonra PKK'nın içinde yer aldığı söyleniyor. KAWA'nın yok edilerek, kontrollü bir Kürt örgütünün kurulması ve Kürt ayrılıkçılarının bu örgüte kanalize edilmesi sağlanıyor.

Tahmin edebileceğiniz gibi bu örgüt elbette PKK'dır.

30 yıllık PKK gerçeğini değerlendirirken, KAWA ve KIZIL PEŞMERGE'nin mutlaka ele alınması ve araştırılması gerekiyor. KAWA'nın Kürt örgütlenmeleri içindeki rolü, etkisi ve misyonu bilinmeden, PKK'nın nasıl ortaya çıktığı ve nasıl palazlandığını doğru anlamak mümkün olamaz.

Birçok Kürt aydınının PKK'nın devlet içinden beslendiği ve Kürt bağımsızlığını temsil etmediği, Abdullah Öcalan, Cemil Bayık, Şendin Sakık, Murat Karayılan gibi isimlerin yıllardır devletle işbirliği içinde olduğunu, KAWA'nın yok edilmesindeki PKK parmağını, anlatan pek çok yazıya internet üzerinden erişimin engellenmiştir.

DEMİRCİ KAWA KİMDİR?

İran ve Kürtler'in ortak mitoloji kahramanıdır. İki efsane de birbiriyle benzerlik gösterir.

Kaynaklara göre çeşitlilik göstermesine rağmen, Asur Kralı olarak anılan zalim kral DEHAK, halkına zulmü devlet politikası haline getirir. Halk zulüm altında inlerken, Dehak'ın beyninde ortaya çıkan ur onu acılar içinde kıvrandırmaya başlar. Bir türlü hastalığına çare bulamaz. Nihayet doktorlar ortaya bir fikir atarlar. Dehak'ın hastalığına çare genç veya çocukların beyninin Dehak'ın kafasına sürülerek hastalıktan kurtulabileceğidir.

Dehak'ın acısını dindirmek ve hastalığına şifa amacıyla halkın en küçük çocukları her gün kurban edilir. Halk bu zulme artık dayanamaz duruma gelmiştir. Sıra Demirci KAWA'nın küçük oğluna gelmiştir. Kawa halkı örgütler, silah imal eder ve 20 martı 21'e bağlayan gece krala karşı ayaklanma başlar. O gece kralın sarayına girilir. Kral öldürülür. Ülkenin her yerinde ayaklanma devam eder. Direnişçiler birbirleriyle dağlarda yaktıkları ateşlerle haberleşir. Sonunda ayaklanma zaferle sonlanır. Halk yakılan bu ateşlerin etrafında dans etmeye, eğlenmeye başlar.

İşte bu nedenle Kürtler 21 Mart'ı başkaldırı günü olarak kutlarlar. Demirci Kawa'nın giydiği sarı, kırmızı ve yeşil renkli iş elbisesi de Kürtler'in flama ve giysilerinde sıkça kullandığı renklerdir.

KAWA örgütünün amblemi üzerinde DEMİRCİ KAWA resmedilmiş.

NURİ KAYMAZ HAİN Mİ?

Küçük yaşta Malatya'dan İstanbul'a gelerek Kürt oluşumlar içinde yer aldı. Marx'ı, Mao'yu bu oluşumların içinde öğrendi. Kendi değer yargılarıyla, komünizmi bir potada eritti. KAWA'ya katıldıktan sonra, Kızıl Peşmerge ile KAWA arasındaki tek bağlantı oldu. 1980 darbesiyle Maocular'ın, Leninciler'in liberal ve demokrat çizgide yer almasıyla kapitalizmin bir halkası haline gelmeleri Nuri Kaymaz'da hayal kırıklığı yaratsa da, o yolundan dönmemesine rağmen, hiçbir oluşumda artık etken rol oynamadı.

Sol doktrinlerle, evrensel insani değerleri hazm ederek, ne solun ne de sağın anlayabileceği nev-i şahsına münhasır bir insan oldu. İnsanların iki yüzlülüğü ve kirlenmişliği karşısındaki tutumunu hiç değiştirmedi.

Tarihin doğru bilinmesi ve doğru anlaşılmasına gönülden inandığı için KIZIL PEŞMERGE'yi gün yüzüne çıkardı. Örgütün tarih sahnesinde yerini almasını sağladı. Bu tutumundan dolayı bazı çevrelerce hainlik suçlamasıyla karşı karşıya kaldı.

Her ne kadar yukarıda Kızıl Peşmerge hakkındaki veriler (şimdilik) kısıtlı kalsa da, Nuri Kaymaz olmasaydı; Kızıl Peşmerge'den kimsenin haberi olmayacaktı.
Türkiye tarihinin hakim otorite tarafından maniple edildiği gün gibi aşikâr iken, Nuri Kaymaz'ın Kızıl Peşmerge'yi 35 yıl sonra deşifre etmesi, tarihe düşülen bir nottur ve çok önemlidir.

Gönül ister ki, Kızıl Peşmerge gibi Türkiye'nin bilinmeyen tarihi hakkında daha fazla araştırma yapılsın.

Nuri Kaymaz'ın tarihe düştüğü notu alarak, sayfalar dolusu hale getirmek de genç kuşak araştırmacılara verdiğimiz görev olsun.


(Bu yazı 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu tarafından gerek cezai gerekse hukuki yönden korunmaktadır. İzin alınmadan yazılı, görsel veya dijital ortamda yayınlanması, bir bölümünün alıntı yapılması yasaktır.)


"Türkiye bir ağaçtır. Gürlediği zaman budanacak, ölmeye yüz tuttuğu zaman da sulanacak. Eğer Amerika, Avrupa, Rusya, Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçerlerse Türkiye'deki terör bıçakla pastayı kesmiş gibi biter. Eğer emellerinden vazgeçmezlerse, ASALA biter, PKK başlar, PKK biter, bir başka bela başlar. "


Türkiye’nin 30 yıldır başına bela olan; yaklaşık 30 bin insanın canına, milyarlarca dolara mâl olan PKK belasından kurtuluyoruz. Sevinmeli miyiz?
Yıllarca TSK ve emniyet güçlerinin her türlü silah ve teçhizatla ve binlerce personelle bertaraf edemediği terör örgütünü, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında ABD, “bitsin” dedi ve terör bitiyor.

Abdullah Öcalan, hapse girdiğinden itibaren örgütü yönetmeye devam etti. Türkiye Cumhuriyeti dünyada eşine rastlanmayan bir olaya seyirci kaldı. Dünyanın hiçbir ülkesi yoktur ki, yakaladığı örgüt liderine, hapisten örgütünü yönetme imkânı tanısın. Yoksa her şey bir oyun muydu? Yoksa Türk halkı 30 yıldır kandırıldı mı?

Öncelikle film şeridini biraz gerilere saralım ve PKK’nın kuruluş yıllarına dönelim.
PKK 1984 yılındaki ilk eylemini gerçekleştirmeden önce, Türkiye’nin başında başka bir bela vardı: ASALA.


ASALA 1973 yılında, sözde Ermeni soykırımını dünyaya duyurmak amacıyla kurulmuş bir terör örgütüdür. Eylemlerine son verdiği 1984 yılına kadar; 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda Türkiye'nin 42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır.
ASALA-PKK ilişkisinin temeli 1980’lerin ilk yarısında Filistin’de atılır. İlişkilerin başlamasında en önemli rolü ASALA’yı eğiten George Habbaş üstlenir. Kürdistan News and Commet Dergisi’nde ASALA ve PKK ortak bir deklarasyon yayınlayarak “Türkiye’deki yönetimin faşist olduğunu Ermeni ve Kürt halkı adına faşist Türkiye’ye karşı ortak eylem kararı aldıklarını” bildirir. 
1984 yılından sonra ASALA’da  kopmalar başlar, üçe bölünür. ASALA’nın başındaki Agop Agopyan’ın faili meçhul bir cinayete kurban gitmesiyle ASALA tarihe karışır. 1984 yılında PKK ilk kanlı eylemini Eruh’da gerçekleştirir.
ASALA’nın eğitildiği Lübnan’ın Bekaa kamplarında artık PKK militanları eğitilmeye başlar. Dağılan ASALA’dan ayrılan Ermeni teröristler, PKK içinde kendilerine yer bulurlar. Özellikle 1990’lı yıllarda ölü veya diri ele geçirilen PKK militanlarının büyük kısmının sünnetsiz ve üzerlerinde Ermeni sembolleri olduğunu yetkililer gözlemler. Fakat PKK içinde Ermeni unsuları bulunması, bir süre sonra bölge halkı tarafından kabul görmeyince Ermeniler PKK içinden tasfiye edilir.

DHKP-C SAHNEDE   

21 Mart’taki Diyarbakır Nevruz kutlamalarında Apo’nun mesajı okunur ve birkaç gün sonra da, örgütün eş başkanı Murat Karayılan eylemsizlik kararını açıklar.
Hükümet zaten bir süreden beri Apo ile görüşmekte ve PKK’lıların bir başka ülkeye gitmelerine izin vereceklerini açıklamaktadır.

Tam da bu sırada; Ankara’da iki eylem gerçekleşir. Biri AKP merkezine diğeri ise, Adalet Bakanlığı’na. Eylemi  DHKP-C üstlenir. Örgüt eylemle ilgili bir bildiri hazırlar ve bildiride eylemden dolayı Türk halkından özür diler. İlginç değil mi?

Peki nereden çıktı bu örgüt?
Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi yani kısa adıyla DHKP-C’nin kuruluşu 90’lı yıllara dayanıyor. Ama kökleri 70’lere uzanıyor. Dev-Yol’a kadar…
 Dev-Yol’dan ayrılan Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ve arkadaşları Dev-Sol’u kurarlar. Dev-Sol, PKK’dan bile daha büyük ve önemli cinayetlere imza atar daha sonra adını DHKP-C olarak değiştirir. O dönemde ASALA’nın , PKK ve Dev-Sol ile irtibat içinde olduğu Türk istihbaratçıları tarafından ortaya çıkarılmıştır.

ŞAİBELİ(!) TERÖR ÖRGÜTÜ

PKK’dan sonra en çok tartışılan ve bağlantılarının açığa çıkarılamadığı örgüt olan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (DHKP-C), işlediği cinayetler ve eylemler hâlâ çözülememiştir.
1978 yılında mensup oldukları Dev-Yol’u pasiflikle suçlayan, Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ile Bülent Uluer ve Paşa Güven, Mahir Çayan’ın THKP-C’siyle sancılı bir süreçten sonra birleşerek Dev-Sol’u kurarlar. 12 Eylül 1980’den sonra birçok örgüt yurtdışına kaçarken Dev-Sol Türkiye’de kalır. Bu kalış öyle plansız ve sıradan bir tercih değildir. Zira art arda işlenen “kilit” cinayetler bu yapının neden dışarı çıkmadığını gösterir. Tabii bir de başka bir güç adına çalıştığını da. Şüphesiz bu cinayetlerde ismi öne çıkan isim Dursun Karataş’tır. Ancak kendisi her defasında (tam 29 kez) polisin elinden kurtulmayı başarır.
Örgütün kurucularından Paşa Güven, 1 Mayıs 1976 gecesi silahla yakalanır ve cezaevine konur. Burada ülkücü mafya babası Dündar Kılıç ile birlikte kalır. Kılıç, kendisi için her zaman “delikanlı çocuktur” diye bahseder. Mahpus hayatı, uyuşturucu ticareti ve devlet için bazı eylemler gerçekleştirmesine kadar devam eden olaylar zincirinin ilk halkasını oluşturur. Paşa Güven, dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ile eski Başbakan Nihat Erim’in suikastla öldürülmelerinin ardından Lübnan’a kaçar. 1983’te de buradan Fransa’ya geçer. İsmi “derin devlet” ile birlikte anılır. 1991 yılında örgüt içi hesaplaşma nedeniyle Fransa’da öldürülür.
SORU: Marksist örgütün, ülkücü mafya babasıyla ortak paydaları ne olabilir?

AKIL ALMAZ SUİKASTLER

DHKP-C’nin “kirli ilişkiler” ağını ortaya çıkaran bir başka ayrıntı ise liderleri Dursun Karataş’ın Ekim 1989’da Bayrampaşa Cezaevi’nden Bedri Yağan ile birlikte firar etmesidir. Kısa bir zaman sonra aralarında Aslan Tayfun Özkök, İbrahim Erdoğan, Aslan Sener Yıldırım, Sinan Kukul gibi örgütün önemli isimlerinin de yer aldığı on kişi de Bayrampaşa’dan ellerini kollarını sallayarak kaçar. Bu kaçışların planlı ve bir amaca matuf olduğu 4 ay sonra anlaşılır. Önce ünlü MİT’çi Hiram Abas cinayeti işlenir, ardından Bayrampaşa Savcısı Fikret Niyazi Aygan öldürülür.

1991 ve 1992 yılları içindeki bir buçuk yıllık zaman dilimi içinde Dev-Sol; Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk, Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz, emekli Korgeneral İsmail Selen, MİT eski müsteşarı emekli Orgeneral Adnan Ersöz, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç, İstanbul DGM Başsavcısı Yaşar Günaydın, emekli Oramiral Kemal Kayacan gibi önemli görevler yapan kişileri öldürür. Bu cinayetleri Dev-Sol’un nasıl işlediği halen en büyük soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira bu eylemlerin yapıldığı dönemde örgütte bulunanların çeşitli zamanlarda verdikleri ifadelerde örgütün böyle bir eylem planı olmadığı üzerinde durmaları oldukça manidar. Örgüt mensuplarının ortak düşüncesi büyük istihbarat ve bilgi gerektiren bu cinayetlerin örgüte ısmarlandığı yönünde. Çünkü tanıklar DHKP-C’nin o dönemde söz konusu cinayetler için istihbarat toplama gücünün olmadığını belirtiyor.

Bu eylemlerden sonra 1994’te örgütün adı DHKP-C olarak değiştirilir. Örgütün lideri Dursun Karataş bu sırada 175 ülkede kırmızı bültenle aranmaya başlamıştı. Örgüt yeni ismiyle ilk eylemini eski Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ı öldürerek yaptı. İkinci olarak ise, örgütü 1995 yılında Gazi Mahallesi Olayları’nda görüyoruz. Olayların provakasyon olduğu sonraki yıllarda belirlenmiş hatta Ergenekon bağlantılı olduğu iddiaları ortaya atılmıştı.

DHKP-C başbakan Tansu Çiller’e yapacağı suikast girişimiyle 1995 yılında bir kez daha gündeme oturacaktır. Roketatarlı, suikast silahlı, eylemin tüm ayrıntıları krokileri hazırlanmış olmasına suikastten vazgeçilir. Nedeni muamma…

Örgüt 9 Ocak 1996 tarihinde en popüler eylemini gerçekleştirecekti. Sabancı Suikasti.
Örgüt mensubu oldukları ve suikasti düzenledikleri söylenen, Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un bu eylemi gerçekleştirdiğine kimse inanmadı. Mustafa Duyar daha sonra teslim oldu.
Veli Küçük tarafından emir verilerek Afyon Cezaevi’nde Karagümrük Çetesi tarafından öldürüldü. Çete lideri Nuri Ergin, 2000 yılında Uşak Cezaevi’nde çıkan bir isyanda pencereden dışarı çıkarak, “Bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü, ben öldürttüm. Şimdi canlı söylüyorum. Devlet için mermi sıktık. Veli  ağabeyi ara, Veli Küçük’ü ara. Bizi sor! Başka bir şey söylemiyorum.” Diyerek cinayeti üstlenmiştir.
SORU: Dünyada hangi terör örgütü bu kadar kısa sürede, bu kadar çok siyasi suikast gerçekleştirmiştir?



 30 BİN KİŞİNİN KATİLİ MİT’E Mİ ÇALIŞIYORDU?

PKK’nın ve kurucusu Abdullah Öcalan’ın devlet ile ilişkisini tartışmaya açan en önemli kişi merhum Uğur Mumcu’dur. Mumcu, konuyla ilgili ulaştığı bilgileri açıklamadan kısa bir süre önce bombalı saldırı sonucu 1993 yılında hayatını kaybetmişti.

Abdullah Öcalan’ın MİT görevlisi olduğu ve örgütü bu şemsiye altında kurduğu söylenmektedir. Öcalan’ın öğrencilik yıllarında yaşadığı bazı olaylar iddiayı kuvvetlendirmektedir. Abdullah Öcalan’ın uzun bir süre Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki kaydının silinmemesi, sekiz sene boyunca askerliğini tecil ettirebilmesi, bursunun kesilmemesi, onun sanki gizli bir el tarafından korunduğunu göstermektedir.
Eski milletvekili Abdülmelik Fırat anılarında, gazeteci Avni Özgürel’in kendisine, “Öcalan öğrenci iken MİT’te ofis-boy’du” dediğini öne sürmüş ardından açıklama yapan Özgürel, o tarihlerde Öcalan’ı MİT’in bir yan kuruluşu Fikir Ajansı’nda ofis-boy’luk, yani getir götür işleri yaparken gördüğünü açıklamıştır.
AKP milletvekili gazeteci-yazar Şamil Tayyar ise 2011 yılında yaptığı bir açıklamada, 1972 yılında bir eylemde yakalanan Öcalan’ın serbest bırakılması için dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Turgut Sunalp’ın etken rol oynadığını belirterek şunları söylüyor: “Abdullah Öcalan, 1971 muhtırasından sonra öğrenci eylemi yaptığı gerekçesi ile gözaltına alındı. 8 Nisan 1972 yılında 6 ay cezaevinde kaldı. Ekim 1972'de serbest bırakıldı. Savcı, iddianamesinde ağır ifadeler kullanmıştı. O iddianame esas alınsa yıllarca içerde kalırdı. Sonra bir anda Baki Tuğ mütalaasını değişirdi. İsim, Ramazan Özcan diye yazılmış, sekreter isimleri karıştırmış. Abdullah Özcan yazılmış, sonra Abdullah Öcalan olmuş. Öcalan'a haksızlık edilmiş. Operasyonu yöneten değil, katılan biriymiş. 3 ay yatıp çıkıyor. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Turgut Sunalp arıyor ve Öcalan adamımızdır, serbest bırakın diyor ve iddianame değiştiriliyor.”

Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olan ve Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetlerini deşifre den Bülent Orakoğlu çok daha vahim iddialar ortaya koyuyor: “Türkiye’de PKK olayı derinden kanayan bir yaradır. Biz önemli bir dönemde istihbarat daire başkanlığı yaptık. Abdullah Öcalan’la ilgili bir Meclis araştırma komisyonu kurulsun diyoruz. Niye kurmuyorlar? Nedir Öcalan’ın özelliği? Onu dünyada kim desteklemiş? Türkiye’de, Türk devletinin içinde kimler yetkilerini aşarak bunları desteklemiş? PKK propagandası yaptı diye bir sürü insanı, yazarı cezalandırıyorsunuz. Eeeee, siz devletin içinde yetkinizi aşarak görevinizi belki kötüye kullandınız. PKK’yla kimler, niçin irtibata geçti? Bunlar ortaya çıkarılamadı. Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin yarısının arkasında PKK’yla ilişkiler vardır.”

Kayınpederi Ali Yıldırım’ın MİT adına çalıştığı da ortaya çıkan Öcalan’la gazeteci Hakan Aygün’ün 90’lı yıllarda yaptığı röportajda Öcalan, Aygün’ün, “kayınpederiniz yoluyla MİT tarafından kullanılmış olamaz mısınız?” sorusuna bakın nasıl cevap veriyor: “Şöyle söyleyeyim. Olabilir... MİT'in bizi bizim de MİT'i kullanmışlığımız vardır. Yani karşılıklıdır...”

PKK’DAN SONRA…

Okuduğunuz veriler ve sorduğumuz sorular neticesinde kafalarda sanırız bazı silüetler, belirgin hale gelmeye başlamıştır. ASALA, PKK, DHKP-C veya adı ne olursa olsun. Türkiye Cumhuriyeti’nin başında her zaman bir bela olacaktır. ABD’nin iradesiyle tasfiye olan PKK, yerini illa ki bir başka örgüte bırakacaktır. Bu örgütü de, zamana ve şartlara göre, başta ABD, İsrail, Rusya, Almanya ve üzerimizde hegemonya kurmaya çalışan başka devletler kullanacaklar, ülkemiz rahat nefes alamayacaktır.

Ekonomik ve siyasi anlamda dizginlerimiz başkalarının elinde olduğu sürece kısır döngüden kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Başladığımız sözleri yeniden hatırlatarak bitirelim:
Uzun yıllar ASALA ile ilgili araştırma ve haberler yapan Gazeteci Tokay Gözütok, terör konusunda şunları söylüyor: "Türkiye bir ağaçtır. Gürlediği zaman budanacak, ölmeye yüz tuttuğu zaman da sulanacak. Eğer Amerika, Avrupa, Rusya, Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçerlerse Türkiye'deki terör bıçakla pastayı kesmiş gibi biter. Eğer emellerinden vazgeçmezlerse, ASALA biter, PKK başlar, PKK biter, bir başka bela başlar. "

(Bu yazıyı hazırladıktan sonra Murat Karayılan basın toplantısı düzenledi. Ve PKK'nın silahlarıyla birlikte Türkiye'yi terk edeceğini açıkladı. Bundan da anlaşılacağı gibi. PKK, K. Irak'ta kızağa alınacak. ABD ve diğer egemenler, istediği zaman PKK'nın düğmesine yeniden basabilecek.)



Geçen yıl medyada gündeme gelen Suriye tarafından esir düştüğü öne sürülen 49 MİT mensubunun akıbeti hala netlik kazanmış değil. Bugünlerde MİT’çilerin iadesi için pazarlık yapıldığı basında yeniden gündeme geldi. Suriye tarafıyla görüşmelerin sürdüğü ve MİT’çilere karşılık Esad muhalifi bazı komutanların verileceği iddia ediliyor.

Savaş bölgesinde yakalanan istihbaratçılarımızın esir edilmesi Suriye ile aramızda yaşananlardan dolayı normal bir hadise gibi görünse de, geçmişte de benzer bir olay cereyan etmişti. 1996 yılında 54 mit ajanı esir düşmüş, bir kısmı ise Suriyeli yetkililer tarafından PKK’ya teslim edilmişti. Beşinin öldürüldüğü hakkında bilgi alınmış olsa da, diğerlerinin durumu bugüne kadar sırrını korudu.

KÖSTEBEK – JİTEM MİT VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN adlı kitabımdan konuyla ilgili bölümü aşağıda sunuyorum.


**********


Onlar; tam  54 kişiydiler. Vatan görevi için canlarını hiçe saydılar. Suriye’de esir düştüler!

SKANDAL! TÜRKİYE EVLATLALARIMIZI KURTAR

MİT ajanlarımızın beşi PKK kamplarında öldürüldü… ikisi ise  kayıp!..

Kanlı terör örgütü PKK faaliyetleri, GAP-Arayış Projesi için istihbarat toplamak için;  özel eğitilmiş 54 MİT ajanımız ve Türk Silahlı Kuvvetlerimizin 3 istihbarat subayı, 1996 yılının Nisan ayında, bir gece gizlice Suriye’ye girdiler. Ve Suriye istihbarat kuruluşu, El-Muhaberat tarafından düzenlenen bir operasyonla yakalanıp tutuklandılar ve PKK’ya teslim edildiler. PKK kamplarında esir tutulan, görevleri için canlarını hiçe sayan vatan evlatlarımızı bugüne değin kurtaran çıkmadı Neden? Bu acı gerçeğin sorumlusu siyasi otoritedir. Suriye’nin resmi istihbarat birimi “El Muhaberat” Ajanlarımız Lübnan sınırına yakın Baalbek’in küçük bir köyünde hapishane olarak kullanılan binaya kapatıldıktan sonra, kanlı terör örgütü PKK’ya teslim edildi. 

Resmi yazışmalar ne diyor?

Türk Silahla Kuvvetleri’nin istihbarat görevlileri 4 Nisan 1997 tarihli, 11.03.151/135702-4958 sayılı raporlarında şunları dile getiriyorlardı: “Suriye istihbarat servisi tarafından 14 MİT personeli ile 3 Kara Kuvvetleri İstihbarat Personeli’ne gizlice operasyon düzenlendi. Tutuklu Türk istihbarat birimleri Suriye ile Lübnan sınırı arasında bulunan küçük bir yerleşim merkezinde “esir” olarak cezaevine kondukları saptandı. Lübnan’a bağlı bulunan kasaba Baalbek’e bağlı küçük bir köy statüsünde. Suriye istihbarat servisi tarafından 1995 yılında PKK’dan sonra, Türk Halk Kurtuluş Ordusu’ndan, Dev-Genç ve Dev-Sol ile solun diğer fraksiyonları olan DHKP-C’ye tahsis edildiği saptandı.”
11.03.151/b05.10014 sayılı raporda ise; “Suriye istihbarat servisi gizlice Türk istihbarat elemanlarının hücre evlerinin yerlerini saptayıp, PKK’nın da operasyonda yardımcı olduğu saptandı. Alınan cevaplar neticesinde “Muhaberat” tarafından yapılan organizasyonun PKK’nın ve Devrimci Sol örgütlerin girişimiyle gerçekleştiği belirlendi.” Diye, 54 MİT ajanımızın ve 3 istihbarat subayımızın yakalanışları bildiriliyordu… Bu yazışmalar Jandarma Genel komutanlığı İstihbarat Daire Başkanlığı’na iletildi. O günden bugüne değin MİT yalnızca iki istihbarat ajanımızı esaretten kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmayı başarabildi. TSK’nın 3 istihbarat subayı da kurtarıldı. Ancak; görevleri gereği canlarını hiçe sayan MİT ajanlarımızın geri kalanlarının akıbeti meçhul.

İçlerinde ünlü ajanlarımız var

Suriye’ye sızmadan önce Dev-Sol, Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Ekim, SVP, Kurtuluş, Partizan gibi örgütler içinde çalışmalar yapmış olan ajanlarımız ile itiraflarda bulunan Muzaffer Tahta, Zeytinburnu Halkevi’nin saymanı “Çarli”, MİT’in Uluslararası Terörizmle Mücadele Dairesi’nden istihbaratçılarımız kanlı terör örgütü PKK’nın sözde mahkemelerinde yargılandılar. Ve Türkiye’ye karşı “Koz” olarak kullanılmak istendiler. Başarılı olamayınca beşini öldürdüler.

Suriye’de bastırılan sahte Suriye paralarının piyasaya sürme operasyonuna katılmış ajanlarımızdan, 1964 Mardin doğumlu Mahmut Alluş’un yaşadığını ısrarla öne süren Suriye askeri ataşesi, El Halil onun Kıbrıs yoluyla Türkiye’ye ulaşacağını belirtiyorsa da, bugüne değin kendisinden bir haber alınabilmiş değil. Öldürülmüş olma olasılığı giderek kuvvetleniyor.

Suriye  PKK'ya teslim etti

Kanlı terör örgütü PKK’nın eylemlerini, faaliyet girişimlerini, uyuşturucu trafiğini çözüp ülkemiz istihbarat birimlerine bilgi aktaran MİT ajanlarımızın kaldıkları evlere Suriye resmi istihbarat kuruluşu “El Muhaberat” ın terör örgütleriyle el birliği ederek, bir gece gizlice düzenlediği operasyonla tutukladıktan sonra, yataklık ettiği PKK’nın kampına esir bırakmasının ardından yaklaşık iki yıla yakın bir süre geçti.
Bu süre içinde ajanlarımıza sistematik ve programlı biçimde psikolojik işkence uygulanarak dirençleri kırılmaya çalışılmasının yanı sıra, kendi emelleri adına kullanabilmek için her türden “iş birliği” önerildi. Ancak; Suriye istihbaratı girişimlerinin hiçbirinde başarı sağlayamadı. Suriye, diplomasisi GAP’tan salt kendi çıkarları adına yararlanma girişimlerinde de, bir başarı sağlayamadı.
Türkiye’ye karşı koz olarak kullanılmak istenen 54 MİT ajanımız PKK’nın kamplarında esarete mahkum edilerek, her türlü yola başvuruldu. Ancak, başarılı olunamadı. Görevleri için canlarını hiçe sayan ajanlarımızdan beşi bugün yaşamıyor, onları PKK kampında öldürdükleri kesinlik kazanmış durumda. Kalanlardan ikisinin daha öldürülmüş olma olasılıkları çok yüksek. Hayatta kalan 47’si hala PKK kamplarında çok güç koşullara direnç gösteriyor.
Siyasi otorite günü birlik hesaplar içinde, olup biten gerçeklerden habersiz, “Örtülü Ödenek”ten “nemalanma”yı bırakmalı, ülkemiz için canlarını hiçe sayan vatan evlatlarını kurtarma girişimlerini başlatmalıdır.

Siyasi otorite duyarsız

Seçim meydanlarında halkın karşısına geçip nutuklar atan siyasi otoritenin liderlerine soruyoruz: “Suriye istihbarat örgütü “El Muhaberat”ın tuzak kurup gecenin karanlığında tutuklayıp kanlı terör örgütü PKK’ya esir bıraktığı 54 MİT ajanımızdan bugün hayatta kalabilen 47’sinin akıbetleri ne olacak? Bundan iki yıl önceki hükümet mensupları bu gerçek karşısında neler yaptı?
Bugünün hükümeti PKK kamplarında esaret yaşamı sürdüren 47 MİT ajanımız için ne yapmayı düşünüyor? Daha doğru dürüst kaç MİT ajanının iki yıla yakın bir süredir Suriye’de esir düşmüş olduğunu bile bilmeyen siyasi otoriteye esir düşen MİT ajanlarımızın tam sayısını ve isimlerini veriyoruz. Geçmiş dönem hükümetinin başaramadığını ve “es” geçtiğini Mesut Yılmaz hükümetinin çözümlemesi mümkün olacak mı?
STRATEJİ Dergisi, habercilikte ve araştırmacılıkta bir kez daha kusursuzluğunu ortaya koyuyor ve esir düşen 54 MİT ajanımızın isim isim tam listesini açıklıyor.
Suriye resmi istihbarat örgütü “El Muhaberat”ın tutuklayıp PKK’ya esir bıraktığı, her birisi sayısız başarılı operasyonlara katılmış, çok özel eğitim görmüş ve üstlendikleri her görevde canlarını hiçe sayabilmiş,  kahramanlar ve gerçek “şerefliler” in isimlerini ilk kez gün ışığına çıkartıp minnetle anıyoruz. 
“Türkiye Evlatlarımızı Kurtar” diye, haykırıyoruz… onlar; 54 MİT Ajanımız… Vatan için canlarını hiçe saydı.. Suriye’de esir kaldı… içlerinden beşi öldü. Onlar için Allah’dan rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz..

Hayatta kalanların içinden ikisinin öldürülmüş olma olasılığının gerçekleşmemiş olmasını arzuluyoruz. Onlar için; hiç susmayacak ve kurtarılmaları sağlanana değin haykıracağız… Hatırlatırız; bu da, bizlerin vatandaşlık görevidir.  (STRATEJİ/13 Şubat 1998/sayı:4)






KEMÂL KAPLAN
4 Ağustos 2012

Gazetecinin en büyük sermayesi haber kaynakları, bağlantılarıdır. Mesleğe başlayan herkes kısa sürede bunu kavrar ve ilişkilerini buna göre düzenler.
Her gazeteci gibi ben de, haber kaynağı edinme ve bunları uzun yıllar muhafaza etme derdinde olduğum dönemlerde, tanımıştım Cem Başar’ı. Hiçbir zaman yüzünü görmemiştim. Hatta hâlâ bir fotoğrafı bile mevcut değil bende. Üzücü aslında.

Bir arkadaşım tarafından adı ve telefon numarası verilmişti. “Kıbrıs ve Yunanistan’la ilgili azami istifade edersin” demişti.

Bugünlerde Ortadoğu gündemden düşmüyor. Yunanistan’ın pabucu dama atıldı. 90’lı yıllarda, gün geçmiyordu ki Yunanistan ile bir kriz yaşanmasın. Dış politikada en popüler meselemiz Kıbrıs ve Yunanistan idi o yıllarda.
Cem Başar, hızır gibi yetişmişti imdadıma. 17 yıl Yunanistan’da TRT, Milliyet ve Hürriyet muhabiri olarak görev yapan Başar; 1958-1963 ve 1970-1982 yılları arasında Türk-Yunan ilişkilerinin en sıcak günlerinde Atina`da bulunmuştu. Başar, yazdığı haberler nedeniyle, 1982 Mart ayında Andreas Papandreu hükümeti tarafından ‘istenmeyen adam’ ilan edilerek sınır dışı edilmesinin ardından KKTC`ye yerleşmişti.
Onunla irtibat kurduğum yıllarda Lefkoşa’da kendi kurduğu INAF adlı bir haber ajansını yönetiyordu. Kıbrıs’ta yaprak kıpırdasa, telefona sarılır onu arardım. Kıbrıs meselesine hâkim olduğundan olaylara derinlemesine analiz yapar, arka plandaki ayrıntılarını anlatırdı. Benim için bulunmaz bir ‘kaynak’tı.

2006’da 73 yaşında vefat ettiğini öğrendiğimde, adeta telefon arkadaşı olduğum Cem Başar’ın meslek hayatımda önemli bir yer teşkil ettiğini geç anlamıştım.

Yunanistan ve Kıbrıs konusunda çok sayıda kitap ve çalışması bulanan Başar’la, yine bir telefon görüşmesi yapıyorduk. Konu:  Lefkoşa’da yeşil hat Rumlar'In eylemine sahne oluyordu.

KAFASINDAN VURULAN RUM ASKERİ

Bir taraftan TV’den canlı yayınlanan eylemi izliyor diğer taraftan da, Başar’la konuşuyordum. Ajansın bulunduğu bina eylem mahalline çok yakın olduğundan o da, penceresinden izliyordu. Konuşmamız devam ederken Rum bir göstericinin sınırı geçerek bayrak direğine tırmandığını gördük. Türk bayrağını indirmek için direğe tırmanan göstericiyi Türk askeri başından vurmuştu.
Başar olayları Lefkoşa’daki odasının penceresinden canlı, ben ise yüzlerce kilometre ötede İstanbul’da aynı anda gazetedeki haber merkezinde bulunan TV’den izliyordum.
Olay günlerce uluslararası kamuoyunda tartışıldı.


KIVRIKOĞLU’NA SUİKAST GİRİŞİMİ

28 Şubat’ın ağırlığı üzerimizde karabasan gibi devam ederken, REFAHYOL’dan sonra kurulan ANASOL-D hükümeti, asker gölgesi altında icraatlarına başlamıştı. Kasım ayında düzenlenen TOROS askeri tatbikatının ikinci ayağı KKTC’de sürüyordu. 5 Kasım 1997’de tatbikatı izlemek üzere çok sayıda yüksek rütbeli asker ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da, tatbikat bölgesindeydi.

Gözlemciler tatbikatı kendileri için kurulan sahra çadırlarından izliyordu.  Tatbikat alanına birkaç kilometre mesafedeydi. Düz alanda icra edilen savaş oyunları dürbünle izlenebiliyordu.
Çadırda askeri protokol uygulandığından Hüseyin Kıvrıkoğlu ön sıradaydı. Tatbikatın en ateşli ve bol patlamalı bölümünde Kıvrıkoğlu’nun tam arkasında bulunan Albay Vural Berkay birden irkilerek oturduğu sandalyeden yere yığıldı. Yardım için herkes seferber oldu. Oradakiler Albay Berkay’ın fenalık geçirip kendini kaybettiğini düşünürlerken, yardım için albaya müdahale edenler göğsünden vurulduğunu dehşetle müşahede ettiler. O esnada Kıvrıkoğlu da olanları anlamaya çalışıyordu.

Ertesi gün, Albay Vural Berkay’ın seken bir kurşunla Toros-2/97 adlı tatbikatta şehit olduğu haberi ajanslara düştü. Haberi okur okumaz, vakit kaybetmeden Cem Başar’ı aradım ama ofisinde yoktu. Yardımcısı Mutlu Beye not bıraktım. Öğleden sonra haber merkezinin telefonu benim için çalıyordu. Arayan Başar idi. Hâl-hatırdan sonra tatbikattaki olayı sordum kendisine.

Başar, olay esnasında orada bulunduğunu söyleyerek şunları anlattı: “Yandaki çadırda basın mensuplarıyla beraber tatbikatı izliyorduk. Patlamaların gürültüsü bize kadar ulaşıyordu. Birden protokol çadırından sesler yükseldi. Çadıra giriş-çıkış trafiği arttı. Olağanüstü bir durum yaşandığını anlayarak hemen oraya gittim. Kıvrıkoğlu’nun tam arakasında oturan bir albaya acil sağlık müdahalesi yapılıyordu. Adının sonradan Vural Berkay olduğunu öğrendiğim albay ne yazık ki daha olay anında ölmüştü. Göğsünden vurulmuş. Allah rahmet eylesin.”

Kara Kuvvetleri Komutanı ve geleceğin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun hemen arkasındaki birinin vurulmasının son derece manidar olduğunu söylediğimde ise: “Kemalciğim, kurşun sekmesi diyorlar. Ben oradaydım. Kurşunun sekeceği bir yer yok kilometrelerce düzlük. Kıvrıkoğlu oturduğu yerde hafif kıpırdamış ve o anda albay vurulmuş. Kıvrıkoğlu bir yıl sonra genelkurmay başkanı olacak. Bence başarısız bir suikast girişiminde bulunuldu. Onun ölümü komuta kademesinde değişikliğe neden olacaktı. Başaramadılar...”

Cem Başar’ın, son derece önemli bağlantıları vardı. Kara Kuvvetleri karargâhında görevli olan bir kurmay albayın ismini vererek, “Onu ara, selamımı söyle. Sana bilgi verir” dedi. Albayı aradım ama bilgi vermek bir yana, telefonla görüşebilmem bile bir haftayı buldu. Albay herhangi bir bilgisinin olmadığı, Ankara’ya gidersem kendisini ziyaret etmemi istedi.
Son derece muammalı bir olayda albayın telefonda bilgi vermesi mümkün değildi.

Yaklaşık iki yıl sonra vatani görev ifamın ilk ayağında yolum Ankara’ya düştü. İlk çarşı iznimde albay ile Tunalıhilmi’deki bir kafede buluştuk. Olayın üzeri soğumuş, ortalık sakinleşmişti albay, askerlik boyunca görüp göreceğim en 'fit' albay idi. Sakin ve soğukkanlı olduğu daha ilk dakikalarda anlaşılmıştı. İki yıl önceki olayı sorduğumda, gayet serin bir bakışla anlatmaya başladı: “Kemâl kardeşim, bak sende şimdi bu üniformayı giydin bizim psikolojimizi az çok anlıyorsundur. İki yıl önce sana telefonda bilgi vermem mümkün değildi. Bugün şartlar değişti. Komutanımız çok şükür genelkurmay başkanı oldu. Her türlü beladan kurtuldu. Onun terfi etmemesi için ne dümenler döndü. Az daha hayatından oluyordu. Çevik Bir ordu içinde öyle bir sulta kurmuştu ki inanamazsın. O zinciri hâlâ kırabilmiş değiller, fakat zayıflattılar.  Kıbrıs’taki olay tüm açıklığıyla bir suikast girişimidir. Komutanımız her şeyin bilincindedir ve ordu içinde herhangi bir kaos yaratmadan meseleyi zaman içinde çözmüştür. Silahlı Kuvvetler kimsenin babasının malı değildir. Buna izin verilemez. Bir ve ekibi tasfiye edildi.”

Olayın bir suikast girişimi olduğunu etkili ve yetkili bir ağızdan duymuştum. O dönem bunu yazamamış olsam da gerçeği biliyordum. Cem Başar sayesinde...

BESİM TİBUK’UN İSRAİL SEVDASI

Sahibi olduğu NET Holding ile ticari hayatta hızını alamayan Besim Tibuk, 1994 yılında Liberal Demokrat Parti’yi kurmuştu. Tibuk farklı söylemleriyle kısa sürede medyanın ilgi odağı oldu. Tibuk, Laleli’deki eski adı Tayyare Apartmanı olan NET Holding’e ait Ramada Otel’de, Filistin meselesiyle ilgili bir panel düzenlemişti. Şef basın bültenini elime tutuşturdu. Doğru otele… Panelin başlamasına kısa bir süre vardı. Hemen ön sıradan kendime bir yer seçtim ve panel başlayınca konuşmacıları dinlemeye bir taraftan da kayıt cihazıma konuşmaları kaydetmeye başladım. Panelde İsrail İstanbul Başkonsolosu, Filistin temsilcisi (adlarını hatırlamıyorum) ve Besim Tibuk konuşmacıydı.

İki ülke temsilcisi de kendi bakışlarına göre Filistin meselesini dilleri döndüğünce anlattı. Her iki konuşmacı da birbirini suçlayarak panel belli bir tava gelmiş oldu. Sonra Sıra Tibuk’a geldi. Atmosferin biraz serinlemesi için birkaç cümle sarf ettikten sonra, ağzındaki baklayı çıkardı: “Filistin’de yıllardır kan dökülüyor. İsrail, yeni yerleşim bölgesi açmak için Filistin topraklarına giriyor. Oysa bu sorunu çözmek için benim son derece etkin bir projem var. KKTC’nin özellikle Karpaz bölgesinde çok büyük boş araziler bulunuyor. Burayı İsrailli kardeşlerimize versek, onlar burada yerleşim bölgesi kursalar, hem Filistin’de akan kan durur. Hem de Kıbrıs’ın ekonomik kalkınmasına büyük fayda sağlar.”

Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Ama salonda bulunan diğer muhabirlerin tepkisi benim gibi olmamıştı. Birçoğu mayışmış, kendi arasında fısıldamaya başlamış, bir kısmı ise zaten 'malum' medyanın muhabirleri olduğu için bu haberi yapsalar bile yayınlanmayacağını biliyorlardı. Panel biter bitmez gazeteye koşup haberi parlatıp, cilalayıp verdim yayın yönetmenine, haber ertesi gün yayınlandı yayınlanmasına ama, çalıştığım kurumun etkisizliğinden tesir göstermedi.

Haberi hazırlarken bizim yaşlı kurt Cem Başar’a telefonla ulaşarak, Besim Tibuk’un haddini aşan cüretkârlığını bir bir anlattım. Yılların getirdiği bilgi ve birikimle, dış güçlerden çok içimizdeki hainlerle uğraşmanın çok daha zor olduğunu söylemiş, “Canım kardeşim, Besim Tibuk denen insan, KKTC’nin Dip Karpaz bölgesinde çok büyük araziler satın aldı. Almaya da devam ediyor. Bazılarının dini imanı para olmuş. Para için memleketini satılığa çıkaranlar var” demişti.

FKÖ’NÜN KAYIP SİLAHLARI VE 500 YILLIK AYASOFYA HAYALİ

Ayasofya’nın Yunanlılar tarafından yapılmış minaresiz ve kilise olarak restore edilmiş planlarını, FKÖ’nün kayıp silahlarının Kıbrıs Rum kesimindeki PKK kamplarında bulunduğunu, o tarihlerde Rusya’dan aldıkları S300 füzelerini Rumların konuşlandırdığı üslerle ilgili haberleri ve daha birçok önemli haberi Cem Başar’dan aldığım bilgi ve belgelerle yapmıştım.

Hayatını Kıbrıs’a adayan gazeteci ve yazar olmanın dışında, bir dava adamı olan Cem Başar, Kıbrıs ve Yunanistan konusunda yaptığı propagandalar ve çalışmalarla her zaman Rum ve Yunanlıları rahatsız etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Yavruvatan’daki menfaat ve çıkarları uğruna üstlendiği görevi büyük bir başarıyla sürdürmüş,  5 Ocak 2006 tarihinde Lefkoşa’da 73 yaşında iken gözlerini bu dünyaya kapamıştır.

Geçirdiği rahatsızlık sonucu bir süre felçli olarak hayatını sürdüren Başar, hasta yatağında bile ‘Yunan Gerçeği’ isimli son kitabını tek eliyle yazarak bitirmeyi başarmış, sarsılmaz bir azmin abidesidir. Bir vatanseverlik hikâyesidir Cem Başar’ın hayatı…

Bu yazı geç de olsa Cem Başar’a ithafen yazılmış bir vefa yazısıdır.

Allah nur içinde yatırsın.










 


1984 yılında ilk eylemini yaptığında bir grup eşkıya diye küçümsenen PKK, aradan geçen 28 yıl içinde öyle bir noktaya geldi ki; siyasi bir güç olarak TBMM’de temsil edilir oldu. Elebaşı yakalanmış olmasına ve 13 yıldır tecritte olmasına rağmen, örgütü cezaevinden yönetti. Sonunda devlet, silah bırakması için bizzat örgütle görüştü. Olmadı, olmadı…  28 yıldır milyarlarca dolar terörle mücadeleye ayrıldı. Olmadı.  30 bine yakın sivil-askerin kanı örgütün eline bulaştı. Peki terör neden bitmiyor? PKK nasıl bu kadar büyüdü ve güçlendi? Örgüt neden yok edilmiyor? 90’lı yıllarda Bekaa’ya girilmesi tartışılırken, bugün Kandil dümdüz edilsin deniyor. Ancak sınırlarımız içindeki PKK unsuru bile yok edilmiyor. NEDEN?

Nedenler muhtelif ve dönem dönem değişiyor. 90’larda PKK’nın yok edilmeme sebebi farklıyken, 2012 yılına gelindiğinde sebepler farklılık gösteriyor.    

Evet, yanlış duymadınız; PKK birtakım siyasi, askeri ve ekonomik nedenlerden ötürü yok edilmiyor.
Genelkurmay Başkanı Özel, PKK’nın son Dağlıca baskınından sonra, Kandil’e girebileceklerini, fakat Türk halkının bedel ödemeye hazır olması gerektiğini söyledi. 30 yıldır bedel ödeyen başka bir millet var mı?..

PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti nezdindeki yerini ve konumunu daha iyi anlamak için başbakanın konuşmalarındaki satır aralarına dikkat etmek gerekiyor. 9 Eylül 2012 tarihinde Tayyip Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında Murat karayılan’a hitaben şöyle konuşuyor: “Bugün yine terörist başlarından bir tanesi yine tehdit sallıyor, 'AK Partili milletvekilleri bölgeye giremeyebilirler' AK Parti'nin yöneticileri de milletvekilleri de bu tür kuru tehditlere evvelallah pabuç bırakmayacak ve yola öyle devam edeceklerdir. Yalnız ben şunu hatırlatayım, bu yaptıklarınız hayra alamet değil. Biz şu anda Eyüp sabrındayız. Bir yere kadar sabrederiz ondan sonra şapkaları farklı olarak değişmeye de başlarız. Bunu da çok açık net şekilde söylüyorum.

Bu sözler; ülkesinde 30 yıldır, 30 binden fazla insanı katleden bir terör örgütü için, o ülke başbakanın sarf ettiği sözler.

En başa dönelim…

APOCULAR’DAN PKK’YA…

1976’da Ankara’da küçük bir gruplaşma halindeyken 1978 yılından itibaren Hilvan-Siverek civarında kimi aşiretlerle kendisi dışındaki solcuları ve Kürtleri hedef alan eylemlerle sesini duyurdu. O dönemde Apocular olarak bilinen ve Siverek’teki Bucak aşiretine karşı silahlı eylemlerde, militanların ayaklarına giydiği ayakkabılar nedeniyle “Mekaplılar” diye adlandırılan terörist grup, 17 Kasım 1979’da PKK ismiyle partileşti(!).

12 Eylül döneminde açılan davanın iddianamesinde 12 Eylül 1980’e kadar 213’ü sivil 243 kişiyi öldürdüğü belirtilen PKK örgütü, bu dönemde yakalanmayan kadrolarını Filistin, Lübnan ve Suriye’ye çeken ve daha sonra Kuzey Irak’ta üslenen PKK, ilk büyük eylemini 15 Şubat 1984’de yaptı: Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçesini basan teröristler, karakollara ve askeri lojmanlara saldırdılar. Her iki ilçeyi bir süre kontrol altında tutan örgüt militanları, ilçe meydanından ve cami minaresinden bir süre propaganda yaptı ve daha sonra da Kuzey Irak’a döndükleri bildirildi. Sadece Eruh’ta 1 askerin şehit düştüğü olay, ölü sayısının az olmasına da bakılarak ilk anda çok önemsenmedi. Son birkaç yıldır zaman zaman ve yer yer görülen vur-kaç eylemlerinden biri sanıldı. PKK sonraki her 15 Ağustos’u önceleri “ilk kurşun günü” sonra da “Diriliş Bayramı” olarak yeni eylemlerle kutlama kararı aldı.

ÖZAL’A BASKIN NEDEN HABER VERİLMİYOR?

ANAP hükümetinde Sağlık Bakanı olan Bülent Akarcalı, Turgut Özal’ın ölümüyle ilgili araştırma yapan DDK’na verdiği ifadede, PKK’nın 1984 yılındaki ilk eylemi olan Eruh baskınını, TSK’nın Turgut Özal’a 24 saat önce haber verdiğini açıkladı. Akarcalı bu durumun son derece düşündürücü olduğunu, bugünkü araştırmaların 1984 yılına kadar uzanması gerektiğini söylüyor. Akarcalı DDK’ya son derece önemli ve bir o kadar da dikkat çekici ayrıntılar anlatmış. Bir bölümü şöyle:

“93 yılında yaşanan Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın sıralı ölümlerindeki şüphelerin ortaya çıkarılması için 15 Ağustos 1984 tarihindeki Eruh katliamı ile araştırılmaya başlanması gerekir. 93'deki olayların olduğu dönemi yaşadığımız için çok daha global, kapsayıcı bir analiz yapma imkanına sahip olduğumuza inanıyorum. 1983 sonu büyük bir sürpriz ile Anavatan Partisi iktidara geliyor. 25 Mart 1984'te yerel seçimleri yapıyoruz. Belediyelerin tümü Doğu ve Güneydoğu hariç emekli veya muvazzaf subaylar tarafından yönetiliyordu. Yapılan belediye seçimlerinin büyük çoğunluğunu ANAP kazandı. Bütün adaylarımızı belki de ilk defa olarak mahalli insanlar Kürt'ü, Zaza'sı, Süryani'si, Türk'üm, Arap'ım diyenlerden belirledik. Bu insanlar belediye başkanı ve il genel meclis üyesi oldu. Turgut Bey bu kapsamda bir demokratikleşme hareketini başlattığını söyledi. Parti olarak da bütün çalışmalarımızı bu yönde yaptık. Tam o sırada büyük bir katliam ile karşı karşıya kaldık. Öyle ki, bir cumartesi akşam üstü katliam oluyor biz o sırada Meclis'teyiz. Çok iyi hatırlıyorum. Ben Turgut Bey'i gece saat 01.00'de makam arabasına binmesine eşlik ettim. Ertesi gün bizim o katliamdan haberimiz oldu. Düşünebiliyor musunuz? Silahlı Kuvvetler ülkenin Başbakan'ına katliamı 24 saat sonra bildirdi. Eruh katliamı telsiz ve telefon kayıtlarından ülkenin Başbakanı'na hangi saatte haber verildi, öğrenilsin. Gece 01.00'e kadar haber verilmediğini ben bire bir biliyorum. Bu katliam neden, nasıl olmuş, kimler tarafından yapılmış hiçbir şey bilmiyoruz ki. 93'te yaşanan olayların başlangıcı da bana göre Eruh'tur. Ortada bu işlerin tasarımını yapmış yerli yabancı bir yapılaşma var ise bu yapılaşma Eruh öncesi de vardı. Ortaya çıktı, geri çekildi, tekrar çıktı, geri çekildi. Kimse bu konuların temeline inmek istemiyor. Turgut Bey'in ölümü de bu konuların üzerine gidilerek araştırılmalı.”

 Bu olaydan sonra Başbakan Turgut Özal, ya idrak edemedi veya yanlış bilgilendirildi. Çünkü yaptığı açıklamada, “5-10 eşkıya” tanımlaması yaparak o yıllarda PKK’yı küçümsüyordu. Belki de gereken tedbirler bu nedenle alınmamış olabilir. Ancak Özal sonraki yıllarda PKK’nın ölümcüllüğünü daha iyi anlayacaktı.

OHAL ÇIKMAZI

1990’lı yıllara gelindiğinde PKK artık; köy yakan, otobüs tarayan, askeri konvoylara saldıran, tarihte görülmemiş terör eylemleri gerçekleştirmeye başlamıştı. Olağanüstü Hal Bölgeleri oluşturulmuş, buralara OHAL valileri süper yetkilerle atanmıştı. OHAL de PKK’nın eylemlerini durdurmaya yetmiyordu. Peki nasıl olmuştu da PKK birkaç yılda, 5-10 eşkıyadan,   kurtarılmış bölge ilan eden ağır silahları bulunan, mensuplarının sayısı bile bilinmeyen koca bir bela haline gelmişti.

Valilere terörle mücadele için milyonlarca dolar bütçe ayrılıyordu. Valilerin bu bütçeyi nasıl ve ne şekilde kullandığı ise muamma. Sonraki yıllarda birçok yolsuzluk iddiası ortaya atılmış, valiler suçlanmıştı. Silah alımlarındaki yolsuzluk iddiaları ise ayyuka çıkmıştı. Küçük bir karakol komutanı başçavuş bile puslu havadan yararlanır olmuş, kaçakçılara göz yumup haracını alarak, cebini doldurma yoluna gitmişti. Kaçakçılarla anlaşamayınca da, askerlerine saldırı emri vererek, sınır ihlali yapan kaçakçılarla çatışmaya girip onları yok ederek kahraman bile olmuşlardı.  Birilerinin deyimiyle bölgede, “at izi it izine karışmıştı”

Terörü önlemek için alınan tedbirler sanki tam tersine terörü körüklemek için kullanılıyordu.
Bölgede, gerçekten ne yaşandığını kimse bilmiyordu. Sadece sızan bilgiler bir araya getirilerek, durum değerlendirmesi yapılamaya çalışılıyordu.
Bu arada;
Köy yakma ve cinayetlerin faillerinin PKK’lılar ve askeri otorite tarafından mı yapıldığı tartışmaları artarken, özel timin öldürdüğü terörist başına pirim alması da, bu tür olayların artmasına neden oluyordu.

Sonraki yıllarda bizzat bölgede görev yapanların itirafları da yenir yutulur cinsten değildi.
Silah ve uyuşturucu kaçakçılığını bizzat güvenlik güçleri tarafından yapıldığı, faili meçhullerin ve keyfi işkencelerin uygulandığı ve her türlü yasadışı işlerin bölgede güvenlik güçleri tarafından işlendiği iddialar arasındaydı.

Tüm bu kargaşa OHAL uygulamasını bir çıkmaza sürüklemesine rağmen, bölgede: 1978 yılında sıkıyönetim uygulanmaya başlamış, 1987 yılında ise şekil değiştirerek, OHAL kapsamına alınmıştı. AKP’nin iktidara gelmesiyle ilk icraatlarından biri OHAL’in kaldırılması olmuştu. Tarih 30 Kasım 2002. Bölge 23 yıl olağanüstü bir şekilde yönetildi. OHAL her 4 ayda bir olmak üzere toplam 43 kez uzatıldı.

23 yılda hangi unsurlar OHAL’den yararlanıp siyasi ve şahsi menfaatler elde ettiler araştırıldığında ortaya çıkacaktır. Bu süreçte hangi güçler palazlandı. Kimler yardım etti, dış bağlantılarıyla da araştırılması gerek. Ayrıca bölgedeki dış gelişmeler nasıldı. Suriye ile sürekli yaşanan su ve PKK krizi kimlerin ekmeğine yağ sürüyordu.

ÇOK BİLİNMEYENLİ DENKLEMİN TEK BİLİNENLİ CEVABI: 1993

1993 bazı şeyler için milat oldu. PKK ve Kürt sorununda kesin çözüm dile getirenler ve bunun için gerçekten, ama gerçekten çalışma içinde bulunanlar öldü veya öldürüldü.

Bunlardan ilk kurban ocak ayında öldürülecekti. Uğur Mumcu, bir süredir PKK’nın devlet bağlantısını araştırıyordu. Bunları açıklamak için, birkaç gün sonra TRT’de programa çıkacaktı.  24 Ocak 1993’te aracına bomba konularak suikast kurbanı oldu. 4 yıl sonra suikastı araştırmak için mecliste bir komisyon kuruldu. Komisyon raporunu ilk okuyanlardan biri olarak, her sayfasında başka bir fail gördüm. En sonunda da, alakasız bir şekilde İran menşeli Selam grubuna fatura çıkarıldı ve müebbet yediler.

Çok değil aradan 12 gün geçmişti (5 Şubat). ANAP’ın harika çocuğu Adnan Kahveci tartışmalı bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Kahveci, birçok siyasi otorite tarafından geleceğin ANAP lideri ve başbakan olarak değerlendiriliyordu. Cumhurbaşkanı tarafından verilen talimatla Kürt raporu hazırlamıştı. Ve çevresindekilere bu Kürt sorununu mutlaka çözeceğini söylüyordu.

Tesadüf mü bilinmez ama Adnan Kahveci’nin ölümünden 12 gün (17 Şubat) sonra da Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis uçak kazasında ölecekti. Yine şaibeli bir kaza… Yıllarca davası sürdü.

ABD’den bile inceleme ekibi geldi. Raporlarda uçağın düşmesinin sabotaj yüzünden olacağı iddia edildi. Eşref Bitlis, PKK sorunu için Talabani ve Barzani ile görüşüyor, cumhurbaşkanı Özal ile de sürekli irtibatlı haldeydi.

Türkiye ard arda yaşanan bu ölümlerle sarsılırken, PKK’da boş durmuyor şiddetin dozunu arttırıyordu. Yıl sonuna kadar yaşanacak olaylar, 1993’ü tarihe kara yıl olarak geçirecekti.

Eşref Bitlis’in ölümünden tam 2 ay sonra (17 Nisan) bu defa Kürt meselesinin çözümü için devletin birçok kurumunu harekete geçiren cumhurbaşkanı Turgut Özal, kalp krizinden hayatını kaybedecekti.

Bir kâbus ülkenin üzerine çökmüş ve Kürt sorununu çözmeye yönelik adım atan herkesi yutuyordu. 2012 yılında DDK yaptığı inceleme ve araştırmalar neticesinde Özal’ın öldürülme ihtimalinin büyük olduğu yönünde bilgiler içeren rapor hazırladı.

Ancak olaylar bununla da bitmedi. Tartışmaları bugüne kadar devam eden, Madımak Oteli’nin yakılması, terhis edilen 33 erin şehit edilmesi, Başbağlar katliamı, gibi birçok olay 1993 yılında gerçekleştirildi.

1993 yılı belki de PKK’nın yeniden diriliş yılıydı. Ve varlığını tescil ettirdiği yıl. 93 değerlendirmesi yaparken, şunları göz önünde tutalım: Kahveci’nin ölümünden sonra ANAP’taki durum. Özal’ın ölümüyle kimlerin yolu açıldı. Hangi isimler siyaseten parladı. Uğur Mumcu’nun ölümüyle hangi uluslar arası ilişkiler darbe gördü. Ölümü içeride hangi örgütsel yapılanmaların işine yaradı. Eşref Bitlis’in ölümüyle, TSK içindeki güneydoğu politikası hangi yöne kaydı.

ÖLÜM ÜÇGENİNDE…

Özal’dan boşalan koltuğa başbakan Demirel oturunca başbakanlık makamı da ilk defa bir kadınla tanışıyordu: Tansu Çiller.  Çiller başbakan olduktan birkaç ay sonra, herkesi şaşırtarak kürt meselesinin çözümü için Bask modelinden söz etti. Başta Demirel olmak üzere büyük tepki gördükten sonra, “terör ya bitecek, ya bitecek” diye tarihi sözünü etti. Ancak ortalığı sarsacak açıklama daha sonra geldi.

Çiller, “Teröre destek veren 60 işadamının elimizde listesi var” dediğinde ise ortalık toz duman olacaktı. Listede ismi olduğu iddia edilen bazı işadamları Düzce-Sapanca-Hendek ölüm üçgeninde cesetleri bulundu. Bazıları ise milyonlarca dolar haraç ödeyerek canlarını kurtardı.
Bu haraçlar hangi yetkililere ödendi?  



ÖCALAN YAKALANDI AMA… ERGENEKON İLE EŞZAMANLI UYANIŞ

ABD Türkiye’ye büyük bir sürpriz yaparak Abdullah Öcalan’ı kucağına attı. 1999 yılında bir dizi seyahatten sonra PKK lideri Abdullah Öcalan, Türk yetkililere teslim edildi. Yıllardır yok etmeye çalıştığı örgütün liderinin kucağında oturduğunu gören Türkiye başlangıçta ne yapacağını bilemedi. Kısa bir debelenmeden sonra hemen kendine geldi. 3 ayda hazırlanan jet iddianameyle Apo yargılandı. İdama mahkûm edildi. Edildi edilmesine ama asılmadı. Dönemin başbakan yardımcısı MHP lideri Devlet Bahçeli yıllar sonra itiraf etti. “Siz olsaydınız siz de asamazdınız.” ABD ve batı baskısına işaret etti.

Apo için Marmara Denizi’nin ortasında bir ada tahsis edildi. İmralı. Adaya geliş gidiş kontrollü. Avukatlar, akrabaların görüşmesi izne bağlı. Tam bir tecrit. Ne hikmetse-dünyada bir örneği yok-Apo PKK’yı İmralı’dan yönetmeye başladı.

Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgüt, adeta uykuya daldı. Bizimkilerde “örgüt bitti” sanarak,  rehavet had safhaya tırmandı ve PKK ile ilgili kimse parmağını kıpırdatmadı. Taa ki, 2007 yılında tarihin en girift operasyonu başlayana kadar. Ergenekon. 2008 yılında ilk Ergenekon davası başladığından, sonra PKK’da yavaş yavaş gözlerini ovuşturmaya başlamıştı. Kanlı örgüt kış uykusundan uyanıyordu. 2012 yılına gelindiğinde ise, neredeyse her gün bir eylem haberi alıyoruz. Her gün şehit haberleri yürekleri dağlıyor.

Yaklaşık 3 yıl önce Ergenekon’dan tutuklanan ve daha sonra serbest bırakılan Aydınlık grubunun önde gelen bir ismiyle görüşmüştüm. Bana önümüzdeki dönemde büyük eylemlerin olacağını söylemişti. Ben bunu Ergenekon operasyonuna yönelik protestolar olarak algılamıştım o zaman.



 KANDİL’E NEDEN GİRİLMİYOR

1990’lı yıllarda PKK Suriye’de bulunan Bekaa Vadisi’nde konuşlanıyordu. Bekaa’ya harekât zaman zaman dile getirilir, sonra da siyasiler, stratejistler, yapılacak bir harekâtın problemlerinden günlerce bahsederlerdi. Baba Esad burnundan kıl aldırmaz. Bizi her zaman PKK’yla tehdit ederdi. Gün oldu, devran döndü. Baba öldü, yerine oğlu geçti. Apo yakalandı. Suriye ile ilişkiler düzeldi. Ama PKK kuş oldu. Kandil’e uçtu. Bu defa da, Kandil harekâtı konuşuldu. PKK’nın azdığı dönemlerde Kandil bombalandı bile. Fakat günler öncesinden başlayan, “Kandil bombalansın” veya siyasilerin “Kandil’e hava harekâtı yapabiliriz” açıklamalarından örgüt tüyoyu kapmış kampı boşaltmıştı. Biz de TV’de Genelkurmayın dağıttığı görüntüleri, örgütün işinin bittiğini düşünerek, gerile gerile izledik. Böyle birkaç hava harekâtı yapıldı. Sonuç ortada.

Geçmişte boş kampları bombalayan TSK, PKK’nın her gün can almasına seyirci(!) kalamazdı. Örgütün 19 Haziran’da yaptığı Dağlıca baskınında 8 askeri şehit etmesinden sonra, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in Kandil’e operasyon yaparız ama şartlara bağlı açıklaması gündeme bomba gibi düştü.

Özel’in, şartlarından biri Türk milletinin kayıplara hazır olmasıydı. 30 yıldır, 30 bin insanını kaybeden bir milletten istediği şey buydu. Sayın genelkurmay başkanının…

Röportaj yapmak için gazetecilerin elini kolunu sallaya sallaya gittiği Kandil, dünyanın en iyi orduları arasında sayılan Türk Ordusu için ‘Kaf Dağı’ydı. 30 yıldır terörle mücadeleye ve silah alımına ve TSK’ya ayrılan bütçelerin, kaç tane Türkiye doyuracağını varın siz hesap edin. 25 yıl boyunca bütçeden en büyük payı alan TSK, aynı zamanda denetime de kapalı olan TSK, bugüne kadar Kandil’e girmeyi neden talep etmedi.

Yıllardır MGK kararlarıyla hükümetlere istediği her şeyi yaptırma kabiliyeti olan TSK, neden terörü kaynağında yok etmeyi düşünmedi? Bu nedenleri çoğaltarak kendinize sormaya devam edin.



MEDYA YALANA ORTAK

1990’lı yıllarda büyük PKK eylemlerinden sonra, büyük operasyon düzenleyen TSK’dan zaman zaman şu haberi alıyorduk: “500 PKK’lı ablukaya alındı” “200 PKK’lı bilmem ne mevkiinde sıkıştırıldı.” Hatırladınız mı?...

Bu haberlerle şehitlerine ağlayan halkın yüreğine su serpilirdi. Aradan günler geçer, sıkıştırılan PKK’lıların yok edildiği veya teslim olduğu haberi gelmezdi. Hiçbir siyasi veya televizyoncu-gazeteci-yazar veya soruşturmacı televizyon gazetecileri, “Ablukadaki teröristlere ne oldu, operasyonun bilançosu nedir” diye sormazdı.

O günleri unuttuk ama medyamız sağ olsun yine hatırlattı bize.

19 Haziran Dağlıca eyleminden sonra, eyleme katılan 300 PKK’lının ablukaya alındığı haberleri yine TV ve gazetelerimizin başköşesini süsledi. Aradan 8 gün geçmiş nedir operasyonun bilançosu. Gen. Kur. açıklamış, 28 terörist öldürüldü diye. Dünyanın en büyük operasyonel güçlerinden bir olan Türk ordusu 300 kişiden 28’ini etkisiz hale getirebilmiş, diğerleri de kaçmış.

Şayet bu durum gerçekse, genelkurmay başkanı haklıdır. Kandil operasyonunda büyük kayıplar değil, birliği orada bırakıp geliriz. Burada da gıyabi cenaze namazı kılarız.

Ne var ki, durumun taktik olduğunu düşünüp içimi rahatlatıyorum. Zira TSK, PKK’yı özellikle bitirmiyor.

 PKK’NIN BİTMEMESİNİN EKONOMİK VE ASKERİ YÖNÜ

Askerlik görevimi ifâ ettiğim birlikte özel harpçi bir başçavuş vardı. Deli bozuğun biriydi ama mert, delikanlı biriydi. Nöbetçi olduğu geceler anılarını dinlerdim. Gazeteci olduğumu bildiği halde anlatırdı, bana güvenirdi.

Güneydoğu’daki olaylarla ilgili sorularımı cevaplardı. Bana bir gün dedi ki: “Bunların hepsi fasa fiso, PKK istense 1 haftada yok edilir. Şimdi olaya daha yukarıdan bak. Askeri bir değerlendirme yapalım. Avrupa ülkelerini düşün, orduları en son ne zaman savaştı. Sanırım en son ikinci dünya savaşında. Dünyada sürekli savaşan kaç ordu var. ABD, İsrail ve Türkiye. ABD dünyanın her yerinde istediğinde savaşabiliyor. Bazen İngiltere’de peşine takılıp, bazı bölgelerde savaşıyor. İsrail zaten malum: Filistin. Türk ordusu 20 yıldır savaşta PKK ile. Bunun getirdiği üstünlüğü bir düşünsene. Hangi ülkeyle savaşsak köklerini kazırız. Yıllardır PKK ile savaşta Türk ordusunun geliştirdiği savaş teknikleri var. Bunları sadece tatbikatlarda denemiyor, PKK üzerinde uyguluyor. Aldığı silahları PKK üzerinde deniyor. Çatışmalarda askerinin becerisini görüyor. Sonuçları analiz ediyor. Ülke olarak mali açıdan pahalıya patlıyor. Bir de ölen askerler var. Ama savaşta olur böyle şeyler. Fakat bizde sağladığı üstünlük hiçbir şeye değişilmez. Tüm dünya biliyor bunu.”

Yorumu size bırakıyorum.

Ekonomik yönü ise, geçici köy korucularıdır (GKK). Türkiye’de 57 bin köy korucusu bulunuyor.  Bu rakamın 77 binlere kadar çıktığı dönemler olmuştur. Yine dikkat çekici bir unsur: PKK’nın ilk eyleminden 1 yıl sonra 26 Mart 1985 GKK, muhtarlık kanununda yapılan değişiklikle vücuda getirilmiştir.

Bölgede işsizliğin had safhada olması, teşviklere rağmen bölgeye yatırım gitmemesi, GKK’luğu cazip bir istihdam olarak karşımıza çıkarıyor. Devletin binlerce kişiye iş sağlama olanağı. İstihdamın adının ‘geçici’ olması, fakat 27 yıldır da ‘geçmemesi’ manidardır.

Korucunun varlığının teröre bağlı olması ardında birçok sorunu getirmiştir. GKK öncelikle terör bittiğinde işsiz kalacağını çok iyi bilmektedir. İşte bu içgüdüyle zaman zaman PKK tarafında yer almış. Zaman zaman kaçakçılık yapmış. Zaman zaman ise faili meçhul cinayetlere karışmıştır.
İdari bakımdan kaymakamların, mesleki bakımdan ise jandarma bölük komutanının emir ve komutası altında olan GKK, hakkında TBMM Faili Meçhul Siyasi Cinayetler Araştırma Komisyonu raporunda şunlar yazıyor:
“Çoğu kez hem devletten maaşlarını almışlar, hem de terör örgütüne -kimi zaman korkudan, kimi zaman isteyerek- yardım ve yataklık yapmışlardır. Bazıları ise korucu kimliği ile silah, uyuşturucu vb. kaçakçılığı yapmışlardır. İşledikleri fiiller yüzünden mahkemece aranan korucular, maaşlarını düzenli olarak aldıkları halde yakalanamamışlardır. 1985 yılında başlatılan Koruculuk uygulamasında 1997 yılına dek geçen süre içerisinde 23 bin 817 geçici köy korucusu görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu korucuların 20 bin 319’unun görevi ihmal suçunu işlediği açıklanmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre, koruculuk uygulamasının başlatıldığı tarihten günümüze kadar geçen süre içerisinde, 2 bin 402 korucu terör suçlarına karışmış, 936 korucu hakkında mala karşı işlenen suçlardan, 1234 korucu hakkında şahsa karşı işlenen suçlardan, 428 korucu hakkında da kaçakçılık suçundan işlem yapılmıştır.”

Nasıl buldunuz raporda yazanları.

Devlet kendi eliyle terör yaratmakta çok marifetli görünüyor.

PKK’nın zuhurundan sadece 1 yıl sonra, GKK’ların oluşturulması, kafalarda pek çok soruyu gündeme getiriyor. 800 bin olduğu açıklansa da, 1 milyondan fazla asker olduğu söylenen TSK, ülke içinde terörü engelleyemeyecekse, o takdirde polis engellesin. O da olmuyorsa bunları lav edelim başka örgütlenmelere gidelim. Yeniçeri Ocağı iş görmediğinde, Nizam-ı Cedid’in kurulması gibi. Ne gerekiyorsa yapalım. Yeter ki, terör belasından kurtaracak siyasi ve askeri ferasete sahip olsun.



PKK'nın ilk eyleminden bu yana, ülkeyi yönetenlerin; selefin halefe bıraktığı miras, özlü söz de bu olsa gerek: "BIÇAK KEMİĞE DAYANDI"
28 yıllık takvim içinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin PKK politikasını anlamak bakımından son derece manidar bir "politik söz"...

  


 Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün talimatıyla hareket geçen Devlet Denetleme Kurulu, eski Cumhurbaşkanlarından Turgut Özal’ın ölümüyle ilgili başlattığı araştırmayı bitirdi. Sonuç: Ürkütücü…

DDK’nın hazırladığı 44 sayfalık raporun hülasası: Turgut Özal’ın öldürülmüş olabileceği. DDK bunun ortaya çıkması için feth-i kabir yani mezarın açılıp otopsi yapılmasını istiyor.
Bu istek resmi makamlarca nasıl yankı bulacak, otopsi yapılacak mı? Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Otopsi yapılır veya yapılmaz. Ölüm sebebi belli olur veya olmaz. Bunlar bir kenara, Turgut Özal’ın öldüğü yıl olan 1993 yılına geri dönüp, Özal’ın ölümü öncesi ve sonrasında yaşanan olayların çok daha önemli ve bir o kadar da, hepsinin tek tek ele alınması gerektiği kanaatini taşıyorum.
Son yıllarda kürt sorunu tartışmalarının alevlenmesi ve PKK’nın yeniden gündeme gelmesi, 1993 yılını daha da önemli kılıyor bence.

1992 yılında Turgut Özal Güneydoğu ile ilgili olarak Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kaya Toperi ve başyaveri kurmay Albay Arslan Güner’e, 10 sayfalık bir Kürt Raporu hazırlattı.
Özal raporu 13 Mart 1992 tarihli MGK’da gündeme getirdi ve af dahil siyasi-sosyal çözümlere değindi.
Aynı günlerde ilginç bir biçimde şiddet eylemleri had sayfaya vardı. PKK bir yerden düğmeye basılmış gibi devletin en tepesinde af, siyasi-sosyal çözüm konuşulduğu bir dönemde bu konuşmaları provoke edercesine eylemlerine hız verdi. 1992 Nevruz’unda bölge halkını “kitlesel ayaklanma” çağrısı ile kışkırttı ve Mart 1992’de tarihin en kanlı Nevruz’unu yaşadık.

İki günde resmi kayıtlara göre 57, sivil toplum kuruluşlarına göre 113 kişi hayatını kaybetti.

Turgut Özal o günlerde ANAP Milletvekili Adnan Kahveci’ye de aynı konuda rapor hazırlaması için görev verdi. Adnan Kahveci bir süre Güneydoğu’da inceleme yaptı ve “Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez?” başlıklı raporunu Mayıs 1992’da Turgut Özal’a sundu. Adnan Kahveci raporunda diyordu ki:  “Askeri çözümle ülke çözüme ulaştırılamamıştır. Bugün Kürt sorunu siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için cesur adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir. Bu durum Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğini de ortadan kaldıracaktır.”
Cumhurbaşkanı Özal Kürt sorununu çözmek için uğraştıkça nedense şiddet eylemleri artıyordu. Adnan Kahveci’nin raporu 27 Ağustos 1992 tarihli MGK’da tartışıldı ve Özal GAP Televizyonunda Kürtçe yayın yapılmasını istemişti. Ve ardından Türkiye’de derin bir el PKK aracılığıyla bazen bölge halkını kurşuna dizerek bazen güvenlik güçlerine saldırarak Kürt – Türk çatışmasını sağlayacak kanlı eylemlerin dozunu arttıracaktı.

Şimdi tarihe küçük bir yolculuk yaparak, Özal’ın ölümü öncesi ve sonrasında meydana gelen olaylara kısaca bakalım. Özal 1992 yılının mart ayında MGK’da kürt raporunu gündeme getiriyor. Mart ayından sonra yaşananlar:

            11 Haziran 1992: Bitlis Tatvan’da Köy minibüsü durduruldu minibüs kurşuna
            dizildi, 13 köylü öldü.

            27 Haziran: Silvan Yol aç Köyü Cami cemaati kurşuna dizildi. 10
            köylü öldü..

            18 Ağustos: Şırnak’da olaylar çıktı. İçişleri bakanı İsmet Sezgin
            olayı “300 PKK’lı şehri bastı” diyerek duyurdu. 3 gün süren
            olaylarda şehir harabeye döndü. Ölü ve yaralıların kesin rakamı hâlâ
            bilinmiyor.

            5 Eylül: Bingöl Genç karayolunda araçtan indirilen 7 kişi öldürüldü.

            13 Eylül: Şemdinli’de Jandarma Karakolu basıldı, 15 er şehit oldu.

            15 Eylül: Batman Kozluk ilçesi köy minibüsü bombalandı, 10 köylü
            öldü.

            29 Eylül: Irak sınırındaki Derecik karakolu basıldı 27 askerimiz
            şehit oldu.

            1 Ekim: Bitlis’in Cevizdalı köyünde 30 kişi öldürüldü.

            20 Ekim: 72 yaşındaki Kürt yazar Musa Anter Diyarbakır’da öldürüldü.

             Ve bu olaylar sonunda Silahlı Kuvvetler Peşmergelerle birlikte
            Hakurk operasyonunu başlattı. İlk defa peşmergelerle ortak harekât
            Yapılıyordu. Ardından Bingöl ve Diyarbakır’da PKK kampları havadan bombalandı.
            150 PKK’nın öldüğü açıklandı.

            24 Ocak 1993: PKK-Devlet ilişkisini inceleyen bir kitap
            hazırlığındaki Gazeteci-yazar Uğur Mumcu evinin önünde öldürüldü.

            5 Şubat: ”Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez” isimli raporu hazırlayan Adnan
            Kahveci şüpheli bir trafik kaza geçirdi ve eşiyle birlikte vefat
etti. (Adnan Kahveci ANAP içinde çok büyük bir kitlenin desteğiyle genel başkanlığa hazırlanıyordu. Yanına çok yakın arkadaşı süper vali rahmetli Recep Yazıcıoğlu’nu da alacaktı. Yazıcıoğlu’da Kahveci’nin ölümünden 10 yıl sonra yine şüpheli bir trafik kazasında öldü.)

            17 Şubat: Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’in helikopteri
            Ankara yakınında düştü. Helikopterdekilerden kurtulan olmadı. Eşref
            Bitlis vefatından bir hafta önce Suriye, İran ve Irak dışişleri
            bakanlarıyla PKK’nın bitirilmesi için görüşmeler yapmıştı.

            17 Nisan: Cumhurbaşkanı Turgut Özalsabah saatlerinde kalp
            yetmezliği sebebiyle vefat etti. Özal ölümünden iki ay önce
            Başbakan Süleyman Demirel’e Kürt sorununun çözümüne dair önerileri
            içeren bir mektup göndermiş, mektubunda çözüme yönelik siyasi-sosyal
            önerilerini sıralamıştı. Turgut Özal’ın ölümü hâlâ tartışılmaya
            devam ediyor ve çoğu kimse bunun bir suikast olduğuna inanıyor.

            16 Mayıs: Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı seçildi.

            24 Mayıs: Bakanlar Kurulu 25 Mayıs’ta af gündemiyle toplanacaktı. Ama
            o gün Bingöl’de terhis olan 33 er şehitedildi. Erler silahsız ve
            korumasız sivil bir araçla yola çıkarılmıştı. PKK’nın bu durumu
            önceden istihbarat aldığı o gün de söylenmişti. Şimdi Ergenekon
            Davası ile bunun PKK’ya bir gün sonra toplanacak Bakanlar Kurulu’nu
            provoke etmek için bilgi sızdırıldığı hem canlı tanıkları hem de
            davadaki belgelerle anlatılmaya devam ediyor.

            15 Haziran: Tansu Çiller ilk kadın başbakanımız oldu.

            15 Haziran: Bitlis’te 9 vatandaşımız iki köye yapılan roketatar
            saldırısı ile öldürüldü.

            2 Temmuz: Sivas’ta Madımak Oteli ateşe verildi 37 Alevi vatandaşımız
            yanarak veya dumandan boğularak can verdi.

            5 Temmuz: Erzincan’ın Başbağlar Köyü basıldı 33 kişi katledildi. Köy
            Sünni bir köyümüzdü.

            4 Ağustos: Bitlis Mutki otobüsü tarandı 15 kişi öldürüldü.

            4 Eylül: Batman’daki olaylarda DEP Milletvekili Mehmet Sincar ve DEP
            İl Yöneticisi öldürüldü.

            10 Ekim: Başbakan Tansu Çiller Viyana’da “İspanya tecrübesinden (Bask
            Modeli) biz de yararlanacağız” dedi.

            11 Ekim: Cumhurbaşkanı Demirel Başbakan Tansu Çiller’i yanıtları
            “Çözümü İspanya’da arama” dedi.

            22 Ekim: Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar
            Aydın Tugay komutanlığı bahçesinde alnından vurularak öldürüldü.
            Başlatılan operasyonda Lice’nin üzeri siyah dumanlarla kaplandı.
Lice’yi giriş çıkışlar yasaklandı. (Bugün Bahtiyar Aydın’ın öldürülmesi
konusunda yeniden araştırma başlatıldı.)

            27 Ekim: Lice olayları sonrasında daha önce Kürtçe yayından, Bask
            Modelinden bahseden Başbakan Tansu Çiller şahinleşti ve “Ya bitecek
            ya bitecek!” dedi.

            31 Ekim: Tansu Çiller “Terörün dıştaki ve içteki kaynaklarını
            Kurutacağız” dedi.

            3 Kasım: Tansu Çiller “Elimizde PKK’ya yardım eden 60 Kürt
            İşadamının listesi var. Devlet PKK ile olduğu gibi PKK’ya mali
destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir” dedi.
Bu açıklamalardan sonra bazı Kürt işadamları öldürüldü. Bazıları
da rüşvet vererek canlarını zor kurtardı.

4 Kasım: Orgeneral Eşref Bitlis'in şüpheli ölümünden sonra Mart 1993'te bu olayı protesto etmek için Jandarma Komutanı Binbaşı Ahmet Cem Ersever askerlikten istifa etti. Ersever daha sonra, Celal Talabani'nin ihanetleri, PKK ilişkileri, Güneydoğu'daki gerçek durum, köy korucuları, itirafçılar, faili meçhul cinayetler hakkında birçok açıklamada bulundu.   "Güneydoğu Anadolu'daki olayların gerçekleri Türk milletinden gizleniyor"  dedi. Ve 4 Kasım 1993'te elleri önden bağlanmış kafasına iki el ateş edilmiş cesedi, Ankara Elmadağ ilçesi çıkışında bulundu.

Yukarıdaki olaylara 2012 yılından bakıp tahlil ettiğimizde, bu olaylardan ve ölümlerden kimler yararlandı. Hangi siyasilerin ölümüyle, hangi siyasi figürlerin önü açıldı. Görmemiz mümkün.
Ayrıca PKK ve kürt sorununun o yıllarda çözülmeyerek bugünlere kadar, Türkiye’nin sırtında bir kambur olması kimin-kimlerin işine yaradı. Bunu da değerlendirmek ve geçmişe bakarak, geleceğe bir yön çizmek gerek.


 Önceki gün PKK’lı teröristler, Diyarbakır’dan Trabzon’a giden bir yolcu otobüsünü Bingöl yolu üzerinde durdurarak, otobüsün içinde bulunan bir İngiliz turisti kaçırdı. Kaçırılan turistin terör bölgesinde ne işi var. Türkiye’ye gelen turistler batı dururken, neden Güneydoğu bölgemizi geziyor. Hiç kendinize sordunuz mu?

Yerli turistin bile gitmediği bölgede bir İngiliz, otobüsle seyahat yapıyor. Neden?

2005 yılında Şemdinli’de bombalanan Umut Kitabevi olayından sonra TBMM araştırma komisyonu kurarak, bölgede neler olduğunu mercek altına almıştı. 4 ay süren komisyon çalışmasından sonra 670 sayfalık oldukça çarpıcı verilerin bulunduğu bir rapor hazırlanarak meclise sunuldu. Raporda yabancı ülke gizli servislerinin ajanlarının Güneydoğu’da cirit attığı bilgisi de yer alıyor.

Raporda, gizli servislerin halen bölgeden "elini çekmediği" ve "AB sürecinin izlenmesi adı altında" yabancı ajanların turist görünümünde buraya geldiği belirtildi.
Raporda; "bölgeye tamamen gezme-öğrenme amaçlı gelen yabancı turistlerle, niyetleri ülkenin birlik ve bütünlüğü ve kamu düzeninin bozulmasını hedefleyen turistler" arasında özenle ayrım yapılması, "yörede bulunmaları sakıncalı bulunanlar hakkında tüm idari tedbirlerin eksiksiz alınmasına dikkat çekmenin gerekli olduğu" vurgulandı.

Gizli servis ajanlarının bölgede istedikleri gibi davrandıkları ve AB sürecinin izlenmesinin dışında turist görünümünün de bu amaçla kullanıldığı, raporda şöyle anlatıldı: "Hakkâri bölgesinin geçmişteki konumu, tarihsel geçmişi, sınır olduğu devletlerin niteliği gibi hususlar göz önünde bulundurulduğunda, bazı ülkelerin gizli servislerinin henüz bu yöremizden elini tam olarak çekmediği, Ülkemizin Avrupa Birliği sürecinde kat ettiği süreç ve uygulamaların izlenmesi adı altında bölgeye asıl amaçları PKK terör örgütü ve/veya bu örgüte müzahir kuruluşlara ilişki kurmak suretiyle bölgedeki huzur ve güven ortamının bozulmasına sebebiyet vermek olan bazı kişilerin turist olarak geldiği veya gönderildiği değerlendirilmektedir."

Güneydoğu'da 3 bin ajan var. Bölgede görev yapan istihbarat kaynakları, yabancıların çoğunun 'etnik ayrımcılığı körükleyen' ajanlar olduğunu vurguluyor. Yabancılar arasında ajanlık suçundan dolayı İnterpol tarafından aranan kişilerin olduğuna dikkat çekiliyor. Diyarbakır emniyeti ise yabancıların İngiltere, Belçika, İsveç, Norveç, Finlandiya, İspanya, İsviçre, Fransa gibi Avrupa ülkeleriyle Japonya, İran, Irak ve Suriye'den geldiklerini belirtiyor.

2007 yılında Tercüman Gazetesi’nda çıkan bir haberde eski bir DEHAP’lının açıklamaları ise olayın vehametini bir kez daha kanıtlar nitelikte: “DEHAP Batman eski İl Başkanı Av. Mehdi Öztüzün, gelen heyetlerin iyi niyetli olmadıklarını belirterek, “İnsan hakları kuruluşları, farklılıklarınızı öne çıkarın, kimliğinizi belli edin diye etnik ayrımcılık yapmamız için telkinde bulunuyor. DEHAP İl Başkanı iken bana böyle söyleyen yabancılar oldu. Bunlar gelip köyleri dolaşıyor; ama masum değiller. Batman’da CIA ajanları kol geziyor dedik, bunu mahalli gazetede haber yaptık. Bu duruma kimse inanmadı, fakat gerçeği dile getirdik ve halen de getiriyoruz. ABD’li heyet Irak’taki Kürtleri destekleyin diye bana telkinlerde bulundu.” diyor.”

Meclis raporundan sonra, Güneydoğu’da herhangi bir ajan avına çıkıldığı veya çıkıldıysa bunların sınırdışı edilip edilmedikleri bilinmiyor. MİT’in bu konuda yaptığı çalışmalar ise ne yazık ki, sadece rapor tutmaktan öteye gitmiyor.