Kasım 2016
Ermeni Çeteleri

Rusların, Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkarak, Bizans'ı ihya etmek fikri her zaman vardı. Ermeni Kilisesi böyle bir durumda Rusya'nın Ermeni Gregoryan Kilisesini içinden eriteceğini ve bağımsız kimliğini yok edeceğini düşünüyordu. Zaten Ermeni Kilisesi Bizans Kilisesinden bağımsızlığını sağlamak için ayrılmıştı. Şimdi bu bağımsızlığı korumak gerekirdi. Bunun çaresi de Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı özerk bir Ermenistan Devletinin kurulmasıydı.

 Ermeni Devleti fikri Ermeni toplumundan değil Ermeni kilisesinden çıkmıştır.
 GÜRUN. K. Ermeni Dosyası. Ankara. 1985,s. 30
no image
Şehre girilirken karşı duranlarla ellerinde kanlı silah bulunanlar öldürüldü. Bizanslılarla işbirliği yapan mülteci Osmanlı şehzadesi Orhan’da bu arada surlardan aşağı düşerek ölenler arasına katılmış oldu. Müdafilerden öldürülenlerin yekûnu iki bini buluyordu ama bu da bir sebebe müstenitti. Bunun sebebini, bir Bizanslı olan Dukas şöyle açıklıyor: Türkler şehri müdafaa eden kuvvetleri elli bin kişi tahmin ettiklerinden bu kadar fazla sayıda askerden çekindikleri için iki bin Kişiye kıymışlar, fakat tahminlerinde aldanıncaa bu işten vazgeçmişlerdir

RESİMLİ – HARİTALI MUFASSAL OSMANLI TARİHİ TTK . Ankara 2010. c 1 s 457

 Marmara sahillerinde surlar daha az askerle korunuyordu. Langa limanı, Bizans‘ta yaşayan şehzade Orhan ve yanındaki ücretli küçük Türk birliği tarafından muhafaza edilmekteydi

 TÜRKLER , İstanbul'un Fethi / Prof. Dr. Feridun Emecen;YENİ TÜRKİYE YAYINLARI 2002 ANKARA CİLT 9 s s.312-321

 Bizanslılarla beraber Samatya civarını müdafaa eden Yıldırım Bayezid’in torunu, Süleyman Çelebi‘nin oğlu Orhan Çelebi de kendini surdan atarak intihar etti

 TÜRKLER , Fatih / Dr. Ekrem Hakkı Ayverdi;YENİ TÜRKİYE YAYINLARI 2002 ANKARA CİLT 9 s s. s.338-354
İki ordu 25 Temmuz 1402'de Ankara ovasında karşılaştı. Sultan Bayezit gururuna yenilerek büyük taktik hatalarına düştü. Emrindeki asker oldukça disiplinsizdi. Sultan'ın kendilerine karşı cimri bir tutum izlemesinden yakınmaktaydılar. Timur’un, Hindistan'dan getirdiği fillerle giriştiği saldırı karşısında Osmanlı kuvvetleri çözüldü ve geri çekilmeye başladı. Bayezit ile oğlu Musa, Timur'a esir düştüler. Mevzilerini elde tutmayı başarabilen tek birlik, Kralları Stephen kom utasındaki Sırplardı, Stephan, Bayezit'in en büyük oğlu Süleyman ile kardeşlerinden birini esir düşmekten kurtardı. Mustafa adındaki bir öteki, oğlu ise savaş alanında kayboldu!.. Kurtulan şehzadeler Boğaziçi’ndeki Anadoluhisarı'na doğru kaçarlarken, Timur, zafer içinde Batı Anadolu'ya ilerledi. Arasında OsmanlIların ilk başkenti Bursa da olmak üzere, şehirlerin üzerinden bir çığ gibi geçti. Timur nereye gittiyse Sultan Bayeziti'de bir kafes içinde birlikte götürdü. (Sonradan, bu kafesin altından yapılmış olduğu söylentileri yayılm ıştır.)

 Gerçekte ise Bayezit'e şerefine yaraşır bir biçimde davranıldı. 1403 Martı'nda, belki de kendi eliyle hayata gözlerini yumduğunda, oğlu Şehzade Musa serbest bırakıldı ve kendisine, babasının cenazesini Bursa’ya götürmesine izin verildi. Timur, Anadolu'da çok kalmadı. Aynı yılın sonlarına doğru başkenti Semerkant'a döndü ve Çin'in fetih planlarıyla uğraşırken 1405 de öldü. 

KONSTANTİNİYYE DÜŞTÜ STEVEN RUNCIMAN Milliyet Yayınları
Teleskopla göktekilerin, mikroskopla da tufeylilerin hareketleri mütehassıs tarafından nasıl devamlı gözetlenerek, mahiyetlerinin tetkikine çalışılıyorsa, tihbaratçılar da alakadar oldukları memleketlere öylece gözlerini dikmekle bera ber, üstelik bir de kulaklarını vererek istihbarat mikrofon ve mikroskobuyla ufak hareketine kadar dinlemek ve gözetlernek vazifesi olduğundan, ben de kıpırdayan Rusya'yı merakla bu tarzda temaşa ediyordum. Daha 1914 yılının 28 Mart'ında Enver Paşa'ya bir cihan harbi karşısında lunduğumuzu bildirmekte, bu temaşalanmın da tesiri vardı. Enver Paşa, Yunan- lıların eline geçen adalanmızı geri almak hülyasıyla planlar yapmakta olduğun- dan, o zaman bana kulak asmadı. Artık tehlike kampanaları, birbirini takip ederek çalmaya başlamıştı. Fakat Enver Paşa hala, Edirne'nin kolayca geri alınması gibi, Midilli ve sair adaları al- mak hülyasıyla, gelecek dretnotları gözlüyordu. Halbuki artık bu vaziyet karşı- sında Rusların ani bir darbesine karşı İstanbul'un yani Boğazların ve dolayısıyla bütün memleketin müdafaasını düşünmek zaruri idi.... Bu düşünceler siyasi ve askeri olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Siyasi kısmı: Fransa ve İngiltere gibi vaktiyle bizi Rus istilasından kurtaran ve tarihi dostluğumuz bulunan ve halkımızın da kalplerinde samimi yerleri olan devletlere sarılmak oldu. Fakat onların da hakkımızda iyi fikirler beslemediklerini ve müttefikleri olan Rusları memnun etmek için bizim mahvımızla alakadar olmak şöyle dursun yağmaya bile hazırlandıklarını görünce, gayet tabii olarak Almanlara atılmak oldu. Askeri kısmı: Ne bahasına olursa olsun Rusların Karadeniz fllolarına hakim olabilecek bir filonun İstanbul'a getirilmesi oldu. İşte Alman ittifakının sebebi ve neticede, Cihan Harbi'ne neden girdik meselesinin cevabı. Yoksa Cihan Harbi'nde hiçbir vakit, tarihi dostlarımız olan İngilizler ve Fransızların mağlüp edilmelerine yardım etmek için girilmediği gibi, Almanların yıldırım süratiyle Belçika'yı aşarak ve asri kaleleri düzleyerek, Fransız topraklarına girdiğini görünce, herhangi bir yağmadan istifade fikriyle de girilmedi. Haksız ithamlar, o zamanki düşmanlarımızın propaganda edebiyatı olup, hakikatlere vakıf olmayan bazı vatandaşlarımızı da yanlışlıklara sürükledi. KAZIM
KARABEKİR I. Dünya Savaşı Anıları Yapı Kredi Yayınları
Eski Anadolu-Mezopotamya Dilleri Seslendirildi 4 ..Ahameniş Dili 

Eski Anadolu-Mezopotamya dilleri şimdi konuşuluyor olsaydı tınıları, sözleri nasıl olurdu hiç merak ettiniz mi?





Patrik Vekili Dorotheos’un Paris görüşmelerinden dönerken Yunanistan da Türkiye’den ayrılan Rumların kurdukları bir cemiyetin toplantısında yaptığı konuşma esnasında şunları söylemiştir;


 “Yunan milletinin sinesinden doğmuş olan Patrikhane her devirde Yunan haklarının savunuculuğunu yapmıştır. Bu hakları devamlı ve büyük savaşlarla savunmuştur. Anânelerine sadık kalarak müstebid Türklerin darbelerine maruz kalmıştır. Fakat bir gün emellerine ulaşacağı ümidi ile bunlara karşı koymaya devam etmiştir. Size müjdeliyorum ki, pek yakında büyük Yunanistan’ın kuruluşuna şahit olacağız”

 İstiklal Harbi Gazetesi, 6 Haziran 1919
no image
Çağdaş Bizans ve Latin kaynakları şehirde askerî güç olarak 5000 dolayında bir kuvvet bulunduğunu, müdafaaya katılan bazı yardımcı birliklerle bu sayının 8-9000 dolaylarına çıktığını yazar. Ayrıca sivil halk da savunma sırasında surların tamirinde, teçhizat ve malzeme temininde önemli rol oynamıştı. Nitekim Dolfin, şehirde çok sayıda Rum’un bulunmasına rağmen kılıç kullanabilenlerin az olduğunu, bunların da silâh kullanmada usta olmadıklarını, fakat surlar üzerinde ellerinden geleni yaptıklarını belirterek sivil şehir halkının savunmada etkili rol oynadığını ima eder (Fatih ve İstanbul, I/1, s. 35). Müdafiler, askerî güçleri az olmakla beraber savunma üstünlüğü sebebiyle kalabalık Osmanlı ordusuna bir süre karşı koyabilecek durumdaydılar. Şüphesiz dışarıdan yardım almaksızın uzun müddet dayanabilmeleri imkânsızdı. Bu sırada şehirde 30.000 dolayında sivil nüfusun bulunduğu tahmin edilmektedir. Savunmaya Venedikliler, Cenevizliler ve diğer bazı yabancı güçler de katılmıştır. Bizans kuvvetleri bizzat imparator tarafından seçilen savunma mevzilerine yerleşmişlerdi. İmparator, en iyi birliklerini yanına alarak Topkapı ve Edirnekapı arasında karargâh kurdu, Ocak 1453’te yanındaki 400’ü Cenevizli 700 adamıyla gönüllü olarak Bizans’a yardıma gelen ve şehir savunmalarında ün yapmış olan Cenevizli savaşçı Giustiniani sağ cenahında mevzilenmişti. Daha sonra onun kumanda ettiği Cenevizliler imparatoru takviye için merkeze kaydırıldı. Venedik balyosu Minotta ve yardımcıları Tekfur Sarayı savunmasıyla görevlendirilmişlerdi. Bu kesimde daha önce mevcut olup dolmuş olan hendek de savunma tedbirleri alınırken yeniden kazılmıştı. Şehrin belli başlı kapılarından dördünün muhafazası Venedik ve Cenevizliler’in talebi üzerine dört Venedikli kumandana verildi. Eğrikapı ile (Kaligaria) Haliç’teki Xyloporta arasını yaşlı kumandan Teodor Caristino koruyacaktı. Sakızlı piskopos Leonardo ve Langosco kardeşler ise bu bölgedeki hendeğin arkasında mevzilenmişlerdi. İmparatorun sol tarafında Ceneviz birliklerine kumanda eden Cattaneo ile Silivrikapı bölgesinin korunmasıyla görevli Theophilos Palaeologos yer alıyordu. Marmara sahillerinden Yaldızlıkapı’ya (Altınkapı) kadar olan bölümü Venedikli Filippo Contarini korumaktaydı. Cenevizli Manuel de Yaldızlıkapı’yı muhafaza ile görevlendirilmişti. Onun solunda deniz yönünde Demetrios Kantakuzenos bulunuyordu. 2 Nisan günü Venedikli Bartolomeo Soligo Haliç’e zincir gererek girişi kapattı. Sarayburnu’na gelmeden bugünkü Sirkeci civarında Saint Eugenius Kulesi’yle Tophane’de Mumhâne burnunun bulunduğu Galata surları arasına çekilen zincir hattının gerisinde Bizans ve İtalyan gemileri sıralanmıştı.

Marmara sahillerinde surlar daha az askerle korunuyordu. Langa Limanı, Bizans’ta yaşayan Şehzade Orhan ve yanındaki ücretli küçük Türk birliği tarafından savunulmaktaydı. 


Hipodrom’un altındaki kıyı şeridinde Katalanlar mevzilenmişti. Papanın temsilcisi olarak Bizans’ta bulunan ve dinî birleşme görüşmelerine katılan Kardinal Isidore 200 kişiyle Sarayburnu’na (Acropolis Burnu) yerleşmiş, Haliç kıyılarında Ayvansaray-Fener hattından Sarayburnu’na kadar Gabriel Trevisano, Haliç Limanı sahilleri (Ayakapı’ya kadar olan bölge) Grandük Lukas Notharas kuvvetlerince koruma altına alınmış, kaptan Alvisio Diedo donanma kumandanlığını üstlenmişti. Ayrıca şehir içindeki bazı stratejik bölgelere ihtiyat kuvvetleri yerleştirilmişti. Müdafilerin yeterli sayıda ok, mancınık ve mızrakları yanında birkaç topları da vardı. Zorzi Dolfin, müdafilerin sayıca az olmakla birlikte etkili savunma araçlarının olduğunu, yeteri kadar topun da bulunduğunu belirtirken Kritovulos belde halkının çok kuvvetli olmadığını, hatta şehrin kurtarıcısı olarak görülen deniz cephesinden de nefesinin kesildiğini, İtalya’dan gelmesi beklenen yardımın geciktiğini yazar. Gerçekten de deniz tarafının pek başarılı olmasa da Osmanlı donanmasınca çevrilmiş olması, kuşatmanın kaderinde etkili rol oynamıştır.


islamansiklopedisi.cilt: 23; sayfa: 214
no image


1861 Rum Patrikhanesi Nizamnamesi’ne göre eski Patriğin ölümü ve Patrik
vekili tayininden kırk gün sonra yeni Patriğin seçilmesi gerekirken, Patrikhane
tarafından bu seçim “milletin geçirmekte olduğu ahval-i fevkelâde dolayısıyla patrik
seçiminin ertelendiği” şeklinde sudan bahanelerle ertelenmiş ve hükümetin gönderdiği
tezkerelere olumlu cevap verilmemiştir. Bu da göstermektedir ki, birçok konuda Venizelos’tan talimat alan Patrikhane, kendisini bu dönemden itibaren Osmanlı
Hükümeti’ne karşı bağımsız olarak görmektedir(Tansel Topbaş)

Patrik Vekili Dorotheos’un ilk faaliyetlerinden birisi 6 Ocak 1919 günü
Patrikhanede yapılan bir toplantıda, Sen Sinod kararı ile Türkiye’deki bütün Rum
mekteplerinde Türkçe ve Türkçe eğitimini yasakladığını ilan etmesi olmuştur. *

Dorotheos’un, 14 Şubat 1920 tarihinde Lloyd George’a gönderdiği mektup...

“Türklerin kötü idaresi devam ediyor. İstanbul hiç bir vakit ne kültür
ne de nüfus olarak Türk olmamıştır. Müslümanlar için değil fakat Yunanlılar için
mukaddes bir şehirdir. Kuvvetlerin Türkleri İstanbul’dan atmaması bir zaaf telâkki
edilecektir. İstanbul Yunanistanla kuvvetli bir bağla bağlanmazsa Yunanlıların arzuları
hiçbir vakit yerine getirilmemiş olacaktır. Türkler boğazları müdafaa edemedi. Hâlbuki
Yunanlılar milletlerarası bir rejimde ve kuvvetlerin de menfaatlerini koruyarak
müdafaa edebilir. Bütün bu sebeplerden İstanbul anavatanla(Yunanistan)
birleştirilmelidir. Bunu boğazların milletler arası olması şartiyle en iyi bir çözüm
olarak görüyoruz. Biz İstanbul’a selfdeterminasyon ve kuvvetlerin menfaatlerini garanti
ediyoruz. Bu kabul edilmez ise İstanbul’un mandasını da almaya razıyız. Artık yeniden
dünyaya gelen Yunanistan Türk mayasına tahammül edemez, İstanbul’dan Türk
hükümeti ve Türk Sultanı atılmalıdır. Sulh konferansının en âdil hareketi, doğudaki
cinayetlerin yeniden tekrarına mani olmaktır, medeniyetin ve sulhun haklarını
vermesidir*


*İstiklal Harbi Gazetesi, 16 Mayıs 1919.”, çev. Ömer Sami Coşar, Kültür Broşürü, ATO yay., ş.y.,
2004.
**Erol Uluben, İngiliz Belgelerinde Türkiye, Aykoç Kitabevi, İstanbul, 1967, s.236.

Rum Patrikhanesinin resmi gazetesi olan Eklisiyastiki Alitia’da yayınlanmış bir yazıdan...

 “…Bir milletin, eşitlik vaatleriyle kandırıldığı zamanlar geçmiştir… Bu devlet yıkılıyor. Bu köhne ve çürümüş vaatlerle devlet toplanamayacaktır. Coğrafi istatistikler gösterilmesi de Türk unsurunun çoğunluğa sahip olduğuna ve dolayısıyla Rum milletinin de böyle geçersiz açıklamalarla idare-i maslahat edilmesi gerektiğine kimseyi ikna edemezsiniz. Haritaları hazırlayanlar unutmamalıdırlar ki Rum unsuru bir çok yerlerde azınlıkta ise de “baba mirası” üzerindeki tarihi ve sosyal haklarını kaybedemez…

” 4 İbrahim Erdal, , “Türk Basınına Göre; Patrikhane Konusu ve Patrik Araboğlu’nun İhracı Meselesi”, A.Ü.T.İ.T.E. Atatürk Yolu Dergisi, S.33-34., (Mayıs-Kasım, 2004), s.34.

Resim http://unyezile.com/

(1830) Navarin’de üç devletin saldırısıyla donanmasını kaybeden Osmanlı, denizcilik alanında yeni atılımlar için Amerika ile ilişkilerini geliştirme kararı aldı. Aslında iki ülke arasındaki ilişkiler Amerikan Bağımsızlık Savaşı günlerine kadar dayanmaktaydı. 1783’te İngiltere’den bağımsız olan Amerika, ticari maksatlı olarak Osmanlı sularında faaliyette bulunmaya başlamıştı.

İngiltere’nin baskıları nedeniyle Amerika önceleri Osmanlıya bağlı Fas (1786), Cezayir (1795), Trablusgarp (1796) ve Tunus (1796) ile ticari antlaşmalar yapmıştı. İngiltere’nin engellemelerine rağmen Osmanlı-Amerikan ticari ilişkileri zamanla gelişmiş ve bir antlaşma yapma gerekliliği doğmuştu. Nihayet Sultan Mahmut’un da desteği ile 7 Mayıs 1830 tarihli bir ticaret antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın 9 açık bir de gizli maddesi bulunuyordu. Gizli maddeye göre Amerika Osmanlı için savaş gemisi yapımında yardım edecekti. Fakat antlaşmanın gizli maddesi Amerikan senatosunda onaylanmadı. Buna rağmen Osmanlı tezgâhlarında Amerikan teknolojisiyle savaş gemileri inşa edildi.

PROF. DR. Ali FUAT ÖRENÇ
Sultan Abdülhamid'in Toprak Kaybına Karşı Akıllı Çözümü Sultan 

Abdülhamid bu malî ortam içinde, Maliye Hazinesi’ne Tanzimatla birlikte devrolunmuş emlâk-ı hümâyûnun tamamının idâresini Hazine-i Hassa Nezâreti’ne geri almıştır ki bu, daha önce de belirtilen Sultan Abdülmecid ve Abdülaziz dönemlerinde başlayan bir sürecin neticesidir. Sultan Abdülhamid bu devrolunan emlâk dışında memleket genelindeki pek çok emlâk ve araziyi kendi adına tapulayarak Hazine-i Hassa Nezâreti’nin idâresine dâhil etmiştir.

Sultan II. Abdülhamid dönemindeki emlâk-ı hümâyûn kavramıyla kast edilen bağ, bahçe, tarla, çiftlik, mezraa, kışlak, vs. gibi araziler; dükkân, ev, gazino, kahve vs. gibi akarat; fabrikalardan sağlanan gelirler ve başta maden olmak üzere her türlü imtiyazdır. Bu imtiyazlar, memleket genelindeki madenlerin çıkartma ve işletme imtiyazı, Osmanlı Devleti sınırları içinde bulunan deniz, göl ve akarsularda vapur işletme imtiyazı, liman ve araba yolu imtiyazları ve sâiredir. Bu dönemde emlâk-ı hümâyûn malî ve siyasî yönden stratejik öneme sahip çok geniş sınırlara yayılmıştır. Nitekim döneme âit mevcut arşiv vesikalarında bu yerlerin, yabancıların eline geçmesinin önlenmesi ve bu sayede îmar edilerek verimli ve en iyi bir şekilde hizmet verecek bir hâle getirilmesi amacıyla padişah adına tapulandığı belirtilmektedir. Yine aynı amaçla memleket dâhilinde bulunan maden çıkarma, işletme, vapur işletme ve sâir imtiyazların da emlâk-ı hümâyûna dâhil edildiği ifade edilmektedir. Belki bu sebeple özellikle verimli ve gelir getiren kaynaklar emlâk-ı hümâyûn kapsamına alınmıştır. Bu emlâk-ı hümâyûn içinde Bağdat-Musul petrolleri, önemli kömür işletmeleri, memleketin farklı yerlerinde bulunan altın madenleri, başta Selanik limanı olmak üzere rıhtım ve antrepo işletmeleri gibi stratejik öneme sahip yerler vardı. Nitekim devletin parçalanmaya yüz tuttuğu bir dönemde devlet veya saltanat makamına ait yerlerin her hangi bir işgal sırasında elden çıkmasına karşılık şahsî mülkiyetin muhafaza edilebileceği amaçlanmış olabilir. Diğer yönden tapudaki kayıtta malın verâset usûlüyle oğulları ve kızlarına kalacağının yazılması da kayda değerdir. Ancak bu ibârelerin emlâk veya arazinin, herhangi bir devletin eline geçmesi hâlinde kişi mülkiyeti olduğunu ispat amacıyla kullanıldığı da düşünülebilir.

 Cumhuriyetin ilânından bir süre sonra halifelik kaldırılmış ve bu hususta çıkarılan kanun gereği Hazine-i Hassa’nın idaresi kapsamındaki her şey millete intikal etmiştir.

 PROF. DR. ARZU TOZDUMAN TERZİ
Mora İsyanı Sırasında Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nın İhaneti Ve Bağımsız Yunanistan'a Giden Yol

 Eflak isyanından sonra, Alexander’in kardeşi Demetrios İpsilanti liderliğinde ikinci isyan hareketi Mora Yarımadası’nda başlatıldı (Mart 1821). Mora’da başlatılan isyan ise çok geniş bir destek kitlesine dayanmış olduğundan kısa zamanda yayıldı. Nisan 1821 sonunda bütün Orta ve Güney Yunanistan’ı sardı. Bu arada yüzyıllardan beri aynı topraklarda bir arada yaşayan Müslüman ahali vahşi bir katliama maruz kalarak kitleler hâlinde öldürüldü. Mal ve topraklarına el konuldu. İsyanda sağ kalabilen Mora muhacirlerinin sorunları ise 1830’da Yunanistan kurulduktan sonra senelerce devam etti.
Rumların isyan haberi İstanbul’da büyük infiale neden oldu. O zamana kadar itibar gören Fenerli Rum Beyleri, tüm itibar ve iktidarlarını kaybettiler. Rum İsyanı’nda parmağı olduğu ve Filiki Eterya’ya üye bulunduğu anlaşılan Patrik V. Gregor dâhil bazı metropolit, tüccar ve Fenerli beyler ihanet suçuyla idam edildiler. İsyanla ilgisi olan Divan-ı Hümayun ve donanmadaki tercümanlar görevden uzaklaştırıldı.

1821 Rum isyanı boyunca Osmanlı ordu ve donanmasının yetersizliği bir kez daha görüldü. Aslında Alemdar Mustafa Paşa hadisesinden itibaren askerî kurumların ıslahı için önemli bir girişimde bulunulamamıştı. Bu alanda Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın eyalette girişmiş olduğu başarılı ıslahat, II. Mahmut’u da etkilemişti. Özellikle Rum İsyanı esnasında Mora’ya gönderilen Cihadiyye adlı Mısır askerinin kısa zamanda kazandığı başarılara karşılık, Yeniçeri ve diğer askerî kuvvetlerin başıbozuk ve işe yaramaz halleri gözler önüne serilmişti.

Osmanlı Devleti bütün askeri hazırlıklara rağmen Rum İsyanını bastıramayınca isyancılara Avrupa desteği her geçen gün artmaya başladı. Başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın pek çok yerinde kurulan komiteler isyancılara maddi destek sağlıyordu. Amerika’da Rum isyanına ilgi bir hızla artış göstermişti. İsyan ile Amerikan Devrimi arasında irtibat kurulmaktaydı. New York gibi büyük şehirlerde para, mühimmat ve gönüllü toplanıp isyan bölgesine ulaştırılmaktaydı. Rum isyancılar başarı sağlayıp, arkalarında Rusya’nın olduğu anlaşılınca İngiltere hemen devreye girdi. İngiliz Hükümeti Rum bağımsızlığını açıkça desteklemeye başladı. Akdeniz’deki İngiliz-Rus rekabeti ve ilerleyen yıllarda buna Fransa’nın da eşlik etmesi, Osmanlı’yı isyanı bastırmakta daha da çaresiz duruma düşürdü. Bu olumsuz şartlar karşısında devreye Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa sokuldu. 1824 Ağustos’unda Mora’ya ayak basan eğitimli ve disiplinli Mısır Cihadiye askerleri, isyancıları kısa sürede etkisiz hâle getirdi. Durumdan endişe eden Avrupalılar Rumlara siyasî destek için harekete geçtiler. İngiltere, Fransa ve Rusya Rumların durumunu görüşmek için 1825’de Petersburg’da bir kongre topladılar. Kongre, Rumlar üzerindeki Rus-İngiliz rekabetini ortaya çıkardı. Petersburg Kongresi’nde Ruslar, ilk defa olarak uluslararası bir platformda Rumlara özerklik talebini ve Osmanlı ile isyancılar arasında bir ateşkesi dile getirdi.

Bu arada Rusya’da taht değişikliğinin olması isyanda yeni bir dönemin başlamasına neden oldu. Çar Aleksander’ın 1 Aralık 1825’te ölümü ile yerine geçen I. Nikola yalnız askerî çözümlere önem veren bir politika izlemeyi tercih etti. Yeni Çar, Rum isyancıların ezilmesini, Mora ve Girit vasıtasıyla Doğu Akdeniz’e Mehmet Ali Paşa’nın güçlü bir şekilde yerleşmesi ihtimalini ülkesinin çıkarlarına uygun görmüyordu. Bu nedenle Ruslar Rum sorununda daha baskıcı politikalar yürütmeye başladılar. Bu durum Akdeniz’deki dengeleri etkileyeceğinden İngiltere ve Fransa’yı harekete geçirdi. Osmanlı diplomasisi, saldırgan Rus dış politikasını 17 Mart 1826 tarihli Akkerman Sözleşmesi’nde verilen tavizlerle biraz olsun dizginlemeye çalıştı. Fakat baskılar sürdü ve İngiltere ile Rusya 4 Nisan 1826’da Saint Petersburg Protokolü olarak tarihe geçen kararları imzaladı. Buna göre din, adalet ve insaniyet adına Mora ile Akdeniz adalarındaki kavganın sona erdirilmesi için anlaştıklarını ilan ediyorlardı. Protokolün en önemli hususu ise Rumların Osmanlı Devleti’ne sadece vergi ile bağlı otonom bir Prenslik hâline getirilmesiydi. Prensliğin kara ve denizdeki sınırları sonra belirlenecekti. Yunanlılara verilecek arazide Türklerle Rumların aynı mahalde yaşamalarının önlenmesi için tedbirler düşünülmüştü. Prensliğin sınırları içinde kalan Türkler, mal ve mülklerini doğrudan bölge Rumlarına satacaklar ve vatanlarını terk edeceklerdi. Bir diğer önemli husus ise eğer protokol Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmezse zorlayıcı tedbirlere başvurulacağının kabul edilmesiydi

Mısır askeri Mora’ya vardıktan sonra isyan bastırılma aşamasına geldi. Fakat Rumlara destek veren Avrupalılar duruma müdahale ederek donanmalarını Akdeniz’e gönderdiler. İnglitere, Fransa ve Rusya donanmaları Navarin Limanı’ndaki Mısır-Osmanlı ortak donanmasına saldırı ateşe verdiler (20 Kasım 1827). Modern bir Haçlı seferi olan Navarin baskınının sebep olduğu facia Avrupa’da sevinçle karşılandı. Osmanlı Devleti ise ortada savaş hâli olmadığı hâlde yapılan bu saldırıyı ancak protesto edebildi. Üç devlet elçilerinin İstanbul’u terk etmeleriyle gerginleşen durum İngiltere’nin Mora’daki Mısır kuvvetlerini tahliye için harekete geçmesi; Fransa’nın Mora’ya asker çıkartması ve Rusya’nın hepsinden daha baskın çıkarak Osmanlı Devleti’ne savaş ilan etmesi ile sonuçlandı.

1828-29 Osmanlı-Rus savaşı devam ederken Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa, İngiltere ve Fransa ile anlaşarak ve üstelik Padişahın onayı olmadan askerlerini Mora’dan çekti (6 Ağustos 1828). Mora, Fransız askerlerince işgal edildi.

Bu son durumda İngiliz-Fransız müdahalesi Yunan davasını zafere ulaştırmış oluyordu. Bu arada 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı, Rus Ordusu’nun Edirne’ye kadar gelmelerine ve Doğu Anadolu’nun işgaline kadar vardı. Bu durumda 14 Eylül 1829’da Rusya ile yapılan ve çok ağır hükümler içeren Edirne Antlaşması’yla Osmanlı Devleti özerk Yunanistan’ın kurulmasını tanımak zorunda kaldı İngilizler, Yunanistan’ın geleceği için tekrar güçlü bir şekilde inisiyatif aldılar. Bu seferki amaç, özerk Yunan Prensliğine tam bağımsızlık kazandırmaktı. Nitekim İngiltere’nin baskıları sonucu müttefikler, 1829 yılının sonlarına doğru Yunanistan’ın durumunu ele almak gündemi ile Londra’da tekrar bir araya geldiler. Londra müzakereleri sonunda Yunan tarihi için dönüm noktası sayılacak kararlara imza atıldı. Üç devlet Osmanlı’dan tam bağımsız bir Yunanistan Devleti’ne dair esasları belirlediler ve protokoller yaptılar. 3 Şubat 1830 tarihli protokole göre tam bağımsız Yunanistan Devleti ilan edildi.

 Osmanlı içinde bulunduğu zor durum karşısında Avrupa diplomasisinin baskılarına daha fazla dayanamadı ve tam bağımsız Yunanistan Devleti’nin kuruluşunu öngören 3 Şubat kararlarını 24 Nisan 1830 tarihi itibariyle resmen onayladı. Bu arada Şeyhülislam’dan bir fetva alınarak Müslümanların bir an önce Yunan topraklarını terk etmeleri istedi. Yunan meselesinde sınır, kalelerin tahliyesi, Türk emlaki ve vakıflar gibi konularda tartışmalar uzun süre devam etti. İngiltere’nin baskılarıyla Osmanlı Mora ve Eğriboz Adası’na özel memurlar yollayarak kaleleri boşalttı.

Osmanlı antlaşmanın hükümleri bir bir yerine getirdi. Ancak kendileri sınır çizimi gibi hususlarda ağır davrandılar. Diplomatik manevralarla Osmanlı’yı oyaladılar. Bunun sebebi kısa sürede anlaşıldı. Avrupalılar Yunanistan’ın sınırlarını Rumeli yönünde genişletmek istiyorlardı. Bu maksatla İngiltere, sonraki yıllarda Osmanlı diplomatları üzerinde önemli etkisi olacak olan Lord Stratford de Redcliffe Canning’i özel elçi sıfatıyla İstanbul’a yolladı. Canning’in gelişiyle İstanbul’da diplomatik trafik hızlandı. İngiliz elçisi, Yunanistan’a toprak verilmesi hususunda Sultan Mahmut’u ikna etmenin zorluğunu biliyordu. Bu nedenle, Padişahı taviz vermeye zorlayacak bir durumun ortaya çıkmasını bekledi.

Bu bekleyiş fazla uzun sürmedi. Zira Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın isyan etmesi ve kısa sürede Mısır birliklerinin Kütahya’ya kadar dayanmaları, Osmanlı’yı çok zor durumda bıraktı.

Yeni durumda İngiliz politikasına mecburiyet ortya çıktı. Canning başkanlığındaki üç devlet heyeti ile Osmanlı memurları arasındaki uzun müzakereler sonucu Yunanistan’ın sınırı, tazminat, Türk emlaki ve diğer hususlara dair müzakerelerde belirli bir aşamaya gelindi. Babıali, 21 Haziran 1832 tarihi itibariyle sınıra dair düzenlemeleri kabul ettiğini resmen açıkladı. Nihayet 21 Temmuz 1832 gecesi son toplantı geç saatlere kadar sürdü ve sınır hususundaki pürüzler giderildi.

Yunanistan’a dair antlaşmanın bitimi ardından İstanbul’da diplomatik bir kriz yaşandı. Avrupalı elçiler, hazırlanan senetlerin resmi mübadelesinin sabaha bırakılmamasını, hemen tasdikini istediler. Osmanlı memurlarının bütün ricalarına rağmen geri adım atmadılar. Böyle bir talep ve bu tür bir uygulama Osmanlı memurları tarafından bu güne kadar görülmemiş çirkin bir şey olarak değerlendirildi. Ayrıca, halkın böyle bir uygulama yapıldığını duymasından ve çıkacak dedikodulardan endişe ediliyordu. Hazır böyle bir anlaşmaya varılmışken elçileri de reddetmek uygun görülmedi. Osmanlı diplomasisi hemen bir ara formül geliştirdi. Halka renk vermemek için Seretibba efendinin elçiler için sahilhânesinde bir ziyafet vermesi kararlaştırıldı. Bu ziyafet bahanesi ile resmi mübadele gerçekleşecekti. Bu teklif elçiler tarafından da uygun görüldü. Yemekte, Yunanistan’a dair senetler imza ve mühürlendi. Fakat bu esnada yeni bir sorun daha ortaya çıktı. Reisülküttap Süleyman Necip Bey, böyle bir anlaşmayı imzalamaktansa sağ elimi kesip atmaya hazırım deyerek tavır aldı. İkna için 16 saat uğraşıldı ve sonrasında Süleyman Necip Bey kendi ifadesiyle bu Allah’ın belası antlaşmayı imzaladı. Yunanistan’a dair bu son anlaşma senetleri taraflarca kabul edildikten en geç 4 ay içinde Londra’da tasdik olunup, resmî bir metin hâline getirilecekti. Senetlere İngiltere adına Canning, Rusya adına İstanbul Ortaelçisi A. Buteniev, Fransa adına ise İstanbul Maslahatgüzarı Jan Edvar Baron de Varennes imza koymuştu. Yunanistan sınırına dair İstanbul Konvansiyonu olarak adlandırılan bu antlaşma 27 Temmuz 1832’de imzalanarak resmiyet kazandı. Böylece Yunanistan’ı Rumeli yönünde büyüten sınır kesinleşmiş oldu.
Yine İngiltere’nin baskılarıyla Ege’de bir Osmanlı adası olan Sisam Eyalet-i Mümtaze yani özerklik statüsüne getirildi.

Bilhassa 1832 yılındaki Yunanistan sınır müzakereleri esnasında ve antlaşma maddelerinin oluşumunda İngiliz diplomatların dayatmacı ve zaman zaman alay edici tavırları zayıf Osmanlı’nın bundan böyle ne gibi baskılarla ve çifte standartlarla karşılaşacağının en güzel örneklerden biri oldu. Avrupalı diplomatların Sırp, Yunan ve Sisam müzakerelerinde Osmanlıyı parçalamada önce muhtariyet (özerklik) sonra bağımsızlık formülünü bir politika hâline getirmiş oldukları da görülmektedir

 Yalnızca Mora’yı içine alan biçimde olsa da bağımsız bir Yunanistan’ınortaya çıkışı kısa zaman sonra Ege sorunu ve adaların hâkimiyeti meselelerini getirdi. Bu durum uğranılan mağlubiyetin sonuçlarını iyice ağırlaştırdı. Mora’da asırlardan beri yaşamakta olan Müslüman ahalinin toptan katliamı, yağmalanan geniş mal varlığı ve vakıf zenginlikleri, hesabı görülmemiş ve unutulmaya terk edilmiş bir hadise olarak ortada kaldı. Bağımsız bir Yunan Devleti’nin kuruluşu günümüze kadar etkisini sürdüren Ege Sorunu’nun da başlama aşaması oldu.

Prof. Dr. ALİ FUAT ÖRENÇ
Sultan II. Mahmut’un Tahta Çıkmasını Sağlayan Kahraman Cevri Kalfa

IV. Mustafa saltanatında Nizam-ı Cedit’e son verilmesi ardından kaos sürerken 1806’da başlayan Osmanlı-Rus Harbi de devam ediyordu. Reformcuların iş başından uzaklaştırılmalarıyla ilgili haberler orduya ulaştığında, cephede ayaklanma başladı. Orduda yenilik taraftarı olarak bilinenler ancak kaçarak canlarını kurtardılar. III. Selim reformlarının destekçileri Rusçuk Âyânı Alemdar Mustafa Paşa’nın şahsında, yeni ve güçlü bir lider bulmayı başarmışlardı. Rumeli’nin güçlü âyanlarından olan Alemdar Mustafa Paşa, yanına sığınan reformcuların da telkiniyle gelmeyi başardığı İstanbul’da kontrolü ele almıştı. 

III. Selim’i tekrar tahta çıkarmak niyeti taşıyan Alemdar Mustafa Paşa, 28 Temmuz 1808’de İstanbul’a getirdiği yeni kuvvetlerle Saraya ani bir baskın yaptı. Ancak içerdekiler Babüssade Kapısı’nı kilitlediler. 

Tam bu aşamadan sonra, Topkapı Sarayı’nda tarihte eşine ender tesadüf edilebilecek, zamanla yarışılan ve sonu trajik biten bir taht mücadelesi yaşandı. Alemdar Saray kapsını zorladığı esnada Sultan IV. Mustafa’nın çevresindekiler, III. Selim ve II. Mahmut’un öldürülmesi hâlinde tahtın tek varisi kalacağı seçeneğine ikna ettiler. Alemdar ve askerleri büyük gürültüler ve naralar eşliğinde kapıyı kırmağa çalışırken, IV. Mustafa’nın emriyle suikastçiler hareme girerek III. Selim’i acımasızca öldürdüler. Daha sonra, şehzade II. Mahmut’un bulunduğu odaya geldiler. Ancak burada Cevri Kalfa adlı bir cariyenin canı pahasına bunları mangal külleri ile oyalaması Şehzade Mahmut’a zaman kazandırdı ve Sarayın çatısına çıkmasını sağladı. Bu arada kapıları kırarak hareme giren Alemdar Mustafa Paşa III. Selim’in cesediyle karşılaştı. Bu durum karşısında Alemdar ve Nizam-ı cedit taraftarları için elde tek seçenek Şehzade Mahmut kalmıştı. Şehzade bulunduğu yerden indirilereki acilen ve teamüllere uyulmadan bir biat merasimi yapıldı. Böylelikle IV. Mustafa tahtan indirilerek, yerine Şehzade Mahmut Padişah ilan edildi. Sultan II. Mahmut böyle bir kaotik ortamda üstelik son anda canını kurtarmış bir hanedan mensubu olarak tahta çıkmış oldu (28 Temmuz 1808).



PROF. DR. Ali FUAT ÖRENÇ



Bu defa yanımızda bir Sabetaist yok. Tek başına Sabetayist mezarlığı olduğu söylenen Maçka Şeyh Mezarlığı'ndayız.

Ancak Bülbüldere Mezarlığı'ndan çok çok farklı burası. Son derece bakımsız ve tinercilere ev sahipliği yapıyor. Kırılan mezar taşları, çöken mezarlar, mezbelelik içinde bir mezarlık.

Bülbüldere Mezarlığı son derece bakımlı olmasına karşın, Maçka Mezarlığı da bir o kadar terkedilmişlik hakim.

Bülbüldere'den çok daha eski olduğu anlaşılan Maçka Mezarlığı'nda mezarların büyük çoğunluğunu Osmanlıca mezar taşları süslüyor. Bülbüldere'de gördüğümüz o şaaşalı mezarları burada bulmak mümkün değil.

Maçka Caddesi ile Süleyman Seba Caddesi köşesinde bulunan çok küçük bir arsa üzerindeki mezarlık kedilere ve tinercilere terk edilmiş. Görünen o ki, kabirlerde yatanların günümüzde nesilleri artık devam etmiyor veya unutulmuş veya unutturulmuşlar.

Mevlevi Şeyhleri burada yatıyor

17. Yüzyıl'a tarihlenen mezarlıkta o dönem Maçka'da kurtlar gezdiğinden sadece, Beşiktaş Mevlevihanesi şeyhleri ve mevlevileri gömülüyormuş. Beşiktaş Postnişini El-Seyid El-Şeyh Mehmet Teshid Efendi'nin mezarı burada bulunuyor. 

Zehra Aylin'in mezarı nerede?

Mezarlıkta çok enteresan ve bir o kadar muammalı birinin daha mezarı olması gerekiyordu lakin bulamadım.

Atatürk'ün ilk manevi kızı ZEHRA AYLİN 1935 yılında buraya gömülmüştü.

Zehra Aylin'in Fransa'daki sır dolu ölümünden sonra naaşı gemiyle İstanbul'a getiriliyor. Galata rıhtımından alınan tabut önce Şişli Sıhhat Yurdu’na götürülür. Dört hamalın taşıdığı tabut İstanbul Valisi Muhiddin Üstündağ, nezaretinde Maçka Mezarlığı'na defnedilir. Tören yapılmaz. Atatürk cenazeye gelmez.

 Zehra'nın intihar mı ettiği, trenden mi düştüğü muammadır. Atatürk'ün neden tören yaptırmadığı, cenaze defnine neden katılmadığı da...


ZEHRA AYLİN'İN SIR DOLU ÖLÜMÜNE DAİR DETAYLARI DAHA ÖNCE YAZMIŞTIM: https://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2015/09/ataturkun-manevi-kizi-zehra-aylin-nasil.html


DİKKAT: TÜM HAKLARI SAKLIDIR. Fotoğrafların  izinsiz olarak BİR KISMI VEYA TAMAMININ her türlü ortamda kullanılması, 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince yasaktır. Sanal ortamda sadece link verilerek paylaşılabilir.