2012
Anadolu Selçuklu Devleti'nin Dağılmasıyla kurulan Beylikler - 2.Dönem Beylikler:
Anadolu Selçuklu Devleti'nin Dağılmasıyla kurulan Beylikler

















1. Karamanoğulları:
Konya ve Karaman yöresinde kurulmuştur. Kendilerini Selçukluların tek varisi gördüklerinden Osmanlılarla en fazla mücadele eden beylik olmuşlardır.
Not: 1277'de Karamanoğlu Mehmet Bey , ilk defa Anadolu'da Türkçeyi resmi dil ilan etmiştir.

2. Germiyanoğulları: Kütahya ve çevresinde kurulmuştur.

3. Aydınoğulları: Aydın, İzmir ve çevresinde kurulmuştur.
Not: Denizcilik alanında en ileri giden beylik oldular.

4. Karesioğulları: Balıkesir, Çanakkale ve çevresinde kurulmuştur.
Not: Denizci bir beyliktir ve Osmanlıların yıktığı ilk beyliktir.

5. Saruhanoğulları: Manisa ve çevresinde kurulmuş denizci bir beyliktir.

6. Candaroğulları (İsfendiyaroğulları): Kastamonu, Sinop ve çevresinde kurulmuş denizci bir beyliktir.

7. Menteşeoğulları: Muğla ve çevresinde kurulmuş denizci bir beyliktir.

8. Hamitoğulları: Eğirdir ve Antalya çevresinde kurulmuş denizci bir beyliktir.

9. Eşrefoğulları: Beyşehir ve çevresinde kurulmuştur.

10. Sahipataoğulları: Afyon ve çevresinde kurulmuştur.

11. İnançoğulları: Denizli ve çevresinde kurulmuştur.

12. Osmanoğuları: Söğüt, Domaniç ve çevresinde kurulmuştur.

13. Eretna Beyliği: Sivas merkez olmak üzere Orta Anadolu'da kurulmuştur.

14. Kadı Burhaneddin Beyliği: Eretna Beyliğinin yerine kurulmuştur.

15. Dulkadiroğulları: Elbistan ve Maraş dolaylarında kurulmuştur.
Not: Osmanlıların Turnadağ Savaşı ile yıktığı son beyliktir.

16. Ramazanoğulları: Adana ve çevresinde kurulmuştur.

Arama sözcükleri: Anadolu Selçuklu Devleti'nin Dağılmasıyla kurulan Beylikler, Türkiye Tarihi, 2.dönem beylikleri




Klişe bir lakırdı; “Senin özgürlüğünün başladığı yerde, bir başkasının ki biter.” Buna paralel bir soru sorayım, “Benim Haklarımın Başladığı Yerde Seninkiler Biter mi?”
Türkiye yıllardır hakların ve özgürlüklerin tartışıldığı ülke konumundan bir adım ileriye gidemediği gibi, hak ve özgürlük konusunu eline yüzüne bulaştırdı. Devlet geleneği olarak hak ve özgürlük fakiriyiz.
Son yıllarda bu yönde artan istekler, devleti bir şeyler yapma konusunda etken bir rol oynamasına itiyor ama; meleke eksikliği, yanlış adımlar atılmasına sebep oluyor. Medya da her zaman ki gibi aynı yanlışın peşi sıra seğirtiyor. Salatalığın(!) ardından, bir avuç tuzla koşuyor.

Kürt meselesi veya Kürt sorunu ya da terör sorunu, henüz doğru tanımlama bile yapılmamış olması olaydaki vahameti müşahede etmek açısından önemli. Devletin, yanı sıra medyanın da tanımını yapmakta zorlandığı sorunu, çözme aşamasında nasıl kıvrandığını ve yanlışlara gark olduğunu ibretle izliyoruz. Sadece izlemekle kalmıyor, toplumsal bölünme ve çatışma yaşıyoruz. Kılavuzumuz karga olduğu için…

Ermeni meselesi ve azınlıklar konusunda da durum farklı değil.

Kürtlere haklarını verelim derken, Türklerin ayağına basmak, “azınlık” kompleksiyle hareket ederken, “çoğunluğa” zulmetmek bundan olsa gerek.

Kürt meselesi, Ermeni meselesi, azınlık hakları vs. derken, öyle bir kamuoyu oluşmaya başladı ki, Müslüman-Türk tebaa artık kendini azınlık hissetmeye başladı. Türklük ve Müslümanlık utanılacak boyuta ulaşacak.
Kimse “AKP hükümeti var. Müslümanlar altın çağını yaşıyor” demesin. Büyük yanılgı olur. Başörtülü okula giderek veya İHL’lerin orta kısmını açarak, Müslümanlara hakları verilmiş olmuyor. Başı açık veya dindar olmayanlar da Müslüman olduğuna göre onların hakları ne olacak. Bu olaya partiler ve siyaset üstü bakın. Ne kadar çok yukarıdan bakarsanız o kadar çok şey görmeniz mümkün.
Zaten sorunumuz politik olmaktan kaynaklanıyor. Medya ve kanaat önderleri bizi politize ediyor. Her meseleye o gözlükle bakmaya başlayınca, istenildiği gibi üzerimizde mühendislik faaliyeti sürdürebiliyorlar.

İşte size bir örnek: Azınlık vakıfları için harekete geçen AKP neden Müslüman vakıfları için bir şey yapmıyor. 1935 yılında tüm vakfiyeler kamulaştırıldı. Sonra bir kısmı satıldı. Ermeni ve Rumlar kendi mallarının peşine düşmüş durumda. Ya Müslümanlar… 
Halkın kendi parasıyla yaptırdığı camilere ve vakfiyelere devlet nasıl el koyabilir. 

Koymuş zamanında. 

Azınlıklar haklarını geri alırken, İslamcı(!) AKP neden camilerin vakfiyelerini geri vermiyor. Hayırseverlerin, üzerinde alın teri bulunan vakıflara bağışladıkları gayrimenkulleri, Vakıflar Genel Müdürlüğü nasıl olur da devlet adına işletebilir?

Her dönem, iktidar partisi hangi ideolojiyi savunuyorsa, tam tersini yapmıştır. Refahyol döneminde, Erbakan en çok dış anlaşmayı İsrail ile imzalamıştır. Egemen güçlerin Türkiye üzerindeki stratejisi budur.
Bununla ilgili küçük bir anekdot geçeyim: 1980’li yıllarda Günaydın Gazetesi’nin başyazarı olan araştırmacı-yazar Aytunç Altındal, Necmettin Erbakan’la bir görüşmesinde, Erbakan’ın kendisine, o günkü Hürriyet Gazetesi’nin manşetten verdiği haberi göstererek, “Aytunç bey, manşeti görüyor musunuz. Beni en iyi giyinen siyasi lider seçmişler. Ve manşetten vermişler.  Bu mason takımı, bizi iktidar yapacak ve orada boğacaklar” diye aktarır.

**********

Radikal Gazetesi’nde okuduğum haber yukarıda yazdıklarımı onaylar biçimdeydi. Onlar 'taş' değil çalınmış yaşamlar” başlıklı yazının girişinde, “Bir beyanname marifetiyle adeta devlet tarafından yağmalanan Ermeni vakıf mallarının tam bir dökümü yayımlandı. Manzara vahim.” deniyor.

Şimdi vahim manzara neymiş ona bakalım habere göre; Ermeni vakıflarına ait 661 adet taşınmaza değişik sebeplerle el konulmuş. Bunlardan sadece 143 tanesi, son 10 yıl içerisinde yapılan yasal değişiklikler sonucunda vakfına iade edildi.”

Kendi gasp edilen haklarını bilmeyen bir çoğunluk, azınlığın haklarını nasıl savunacak? ‘Kraldan çok kralcı’ içgüdüsü; ‘azınlıkları savunmak’ modasına uyarlandığında komik oluyor. Neden mi?... Haberi yapan Demet Bilge, Müslümanlara ait 1927 - 1972 yılları arasında 3 bin 900 vakıf eseri satılırken bunların 2 bin 815'ini camilerin oluştuğunu bilmiyordu. Biliyorsa bunu neden gündeme getirmiyor.

Nedeni bana göre basit.

AKP’ye küfretme ve muhalif olma o kadar çok pirim yapıyor ve bizi kahramanlaştırıyor ki, tarafsız bakış imkânsızlaşıyor.

Politize olmanın ülkeye verdiği yıkım…

Vatanseverliği AKP karşıtlığına endekslemek büyük yanılgı ve hata. Bizi at gözlüğüne mahkum eden zihniyet, aynı zamanda yıkımımız olacak.

Politize olmadan da VATANSEVER olabiliriz.

Radikal muhabiri Demet Bilge aynı refleksle, gasp edilmiş Müslüman vakıflarından ziyade azınlık vakıflarını gündeme getirmeyi evlâ bulmuş.

**********

Karaköy Perşembe Pazarı, Osmanlı’dan bu yana sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin önemli ticaret merkezlerinden biri. Bugün de kısmen aynı statüsünü koruyor. Şişhane’den Perşembe Pazarı’na girdiğinizde Karaköy’e doğru ilerlerken, deniz tarafında izbe ve yıkılmaya yüz tutmuş hanları görürsünüz. Halen ticari faaliyet hanların içinde devam etmektedir. Bu yapılar içinde bulunan Fatih Bedesteni'nin kapı girişinde, caddeden baktığınızda okunabilecek durumda olan bir kitabe mevcut. “İşbu Fatih Bedesteni Ayasofya Vakfiyesidir.”

Buna benzer binlerce vakfiye mevcut. Binlercesi 1934 yılında çıkarılan bir yasayla kamulaştırılmış. Ayasofya veya Sultanahmet camilerine ait, Trakya ve hatta Arnavutluk’ta bile halk tarafından bağışlanmış gayrimenkuller mevcut. Tarla, bahçe, bina vs. gibi.
Sadece camiler değil Osmanlı döneminde kurulmuş ve günümüze kadar varlığını sürdüren; padişahların, paşaların, hanım sultanların ve varsıl insanların kurduğu hizmet vakıflarının taşınmazları da aynı kaderi paylaşıyor.

Aynı dönemde kamulaştırılarak, satılan Selâtin camilerinin vakfiyelerine ait taşınmazların Hıristiyanlar tarafından alındığından daha önce söz etmiştim.
Zaman içinde yurtdışına giden ve yaşamını orada sürdüren gayrimüslimlerin, buradaki kiracılarına bir banka hesap numarası bıraktıklarını, kiracıların kira bedellerini söz konusu hesaba havale ettiklerini, hesap numarasının ise Papalığa ait olduğunun ortaya çıktığını ‘Camilerden Vatikan’a Para’ başlığıyla yazmıştım.
Bir Müslüman meşru yoldan elde ettiği bir gayrimenkulü, bir camiye bağışlıyor. Devlet bu mala el koyuyor. Sonra o mal üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan bir gayrimüslime satıyor. Sonra o kişi de malını, kendi kutsalı olan Vatikan’a bağışlıyor. Hak, adalet nerede?

‘Çoğunluk’ olarak kendi gasp edilen hakkımızın hesabını soramıyoruz.

Ermeniler vakıf mallarıyla ilgili bir kitap hazırlamışlar.
Azınlıkların verdiği mücadeleyi anlamak için habere geri dönelim: “…… Oysa cümlelerdeki her bir kelime Türkiyeli Ermenilerin yüz yıldır yaşadıkları ‘hak gaspını’ ve buna karşı verdikleri sonu gelmez mücadeleyi ifade ediyor…. 1936 Beyannamesi’ne atıf yapılarak ‘2012 Beyannamesi’ adı konulan kitap 400 sayfadan oluşuyor. Ve şimdiye kadar İstanbul’daki Ermeni vakıf mallarına dair en geniş envanteri koyuyor ortaya.”

Ermeni vakıf eserlerinin envanteri niteliği taşıyan kitap, 2 yıllık çalışma sonucu ortaya çıkmış.
Kitabı, içlerinde Müslüman-Türkler’in de bulunduğu; Mehmet Polatel, Nora Mildaroğlu, Özgür Leman Eren ve Mehmet Atılgan’dan oluşan bir ekip hazırlamış. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi önsöz yazmış. Kitap için bir web sitesi açılmış. Sitede 200 fotoğraf, haritalar, tapu belgeleri, vesair matbu evrak bulunuyor. Takdire şâyân bir çalışma.

Yukarıdaki ekip ücreti mukabilinde-Ermeniler’e olduğu gibi; Müslüman vakıfları için aynı çalışmayı yaparlar mı? Merak ediyorum. Önsözü yazan kişi için de teklifim aynı.

Anekdot: 2011’de çıkan ‘Kanun Hükmündeki Kararname’yle bazı taşınmazlar azınlıklara iade edildi. Müslümanlar için henüz söz konusu değil.

Kitaptan: “… Burada sözü edilen kurumlar, genci ihtiyarı, kadını erkeği, zengini fakiriyle, bu topraklarda yaşayan insanların birlikte var ettikleri değerlerdi. Haksızlığa konu olan mülkler, ibadethanelere, okullara, yetimhanelere, huzurevlerine, bütün bir topluma can veren maddi kaynaklardı. Türkiye Ermenilerinin toplumsal yaşantısı ve kültürü, bu ekonomik zemin üzerinde yükseliyordu…”

Yukarıda yazılan dramatik nesre aynen imzamı atarım. Elbette‘çoğunluğun’ gasp edilmiş haklarını da kapsayacak şekilde.

Camilerin bugün birtakım oluşumların eline geçmesi, sosyal ve ekonomik işlevlerini kaybetmesinden dolayıdır. Sosyal kurum olma statüsünü, vakfiyeleri elinden alındıktan sonra kaybeden camiler, veren değil cemaatine ‘el açan’ ibadethaneler haline gelmiştir.  
Zamanında imareti, bimarhanesi, okulu, hanı, hamamı, misafirhanesi ve diğer müştemilatıyla sosyal bir kurum olarak inşa edilen camilerimiz, günümüzde sadece ibadethane işlevi görüyor.

**********

Vakıf mallarına el konulması bu meyanda laiklik tartışmalarının aslında tam ortasında duruyor diyebiliriz. Laiklik bugüne kadar farklı bir bakış açısıyla tartışılmış, oysa sosyo-kültürel yönü hiç ele alınmamıştır.

Aslında Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman laik olmamıştır. 1923 yılında kurulan cumhuriyette, 1924 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Anayasada yapılan değişiklikle 1937 yılında “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır.”  Eklemesi yapılmıştır. Devlet kurumu olarak Diyanet İşleri lav edilmemiştir.

Laik bir devletin din kurumu ve buna bağlı din adamlarının devlet memuru statüsü taşıması olması laiklik ile nasıl örtüşür düşünün...










*Malazgirt Savaşı'ndan sonra Anadolu'nun fethiyle görevlendirilen Türk komutanlar tarafından kurulmuşlardır.
*Bizans ve Haçlılara karşı başarıyla mücadele etmişlerdir.
*Anadolu'nun Türkleşmesinde büyük rol oynamışlardır.
*Türk-İslam kültür ve medeniyetinin gelişmesinde önemli katkıda bulunmuşlardır.
*Bu beylikler Anadolu'yu iskan edip, birçok şehirler kurmuş, şehir ve kasabalara Türkçe isimler vermişlerdir.
*Kurucularının ismini almışlardır. 




Yukarıdaki başlık şaşırtıcı olsa da, memlekette artık hiçbir şey şaşırtmıyor beni. Diyoruz ya devlet herkesi herkesle çarpmış, toplamış, bölmüş diye. Onun için bir Ermeni’nin önce ülkücü sonra solcu olması da, düzen içinde muvafık görünüyor.
Daha önce DHKP-C’li Hizbullahçı gördük. Uyuşturucu taciri şeyh gördük. Ülkücü alevi polis müdürü de gördük. Tanıdığım pek çok kürt asıllı ülkücü de mevcut. Maocu, Leninci Atatürkçü gördüğümüz gibi, komünist kapitalistte gördük. Çok şükür… “Nasıl oluyor da oluyor” demeyin. Batıdan bir akademisyen getirsek ve tüm bu ideolojik sarmalın içine atsak ve bundan bir tez ortaya çıkar desek dumura uğrar ve arkasına bakmadan kaçar.
Klişe bir terim, “Türkiye’nin kendine özgü durumu vardır” burada cuk oturuyor. Şahsına münhasır bir ülke…
Kirkor Aluç kendini Türk sanan, aslen Ermeni asıllı bir ülkücü.
Hikâye çok ilginç fakat detaylar sınırlı. Kendim için tatmin edici derecede bilgilere ulaşmış olmasam da, belirli şartlar altındaki edinilmiş verileri paylaşacağım için okuyuculardan beni mazur görmelerini istirham ediyorum.

**********
70’li yıllar. Sol ve sağın birbirini yok etmeye- bunu da ülke çıkarları için-azmettiği yıllar. Vatan toprağına kan düşmeyen gün geçmiyor. Her gün siyasi görüşü şu veya bu olduğu için genç bedenler toprağa karışıyor. 40 yıl geçmesine rağmen halen tartışılan ve belki bir 40 yıl daha tartışılacak olan yıllar… Belki bu tartışmalardan ibret alırız önümüzdeki dönemde buna oldukça fazla ihtiyacımız olacak.
Kanın gövdeyi götürdüğü günlerden birinde dönemin önde gelen ateşli ülkücü militanlarından Doğan Yıldırım yıllar sonra, ideolojik çatışmanın kardeşi kardeşe vurdurttuğu yılları anlatırken, her şey bir planın parçasıymış diyor:
“Ben 1971’de Deniz Harp Okulu’ndan atıldım, ülkü ocakları yönetimine girdim. İllegaliteden sorumlu kişi benim, ülkü ocaklarında. Yani üniversite, yurt işgali gibi silahlı milahlı, vurdulu kırdılı işler bana bağlı. Atilla diye de böyle babayiğit bir çocuk var. Nereye gitsem geliyor benle. Afyon Yurdu diyoruz, gece işgal ediyoruz. Kayseri, Kırşehir, Adana, Bayburt, Antalya yurtları, Niğde hariç bütün yurtları aldık. Çatışıyoruz. Sivas Yurdu’nu almışız, karşısındaki Site Yurdu ile her gün çatışıyoruz. Bombalar mombalar… Kadırga Yurdu’nu işgal ettik. 15 gün bizde kaldı, ki çok stratejik bir yurt orası. Edirnekapı Yurdu’nu aldık.”
Dehşet verici değil mi? Doğan Yıldırım sanki bir başka ülkede yaşamış, anlattıklarını da orada icra etmiş gibi geliyor insana. Memleket sırat köprüsünden geçmiş. Hafazanallah…
Yıldırım, Kirkor Aluç ile ülkücü camianın içinde tanışmış ve solculara karşı birçok eylemde birlikte olmuşlar. Aluç’un o dönem ki ismi: Atilla.
Doğan Yıldırım Kirkor Aluç’u bu isimle tanırken, Aluç da kendini öyle biliyor. Kirkor olduğunu bilmiyor. Film senaryosu olacak hikâye…
Yıldırım, Atilla’nın Ermeni olduğunu nasıl anladığını ise şöyle anlatıyor:
Pek çok cephede mücadele verdik. Gece gündüz, işimiz gücümüz bu. Ülkü Ocakları Başkanı Nihat Çetinkaya, şimdi milletvekili olan Celal Adan yönetimde. Atilla da 17 yaşlarında filan, bu işin en önünde yer alan aslan gibi bir çocuk. Bir gün Atilla beni arıyor. Bizim yurtta kalıyor devamlı, yani militan. Ama 18 yaşına girdiğinde, ana babası bildiği insanlar, gerçeği söylüyorlar ona. Ana babasını yangında kaybetmiş bir Ermeni olduğunu anlatıyorlar. “İntihar edeceğim, Ermeni’ymişim!” dedi. Dedim ki Atilla sen benden ve tanıdığım bütün Türkçülerden daha büyük Türkçüsün. Çünkü Türklük kan, et filan değildir; duygudur, düşüncedir. Bunu dedik ama sarıldık ağlıyoruz. Ben ayrımcılığı askeriyede de görmedim. Ordudan atıldım, ülkü ocaklarına geçtim, orada başladı. ‘Bu Alevi dikkat et! Bu Kürt bilmem ne’ Siyasetin içinde gördüm ilk bu ayrımı. Atilla’ya dedim ‘Sakın benden başka kimseye söyleme bunu. Seni ajan der, atarlar.’ Ben camiamı bilmez miyim!”

**********
Zaman içinde Doğan Yıldırım ve Atilla yani Kirkor Aluç çeşitli sebeplerden dolayı birbirlerinden kopuyorlar. Atilla kendi iç dünyasındaki savaşın verdiği tesirle, ülkücülerden uzaklaşıyor. Almanya’ya gidiyor. Daha sonra Fransa’ya… Ermeni terör örgütü ASALA, Atilla’ya çengeli atıyor. Bu arada Atilla artık Kirkor Aluç. Bir süre ASALA tarafından eğitilen Aluç. Yurda geri dönüyor. Bu defa sol gruplar içinde faaliyet sürdürüyor. Fakat ASALA ile organik bağını kesmiyor. Çoğunlukla içinde olduğu grupları, ASALA’dan aldığı emirlerle maniple etmeye çalışıyor.
Derken 1975 yılında Aluç kendini tek başına bir olayın içine atıyor: Berec Pil Fabrikası Eylemi.
1975 yılı, ağustos ayında kitaplara konu olan ünlü Berec Pil Fabrikası grevi sürmektedir. Fabrika önünde her gün eylemler devam etmekte, işçilerle polisler, işçilerle işçiler her gün çatışmaktadır. 18 Ağustos sabah 6 sularında fabrika etrafında dolaşan Kirkor Aluç, polisle çatışmaya girer.
 19 Ağustos 1975 tarihli Milliyet Gazetesi’nde olaya konu olan haberde şunlar yazıyor:

“Berec Fabrikası yanında dün saat 05.45’de, Kirkor Aluç adlı boşta gezen bir işçiyle, 2. Şube polisleri arasında çıkan silahlı çatışmada, 2 polis yaralanmış ve sanık ancak bacağından vurularak yakalanmıştır. Semt halkının korkuyla pencere ve damlardan izlediği olay sabah meydana gelmiştir. Çatışma polisin şüpheli olarak dolaşan 20 yaşındaki Kirkor Aluç’un kimliğini saptamak istemesi üzerine çıkmıştır. Bir süre Almanya’da çalışan ve asker kaçağı olan Aluç, polislerin kimliğini sormaları üzerine kaçmaya başlamıştır. Bir ara sokakta polisler tarafından sıkıştırılınca kaçamayacağını anlayan ve polisçe adının THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) davasına karıştığı öne sürülen Kirkor iddiaya göre, tabancasını birden çekerek ateş etmeye başlamıştır. Sanığın açtığı ateş sonucu komiser muavini Fikret Erdinç kasığından, polis memuru Sezai Avcı’da bacağından vurulmuştur. Polisler de bu ateşe karşılık verinde Aluç bacağından vurularak ele geçirilmiştir…” 

Yaralı ele geçen Kirkor hastaneye götürülür. Yara alan bacağı kurtarılamaz. Mahkemeye 60 yıl hapis istemiyle çıkarılır. Fakat 2 yıl 9 ay ceza alır. Aluç’un avukatı ise, burası daha da ilginç: Ünlü avukat Burhan Apaydın’dır. Adnan Menderes’ten, Uğur Mumcu’ya, Dündar Kılıç’tan, Ahmet Emin Yalman’a kadar müvekkil yelpazesi çok ama çok geniş kitlelerden oluşan Apaydın, Aluç’u 2 yıllık ceza ile kurtarır.
Kirkor Aluç’un gerçekte, sabahın 5’inde grevdeki pil fabrikasının etrafında neden dolaştığı ve burada ne yapacağı, soruları cevapsız kalır. Hatta belki de hiç sorulmaz. Burhan Apaydın, ‘müvekkilinin Fransa’dan yeni geldiği, teyzesine gitmek için tesadüfen fabrikanın önünden geçtiği, polis ekiplerinin yaptığı aramadan korkup kaçarken, üzerine gelen iki silahlı sivil kişiye rasgele ateş açtığı’ şeklinde bir savunma yapar.
Birkaç cevapsız soru daha: Ünlülerin avukatı Burhan Apaydın, işsiz Kirkor Aluç’u nasıl savunmuştur. Vekâlet ücreti olarak kaç para almıştır. Bu para nasıl temin edilmiş veya nereden gelmiştir?

**********

Atilla nasıl Kirkor olmuş? Kirkor hangi girift ilişkilerin içinde bulunmuş? Şimdilik bunlar hakkında malumatımız yok.
Finali Doğan Yıldırım’ın, Kirkor’la cezaevinde karşılaşmasıyla yapalım:
 “… Cezaevinde iki ülkücüyüz, 150 kadar solcu var. O zaman daha ülkücüler pek içeri düşmemiş. Ecevit gelince birden başladılar ülkücüleri almaya, 80 öncesi. İçeride solcular bizi öldürmeye çalışıyor. Biz doğal olarak koğuşlarda kalamıyoruz. Cezaevi savcısına gidiyoruz, o ‘ben can güvenliğinizi koruyamam’ diyor. En son deliler koğuşuna kapağı attık. Canımızı koruyoruz. Fakat bu arada anlatıyorlar, ‘işte bu solcuların esas lideri Kirkor Aluç, Ermeni militan’ diye. O zaman MLSPB diye Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birlikleri var, onun lideri Hasan Şensoy da orada. Korkunç bir adam, 30 tane adam öldürmüş. 80’de tüm vurdu kırdıları yapan örgütün lideri. Ben Kirkor Aluç’u merak ettim, sonra gördüm bir şekilde ki bizim Türkçü Atilla. ‘Yanına geleceğim’ dedim. Gittim, Kirkor ayakları yok, kalkamıyor.”


 


Malazgirt Savaşı'ndan Sonra Anodolu'da Kurulan İlk Türk Beylikleri:

1.Saltuklular: Erzurum ve çevresinde Ebul Kasıl tafarından kurulmuştur. Anadolu Selçukluları tarafından 1202'de yıkılmıştır.

2.Mengücekoğulları: Erzincan ve çevresinde Mengücek Gazi tarafından kurulmuştur. I.Alaeddin Keykubat tarafından 1228 yılında yıkılmıştır.http://www.tarihmektebi.com/

3.Danişmendoğulları: Danişmend Gazi Ahmet Bey tarafından Sivas merkez olmak üzere Tokat, Amasya, Kayseri civarlarında kurulmuştur. Haçlı ordularına karşı büyük savaş vermişlerdir. Anadolu'daki ilk medrese olan Yağıbasan Medresesini açan ve ilk kez para bastıran bu beyliktir. 1178 yılında II.Kılıçarslan tarafından yıkılmıştır.http://www.tarihmektebi.com/

4.Artukoğulları: Artuk Bey'in oğulları Sökmen ve İl Gazi tarafından kurulmuşlardır. 3 kol halinde gelişme göstermişlerdir. Bunlar:
A) Hasankeyf (Hısn-ı Keyfa) kolu = Eyyubiler yıktı (1232).
B) Mardin Kolu = Akkoyunlular yıktı (1409).
C) Harput Kolu = A.Selçuklular tarafından yıkıldı (1234).

Eserleri: Hasankeyf Köprüsü, Malabadi Köprüsü, Haburman Köprüsü, Deve Geçidi Köprüsü, Dunaysu Köprüsü, Ambarçay Köprüsü.

5.Çaka Beyliği: Çaka Bey tarafından İzmir dolaylarında kurulmuştur. Anadolu'da kurulan ilk denizci beyliktir. Kurucusu Çaka Bey ilk Türk denizcisidir. 

NOT: Bu beyliklerin dışında;
-Sökmenoğulları (Ahlat ve Van Gölü)
-Dilmaçoğulları (Bitlis)
-Çubukoğulları (Harput)
-Yılanoğulları (Diyarbakır)
-Tanrıvermişoğulları (Efes) beylikleride Anadolu'da kurulmuştur.

                                        *Fotoğrafları büyütmak için üzerine tıklayın.

Malabadi Köprüsü


Haburman Köprüsü

Devegeçidi Köprüsü

Arama sözcükleri: anadolu da kurulan ilk beylikler, ilk türk denizci, beylik, kim tarafından kuruldu, kime ait, artuklular nerede kuruldu, ilk kurulan beylik, ilk medrese kim tarafında yaptırılmıştır, anadoludaki ilk medrese kim nerde.


İdealleri, hayalleri vardı. Sıkıntılı bir eğitim süreci geçirmişti. Mezun olmuş, artık dünyaya daha umutlu bakıyordu. Tüm bunları bırakarak, kimlerin kurbanı oldu? Hangi amaç ve dava(!) uğruna öldü/öldürüldü?
Ardından kimse sahip çıkmadı. Davalarına baktığı gazetede bile bir iki küçük haber yapıldı. Sonra onlar da unuttu...

Çünkü çalkantılı yıllardı. Herkes paçasını kurtarma peşine düşmüştü.
Tayyip Erdoğan yeni bir parti kurmak için start vermişti. Dönemin hükümet ortağı başbakan yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, sağda kurulacak yeni bir partinin kendisine zarar vereceğini iyi biliyordu.

Yılmaz elindeki tüm yetkilerle, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı dönemini mercek altına almış, yolsuzluk usulsüzlük ne varsa Erdoğan aleyhine kullanacaktı. İstanbul Mali ve Organize Suçlar Şubesi, Erdoğan için görevlendirilmişti. Erdoğan’a destek veren Yeni Şafak da, savaşta nasibine düşeni almıştı.

Bir taraftan Yılmaz’ı destekleyen Doğan Grubu gazetelerinde, diğer taraftan Erdoğan’ı destekleyen Yeni Şafak’ta her gün birbirlerini suçlayan manşetler yer alıyordu.

Yılmaz, Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmak üzereydi. Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Albayraklar’ın hukuki işlerine bakan Aksan hukuk bürosunda görev yapan avukat Vildan Ersin, hırsı ve cesurluğuyla dikkat çekiyordu.

Ersin, Eşinden boşanmış ve bir çocuğu vardı. Hayat onun için zordu. Zorlukları hızla aşması gerekiyordu.
Öğrenciyken, başörtülüydü. Dışarıdan yaptığı röportajlar bazı gazetelerde yayınlanıyordu. Okulun son döneminde başörtüsü yasağı ile karşılaşmış sonuna kadar direnmiş başını açmamıştı. Mezun olduktan sonra, avukatlık yapabilmesi, duruşmalara girebilmesi için başını açması gerekiyordu.

Sorduğumda, “Mecburum. Yoksa o kadar eğitim boşa gidecek. Daha okuldayken açan arkadaşlarım oldu. Açmadan bir şey yapamayız, mecburuz” şeklindeki savunması çaresizliğinin kanıtıydı.

Tek başınaydı, mücadele etmek zorundaydı. Aldığı ücretin çok komik olduğunu, buna karşın elinde son derece ciddi siyasi davalar olduğunu söylüyordu. “Bunca yıl boşuna mı hukuk fakültesinde mücadele ettim. Başörtüsü yüzünden okuldan atılma korkusu yaşadım. Diğer yandan kötü bir evlilik geçirdim onunla mücadele ettim. Şimdi yeni bir hayatın başlaması gerekmiyor mu? Her şey boşa mı gidecek” diyor, zaman zaman karamsarlığa kapılıyordu. Sabretmesi gerektiğini söylüyordum.

“Her şey zamanla değişecek. Zamanla... Sabretmen gerek”

Görev yaptığım derginin ofisi Çemberlitaş’ta olduğu için Sultanahmet adliyesine geldiğinde vakit bulursa bana uğrardı. Albayraklar için önemli işlerin içinde olduğunu söylediğinde onun için endişelenmiş, uyarma gereği duymuştum: “Mesleğin basamaklarından henüz yeni çıkmaya başladın. Kendine dikkat etmen gerek. Kariyerini zora sokacak ilişkilerin içinde bulunma. Birilerinin yaptığı yolsuzluklar yüzünden, kahramanlık yapma. Siyasi ilişkiler kirlidir. Bir gün hepsinin üzerine sünger çekilir, arada harcanan sen olma. Dikkatli ol.”

Hayatını kaybettiği o hafta beni ziyarete geldi. Yanlış hatırlamıyorsam, hafta sonu iki günlüğüne tatil için bir arkadaşıyla İtalya’ya gideceğini söyledi. Ekonomik durumunun ve maaşının böyle bir tatil için yeterli olmadığını biliyordum. Hangi arkadaşınla gidecekti? Bay mı, bayan mı? Tatil için parayı nereden bulmuştu?.. Hiçbir soru sormadım.

28 Temmuz 2001 cumartesi günü şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Pazartesi günü işe geldiğimde, gazeteci bir arkadaşımın telefonla araması sonucu olaydan haberdar oldum.

Beş, altı yıllık bir arkadaşlığımız vardı. Erkek kızdı doğrusu...

Haksızlığa asla tahammülü yoktu. Cevval ve cesurdu. Yaşama dair büyük planları, idealleri vardı. Yaşasaydı (Başarsaydı), AKP içinde önemli görevler verilecekti. Yazık oldu! Çok yazık...

Olay üzücü olmakla beraber, dehşet vericiydi. “Filler dövüşür, çimenler ezilir”…

Vildan fillerin savaşında, arada kalmıştı. İki siyasi gücün arasında ezilen, idealleri ve hırsı olan genç bir avukattı.

Ölümünden bir gün sonra avukatlığını yaptığı Yeni Şafak Gazetesi, şüpheli ölümü hakkında yaptığı haberle, Ersin’e sahip çıkmadığını ortaya koyuyordu:

“Vildan Ersin, dün öğle saatlerinde hava almak amacıyla Sarıyer ilçesine bağlı Kilyos sahiline gitti. Deniz kıyısında bulunan kayalıklarda yürümeye başlayan Ersin, bir süre yürüdükten sonra dengesini kaybederek denize düştü. Yüzme bilmeyen Ersin çevredeki vatandaşların tüm müdahalelerine rağmen kurtarılamadı”

Oysa gerçek çok daha farklı ve acıydı:

Vildan Ersin öldüğünde yanında Albayrak soruşturmasını yürüten İstanbul Emniyeti Mali Şube Dolandırıcılık Büro Amirliği’nde görevli polis memuru Kadir Koçyiğit bulunuyordu.
Polis memuru verdiği ifadede, Kilyos’ta akrabaları olduğunu önce akrabalarına uğradıklarını, sonra deniz kıyısına gezintiye gittiklerini, Ersin’in burada ayağının kaydığını denizde boğulduğunu söylemişti.
Koçyiğit’in akrabaları ise deniz kıyısına birlikte gittiklerini, Ersin’in orada kustuğunu daha sonra onları yalnız bıraktıkları şeklinde ifade verdiler.
Koçyiğit tek görgü şahidi ve tek zanlı olmakla beraber gözlem altına alınmadan serbest bırakıldı. Ertesi gün de, izne ayrıldı.

Ersin’in ağabeyi, kardeşinin çok iyi yüzme bildiğini söylemesine ve öldürülme ihtimali olduğu yönünde açıklamalar yapmasına rağmen savcı tarafından ciddiye alınmadı.

Vildan Ersin’in elinde Aydın Doğan, Mesut Yılmaz ve Cumhur Ersümer’e ait dosyalar olduğu ortaya atıldı...

Genç bir avukata böyle önemli dosyaların verilmesi imkânsız görünüyor. Vildan olsa olsa, emniyete sızması için birileri tarafından görevlendirilmiş olmalıydı.

Vildan’ın ölümüyle de, birilerine mesaj veriliyor olabilirdi.

Vildan Ersin öldüğünde, yanında bulunan polis memuru Kadir Koçyiğit’in amiri İstanbul Emniyeti Mali Şube Müdürü Ayhan Mimaroğlu’ydu. Mimaroğlu, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan ile birlikte Tayyip Erdoğan hakkında araştırma yapıyordu. 

Bildiğiniz gibi Saçan, 2001 yılında Tuncay Güney’i sorgulayan polis müdürü olarak tarih sahnesinde yerini almasına rağmen, Ergenekon zanlısı olarak tutuklanmayı engelleyememişti. Birileri geçmişin rövanşını mı alıyordu?..

Dosya savaşları çoktaan bitti. Siyasiler ve holdingler barıştı. Parsayı bölüşmede anlaştı. 
Devlerin savaşında, insanlar ezildi. Vildan Ersin, ardında gözü yaşlı bir aile ve öksüz bir evlat bıraktı.
Yahudi Meselesi
Yıllar önce gazeteciler, İsrail Devleti’nin o günkü başbakanı Şimon Perez’e “Kur’an-ı Kerim, sizin devletinizin yıkılacağından haber veriyor” diye hatırlattıklarında, Perez şu cevabı vermiş: “Kur’an’ın bahsettiği Müslümanlar gelsin, düşünürüz.”

“Yahudi meselesinin bizleri ilgilendiren çok önemli bir yönü, Kur'an-ı Kerim'de beyan buyrulan İsra Sûresi ve ayetleridir.
Malûm olduğu üzere, Kur'an-ı Kerim'de Yahudilerle alakalı değişik birçok ayet bulunmakta ve genel olarak Yahudinin yapısı, karakteri, fiilleri bizlere anlatılmaktadır. Yahudi'de ırk ve din, adeta bütünleşmiştir. Yahudi olmayan Musevî ve Musevî olmayan Yahudi, hemen hemen yok gibidir. Cenab-ı Hak da bu kavmi lanetlediğini açıkça ifade etmektedir. “Onların üzerine horluk ve yoksulluk yüklendi. Allah'ın gazabına uğradılar. Bu Allah'ın ayetlerini inkar ettiklerinden ve haksız yere Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. Şuayb gibi peygamberleri öldürerek isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendir.” (Bakara Sûresi, ayet: 61)
O peygamber katilleri hakkında, Maide Sûresinin 64. ayetinde şöyle buyuruluyor: “Bir de Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, cömert değildir, dediler. Bu dedikleri söz sebebiyle, elleri hayır yapmak hususunda bağlandı ve lanetlendiler. Doğrusu Allah'ın kudret elleri açıktır, dilediği gibi ihsan eder. Andolsun ki, sana Rabbinden indirilen ayetler, onlardan bir çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracaktır.”
“Lanetlenen Yahudilere, acaba Cenab-ı Hakk'ın biçtiği hüküm nedir?” şeklinde bir soru gündeme getirilir ve Kur'an ayetleri bu gözle taranırsa, karşımıza İsra Sûresi çıkmaktadır. Bu sûrenin başlıca özellikleri şunlardır:
• İsra sûresi, Müslümanlarla Yahudilerin münasebetlerinden bahsetmektedir.
• Allah'ın Resûlü, Mescid-i Aksa'nın ‘Mescid' oluşunu belirtmek ve onun çevresinden Sidretü'l-Münteha'nın yeraldığı yüce gök katlarına yükselmek için, Mekke'den Kudüs'e, o gece teşrif etmiştir.
• Mekke döneminde nüzul eden İsra sûresinde Allah, İsrail oğullarının yok edilmesine sebep olacak iki fesattan haber vermektedir. İşte önemli nokta buradadır! Acaba bahsolunan bu iki fesat, ayetin nüzulünden önce mi gerçekleşmiştir, yoksa daha sonra mı gerçekleşecektir!
“Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü verdik ki: “Doğrusu siz o ülkede iki defa fesat çıkaracaksınız ve çok kibirlenip böbürleneceksiniz.” (İsra, 4)
Beşinci ayette geçmekte olan ‘İza' Arapça'da zarf edatı olarak kullanılan bir kelimedir ve olayın gelecekte gerçekleşeceğini gösterir. Aynı şekilde 4. ayette yer almakta olan ‘le tuisidunne' ve ‘le ta'lunne' kelimelerindeki ‘le' de, Arap gramerinde gelecek için kullanılır. Öyleyse bu kelimelerin varoluşu, Yahudilerin çıkaracakları fesadın daha gelmemiş olup, ayetlerin nüzulünden sonra gelecek bir zaman diliminde gerçekleşeceğini bizlere anlatmaktadır.
“Bu ikisinden birincisinin vakti gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı göndereceğiz ve onlar bütün diyarlarınızı kontrol altına alacaklar, bu gerçekleştirilmesi gereken bir vaattir.” (İsra, 5)
Her iki ayetten de (İsra, 4-5), gayet açık şekilde anlaşılmaktadır ki Yahudiler, İslam'ın, Mekke döneminden sonra fitne ve fesat çıkaracaklar, ancak vakti geldiğinde, Cenab-ı Hakk'ın ‘kullarım' dediği Müslümanlarla bu ateş söndürülecek ve Yahudiler bozguna uğratılarak, bütün diyarları İslam'ın kontrolüne girecektir... Nitekim aynen böyle olmuş, Mekke dönemi, Medine hicreti ve sonra gelişen olaylarla Yahudiler, çıkardıkları her türlü hile ve entrikaya rağmen ilk Müslümanlar tarafından mağlûp edilmişler ve Medine, Hayber, Teyma gibi bölgelerdeki Yahudi gücü yok edilerek buralardan kovulmuşlardır. Yani, İsra Suresi'nin 5. ayetindeki vaat gerçekleşmiş ve Yahudiler, ikinci fesatlarına kadar bu bölgelerde aktif olarak barınma şanslarını kaybetmişlerdir.
Yahudilerin ayette adı geçen ikinci fesatları acaba hangisidir ve ne zaman gerçekleşecektir?
İsra Suresinin 6. ayeti çok manidardır: “Bunun ardından sizleri onlara galip getireceğiz, mallar ve çocuklarla size yardım edecek ve savaş halinde sayınızı artıracağız.”
Bu ayette Cenab-ı Hak, Yahudilerin bu defa aynı bölgelerde bir gün tekrar hakimiyet şeklinin bir ‘devlet' tarzında olacağını da haber vermektedir. Zira ayetin metninde geçen ‘kerre' kelimesi, Arapça'da ‘devlet' ve ‘hakimiyet' manalarında kullanılır. Nitekim, İslam'ın ilk devirlerinden sonra (1. Fesattan sonra) 1948'lere kadar önemli bir Yahudi meselesiyle uğraşmayan Müslümanlar, 1948 yılında Yahudilerin bir İsrail Devleti kurmasıyla ikinci Yahudi fesadıyla karşılaşmışlar ve Yahudiler, hakimiyeti tesis ederek, bu bölgeyi elde etmişlerdir.

“...mallar ve çocuklarla size yardım edecek...” mealindeki 6. İsra ayetinin içinde geçen bu ifadeler, kurulan İsrail Devletinin, Hıristiyan Amerika ve Batı'dan gelen yardımcılarla ayakta duracağını, bize bir Kur'an mucizesi olarak haber vermektedir!
İsra suresinin 6. ayeti, “... savaş halinde sayınızı artıracağız...” şeklinde bitmektedir. 1948 yılında, özellikle Amerikalı Yahudilerin muazzam filolar halinde ve aylar boyu süreyle İsrail'e göç etmeleri, bu ayetin mucizevî bir tezahürüdür.
Öyleyse Yahudilerin ikinci fesadı, şu andaki İsrail Devletinin fesat ve zulmüdür.
Halen Filistin'in en ücra köyünde bile sürmekte olan ve herkesi, insanlığından utandıracak zulmün sonunu merak edenler, Yahudilerin Peygamberimizden sonraki durumuna işaret eden İsra Sûresinin 4 ve 5. ayetlerinin devamı olan 7. İsra ayetini dikkatle okusunlar.
“Vaatlerden ikincisinin (başkaldırmanızın) ceza vakti geldiğinde (öyle kullar göndeririz ki) yüzlerinizi kötü duruma soksunlar (üzüntüden suratlarınızın asılmasına sebep olsunlar) ve ilk kez girdikleri gibi yine Mescid'e (Kudüs'e) girsinler ve ele geçirdiklerini mahvetsinler.”
Cenab-ı Hakk'ın Yahudilerin bir gün galip gelerek, yeniden devlet kuracaklarını bizlere bildirdiği İsra 6. ayetten sonra gelen İsra 7'de, bu devlet zulmünün bir gün biteceği ve Müslümanların ilk defa olduğu gibi tekrar Mescid-i Aksa'ya girerek Yahudileri cezalandıracağı ve onların yüz hatlarının çok kötü bir hale geleceğini bizlere müjdelenmektedir. Dikkat edilirse, Müslümanların tekrar Mescid-i Aksa'ya gireceği ifadesinde; Mescid'in Yahudilerin işgalinde olacağı da anlatılmaktadır. Nitekim Mescid-i Aksa, 1967 yılında Yahudilerin eline geçmiştir.
• İsra suresinin sonunda da Yahudilerin ikinci fesadı ile ilgili bir başka ayet yer almaktadır:

“Sonra İsrailoğullarına bu memlekette siz oturun, diğerinin vakti gelince, hepinizi bir araya getiririz” dedik. (İsra 104.)

Bu ayetin metninde geçen ‘lefife' kelimesinin Arapça manası ‘muhtelif topluluklar' demektir ki, 1948'de İsrail'i kuran Yahudi göçmenler, muhtelif topluluklar halinde dünyanın her tarafından FİLİSTİN'e gelmişler ve 14 Mayıs 1948 gecesinde İsrail Devletini kurmuşlardı. (Jerusalem Post 10 Ağustos 1967) Cifir ilmine vakıf olanlar, bu ayetteki ‘lefife' kelimesinin yılı, ayı ve gününe varana kadar İsrail Devletinin kuruluş tarihini gösterdiğini çok iyi bilirler.
İsra Sûresine ait ayetlerin tefsirinden sonra, yazımızı şu Hadîs-i Şerif ile sürdürüyoruz.
Evet, Ahirzaman peygamberi buyuruyor:
“Müslümanlar, Yahudilerle harp etmedikçe kıyamet kopmayacak. Harp olacak ve Müslümanlar onları yenip öldürecekler. Öyle ki, Yahudiler ağaç ve taşların arkasına saklanacaklar, o ağaç ve taşlar konuşarak, “Ey Müslüman, ey Allah'ın kulu, arkamda bir Yahudi var, gel onu öldür,” diyecek. Sadece ⁄arkad ağacı haber vermeyecek, çünkü bu ağaç, onların ağacıdır.” (Ennihaye, cilt 1, shf. 87, 103, 104, 117, İbni Mace, cild: 2, shf: 1363; Müslim, cild: 4 Shf: 2239)
Hadiste adı geçen ⁄arkad ağacı. Kamus'ta “Sincan Dikeni” veya “Yahudi ağacı” olarak belirtilir. Anadolu'nun muhtelif bölgelerinde ise Karaçalı, Karadiken, Kunar, Çalıtohumu, Çalıdikeni, Çeşmizen ve Hz. İsa Dikeni gibi çeşitli isimler altında tanınır. Boyu 2-3 m. olan bu ağacın Latince ismi “PALIURUS SPINA CHRISTI”dir.
Tehlikeli dikenlere sahip olan bu ağaç, Filistin havalisinde Yahudiler tarafından halen çok yaygın bir şekilde dikilmektedir...
“Onlar toplu olarak sizinle savaşmazlar ancak müstahkem şehirlerde yahut surların ardında sizinle savaşmak isterler. Kendi aralarındaki çekişmeleri oldukça çetindir. Sen onları toplu sanırsın, oysa onların kalpleri dağınıktır. Öyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur” (Haşr, 14)
Bundan yıllar önce gazetecilerin, İsrail Devleti'nin o günkü başbakanı Şimon Perez'e “Kur'an-ı Kerim, sizin devletinizin yıkılacağından haber veriyor” diye hatırlattıklarında, Perez şu cevabı vermişti:
“Kur'an'ın bahsettiği Müslümanlar gelsin, düşünürüz.” (Tercüman Gazetesi, Ergun Göze, 1986)

Yazımızı, İsra sûresinin 51. ayetiyle bitiriyoruz:
“Sana alaylı alaylı başını sallayacaklar ve ne zamandır, diyecekler. Sen, ‘yakında olması mümkündür' de.”
Allah CC selamı bereketi Rahmeti üzerinize olsun.”
Eğitimci Yazar Metin Alkan


Arama sözcükleri:yahudi meselesi, kuranda yahudiler, yahudi devletini yıkılacağı konusunda ayetler, yahudilerle ilgili ayet ve hadisler, Makaleler, 

Bu görüntüler ilk kez yayınlanıyor. Çanakkale Zaferi'nin 95. yıldönümünde Genelkurmay Başkanlığı, Galiçya ve Sina-Filistin cephelerini anlatan görüntü dökümanı dağıttı. Filistin Harekatı ve Galiçya Harekatlarını içeren görüntüler Genelkurmay Başkanlığı tarafından basın mensuplarına iletildi. Genelkurmay Başkanlığı görüntülerle birlikte ilettiği bilgi notunda şunlara yer verdi: "Birinci Dünya Savaşı Türk Tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir. 14 Kasım 1914'te savaşa giren Osmanlı Devletinin savaşmak zorunda kaldığı Galiçya ve Sina-Filistin cephelerinde Türk Ordusunun gösterdiği kahramanlık dillere destandır.
osmanli askeri



Geçtiğimiz gün TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu tarafından dinlenen, Sisi’yi anlatmaya devam ediyoruz.

Aşağıda 1998 yılında yaşadığım ve Sisi’yi daha yakından tanıma fırsatını bulacağınız olaylar dizisini, yine iki yıl önce yayınlanan KÖSTEBEK isimli kitabımdan aldığım bölümde yer veriyorum.

Bu arada unutmadan şunu da ekleyeyim. Sisi komisyonda Tuncay Güney’le ilgili şunları söylemişti: 28 Şubat'ta Strateji adında bir dergi de dahil olmak üzere değişik yayın faaliyetinde bulunmak için bir yayın ekibi kurduk. Tuncay Güney bu süreçte işe alındı onunla bir kez görüştüm”

Tuncay Güney’i bir kez gördüğünü söyleyen Sisi, onunla eski patronunu kaçırmayı planlayacak kadar samimiydi.

*********
Kamuoyu onu ilk 80 Türkiyesi’nde Başbakan Turgut Özal’ın önünde soyunarak protesto yaptığında tanıdı. 90’lı yıllarda “Travestiler Kraliçesi Sisi” olarak isim yaptı. O yıllarda özel televizyonlarda, halk tarafından ilgi çeken talk showlarda boy gösteren Sisi, eşcinsellerin ve travestilerin sorunlarını dile getiriyordu.

Sonraları sansasyonel işlerle gündemde kalmaya çalışan Sisi, Türk siyasi tarihinin en tartışmalı sürecinde; 28 Şubat’ta, onun deyimiyle 'başrol' oynayacaktı.
Müslüm Gündüz-Fadime Şahin-Ali Kalkancı-Emire Kalkancı dörtlüsü gündeme bomba gibi düştüğü zaman, olayı yaklaşık 2-3 yıl önceden biliyorduk. Biliyorduk derken, Ali Kalkancı ve yediği nanelerden haberimiz olmuştu.

Çok şaşırmamakla beraber, olayın lanse ediliş şeklinden büyük rahatsılık duyduğumuz şüphe götürmezdi. Dindar görünümlü yarı çıplak insanların TV’lerde boy göstermesi ve başörtülü bir kadının, “Beni satıyorlardı” diye feryat etmesi herkesi çileden çıkarmıştı. Dindarlara vurulmuş çok büyük bir darbeydi. Sahte şeyhler, sahte müridler ortada cirit atıyordu.

Ali Kalkancı adını ilk duyduğumda Vakit Gazetesi’nde muhabir olarak görev yapıyordum.
Haber merkezine gelen ihbarla Kalkancı’nın ne menem biri olduğunu öğrenecektik. Telefondaki kişi, karısının Kalkancı’nın müridi olduğunu, onu tarikattan kurtaramadığını ölüm tehditleri aldığını söylemiş bizden yarım istemişti. Kalkancı’nın üzerine Vakit Gazetesi gidememiş, onu sahte şeyh olarak deşifre etmemiş-edememişti. Kalkancı’ya öyle kadınlar müptela olmuş ki; Daha önce belediye başkanlığı ve RP’den milletvekilliği yapmış birinin kızı ve gelininin Kalkancı müridi olduğunu öğrenmiştim. RP içinde bazı üst düzey kişilerin akrabalarının da mürid olduğunu öğrenince, gazeteye hak(!) vermiştim.

Bir taraftan Fadime Şahin diğer taraftan Ali Kalkancı’nın eşi Emire Kalkancı kanal kanal geziyor, sözde tarikat içindeki rezaletleri anlatıyorlardı.
Türkiye çalkalanıyor, Kalkancı ile ilişkili flash isimlerin ortaya çıkmasından ise RP korkuyordu.
Müslüm Gündüz ise olaydan önce Vakit Gazetesi’ni arada bir ziyaret eder, bazen de müritlerini gönderirdi. Gazete içinde birçok kişi Aczmendiler'den hoşlanmaz, samimiyetlerinden emin olamazlardı. Bazıları ise onlar için 'ajan' derdi.
Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin’in basıldığı ev Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’e aitti. Üzmez 2008 yılında çocuk tacizcisi iddiasıyla tutuklanıp cezaevine atılacaktı.

Tüm bunlar yaşandıktan sonra, ortaya birden bire Sisi çıktı ve “Bu olayları ben tertip ettim. Arkamda paşalar var” dedi.

28 şubattan bir yıl sonra Tuncay Güney’le tanışmıştım. Tuncay Sisi’nin daha önce Strateji Dergisi’nde çalıştığını söyledi. “Onun bir b.kla ilişkisi yok. Organizatörüm diye etrafta dolaşıyor. Sevda Demirel’i ve hani şu ünlü Kumkapı davası vardı ya, hani ölen adamın karısı vardı. Açıldı saçıldı karı, sahneye çıkmaya başladı. Sisi’ye sor, "ben onların menajeriyim" der. Gerçek başka tabi. Satıyor onları,” demişti.

Strateji’de çalışmaya başladıktan sonra Sisi’yi ve Emire Ersoy (Kalkancı)’u sık sık görecektim artık.
Emire, Ali Kalkancı’dan boşanmış, başörtüsünü de çıkarmıştı. Babası, Turgut Büyükdağ ile ortaktı. Arada bir gelir, Tuncay ve benimle sohbet ederdi. Hasta gibi bir görüntüsü vardı. Gözleri boşluğa bakardı her zaman. Televizyonda gördüğümüz kadından eser yoktu. Sanki biri beynini sıfırlamıştı, kafasının içi bomboştu adeta. Belki de ilaç kullanıyordu...

Seyhan Soylu Nam-ı diğer Sisi, derginin patronu olan Turgut Büyükdağ ile ilişkisini koparmamıştı. Dergiye haftada birkaç kez gelirdi.
Büyükdağ’ın merkezi Kuzey Kıbrıs’ta bulunan offshore bankası vardı. South Star ismindeki bankanın, İstanbul şubesi ise Sisi’nin Kurtuluş Caddesi Platin Apartmanı’nında bulunan ofisi görünüyordu.
Büyükdağ bankası aracılığıyla, uluslararası bazı işler çeviriyordu. Sisi ofisini kullandırdığı için gayet tabii olarak işlerden pay istiyordu. Büyükdağ, Tuncay dahil kimseye pabuç bırakacak biri değildi. Onun arkasından Tuncay ve Sisi atıp tutarlar, yüzüne karşı hiçbir şey söyleyemezlerdi.

Olayın özeti şöyle:

Turgut Büyükdağ, belki de hayatının en büyük oyununu oynuyordu.
Offshore bankası South Star aracılığı ile uluslararası bir işin içine girmişti. ABD’nin önemli bankalarından biri olan Wells Fargo’nun vakfından haftada birkaç kez faks geliyordu dergiye. Bu vakıfla ilgili yazışmaların çevirilerini yapması için bir arkadaşı işe almıştık; Gelen faksları çeviriyor, sonra Büyükdağ’a veriyor. Büyükdağ cevap yazıp onu İngilizceye çevirip tekrar ABD’deki Wells Fargo Vakfı’na gönderiyordu. Görevli arkadaş tüm yazışmaların bir kopyasını mutlaka Tuncay’a verirdi. Bir kopya da Tuncay’dan ben alırdım. Büyükdağ’ın haberi olmazdı tabii.
Sue Sawyer adlı vakıf görevlisi, Bosna için toplanan 50 milyon dolarlık yardım çeklerini South Star üzerinden göndermeyi düşünüyordu. Ortada garip bir durum vardı. Çünkü Sue Sawyer, olayı FBI’ın takip ettiğini bir süre beklemek gerektiğini yazıyordu faks mesajında. Wells Fargo antetli fakslar sürekli geliyor durum hakkında bilgiler veriyordu. Sisi ve Tuncay gelecek olan paralardan pay istiyorlardı.

Olayın detaylarını öğrenmeme fırsat bulamadan ortalık karıştı. Paralar bir türlü gelmediği için Sisi ve Tuncay sabırsızlanıyor, pay alamayacaklarını Büyükdağ’ın onları kandırdığına inanıyorlardı. Tuncay’la Sisi’nin Kurtuluş’taki ofisine sık gider olmuştuk. İkisi sürekli durum değerlendirmesi yapıyor, Büyükdağ’dan nasıl pay alacaklarını düşünüyorlardı. Sisi’nin kocası ve ben olayları dışarıdan seyrediyorduk. İkimizin de olanlar hakkında pek malumatı yoktu. Sisi’nin kocası hâlim-selim biri olmakla beraber, arada bir gaza geliyor, Büyükdağ’a diş bileyenler arasında yer alabiliyordu. Tabii gıyabında...

Sue Sawyer ve Turgut Büyükdağ imzalı yazışmalar ABD ve Strateji Dergisi arasında gidip geliyor, fakat para gelmiyordu.
Sonunda düşünüp taşınıp,“Turgut’u dağa kaldıralım” dediler.
PKK itirafçılarına, Turgut’u kaçırtıp eşinden fidye isteyeceklerdi. Turgut Gıda Sanayi olarak bilinen ve Büyükdağ’ın her türlü işi bu şirket üzerinden yürüttüğü TGS, eşi Yıldız Büyükdağ’a aitti.

Tüm bunlar yaşanırken, Turgut Büyükdağ kendine bir asistan almaya karar verdi. Birkaç görüşmeden sonra iyi İngilizce bilen genç bir kızı işe aldı. Turgut nerede kız oradaydı. Sanırım onunla yurtdışına da çıkacaktı.
Büyükdağ’ın ofiste bulunduğu bir gün, kız feryat figan odadan koşarak, dışarı çıktı ve kaçtı. Ardından elinde bir tutam saç bulunan Büyükdağ ve ardından sağ kolu Miço...

Daha ne olduğunu bile anlayamamıştık. Tuncay’la ikimiz onların ardı sıra baka kaldık.
Ertesi gün gazetelere bir haber düşmüştü: “Patrondan Dayak”

Eylül 1998 tarihinde yaşanan olayın gazetelere yansımış hâli şöyle:

“Cinci Hoca Ali Kalkancı'ya Babaeski'deki un fabrikasını kiraladığı iddiasıyla gündeme gelen TGS Factoring'in patronu Turgut Büyükdağ, işyerinden ayrılmak istediği için 22 yaşındaki N.G'yi Mecidiyeköy’deki ofisinde dövdüğü ve alıkoyduğu iddiasıyla gözaltına alındı. Kızkardeşi N.G'yi, Büyükdağ ve adamlarının elinden kurtaran A.G, yaşadıklarını şöyle anlattı: ‘‘Kardeşim, iki ay önce TGS Factoring'de işe girdi. Bir ay deneme süresi vardı. Önceki şirkette yasal olmayan bazı işlerin yapıldığı kuşkusuyla işten ayrıldı. İşyerinden verilen cep telefonunu iade için gitti. Saatler sonra telefonla aradı. Konuşamıyordu. Nerede olduğunu sordum söyleyemedi. Bulunabileceği yerleri sayarken, 'otel mi?' deyince evet yanıtını verdi. Otel ismi sayarken, Çırağan Oteli'ne de evet dedi. Polislerle otele gittiğimizde kardeşim, Büyükdağ ve üç adamıyla lobideydi. Dört kişi gözaltına alındı. Kardeşimi dövmüşler. Büyükdağ, oteldeki bir görüşmesine kaçmasın diye kardeşimi de götürmüş. Kardeşim lobide cep telefonlarını kapıp beni aramış. Kalabalıkta rezalet çıkar diye müdahale edememişler’’

Kızı dövdükten sonra Turgut birkaç gün, Gayrettepe emniyetinde gözaltında tutuldu. ABD’den paraların gelmesi bekleniyordu. Turgut içerideyken bunun gerçekleşmesi mümkün değildi.
Turgut’un içeriden çıkarılması gerekiyordu. Tuncay, Gayrettepe’ye giderek Turgut’un çıkmasını hızlandırdı.
Yaşanan olaylar herkesi yıpratıyordu. Halimden çok şikayetçi değildim. Çünkü beklentim yoktu. Maaşımı zamanında alıyordum. Olayları sanki beyazperdeden izliyordum. Arada bir kendimi de o perdenin içinde bulduğum oluyordu.

Tuncay ve Sisi, Büyükdağ’ı kaçırmaktan vazgeçti. Bekledikleri takdirde Turgut’un minnet duygusuyla onlara kazık atmayacaklarını düşünüyorlardı.
Yanıldılar...

Turgut birden bire ortadan kayboldu. Telefonları kapalıydı. Evinde yoktu. Tuncay ve Sisi küplere biniyorlar, Turgut’u bulunca yaşatmayacaklarını söylüyorlardı.
Amiyâne tabirle işin boku çıkmıştı...

……….
*********

Ezcümle: “Paşalar alnımdan öptü. Bende alnıma yıldız dövmesi yaptırdım” şeklinde açıklaması bulunan Sisi veya Seyhan Soylu ya da nüfus kütüğündeki adı Kezban Kapgit olan şahsiyet, bir dönem Tuncay Güney tarafından kullanılmıştır. Kendini menajer veya yapımcı olarak tanıtmasına rağmen, malum çevrelerde aslında ne iş yaptığını herkes bilmektedir.


EKİM 1991 DE PLAYBOY'A KAPAK OLMUŞTU.


SİSİ ÜZERİNDE KOKAİN İLE YAKALANMIŞ, BİR SÜRE TUTUKLU KALMIŞTI.  BİRLİKTE OLDUĞU ÜNLÜLERİ AÇIKLAYACAĞINI SÖYLEMİŞTİ.



1992 DE BİR KULÜPTE ÖZEL ŞOVLAR SERGİLEMİŞ, "ŞOVUMDA ESPRİ DE VAR. SEKS DE. BEN EĞLENCE İÇİN HER ŞEYİ YAPARIM" DEMİŞTİ.


ERGENEKON SANIĞI ÜMİT OĞUZTAN'IN 1991 YILINDA SİSİ'NİN HAYATINI YAZDIĞI KİTAP. KİTAPTA SİSİ'NİN ÜNLÜLERLE OLAN İLİŞKİLERİ YAZILMIŞ, İSİMLER AÇIKLANMAMIŞTIR. KİTAP MÜSTEHCEN BULUNDUĞU İÇİN O DÖNEM TOPLATILMIŞTIR.




Osmanlı Devleti Kuruluş Dönemi İlkler

1. Osmanlı Devleti’nde divan örgütü ilk defa Orhan Bey zamanında kurulmuştur

2. İlk düzenli ordu teşkilatı Orhan Bey zamanında kurulmuştur (yaya-müsellem)
3. Osmanlı Devletinde ilk vezir Orhan Bey zamanında tayin edilmiştir (Alaaddin Paşa)
4. Osmanlı Devleti ile Balkan milletleri arasında yapılan ilk haçlı savaşı Sırpsındığı Savaşı’dır (1364)
5. Balkanların kapısını Türklere açan savaş Sırpsındığı Savaşı’dır (1364)
6. Osmanlı Devleti topu ilk defa I.Kosova savaşında kullanmıştır (1389)
7. Yeniçeri ocağının temelini atan Sultan I. Murat’tır
8. Tımar sistemini ilk defa uygulayan Sultan I. Murat’tır
9. Osmanlı padişahları arasında “Sultan” unvanını ilk kullanan I. Murat’tır
10. Balkan milletleriyle yapılan ilk resmi antlaşma Edirne-Segedin’dir (1444)
11. Kardeşini öldürerek tahta çıkan ilk padişah I. Murat’tır
12. Osmanlı Devleti’nde kurulan ilk eyalet Rumeli Eyaleti’dir (I. Murat)
13. Osmanlı Devleti’nde ilk tersane Gelibolu’da açılmıştır (I. Bayezıd)
14. İstanbul’u ilk kuşatan Osmanlı padişahı I. Bayezıd’dır
15. Osmanlı Devleti’nde ilk deniz savaşı Çelebi Mehmet döneminde Venediklerle yapılmıştır (1416)
16. Osmanlı Devleti’nde ilk hazine ve mali teşkilat I. Murat zamanında oluşturulmuştur
17. Osmanlı Devleti’nin Rumeli’de ele geçirdiği ilk toprak parçası Çimpe Kalesi’dir (1353)
18. Osmanlı topraklarına katılan ilk beylik Karesioğulları Beyliğidir  (1345)
19. Anadolu Türk siyasi birliğini ilk sağlayan padişah I. Bayezıd’dır (Yıldırım)
20. Osmanlı Devleti’nin Bizans tekfurlarıyla yaptığı ilk savaş Koyunhisar Savaşıdır (1302)
21. Bizans’ın alınması için Anadolu Hisarını yaptıran  I. Bayezıd’dır (Yıldırım)
22. Bizans’ın fethi için Rumeli Hisarını yaptıran I. Mehmet’tir (Fatih)
23. Osmanlı Devleti’nin ilk başkenti Söğüt’tür (1299)
24. Osmanlı Devleti’nde ilk Kaptan-ı Derya Baltaoğlu Süleyman Bey’dir
25. Karamanoğulları Beyliği ile ilk savaş I. Murat zamanında yapılmıştır
26. Yeniçeri Ocağı, ilk defa I. Murat zamanında kurulmuştur  
27. Osmanlı Devleti’nin oluşturmaya çalıştığı Anadolu Türk birliği ilk defa Ankara savaşından sonra bozulmuştur (1402)
28. Osmanlı Devleti’nde taht kavgaları ilk defa Fetret devrinde yaşanmaya başlamıştır
29. Kendi isteğiyle tahttan inen ilk padişah Sultan II. Murat’tır
30. Osmanlı Devleti’nin kurucusu ve ilk Osmanlı padişahı OSMAN Bey’dir
31. Osmanlılarda beylikten devlete geçiş ilk defa Orhan Bey zamanında başlamıştır
32. Osmanlılarda Rumeli’ye ilk geçiş Orhan Beyin kardeşi Süleyman Paşa ile gerçekleşmiştir (1353)
33. Topçu birliği ilk defa I.Murat zamanında kurulmuştur
34. Savaş alanında şehit düşen ilk Osmanlı padişahı I.Murat’tır ( 1389)
35. Orta Avrupa’nın kapıları Osmanlılara ilk defa Niğbolu zaferi ile açılmıştır (1396)
36. Avrupalılar II.Kosova savaşından sonra ilk defa Türklerin balkanlardan atılamayacağını anlamışladır (1448)
37. Tarihte en uzun süre varlık gösteren Türk Devleti Osmanlı Devleti’dir
38. Tarihte siyasi varlık gösteren  Türk devletleri içerisinde merkeziyetçiliğin en güçlü olduğu devlet Osmanlı Devleti’dir
39. Osmanlılar, Maltepe (Pelekanon) savaşından sonra Bizans’ın Anadolu’daki topraklarını ele geçirmiştir
40. Konar göçmen Türkmenlerin Rumeli’de fethedilen yerlere yerleştirilmesi ilk defa İskan siyasetiyle başlamıştır
41. Osmanlı Devleti’nde beylikten devlete geçiş ilk defa Bursa’nın fethiyle başlamıştır
42. Osmanlı Devleti donanmaya sahip olması ilk defa Karesioğullarının hakimiyet altına alınmasıyla başlamıştır (1345)
43. Osmanlı Devleti’nin Karamanoğulları ile siyasi mücadelesi ilk defa I.Murat döneminde başlamıştır
44. Bulgaristan’ın tamamen hakimiyet altına alınması ilk defa I. Bayezıd döneminde gerçekleşmiştir (Yıldırım)
45. Osmanlı Devleti’nde başkentin Rumeli’ye aktarılması ilk defa Sırpsındığı savaşından sonra gerçekleşmiştir(Edirne)
46. Osmanlı Devleti’nde ilk beylerbeyliği Rumeli Beylerbeyliği’dir. İlk beylerbeyi Lala Şahin Paşa’dır
47. Kuruluş döneminde ortaya çıkan ilk toplumsal ve dini içerikli halk ayaklanması Şeyh Bedrettin isyanıdır
48. Osmanlı Devleti’nde Türkmenler ile devşirmeler arasında ilk mücadele II. Murat döneminde başlamıştır
49. Osmanlı ordularının Balkanlarda yaptığı savaşlarda aldığı ilk yenilgi Ploşnik Savaşıdır (1388)

50. İlk Kırkpınar yağlı güreş yarışmaları  1361’de Edirne’de başlamıştır.
Kaynak:tarihögretmeni.com