Articles by "Tayyip Erdoğan"
Tayyip Erdoğan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


AKP'nin 14 yıl içinde kendine rakip olabilecek sağ partiler ile popüleritesi artan liderleri nasıl bertaraf ettiğini 'MERKEZ SAĞA YAPILAN MERKEZİ OPERASYON' 
'MERKEZ SAĞ'A YAPILAN MERKEZİ OPERASYON | KAOSTA KAPIŞMAadlı makalemizde anlatmıştık.

AKP bu defa en büyük oyunu MHP'ye oynayarak onu da bünyesine katmayı başardı.
Olay TUĞRUL TÜRKEŞ'in AKP'ye katılmasıyla sinyal vermişti aslında. 
O dönem Türkeş'in, MHP ile AKP arasında bir arabuluculuk için AKP'ye katıldığını düşünmüştüm. MHP lideri Devlet Bahçeli'nin de, Türkeş'e önemli sayılmayacak tepkisi bunun göstergesiydi aslında.

Türkeş'in MHP içinde ne parlak bir geçmişi ne de parlak bir geleceği vardı. AKP'nin 14 yıllık stratejisinde, popüleritesi artan siyasileri veya bürokratları bünyesine aldığını biliyoruz. O halde Tuğrul Türkeş'i neden kendi saflarına çekti. Türkeş'in MHP içinde sadece babasının soyadıyla kalabildiği gerçeği MHP tabanı dahil herkesin malûmu. O halde neden?

AKP önde gelenleri ve Erdoğan'ın bugüne kadar tüm söylemlerini alt alta eklerseniz, ortaya bu söylemlerin zaman içinde nasıl gerçekleştirildiğini görürsünüz. MHP ve Bahçeli'nin devşirilmesi de zaman içinde gerçekleşti.
Önce MHP içindeki muhalifler bir bir bertaraf edildi. Onların olağanüstü kurultay girişimleri alakası olmayan mahkemeler tarafından iptal edildi. Tuğrul Türkeş MHP içinde bir süreden beri AKP köstebeği gibi çalışarak kulis gerçekleştirdi. Bahçeli'nin devşirilmesi 15 Temmuz ile hız kazandı.

Bu 15 Temmuz denen ucubenin ertesi sabahında "Darbe gerçekleşmiştir. Türk milletine yapılmıştır." demiştim. Sonraki aylarda darbenin nasıl gerçekleştiğini hepimiz müşahade ettik.  

Gelelim Bahçeli'ye...

Başbakan Yardımcılığı görevine getirilerek, siyasi hayatının en parlak günlerini yaşayan Tuğrul Türkeş, üç gün önce yani 5 Mart 2017 tarihinde, Londra'daki bir Türk okulunun açılışında, başkanlık sistemi ile alakalı referandum çalışmalarını nasıl başlattıklarını anlattı.

Referandum için DEVLET BAHÇELİ'nin grup konuşmasındaki bir söyleminin kendileri için start işareti olduğunu söyledi.

Türkeş konu ile alakalı şöyle söylemiş:"Ekim ayında Milliyetçi Hareket Partisi'nin saygıdeğer genel başkanı bir gün grup toplantısı sırasında dedi ki 'Hani siz bir başkanlık sistemi istiyordunuz ya onu getirin de çıkartıverelim’ dedi. Böyle başladı süreç. Bu önemli mi? Çok önemli." dedi.

İki partili bir meclis öngören başkanlık sisteminin devreye girmesi için, muhalefet partisi lideri neden can atar.

Oysa herkes biliyor ki, bu sistemle mecliste AKP ve CHP olacak. MHP, AKP içine azınlık olarak monte edilecek. Bu 60 yıllık Turan ve Ülkücülük davasına vurulmuş bir darbe değil mi?

Geçenlerde bu davaya 40 yıldır hizmet eden ülkücü camianın 70'li yıllardaki liderleriyle görüştüm. Hepsi Devlet Bahçeli'ye ateş püskürüyor. MHP tabanının referandumda EVET oyu kullanmayacağını, Bahçeli'nin bu oyununun tutmayacağını söylüyorlar. Gelişmeler şunu gösteriyor ki, ilk kurultayda Bahçeli'nin bir daha genel başkanlık koltuğuna oturamayacağı aşikâr.

Peki bayram değil seyran değilken Bahçeli, "Şu başkanlık sistemini getirin de çıkarıverelim." diyerek hem kendi hem de MHP'nin siyasi geleceğini neden bitirme kararı aldı? Arkasında yatan gerçek nedir?

Yakın gelecekte sanırım bu sorunlara cevap verecek durumda olacağız. 

Bir süredir sesi soluğu çıkmayan firari Cem Uzan bugün Taraf gazetesinde başlayan yazı dizisi ile adeta günah çıkarıyor. "Darbeci gazeteciler hakkında ifade veririm" diyen Cem Uzan, yakın gelecekte 28 Şubat ve sonrasının medya ayağına da dokunulacak mı? sorusunu akla getirdi.

Cem Uzan mart 2013'de "nitelikli zimmet" suçundan yargılandığı davada 18 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davada; Cem Uzan’ın İmar Bankası aracılığıyla Türkiye'den toplanan mevduatlardan yönetiminde yer aldığı Kristal İnşaat, Rumeli Holding, Standart İnşaat ve Klasik İnşaat adlı 4 şirket aracılığıyla 3 milyon 742 bin 768 doların zimmete geçirildiği belirtilmişti. Uzan, yöneticiliği  döneminde 5.5 milyon liranın kredi adı altında 4 şirkete aktarmakla suçlanmıştı.

Bugün "çocuklarımın bile çalışma izni yok" diyen Uzan, sanırım Fransa'daki lüks yaşantısından sıkıldı ve Türkiye'ye gelmek istiyor. Bunu da basın aracılığıyla duyuruyor. Belki hükümetin nabzını yokluyor.
Diyeceksiniz ki; "18 yıl ceza alan biri neden Türkiye'ye gelmek istesin" bir taraftan bakınca doğru. Fakat karar Yargıtay sürecinde. Uzan'ın röportajda ne mesaj verdiğine fokuslanırsak, durumu çözeriz kanaatindeyim.

Uzan Taraf gazetsindeki röportajda, Star Gazetesi'nin patronuyken, gazetenin yayın politikasına hiçbir müdahalede bulunmadığını, manşetleri Fatih Çekirge ve Yılmaz Özdil'in attığını söylüyor. Manşetlerin Orgeneral Hurşit Tolon'un emriyle atıldığını sonradan öğrendiğini ifade ediyor.
“Bilseydim derhal kovardım” diyor Uzan ardından da, “Fatih, benim babam kontgerilladır. Diye övünürdü” diyor.
Kontrgerillanın tanımını yeniden yapmaya gerek yok. Hemen herkes kendine göre bir kontgerilla tanımı yapabiliyor artık. Yahu adam zaten babasının kontrgerilla olduğunu söylüyor. Babasının böyle bir meziyeti varsa, oğlu da buna hizmet edecek, “hayır” deme şansı var mı.
Uzan acaba kontgerillanın oğluna 3 milyon dolar transfer ücreti verirken, hangi ilişkileri sağlama almayı planlıyordu. Kontrgerillanın oğlunu bir gazetenin başına getir, sonra da; “olaylardan haberim yoktu” de, âlâ...

TÜRK BASININI ÇETİN GÜNLER BEKLİYOR

Ergenekon'un ve 28 Şubat davalarının basın ayağının eksik olduğu yazılıp, çizildi. Darbe yanlısı gazetecilerin bir kısmı AKP ile çoktan sulh imzalayıp, kıçlarını sağlama aldılar zaten. Geride kalanlar düşünsün.
Fakat Cem Uzan'ın açıklamalarından çıkan başka bir durum söz konusu.

Uzan, “Darbeci gazetecilerle ilgili savcıya ifade veririm” diyor.

Bir taraftan da sanırım serveti de suyunu çekiyor.

Hükümete ya sinyal veriyor, ya da anlaşma yapıldı da; kamuoyunu buna hazırlıyorlar.

Taraf gazetesi de bilerek veya bilmeyerek çanak tutuyor.

Uzan'la geçen yıl yapılan mülakatta ise, Tayyip Erdoğan'a yaptığı hakaretten dolayı üzgün olduğunu, pişmanlık duyduğunu söyleyerek günah çıkarmıştı. Uzan ayrıca her fırsatta; 28 Şubat döneminde darbecilere bulaşmamış tek medya grubu olduklarını da dile getirir durur.

Cem Uzan Türkiye'ye gelir de, “darbeci gazeteciler” hakkında ifade verirse, ortalık toz duman olur. Bir dizi seçimlerin olacağı 2 yıllık bir dönemde, bu türden bir operasyonun hayata geçirilmesi böylesi hassas bir dönemde kimin kimlerin işine yarar malûm...

AKP PENCERESİNDEN BAKARSAK...

Bu duruma AKP penceresinden bakarsak; Cem Uzan geçmişte çok kısa sürede büyüyen bir siyasi manevra yapmıştı. Neredeyse meclise bile girecekti. Bir seçim dönemi daha yaşasa, mutlak mecliste gözüyle bakılıyordu. AKP'nin belki de en büyük rakibi olmaya adaydı. Uzanlar operasyonuyla, adeta silip süpürüldüler.
Uzan, bir daha asla siyasete girmeyeceğini söylüyor ama bilinmez.

Öte yandan seçim meydanlarında Tayyip Erdoğan'a ağza alınmayacak laflar sarf etti. Erdoğan bu lafları yutacak cinsten bir adam değil. Unutması da imkansız. Tanıdığımız bildiğimiz Erdoğan, Cem Uzan'ın Fransa'dan gönderdiği özürleri, bir kuple kabul eder mi? Etmez, kanaatimce...

Fakat siyaset bu, gün olaaa, devran döne...









MUHAFAZAKAR AKP MİZİN(!) TARİH TALANI


Her fırsatta muhafazakar kimliklerini ön plana çıkararak bunu siyasi bir rant olarak da kullanan AKP, bu kimlikle çelişen politikaları da icra etmekten geri durmuyor. İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü, eşine az rastlanan bir restorasyona imza attı. Mimar Sinan'ın 400 yıl önce yaptığı İstanbul Kabataş'ta bulunan Süheyl Bey Camii'ni yeniden inşaa ve restorasyon adı altında cam giydirme yapıldı.
50 yıl önce Taksim'de yıkılan Topçu Kışlası için, İstanbul'un az sayıdaki ağaçlık alanlarından biri olan Taksim Gezi Parkı'na gözünü diken hükümet, bunu "tarihi kışlayı günümüze yeniden kazandırma" adı altında yapıyor. Kışla aslına uygun olarak yapılarak, AVM rantçılarının pençesine teslim edilecek. Peki ya, Sheyl Bey Camii bu yeni ve çağdaş(!) haliyle kime veya kimlere rant kaynağı olacak önümüzdeki günlerde göreceğiz.
1591 yılında Mimar Sinan tarafından yapılan daha sonra ise Abdülaziz'in baniliğinde yeniden ihya edilen Süheyl Bey Camii, cam giydirme yöntemiyle aslına uymayan bir UCUBE görünümünde yeniden inşaa ediliyor.
Kabataş SGK İl Müdürlüğü'nün hemem yanında, bulunan cami 1957 yılında yol yapımı için yıkılmış. Vakıflar Bölge Müdürlüğü, İSAŞ İnşaat ve Hasan Altıntaş'ın sponsorluğunda camiyi yeniden inşaa ediyor. Ama nasıl?
Görenler şaşırıyor. İnşaatın önüne gerilen afişte caminin eski resmi bulunuyor. Eski ile yeniyi kıyasladığınızda gözlerinize inanamıyorsunuz.
Tamamen yeni bir tarzda inşaa edilen caminin dış cephesi de günümüz modasına uygun; CAM GİYDİRME yapılıyor.

BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN GÖREVE...

DİKKAT: 
BU YAZI 2013 YILINDA KALEME ALINDIKTAN SONRA GİRİŞİMLERİMİZ SONUCU CHP TARAFINDAN TBMM'DE GÜNDEME GETİRİLMİŞ, SORU ÖNERGESİ VERİLMİŞTİR. LAKİN HİÇBİR SONUÇ ALINAMAMIŞTIR. O TARİHTE DEVAM EDEN CAMİ İNŞAATI DURDURULMAMIŞ, 2015 YILINA GELİNDİĞİNDE CAMİ İNŞAATI FOTOĞRAFLARDA GÖRÜLDÜĞÜ ŞEKİLDE TAMAMLANMIŞTIR.
MİMAR SİNAN'IN YAPTIĞI SÜHEYL BEY CAMİİ YOL GENİŞLETME ÇALIŞMALARI
SIRASINDA MENDERES DÖNEMİNDE YIKILMIŞ  CAMİİ
SÜHEYL BEY CAMİİ'NİN YENİ HALİ. YANLIŞ GÖRMÜYORSUNUZ BURASI BİR CAMİ.

 
 
 


İdealleri, hayalleri vardı. Sıkıntılı bir eğitim süreci geçirmişti. Mezun olmuş, artık dünyaya daha umutlu bakıyordu. Tüm bunları bırakarak, kimlerin kurbanı oldu? Hangi amaç ve dava(!) uğruna öldü/öldürüldü?
Ardından kimse sahip çıkmadı. Davalarına baktığı gazetede bile bir iki küçük haber yapıldı. Sonra onlar da unuttu...

Çünkü çalkantılı yıllardı. Herkes paçasını kurtarma peşine düşmüştü.
Tayyip Erdoğan yeni bir parti kurmak için start vermişti. Dönemin hükümet ortağı başbakan yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, sağda kurulacak yeni bir partinin kendisine zarar vereceğini iyi biliyordu.

Yılmaz elindeki tüm yetkilerle, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı dönemini mercek altına almış, yolsuzluk usulsüzlük ne varsa Erdoğan aleyhine kullanacaktı. İstanbul Mali ve Organize Suçlar Şubesi, Erdoğan için görevlendirilmişti. Erdoğan’a destek veren Yeni Şafak da, savaşta nasibine düşeni almıştı.

Bir taraftan Yılmaz’ı destekleyen Doğan Grubu gazetelerinde, diğer taraftan Erdoğan’ı destekleyen Yeni Şafak’ta her gün birbirlerini suçlayan manşetler yer alıyordu.

Yılmaz, Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmak üzereydi. Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Albayraklar’ın hukuki işlerine bakan Aksan hukuk bürosunda görev yapan avukat Vildan Ersin, hırsı ve cesurluğuyla dikkat çekiyordu.

Ersin, Eşinden boşanmış ve bir çocuğu vardı. Hayat onun için zordu. Zorlukları hızla aşması gerekiyordu.
Öğrenciyken, başörtülüydü. Dışarıdan yaptığı röportajlar bazı gazetelerde yayınlanıyordu. Okulun son döneminde başörtüsü yasağı ile karşılaşmış sonuna kadar direnmiş başını açmamıştı. Mezun olduktan sonra, avukatlık yapabilmesi, duruşmalara girebilmesi için başını açması gerekiyordu.

Sorduğumda, “Mecburum. Yoksa o kadar eğitim boşa gidecek. Daha okuldayken açan arkadaşlarım oldu. Açmadan bir şey yapamayız, mecburuz” şeklindeki savunması çaresizliğinin kanıtıydı.

Tek başınaydı, mücadele etmek zorundaydı. Aldığı ücretin çok komik olduğunu, buna karşın elinde son derece ciddi siyasi davalar olduğunu söylüyordu. “Bunca yıl boşuna mı hukuk fakültesinde mücadele ettim. Başörtüsü yüzünden okuldan atılma korkusu yaşadım. Diğer yandan kötü bir evlilik geçirdim onunla mücadele ettim. Şimdi yeni bir hayatın başlaması gerekmiyor mu? Her şey boşa mı gidecek” diyor, zaman zaman karamsarlığa kapılıyordu. Sabretmesi gerektiğini söylüyordum.

“Her şey zamanla değişecek. Zamanla... Sabretmen gerek”

Görev yaptığım derginin ofisi Çemberlitaş’ta olduğu için Sultanahmet adliyesine geldiğinde vakit bulursa bana uğrardı. Albayraklar için önemli işlerin içinde olduğunu söylediğinde onun için endişelenmiş, uyarma gereği duymuştum: “Mesleğin basamaklarından henüz yeni çıkmaya başladın. Kendine dikkat etmen gerek. Kariyerini zora sokacak ilişkilerin içinde bulunma. Birilerinin yaptığı yolsuzluklar yüzünden, kahramanlık yapma. Siyasi ilişkiler kirlidir. Bir gün hepsinin üzerine sünger çekilir, arada harcanan sen olma. Dikkatli ol.”

Hayatını kaybettiği o hafta beni ziyarete geldi. Yanlış hatırlamıyorsam, hafta sonu iki günlüğüne tatil için bir arkadaşıyla İtalya’ya gideceğini söyledi. Ekonomik durumunun ve maaşının böyle bir tatil için yeterli olmadığını biliyordum. Hangi arkadaşınla gidecekti? Bay mı, bayan mı? Tatil için parayı nereden bulmuştu?.. Hiçbir soru sormadım.

28 Temmuz 2001 cumartesi günü şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Pazartesi günü işe geldiğimde, gazeteci bir arkadaşımın telefonla araması sonucu olaydan haberdar oldum.

Beş, altı yıllık bir arkadaşlığımız vardı. Erkek kızdı doğrusu...

Haksızlığa asla tahammülü yoktu. Cevval ve cesurdu. Yaşama dair büyük planları, idealleri vardı. Yaşasaydı (Başarsaydı), AKP içinde önemli görevler verilecekti. Yazık oldu! Çok yazık...

Olay üzücü olmakla beraber, dehşet vericiydi. “Filler dövüşür, çimenler ezilir”…

Vildan fillerin savaşında, arada kalmıştı. İki siyasi gücün arasında ezilen, idealleri ve hırsı olan genç bir avukattı.

Ölümünden bir gün sonra avukatlığını yaptığı Yeni Şafak Gazetesi, şüpheli ölümü hakkında yaptığı haberle, Ersin’e sahip çıkmadığını ortaya koyuyordu:

“Vildan Ersin, dün öğle saatlerinde hava almak amacıyla Sarıyer ilçesine bağlı Kilyos sahiline gitti. Deniz kıyısında bulunan kayalıklarda yürümeye başlayan Ersin, bir süre yürüdükten sonra dengesini kaybederek denize düştü. Yüzme bilmeyen Ersin çevredeki vatandaşların tüm müdahalelerine rağmen kurtarılamadı”

Oysa gerçek çok daha farklı ve acıydı:

Vildan Ersin öldüğünde yanında Albayrak soruşturmasını yürüten İstanbul Emniyeti Mali Şube Dolandırıcılık Büro Amirliği’nde görevli polis memuru Kadir Koçyiğit bulunuyordu.
Polis memuru verdiği ifadede, Kilyos’ta akrabaları olduğunu önce akrabalarına uğradıklarını, sonra deniz kıyısına gezintiye gittiklerini, Ersin’in burada ayağının kaydığını denizde boğulduğunu söylemişti.
Koçyiğit’in akrabaları ise deniz kıyısına birlikte gittiklerini, Ersin’in orada kustuğunu daha sonra onları yalnız bıraktıkları şeklinde ifade verdiler.
Koçyiğit tek görgü şahidi ve tek zanlı olmakla beraber gözlem altına alınmadan serbest bırakıldı. Ertesi gün de, izne ayrıldı.

Ersin’in ağabeyi, kardeşinin çok iyi yüzme bildiğini söylemesine ve öldürülme ihtimali olduğu yönünde açıklamalar yapmasına rağmen savcı tarafından ciddiye alınmadı.

Vildan Ersin’in elinde Aydın Doğan, Mesut Yılmaz ve Cumhur Ersümer’e ait dosyalar olduğu ortaya atıldı...

Genç bir avukata böyle önemli dosyaların verilmesi imkânsız görünüyor. Vildan olsa olsa, emniyete sızması için birileri tarafından görevlendirilmiş olmalıydı.

Vildan’ın ölümüyle de, birilerine mesaj veriliyor olabilirdi.

Vildan Ersin öldüğünde, yanında bulunan polis memuru Kadir Koçyiğit’in amiri İstanbul Emniyeti Mali Şube Müdürü Ayhan Mimaroğlu’ydu. Mimaroğlu, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan ile birlikte Tayyip Erdoğan hakkında araştırma yapıyordu. 

Bildiğiniz gibi Saçan, 2001 yılında Tuncay Güney’i sorgulayan polis müdürü olarak tarih sahnesinde yerini almasına rağmen, Ergenekon zanlısı olarak tutuklanmayı engelleyememişti. Birileri geçmişin rövanşını mı alıyordu?..

Dosya savaşları çoktaan bitti. Siyasiler ve holdingler barıştı. Parsayı bölüşmede anlaştı. 
Devlerin savaşında, insanlar ezildi. Vildan Ersin, ardında gözü yaşlı bir aile ve öksüz bir evlat bıraktı.



Daha önce yayınladığı Köstebek adlı kitapta; Tayyip Erdoğan’ın Tuncay Güney bağlantısını  ortaya çıkaran gazeteci-yazar Kemal Kaplan son kitabı Tektaşın Kanı’nda bu defa Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “pırlanta” ilişkilerini ortaya koyuyor.
Gündemdeki olaylar bitmek tükenmek bilmiyor. Medya ve kamuoyu birilerinin belirlediği gündemin peşinden koşarken, arka planda neler oluyor? Ülke ekonomisi ve zenginlikleri nasıl sömürülüyor?

TEKTAŞIN KANI adlı kitap bunlardan sadece birini ele alıyor. Ya diğerleri...

Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta son yıllarda nasıl oluyor da, Türkiye'de peynir-ekmek gibi satılıyor?  Dünyada statü belirtisi olan pırlanta,  ülkemizde 36 ay vadeyle dar gelirli vatandaşın bile kolayca satın alabileceği duruma nasıl geldi.
Dünya elmas madenlerinin yüzde 70’ine, elmas satışlarının ise yüzde 90’ına hakim olan pırlanta karteli De Beers ve bağlı olduğu Oppenheimer hanedanının Türkiye’deki faaliyetleri…
Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta nasıl oldu da, son yıllarda ülkemizde her kesimden insanın kolayca ulaşabildiği bir metâ haline geldi? Aslında ölüm ve sömürü demek olan pırlanta, evlilik gibi kutsal bir kurumun simgesi haline nasıl geldi?
Pırlanta İsrail ekonomisi için son derece önemli. Ülkemizde İslâmcı olarak bilinen birçok kuyumcu firması nasıl oluyor da, İsrail’e vizesiz ve pasaportsuz özel izinle giderek, dünyada kimseye tanınmayan imkânlarla; 5 yıl vadeli pırlanta satın alabiliyor?  BU KUYUMCULAR KİM?

HANIMLAR PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTA ARDINDA HANGİ GERÇEKLERİ SAKLAYARAK SİZE IŞILDIYOR?

AŞKIN VE EVLİLİĞİN SEMBOLÜ(!) OLARAK LANSE EDİLEN PIRLANTANIN ARDINDA SAKLANAN KAN İMPARATORLUĞUNU ÖĞRENİN.

           Filistinliler için gözyaşı döken Tayyip Erdoğan’ın çocukları, İsrail elması satan Atasay ile nasıl ortak oldu?
         Ekmekten vergi alan AKP hükümeti, pırlantadan vergiyi neden kaldırdı.
           Tüm dünyada tepki gören ve yetkilileri kartel suçlaması nedeniyle ABD’ye ayak basamayan pırlanta karteli De Beers, Türkiye’de nasıl istediği gibi at koşturuyor?
        Pırlanta karteli De Beers ve uzantılarının Türkiye madenleri ve bankaları üzerindeki oyunları... 
         NİL KARAİBRAHİMGİL “Tektaşımı kendim aldım” şarkısını nasıl ve neden yazdı.
        60 yıl önce aynı şarkıyı Marlyn Monroe söyleyince ABD’de nasıl tepki aldı?  
        PKK Yahudi kürtler aracılığıyla, Türkiye’ye nasıl pırlanta getiriyor?
        Yahudi kürtler aracılığıyla Türkiye’ye gelen pırlantayı kimler nasıl kullanıyor?
        Türkiye’de kimler pırlantayı rüşvet aracı olarak kullanıyor?
        Avrupa’nın en büyük altın işleme merkezi olan İstanbul’daki KUYUMCUKENT'TE dönen pırlanta oyunları...
        İslamcı olarak bilinen bazı kuyumcular İsrail’e vizesiz özel izinle gidip 5 yıl vadeli pırlanta nasıl alıyorlar?
        Kuyumcu firmaları 36 ay vadeli pırlantayı dar gelirli vatandaşa nasıl ve hangi yöntemle satıyor?
       Filistin konusunda mangalda kül bırakmayan İslamcı Medya, Siyonist pırlanta karteli De Beers’e nasıl hizmet ediyor.
    İsrail ekonomisi için son derece önemli olan pırlantaya verdiğiniz her kuruş, Filistinli masum çocukların kanına giriyor.
   Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez bankası olarak bilinen Osmanlı Bankası, De Beers'in bağlı olduğu hanedana aitti.
    Aynı hanedana ait yatırım bankasının Türkiye faaliyetleri...

HANIMLAR DİKKAT!
     PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTANIN ARDINDA YATAN GERÇEKLERİ ÖĞRENDİĞİNİZDE BİR DAHA PIRLANTALI ÜRÜN KULLANAMAYACAKSINIZ!!!
BEYLER DİKKAT!
     EŞİNİZE VE SEVGİLİNİZE ALMANIZ İÇİN SİZE DAYATILAN PIRLANTANIN, "AŞKIN SEMBOLÜ" YALANINI ÖĞRENDİKTEN SONRA,  NASIL KULLANILDIĞINIZA İNANAMAYACAKSINIZ.


http://www.izlesene.com/video/tektasin-kani-bu-kitabi-okumadan-pirlanta-almayin/3030023



Can Ataklı'nın 2014 yılı Çankaya "kehaneti" tutacak mı?


GEÇEN GÜN YAZDIĞIM "KEHANET TUTMADI" ADLI YAZIMA 
CAN ATAKLI'DAN CEVAP GELDİ.

Ataklı cevabi yazısında, yazdıklarının kehanet olmadığını, analizlerinin tutmadığını bunun ise beklenmeyen gelişmelerden kaynaklandığını söylüyor. Ataklı bunun dışında 2014 yılına ait bir 'kehanette' daha bulunuyor.

17 Mayıs 2010 tarihinde Vatan Gazetesi'ndeki köşesinde geleceğe yönelik birtakım tahminlerde bulunan Can Ataklı, 18 ay süre vererek, süre sonunda yazdıklarının gerçekleşmemesi durumunda, kendisinden hesap sorulabilecğini söylemişti.

Ben de fikri takip yaparak, 18 ay yerine yazıyı 25 ay arşivimde saklamış daha sonra da kehanetlerin tutmaması neticesinde "hesap soruyorum" demiştim. Ataklı'dan cevap geldi.

İki yıl önce hesap sorulmasını isteyen Ataklı, hesap sorulduğunda, yazdıklarının analizden ibaret olduğunu söyleyerek, 'hesabı verdiğini' düşünüyor. Ben yeterli bulmadım. Siz?

Her gün on binlerce kişiye ulaşma imkanına sahip bir köşe yazarını, toplumu yönlendirme yetisine sahip aydın olarak düşündüğümüz bir kişinin yazdıklarını, "benim analizim budur" şeklinde bitirmesi gerekmez mi?

Can Ataklı tam tersi bir tavırla meydan okurcasına, "İsteyen bu yazıyı kesip saklayabilir ve 18 ay sonra tahminlerin önemli bir bölümü gerçekleşmezse hesabını sorabilir" şeklindeki çıkışı, her fırsatta eleştirdiği başbakanın Kasımpaşalı raconuna uyuyor.

Ayrıca, "tahminlerim tutmadı" şeklinde bir hesap verme, bu yüksekten uçuşa yakışır cevvallikte değil.

Can Ataklı'nın kendisi için yazdığım yazıya gönderdiği cevap... Aşağıdaki yazıyı okuyucularına yanıldığından dolayı "verdiği hesap" olarak düşünebilirsiniz. Size tatmin edici gelecek mi bakalım:

"doğru söylüyorsunuz.
o yazı o gün itibarıyla yazılmıştı.
daha sonra araya giren beklenmedik olaylar oldu.
o yazı bir kehanet değil bir analizdi.
o gün itibarıyla gidişat bu yöndeydi.
şimdi başka bir aşama geldi.
bizim için en tehlikeli durumlar bunlardır
olaylara belli bir mantık ve sistematik açısından bakarsınız.
bunların çoğu beklediğiniz gibi gelişir ama bazı anlarda beklenmedik olaylar olur siz yanılırsın ya da yanlış değerlendirme yapmış olursunuz
örneğin bir buçuk yıl önce suriye'de esad'ın birkaç hafta içinde gideceğine inananların oranı yüzde 80'lerdeydi.
nitekim hükümet de tamamen buna yatırım yaparak esad'a yönelik düşmanlık politikasını yönetti.
ama olmadı.
bazen akıl ve mantığın da üzerine çıkan gelişmeler olabiliyor.
bugünden bakışla örneğin tayyip erdoğanın 2014'de çankaya'ya çıkamayacağını tahmin ediyorum.
iç ve dış gelişmeler iktidarı sürekli sıkıştırıyor
şu anda sanal bir egemenlik sürdürüyorlar.
hukuku tanımadan güce inanarak tüm değerleri alt üst ederek yollarına devam ediyorlar
buna gariptir halk desteği de var
ama halkın gerçekleri ne kadar farkettiğini bilemiyorum
burada da akıl ve mantık dışı gelişmeler oluyor
örneğin dine bağlılık, dine saygı toplumun önemli bir bölümünde "beklenen tepkilerin aksine tepkilere" neden olabiliyor.
kısacısı her zaman ve her olayda tahmin ve analizler tutmayabilir.
bu o kişinin ne tamamen haklı olduğunu ne de tamamen haksız olduğunu göstermez."

sevgiler selamlar
can ataklı

Toplumsal sorumluluğu olan özellikle Can Ataklı gibi yılların deneyimli köşe yazarları, yazdıkları ve söyledikleriyle çok büyük vebal üstleniyorlar. 

Son bir şey daha eklemek istiyorum: İki yıl önce tutmayan tahminlerinden sonra, Ataklı'nın yukarıdaki bana gönderdiği yazısında yeni bir kehanet ortaya koyması da ayrı bir cesaret örneği. Ama olsun bu kadar kolay hesap verildiğine göre...



Can Ataklı 2 yıl önce yazdığı yazıda, Türkiye’nin yeniden kurulduğunu iddia etmiş, “Erdoğan da gidecek” demişti. Ve ardından da iddialarının süresinin 18 ay olduğunu bunların gerçekleşmezse, kendisinden hesap sorulmasını istemişti. Şimdi kendisinden hesap soruyorum.

17 yıllık gazetecilik mesleğinde şunu öğrendim. “Geçmişin ışığında geleceğe bakmak gerek” Gazeteci bu konuda daha da hassas olmalı. Çünkü değerlendirmeler ve analizler geçmişin ışığı altında yapılmadıkça sonuçsuz kalır.

Gazetecinin iyi bir arşivi olması önemlidir.

Düsturum bu olduğu için kendinden her zaman emin olan ve hepsi olmasa da bazı görüşlerine katıldığım yılların köşe yazarı Can Ataklı’nın, bir yazısını arşivime aldım, beklemeye yattım. Zaman o kadar hızlı akıyor ki, Ataklı’nın kendine tanıdığı sürenin üzerinden bir de 7 ay geçmiş. 7 ay da bizden avans olsun. Aslında birkaç aydır yazı aklımdaydı bir türlü ‘bekleme süresi dolmuş mu’ diye bakamadım. Kısmet bugüneymiş.

Cana Ataklı ismini çocukluğumdan bu yana hatırlıyorum. 80’li yıllardı. Yazılarını okumasam da, hangi gazetede yazdığını hatırlamasam da, Ataklı’nın o dönem yazdığı köşesinin adı ASPAVA’ydı. Bu isim bana enteresan geldiği için aklımdan hiç çıkmadı. Açılımı ise daha da ilginç: Allah Sağlık Para Afiyet Versin Amin.
O zamanlar bizim semtte Aspava isminde bir lokanta da olduğu için isim aklıma kazınmış.

Gazeteciliğe başladıktan sonra Ataklı’nın da yazılarını takip ediyordum zaman zaman. Son dönemde, muhalif ve Ergenekon taraftarı tutumuyla Can Ataklı ismi geniş kitlelerde yankı buluyordu.
Artık ön plana çıkan bir isim olduğundan, yakından takip etmem gerekiyordu. Öyle yaptım…

Ergenekon tartışmaları bitmek bilmiyor, buna bir de CHP lideri Deniz Baykal’a yapılan komplo ekleniyordu. Hükümete muhalefet etmek de cabası. Gündem her zaman ki gibi yoğun mu yoğun. Tarih 17 Mayıs 2010. Can Ataklı Vatan Gazetesi’ndeki köşesinde bir yazı döşenmiş kehanet kokan. Bir de iddialı mı iddialı. “Benden hesap sorun” diye de kesip atmış raconu…

Herkes gibi ilgiyle okudum. Ama herkesten farklı arşivime aldım. Adam “Bana hesap sorun” demiş, hodri meydan. E onu mu kıracağız…

Yazının başlığı “Türkiye yeniden kuruluyor, Erdoğan da gidecek”

Hemen yazının başında kısaca özetlemiş durumu:

Bu yazı geleceğe yönelik bir gözlem-tahmin yazısıdır. Özeti şudur: Türkiye sıkıştı, siyaset içinden çıkılmaz hale geldi, Cumhuriyet’in temel ilkeleri, demokrasi ve hukuk düzeni tehlike altında. Bunun için de muhalefette de iktidarda da çok ciddi bir tasfiye olacaktır. Bu yazının vadesi 18 aydır. İsteyen bu yazıyı kesip saklayabilir ve 18 ay sonra tahminlerin önemli bir bölümü gerçekleşmezse hesabını sorabilir.”

Ataklı bu yazıyı Deniz Baykal’ın istifasından bir hafta sonra yazmış. Parti içi hegemonyası had safhada olan Deniz Baykal gibi bir genel başkanın istifasından sonra, partide büyük bir tasfiyenin yaşanması son derece doğal bir süreçtir. Müneccim olmaya gerek yok.

Ataklı devam ediyor ve bu tasfiyelerin niçin olacağını açıklıyor:

“Türkiye’yi sadece Cumhuriyet döneminden ibaret saymak yanlıştır. Türkiye sadece Anadolu topraklarında 1000 yıldır devlet olarak yaşamaktadır. Son 87 yıldır da 1000 yıllık tarihin üzerine kurulan Cumhuriyet’in DNA’ları toplumun içine işlemiştir ve nihayet bu DNA harekete geçmeye başlamıştır.
Elbette bu DNA’nın harekete geçmesinde bazı dış güçlerin rolünün olduğunu da kabul etmeliyiz. Türkiye’yi, bir İslam ülkesi olarak, başında İslamcı kimliğini öne çıkaran bir liderle İslam ülkelerinin moderatörü olarak konumlandırmak isteyen zihniyet bunun yanlışlığını görmüştür. Kapitalist batı bloku Türkiye’nin laik, demokratik bir hukuk devleti olarak yürümesinin daha akılcı olduğunu fark etmiştir.”

Bu analize katılmak mümkün müdür. 1000 yıllık gelenek ve kültür hiçbir zaman 87 yıllık anlayışı kabullenmemiştir. Günümüzdeki laik-dindar, alevi-sünni, Türk-Kürt tartışmaları 87 yıllık anlayışın ürünü değil midir. 1000 yıllık kültürün içine, 87 yılda, DNA’larına kadar işleyecek bir anlayışın sindirilmesi mümkün müdür. Hangi sosyal bilimci böyle bir tezi kabul edebilir.

Ataklı’nın yazısının son kısmı:

“Şurası kesindir ki küçük bir dini hareket olarak başlayan Gülen hareketi şu anda milyarlarca dolara hükmeden bir ekonomik yapıya, yüz binleri aşan bir gönüllüler kadrosuna sahiptir. İnançlar konusunda sürdürülen kampanyalar sonunda halkın duygu ve düşünceleri de etkilenmiştir. Bu durumda Cumhuriyet ile yeniden bir uzlaşma sağlanması herkesin yararına olacaktır.
Türkiye’nin kamplaşması, özellikle inananlar-inanmayanlar, Türkler-Kürtler, Müslümanlar-gayrimüslimler gibi ayırımların kimseye yarar sağlamadığının herkes farkında. Bu ayrımı yaratan da bizzat bugünkü iktidardır. O halde ilk seçimlerde Tayyip Erdoğan’ın da gitmesi kaçınılmazdır. Ama bu yapılırken muhalefet liderine de kimse zafer kazandırmak istemez. Yani önce Baykal gider, peşinden de Erdoğan’ı sürükler.”

Gülen cemaatinin son aylarda AKP iktidarıyla düştükleri ayrılıklara rağmen, cemaat kendi bildiği gibi hareket etmeye devam ediyor. Burada Ataklı’nın analizi doğru gibi görülse de, gerçek çok farklı.

Cemaat’in zaten cumhuriyetle ilgili bir sıkıntısı yok. Ancak AKP’nin cumhuriyetle ilgili sorunu olabilir. İki grup arasında bir güç savaşı olduğu muhakkak. Şu unutulmamalıdır: AKP bir siyasi partidir. Günün birinde iktidarının biteceği kesindir. Fakat cemaat farklı görev alanlarında bulunan insanlardan müteşekkildir. Devlet içindeki yapılanması her zaman devam edecektir. Hem de artarak. Cemaat bu gerçekten yola çıkarak AKP’yi daha çok sıkıştırmanın bir anlamı olmayacağını biliyor olmalı.

Ataklı inananlar-inanmayanlar, Türkler-Kürtler, Müslümanlar-gayrimüslimler gibi ayrımların
AKP iktidarına mâl ediyor, oysa günümüzde 87 yıllık anlayışın eseri olduğunu tüm toplum katmanları ittifakla kabul ediyor.

Gelelim hesap sorma meselesine…

Birinci kehanet: “CHP’de büyük değişimin olacağı” bir kehanet değil. Gündemi takip eden sıradan insanların bile kolayca tahmin edebileceği bir durumdur. Zira Ataklı yazısını Baykal’ın istifasından sonra yazmış, Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlık adaylığını açıkladığı gün de yayınlamıştı. Zaten ölü doğan bir kehanet.

İkinci Kehanet: “Tayyip Erdoğan’ın ilk seçimde gideceği” idi. Erdoğan’ın kendisi zaten son dönemi olduğunu açıklamıştı. Aynı zamanda parti tüzüğü de buna engeldi. Onun başkanlık sistemini istediği ve Çankaya’yı hedeflediğini sağır sultan bile duymuştu. Aslına bakarsanız ikinci kehanet de ölü doğmuş.

Bu satırlara geldiğimde çok ilginç bir dönemece girdiğimi anlıyorum. Kafama dank etti. Yahu Can Ataklı adam gibi bir kehanette bulunmamış ki, 18 ay sonra hesap soralım. Yaptığı tahminlerin hepsi daha o tarihte çürütülecek cinstenmiş. Nasıl anlayamamışım. Kendime kızıyorum.

Üçüncü kehanet: Cemaat meselesi. Yukarıda zaten yazmıştım.

Ataklı’nın yazısı daha uzun ancak içinden çıkarabildiğim geleceğe yönelik varsayımları bu kadar.

Bir de yazıda; Baykal kendisine yapılan komplodan sonra, moral veren bir mesajdan söz ederek, mesajın Pensilvanya’dan geldiğini söylemesi ve AKP’nin buna öfkeyle verdiği karşılıktan söz ediliyor. Bunu da cemaatin AKP’yi gözden çıkardığı anlamına geldiğini savunuyor. Ama bunu kehanet çerçevesi içinde değil, bir analiz olarak veriyor.

“Türkiye yeniden kuruluyor, Erdoğan da gidecek” diyen Ataklı’ya ayıp olmasın bir hesap soralım.

Yazının üzeriden 2 yıl geçmiş. Türkiye’de yeniden kurulma hareketleri görmüyorum. Tayyip Erdoğan da durduğu yerde duruyor.

Haydi bakalım şimdi hesap ver Can Ataklı kehanetlerin neden tutmadı?


CAN ATAKLI’NIN YAZISI tam netin

-17 mayıs 2010 VATAN GAZETESİ-

 Türkiye yeniden kuruluyor, Erdoğan da gidecek

Bu yazı geleceğe yönelik bir gözlem-tahmin yazısıdır. Özeti şudur: Türkiye sıkıştı, siyaset içinden çıkılmaz hale geldi, Cumhuriyet’in temel ilkeleri, demokrasi ve hukuk düzeni tehlike altında. Bunun için de muhalefette de iktidarda da çok ciddi bir tasfiye olacaktır. Bu yazının vadesi 18 aydır. İsteyen bu yazıyı kesip saklayabilir ve 18 ay sonra tahminlerin önemli bir bölümü gerçekleşmezse hesabını sorabilir.

Sevgili okurlar; Anayasa’nın bazı maddelerindeki değişiklikler AKP’lilerin oylarıyla kabul edildi ve Cumhurbaşkanı’nın da “jet” onayıyla referanduma sunuldu. Cumhuriyet rejimini tamamen ortadan kaldırmaya yönelik bu değişikliklerin hayata geçmesi halinde Türkiye dönüşü olmayan bir yola girecektir. Demokrasi, özgürlükler, hukuk düzeni ve çağdaşlıktan yana olan herkesin bu gidişe dur demesi gerekir.

Güçler dengesi

Ancak, AKP iktidarının seçim sisteminden de yararlanarak parlamentoda çok güçlü olması, yaratılan korku imparatorluğu sonucu toplumun sindirilmesi, muhalefet boşluğu güçler dengesi arasında orantısız bir durum yarattığı için şimdilik gidiş dinci bir diktatörlüğün zaferine ulaşmak üzere olduğu izlenimini doğurmaktadır. Bu durum içte ve dışta kaygı yaratmaktadır.

Baykal’ın tasfiyesi

Baykal içeriğinde yasak aşkı barındıran bazı mahrem görüntüler nedeniyle istifa etmiş görünebilir. Oysa aslında Baykal mutlaka tasfiye edilecekti, bu yolla olması sadece üzücüdür. Bu nedenle Baykal’ın “örgüt baskısıyla geri döneceği” ve tekrar “partisinin başına döneceği” bir temenniden öteye gidemez. Buna rağmen Baykal dönerse bu zaten CHP’nin de sonu olacaktır.

Türkiye’nin DNA’ları

Türkiye’yi sadece Cumhuriyet döneminden ibaret saymak yanlıştır. Türkiye sadece Anadolu topraklarında 1000 yıldır devlet olarak yaşamaktadır. Son 87 yıldır da 1000 yıllık tarihin üzerine kurulan Cumhuriyet’in DNA’ları toplumun içine işlemiştir ve nihayet bu DNA harekete geçmeye başlamıştır.

İslamcı Türkiye olmadı

Elbette bu DNA’nın harekete geçmesinde bazı dış güçlerin rolünün olduğunu da kabul etmeliyiz. Türkiye’yi, bir İslam ülkesi olarak, başında İslamcı kimliğini öne çıkaran bir liderle İslam ülkelerinin moderatörü olarak konumlandırmak isteyen zihniyet bunun yanlışlığını görmüştür. Kapitalist batı bloku Türkiye’nin laik, demokratik bir hukuk devleti olarak yürümesinin daha akılcı olduğunu fark etmiştir.

Operasyon kaçınılmazdı

O halde bu zorlama yapının tasfiye edilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin harekete geçen DNA’sı ile bazı dış güçler zorunlu bir işbirliği yaparak bu operasyonu başlatmak zorunda kalmışlardır. Ancak, Türkiye’nin geldiği noktada muhalefetin de payının ortada olduğu da ayrı bir gerçektir. Bunun bir numaralı sorumlusu ise CHP ve lideri Baykal’dır. O halde işlem Baykal’la başlayacaktır.

Baykal farkında

Öyle sanıyorum ki Baykal tasfiye edileceğinin farkındaydı. Sadece bu yöntemi aklına getirmemişti. Ama her şeye rağmen, kaset olayının ortaya çıkmasından sonra yaptığı ilk açıklamada (üç gün geçmesine rağmen) CHP Genel Başkanlığı’ndan istifa etmiştir. İşi uzatmamıştır. Oysa Baykal, kaset doğru ya da yanlış içerikli olsun, direnebilirdi ki bunu yapmadı. Kaçınılmaza boyun eğdi.

Karar vermemesinin nedeni

Şimdi en çok tartışılan konu şu: Baykal dönecek mi dönmeyecek mi? Baykal’ın işi uzatması döneceği yolundaki düşünceleri güçlendiriyor. Ancak şunu da görmezden gelemeyiz. Baykal’a rağmen bir kişinin ortaya çıkması parti içinde sıkıntı ve hatta bölünme bile yaratabilir. O halde Baykal’ın bir konsensus araması çok normaldir ve doğrudur. Dönmeyecektir ama partiyi de ayakta tutmak zorundadır.

Yeni aday çıkar

Kurultay’dan önce CHP Genel Başkanlığı için bir isim üzerinde anlaşılacağını tahmin ediyorum. Bu aday kim olursa olsun parti içinde homurdanlamalar olacağı da kesindir. Bazı ayrılıklar da yaşanabilir. Buna karşın CHP’ye gelecek oylar gidenlerden kat kat fazla olacaktır. İktidardan endişe eden çevrelerin yenilenen CHP’ye umutla sarılması kimseyi şaşırtmamalıdır.

Pensilvanya göndermesi

İlk anda da yazmıştım. Baykal’ın istifa konuşmasındaki Pensilvanya göndermesi istifadan bile önemliydi. Pek çok kişi bu göndermeyi farklı biçimlerde yorumladı. CHP’nin laik çizgiden kaydığı kuşkuları bile getirildi. Oysa Türkiye’nin en deneyimli siyasetçisi Baykal’ın istifa anında böyle bir gönderme yapmasının nedeni herhalde çok daha farklıydı.

Erdoğan’ın telaşı

Baykal’ın istifasında hükümeti sorumlu tutması ve “Bunu çıkarın ortaya” demesinden sonra Başbakan Erdoğan çok sert bir açıklama yaptı. Burada en dikkat çekici nokta, Erdoğan’ın ilk defa içinde hakaret geçen bir konuşmayı irticalen yapmaması, kâğıttan okumasıydı. Demek ki hakaret dolu bu konuşma üzerinde çalışılmış ve metin haline getirilmişti.

Öfke neye karşı

Acaba Erdoğan Baykal’ın kaset konusunda hükümeti sorumlu tutmasına mı çok öfkelendi yoksa Pensilvanya göndermesine mi? Bana öyle geliyor ki, Erdoğan hükümetin sorumlu tutulmasından, hiç öfkelenmeden hatta esprili cevaplar vererek sıyrılabilirdi. Ama Erdoğan’ı asıl öfkelendiren ve hakareti yazmaya iten asıl neden Pensilvanya göndermesiydi.

Cemaatin desteği

Baykal madem kendisine moral veren bir mesajdan söz edecekti, Pensilvanya yerine Amerika’da yaşayan bir din adamından ya da direkt Fethullah Gülen’in adından söz edebilirdi. Öyle yapmadı, bilerek “Pensilvanya” dedi. Bu cemaatin olduğu kadar Amerika’nın da AKP’den umudunu kesmeye başladığının bir mesajıydı. Erdoğan ve çekirdek kadrosu bu mesajı alacak kadar akıl ve izan sahibidir.

Cemaat de endişe ediyor

Her ne kadar başta Ergenekon olmak üzere Türkiye’yi sarsan olayları diline doluyorsa, her ne kadar Türkiye’yi uçuruma götürecek anayasa değişikliklerine açık destek veriyorsa da Fethullah Gülen gelinen noktanın kendileri adına da tehlikeli olduğunu görmektedir. Cemaat maddi manevi olarak çok büyümüştür ve bu hızlı büyüme bir anda bitirilme tehlikesini yanında taşımaktadır.

Büyük uzlaşma

Şurası kesindir ki küçük bir dini hareket olarak başlayan Gülen hareketi şu anda milyarlarca dolara hükmeden bir ekonomik yapıya, yüz binleri aşan bir gönüllüler kadrosuna sahiptir. İnançlar konusunda sürdürülen kampanyalar sonunda halkın duygu ve düşünceleri de etkilenmiştir. Bu durumda Cumhuriyet ile yeniden bir uzlaşma sağlanması herkesin yararına olacaktır.

Tayyip Erdoğan da gider

Türkiye’nin kamplaşması, özellikle inananlar-inanmayanlar, Türkler-Kürtler, Müslümanlar-gayrimüslimler gibi ayırımların kimseye yarar sağlamadığının herkes farkında. Bu ayrımı yaratan da bizzat bugünkü iktidardır. O halde ilk seçimlerde Tayyip Erdoğan’ın da gitmesi kaçınılmazdır. Ama bu yapılırken muhalefet liderine de kimse zafer kazandırmak istemez. Yani önce Baykal gider, peşinden de Erdoğan’ı sürükler.

Türkiye rayına oturur

Sıkıntılara rağmen Cumhuriyet rejimi farklı etnik kimlik, ırk, mezhep ve inanç sahipleri arasında bir dengeyi kurmuştu. Küçük bir azınlık hariç dindar kesim laiklikle barışık yaşıyordu, bu dengeler bozuldu. Şimdi Türkiye yeniden kurulurken bu dengeler de yerli yerine oturtulacak ve Türkiye rayına sokulacaktır. Bu hem Türkiye hem de içinde bulunduğumuz ittifaklar için zorunludur.

http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?tarih=11.11.2007&Newsid=305955&Categoryid=4&wid=142







AKP ve Tayyip Erdoğan ABD güdümünde Hafız Esad muhalifliğini en uç noktalarda yaşamaya devam ediyor. Batı dünyası Esad'ı henüz silmiş değil. Esad'lı da bir çözüm bulma umudunu taşıyorlar.
Esad batının çizdiği yoldan gider de, iç savaş durursa, Esad iktidarda kalırsa acaba Türkiye'nin hali ve olur.

Sen adamın ülkesinde çıkan iç savaşı destekle, isyancılara karargah ol, silahlandır. Sonra da "Esad'lı çözüm istemiyoruz" diye dünyaya ilan et...

Tüm bunların yanında Esad iktidarda kalmayı başarırsa Türkiye için sonuçları ne olur hiç düşünen var mı? En uzun sınırımızın olduğu Suriye ile yıllarca PKK ve su meselesi yüzünden gergin olan ilişkiler Hafız Esad'ın ölümünden sonra yumuşamıştı. Oğul Esad'la kurulan iyi siyasi ilişkiler büyük bir ticaret hacmini de beraberinde getirdi. Sınırlar açıldı. Sonra ne oldu? Malum... Esad kalırsa, halen bize sorun olan PKK'nın Suriye'de nasıl palazlanacağını ve bizzat Esad eliyle desteklenip Türkiye'ye nasıl musallat edileceğini varın siz düşünün.

Diğer siyasi, ekonomik ve stratejik kayıpları yazmaya bile gerek görmüyorum.