Articles by "Suriye"
Suriye etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


2012 YILINDA AŞAĞIDAKİ METNİ YAZMIŞTIM.

... AKP ve Tayyip Erdoğan ABD güdümünde Hafız Esad muhalifliğini en uç noktalarda yaşamaya devam ediyor. Batı dünyası Esad'ı henüz silmiş değil. Esad'lı da bir çözüm bulma umudunu taşıyorlar.
Esad batının çizdiği yoldan gider de, iç savaş durursa, Esad iktidarda kalırsa acaba Türkiye'nin hali ve olur.

Sen adamın ülkesinde çıkan iç savaşı destekle, isyancılara karargah ol, silahlandır. Sonra da "Esad'lı çözüm istemiyoruz" diye dünyaya ilan et...

Tüm bunların yanında Esad iktidarda kalmayı başarırsa Türkiye için sonuçları ne olur hiç düşünen var mı? En uzun sınırımızın olduğu Suriye ile yıllarca PKK ve su meselesi yüzünden gergin olan ilişkiler Hafız Esad'ın ölümünden sonra yumuşamıştı. Oğul Esad'la kurulan iyi siyasi ilişkiler büyük bir ticaret hacmini de beraberinde getirdi. Sınırlar açıldı. Sonra ne oldu? Malum... Esad kalırsa, halen bize sorun olan PKK'nın Suriye'de nasıl palazlanacağını ve bizzat Esad eliyle desteklenip Türkiye'ye nasıl musallat edileceğini varın siz düşünün.

Diğer siyasi, ekonomik ve stratejik kayıpları yazmaya bile gerek görmüyorum.

Metnin orijinali:  BEŞAR "ŞAŞAR" AMA YA ŞAŞMAZSA... YA ESAD GİTMEZSE

**********

2017 Yılına gelindiğinde Suriye'de batağa saplanıp, tek başımıza kaldığımızı artık hepimiz görebiliyoruz. Birilerinin gaza getirdiği Recep Tayyip Erdoğan, 'Ortadoğu fatihi' rüyasından geç de olsa uyandı. Lakin Beşar Esad ile tesis ettiği dostluğun geri gelmesi mümkün değil. 

Kaybeden Erdoğan nezdinde Türkiye'dir. 

Rusya ile ABD Türkiye'nin Suriye ile ilgili hiçbir projesine sıcak bakmıyor. 
Operasyona devam eden TSK'nın da nereye kadar devam edeceği tam bir muamma.

Kısaca dolduruşa gelen Erdoğan, Türkiye'yi Ortadoğu'da geri dönüşü oldukça zor bir duruma soktu. 

Mısır, Suriye, Irak tüm Ortadoğu politikalarında sınıfta kaldık. Bölgede tamamen yapayalnız kaldık.




"Religion ist das Opium des Volkes" demiş KARL MARX yani DİN HALKIN AFYONUDUR.
Binlerce yıldır da böyle kullanılmış fırsatçılar-siyasiler-tüccarlar kısaca rant ve güç elde etmek isteyenler tarafından.
Aşağıda sunacağımız iki örnek durumu oldukça iyi açıklayacak cinsten.
Biri Türkiye'den diğeri ise, Avusturya'dan.

Marx'ın bu kuramını tartışmaya açmamakla birlikte, dinin her toplumda suistimal edildiği gerçeğini göz ardı edemeyiz.
Yüzlerce örnek sıralanabilir, fakat ben hemen sıcağı sıcağına iki haberden haberdar etmek istiyorum sizleri.

19 Nisan 2014 tarihli Hürriyet gazetesinde iki haber, dinin nasıl ranta ve kişisel dürtülere alet edildiğini açıkça ortaya koyuyor.

BİRİNCİ HABER: Tuğçe Işınsu: “Türk kadını sevişmeyi bilmiyor”

Haberin başlığı yukarıdaki gibi.
Tuğçe Işınsu kimmiş kısaca habere bakarak anlayalım: “Spritüel yaşam danışmanı, Melek terapisti Tuğçe Işınsu ‘Onu kendine aşık et’ adlı yeni kitabında kadınlara ruh eşini bulma konusunda yol haritası çiziyor”

Tuğçe Işınsu'nun çalışmaları ise şöyle: “Bu konuyla ilgili ilk kitabımı 5 sene önce yazdım; arınma, farkındalık ve kişisel koruyucu meleğimizden yardım alabilme, bununla ilgili sezgilerinizi güdümlendirme ile ilgili. İlk önce teorik bilgileri veriyoruz: arınma nasıl olur, hangi ritüellerde uyumlanırsınız onu gösteriyoruz. Bilinçaltı temizliği yapıyoruz. Çünkü Kişinin korku ve kaygılarından arınmış olması gerekiyor. Sonrasında da bir yaşam amacı belirliyoruz. Ruh eşini bulmak, bereketini artırmak gibi... Sonra evinde melek köşesi ve melek günlüğü oluyor ve konuyla ilgili çalışmaya başlıyor.
Bir yol haritası oluyor. Kişi mucizevi olaylar yaşıyor, ışık çakmaları ve renkler görüyor. Meleklerle ilgili aldığı bilgileri melek günlüğüne yazmasını istiyoruz. Bunu kişisel gelişim defteri gibi düşünün: sekiz ay içinde ne rüyalar görmüş, sezgileri nasıl kuvvetlenmiş bunların günlüğü tutuluyor. Melek köşesi de işin ritüel bölümü. Evin bir köşesinde kartlar, dört elemente dair öğeler oluyor. Özel kristaller koyuyor, orayı evin enerji köşesi haline getiriyoruz.

İnsanları şunlara inandırıyor-empoze ediyor: Kadın erkek ilişkilerinin kötü gitme sebebi olarak: Birincisi; aileden geçer. Sizin hiçbir suçunuz yoktur, büyük büyük babaanneniz zamanında erkeklere kötü davranan birisidir, onun karma kayıtları nesiller boyu gelir, sizin ruhsal hafızanıza sıkışır, o yüzden siz sürekli size haksızlık yapan erkeklere denk gelirsiniz. İkincisi; reenkarnasyon. Ortaçağ’da eşini öldüren bir kadındınız, orada bir karma borcu yarattınız. Bu hayatınızda da sizi öldürmeye teşebbüs eden birine denk gelebilirsiniz. Üçüncüsü; ayrılma teorisi.Doğum anında bizden önce yaşamış kişilerin anılarını çekiyoruz bilgi havuzundan. Mesela 60’lı yıllarda yaşayan bir kadının aşk acısı size doğumda geçebiliyor.

Işınsu'nun kitabında kadınlara tavsiyesi: Kadınların erkekleri etkilemesi ve aşık etmesi için altın öğütler; Masum görünün, NAMAZ KILIN, kamasutra öğrenin.

Kitapta büyü yapma ve büyüden kurtulma yöntemleri de bulunuyor. Dayandığı nokta ise; Hz. Muhammed'e büyü yapılması ve Kur'an-ı Kerim'de büyüden söz edilmesi.

İKİNCİ HABER:İşte o cihadçı kızlar!
Haber spotunda şunlar yazıyor:Avusturya’nın başkenti Viyana’da ailelerine “Suriye’ye gidiyoruz. Cennette buluşuruz” diye bir veda mektubu yazarak cihada giden 15 ve 16 yaşındaki Bosna asıllı Samra ile Sabina adlı iki kız, bir internet sayfasında silahlı fotoğraflarını yayınladı.

Kızlar bir internet sitesinde şunları yazıyor: “Ölümden korkmuyoruz. Ölüm bizim hedefimiz. Allah beni çağırıncaya kadar Viyana’da yaşadım ve ben bu çağrıya uyarak, onur için yola çıktım. Biz sizin tasavvur edemeyeceğiniz kadar iyi evlerde yaşıyoruz. EVLENDİK.Her şey var burada. Biz gururumuzla yaşıyoruz”

Suriye'de onlarca ne idüğü belirsiz grup birbirini boğazlıyor. Binlerce erkek 'cihad' yaptığını düşünüp Suriye'ye savaşmaya gidiyor. Binlerce de paralı asker var. Her dine mensup. Bunların kadın ihtiyacı nasıl karşılanacak. Suriye'deki kadınlar yetersiz kalmış olacak ki, ithal yoluna gidilmiş. Bunlara bir de mut'a nikahı kıydın mı oldu bitti maşallah...

Semavi veya çok tanrılı dinlerin yaşandığı tüm toplumlarda, siyasi yöneticiler, din adamları, din adına halkı inim inim inletmişlerdir. Yüzlerce yıl süren engizisyon karabasanını Avrupa hâlâ unutmuş değil. Sekülerleşmenin tavan yapması bu travmanın etkisi.

MYANMAR VE ARDINDA YATAN GERÇEK

Uzakdoğu'da durum farklı mı?

Elbette hayır.

Meslektaşım ve eski dostum taşbilimci ve gazeteci Dr. Cloud Mazloum'un Burma yani yeni adıyla Myanmar'da yaşadığı ibretlik bir olay Uzakdoğu'da da 'din'in nasıl bir sömürü aracı olarak kullanıldığını gösteriyor bize.

2002 yılında Münih'te tanışmıştım Mazloum'la. Lübnan'da yayınlanan Collection adlı derginin sahibiydi. Aynı zamanda da bir taşbilimciydi Dr. Mazloum. İstanbul'a davet etmiştim. Bir yıl sonra geldi. İstanbul'a ilk gelişi değildi elbette. Topkapı Sarayı'nı gezerken, hazine dairesinde bulunan yakut ve zümrütleri görünce, başından geçen bir olayı anlattı. Kısaca nakledeyim size.

Cloud Mazloum Myanmar'a yaptığı bir gezi sırasında. Bir madeni ziyaret eder. Ülke askeri cuntanın idaresindedir. Taş bilimci bir subay vesilesiyle girdiği madende bir dizi dini ritüele tanık olur. İnanışa göre madene erkeklerin girmesi yasaktır. Sadece kadınlar ve çocuklar çalışmaktadır. Mazloum'un girebilmesi için, dini ritüel gereklidir. Çalışanlar bu madende çıkan altın ve gümüşlerin tanrılarına sunulduğuna inanır. Çalışmaları karşılığında ise günde bir tas pirinç alırlar. Bu insanlar tanrıya ibadet ettiklerine inandırılmışlardır.

Dr. Mazloum'un çok ilginç ve bir o kadar ibret verici hikayesini daha önce yazmıştım. Merak edenler için:  

http://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2012/07/mynmar-ve-ardinda-yatan-gercek.html














Geçen yıl medyada gündeme gelen Suriye tarafından esir düştüğü öne sürülen 49 MİT mensubunun akıbeti hala netlik kazanmış değil. Bugünlerde MİT’çilerin iadesi için pazarlık yapıldığı basında yeniden gündeme geldi. Suriye tarafıyla görüşmelerin sürdüğü ve MİT’çilere karşılık Esad muhalifi bazı komutanların verileceği iddia ediliyor.

Savaş bölgesinde yakalanan istihbaratçılarımızın esir edilmesi Suriye ile aramızda yaşananlardan dolayı normal bir hadise gibi görünse de, geçmişte de benzer bir olay cereyan etmişti. 1996 yılında 54 mit ajanı esir düşmüş, bir kısmı ise Suriyeli yetkililer tarafından PKK’ya teslim edilmişti. Beşinin öldürüldüğü hakkında bilgi alınmış olsa da, diğerlerinin durumu bugüne kadar sırrını korudu.

KÖSTEBEK – JİTEM MİT VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN adlı kitabımdan konuyla ilgili bölümü aşağıda sunuyorum.


**********


Onlar; tam  54 kişiydiler. Vatan görevi için canlarını hiçe saydılar. Suriye’de esir düştüler!

SKANDAL! TÜRKİYE EVLATLALARIMIZI KURTAR

MİT ajanlarımızın beşi PKK kamplarında öldürüldü… ikisi ise  kayıp!..

Kanlı terör örgütü PKK faaliyetleri, GAP-Arayış Projesi için istihbarat toplamak için;  özel eğitilmiş 54 MİT ajanımız ve Türk Silahlı Kuvvetlerimizin 3 istihbarat subayı, 1996 yılının Nisan ayında, bir gece gizlice Suriye’ye girdiler. Ve Suriye istihbarat kuruluşu, El-Muhaberat tarafından düzenlenen bir operasyonla yakalanıp tutuklandılar ve PKK’ya teslim edildiler. PKK kamplarında esir tutulan, görevleri için canlarını hiçe sayan vatan evlatlarımızı bugüne değin kurtaran çıkmadı Neden? Bu acı gerçeğin sorumlusu siyasi otoritedir. Suriye’nin resmi istihbarat birimi “El Muhaberat” Ajanlarımız Lübnan sınırına yakın Baalbek’in küçük bir köyünde hapishane olarak kullanılan binaya kapatıldıktan sonra, kanlı terör örgütü PKK’ya teslim edildi. 

Resmi yazışmalar ne diyor?

Türk Silahla Kuvvetleri’nin istihbarat görevlileri 4 Nisan 1997 tarihli, 11.03.151/135702-4958 sayılı raporlarında şunları dile getiriyorlardı: “Suriye istihbarat servisi tarafından 14 MİT personeli ile 3 Kara Kuvvetleri İstihbarat Personeli’ne gizlice operasyon düzenlendi. Tutuklu Türk istihbarat birimleri Suriye ile Lübnan sınırı arasında bulunan küçük bir yerleşim merkezinde “esir” olarak cezaevine kondukları saptandı. Lübnan’a bağlı bulunan kasaba Baalbek’e bağlı küçük bir köy statüsünde. Suriye istihbarat servisi tarafından 1995 yılında PKK’dan sonra, Türk Halk Kurtuluş Ordusu’ndan, Dev-Genç ve Dev-Sol ile solun diğer fraksiyonları olan DHKP-C’ye tahsis edildiği saptandı.”
11.03.151/b05.10014 sayılı raporda ise; “Suriye istihbarat servisi gizlice Türk istihbarat elemanlarının hücre evlerinin yerlerini saptayıp, PKK’nın da operasyonda yardımcı olduğu saptandı. Alınan cevaplar neticesinde “Muhaberat” tarafından yapılan organizasyonun PKK’nın ve Devrimci Sol örgütlerin girişimiyle gerçekleştiği belirlendi.” Diye, 54 MİT ajanımızın ve 3 istihbarat subayımızın yakalanışları bildiriliyordu… Bu yazışmalar Jandarma Genel komutanlığı İstihbarat Daire Başkanlığı’na iletildi. O günden bugüne değin MİT yalnızca iki istihbarat ajanımızı esaretten kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmayı başarabildi. TSK’nın 3 istihbarat subayı da kurtarıldı. Ancak; görevleri gereği canlarını hiçe sayan MİT ajanlarımızın geri kalanlarının akıbeti meçhul.

İçlerinde ünlü ajanlarımız var

Suriye’ye sızmadan önce Dev-Sol, Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Ekim, SVP, Kurtuluş, Partizan gibi örgütler içinde çalışmalar yapmış olan ajanlarımız ile itiraflarda bulunan Muzaffer Tahta, Zeytinburnu Halkevi’nin saymanı “Çarli”, MİT’in Uluslararası Terörizmle Mücadele Dairesi’nden istihbaratçılarımız kanlı terör örgütü PKK’nın sözde mahkemelerinde yargılandılar. Ve Türkiye’ye karşı “Koz” olarak kullanılmak istendiler. Başarılı olamayınca beşini öldürdüler.

Suriye’de bastırılan sahte Suriye paralarının piyasaya sürme operasyonuna katılmış ajanlarımızdan, 1964 Mardin doğumlu Mahmut Alluş’un yaşadığını ısrarla öne süren Suriye askeri ataşesi, El Halil onun Kıbrıs yoluyla Türkiye’ye ulaşacağını belirtiyorsa da, bugüne değin kendisinden bir haber alınabilmiş değil. Öldürülmüş olma olasılığı giderek kuvvetleniyor.

Suriye  PKK'ya teslim etti

Kanlı terör örgütü PKK’nın eylemlerini, faaliyet girişimlerini, uyuşturucu trafiğini çözüp ülkemiz istihbarat birimlerine bilgi aktaran MİT ajanlarımızın kaldıkları evlere Suriye resmi istihbarat kuruluşu “El Muhaberat” ın terör örgütleriyle el birliği ederek, bir gece gizlice düzenlediği operasyonla tutukladıktan sonra, yataklık ettiği PKK’nın kampına esir bırakmasının ardından yaklaşık iki yıla yakın bir süre geçti.
Bu süre içinde ajanlarımıza sistematik ve programlı biçimde psikolojik işkence uygulanarak dirençleri kırılmaya çalışılmasının yanı sıra, kendi emelleri adına kullanabilmek için her türden “iş birliği” önerildi. Ancak; Suriye istihbaratı girişimlerinin hiçbirinde başarı sağlayamadı. Suriye, diplomasisi GAP’tan salt kendi çıkarları adına yararlanma girişimlerinde de, bir başarı sağlayamadı.
Türkiye’ye karşı koz olarak kullanılmak istenen 54 MİT ajanımız PKK’nın kamplarında esarete mahkum edilerek, her türlü yola başvuruldu. Ancak, başarılı olunamadı. Görevleri için canlarını hiçe sayan ajanlarımızdan beşi bugün yaşamıyor, onları PKK kampında öldürdükleri kesinlik kazanmış durumda. Kalanlardan ikisinin daha öldürülmüş olma olasılıkları çok yüksek. Hayatta kalan 47’si hala PKK kamplarında çok güç koşullara direnç gösteriyor.
Siyasi otorite günü birlik hesaplar içinde, olup biten gerçeklerden habersiz, “Örtülü Ödenek”ten “nemalanma”yı bırakmalı, ülkemiz için canlarını hiçe sayan vatan evlatlarını kurtarma girişimlerini başlatmalıdır.

Siyasi otorite duyarsız

Seçim meydanlarında halkın karşısına geçip nutuklar atan siyasi otoritenin liderlerine soruyoruz: “Suriye istihbarat örgütü “El Muhaberat”ın tuzak kurup gecenin karanlığında tutuklayıp kanlı terör örgütü PKK’ya esir bıraktığı 54 MİT ajanımızdan bugün hayatta kalabilen 47’sinin akıbetleri ne olacak? Bundan iki yıl önceki hükümet mensupları bu gerçek karşısında neler yaptı?
Bugünün hükümeti PKK kamplarında esaret yaşamı sürdüren 47 MİT ajanımız için ne yapmayı düşünüyor? Daha doğru dürüst kaç MİT ajanının iki yıla yakın bir süredir Suriye’de esir düşmüş olduğunu bile bilmeyen siyasi otoriteye esir düşen MİT ajanlarımızın tam sayısını ve isimlerini veriyoruz. Geçmiş dönem hükümetinin başaramadığını ve “es” geçtiğini Mesut Yılmaz hükümetinin çözümlemesi mümkün olacak mı?
STRATEJİ Dergisi, habercilikte ve araştırmacılıkta bir kez daha kusursuzluğunu ortaya koyuyor ve esir düşen 54 MİT ajanımızın isim isim tam listesini açıklıyor.
Suriye resmi istihbarat örgütü “El Muhaberat”ın tutuklayıp PKK’ya esir bıraktığı, her birisi sayısız başarılı operasyonlara katılmış, çok özel eğitim görmüş ve üstlendikleri her görevde canlarını hiçe sayabilmiş,  kahramanlar ve gerçek “şerefliler” in isimlerini ilk kez gün ışığına çıkartıp minnetle anıyoruz. 
“Türkiye Evlatlarımızı Kurtar” diye, haykırıyoruz… onlar; 54 MİT Ajanımız… Vatan için canlarını hiçe saydı.. Suriye’de esir kaldı… içlerinden beşi öldü. Onlar için Allah’dan rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz..

Hayatta kalanların içinden ikisinin öldürülmüş olma olasılığının gerçekleşmemiş olmasını arzuluyoruz. Onlar için; hiç susmayacak ve kurtarılmaları sağlanana değin haykıracağız… Hatırlatırız; bu da, bizlerin vatandaşlık görevidir.  (STRATEJİ/13 Şubat 1998/sayı:4)





 İnsanlar artık birbirine sormaya başladı: “Suriye’den sonra acaba sırada İran’mı var” diye. ABD Suriye’den de önce İran'ı hedef tahtasına oturtmuştu. Kolay lokma olmadığı için etrafından dolaşıp zaman kazanmaya çalışıyor.

Suriye işgaline Rusya ile birlikte göz yumarsa, sıranın kendine geleceğini gayet iyi biliyor İran. Sam amca kafasına koymuş bir kere Türkiye’yi de yanına almış, doludizgin at sürüyor Ortadoğu çöllerinde.

Peki sonra ne olacak? Irak, Suriye’den sonra İran da işgal edilirse, asıl  o zaman sıra kime gelecek. “Bize mi” sorularını duyar gibiyim.
Hani biz eşbaşkan idik. Hani stratejik müttefiktik. Irak ve Suriye işgal edilirken alkış tutup, kendimizi de kahraman ilan ederek; Irak ve Suriye’ye gelen barışdan(!) kendimize pay çıkarmadık mı?

Neden sıra bize gelsin ki?

Muhammed Celaleddin sekiz yüz yıl önce ‘kazın ayağı’nın öyle olmadığını anlatmış kıssadan hisseyle…

**********


SARI ÖKÜZ HİKAYESİ

Otlakların birinde bir öküz sürüsü yaşarmış. Çevredeki aslan sürüsünün de gözü öküzlerdeymiş.
Ancak, öküzler saldırı anında bir araya geldiği zaman, aslanların yapacak bir şeyi kalmazmış. Bu yüzden küçük hayvanlarla beslenmek zorunda kalan aslanlar, iyi beslenememeye başlayınca bir çare düşünmüşler. Topal aslan yanına bir iki aslanı da alarak, beyaz bayrak çekmiş ve öküz sürüsüne yanaşmış.

 "SUÇ HEP O SARI ÖKÜZ''DE..."

 Öküzlerin lideri Boz Öküz ve yanındakilere tatlı dille konuşmaya başlamış:

"Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün buraya sizden özür dilemeye geldik. Biliyorum bugüne kadar sizlere zarar verdik. Ama inanın ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o Sarı Öküz''de. Onun rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Biz de barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz. Sizle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, siz kurtulun, yine barış içinde yaşayalım."

Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve teklifi haklı bularak, Sarı Öküz''ü vermişler aslanlara. Bir tek Benekli Öküz karşı çıkmış ama kimseye derdini anlatamamış.

 "AFERİN SİZİ KUTLARIZ!"

 Bir süre sonra aslanlar yine aynı yöntemle gelip, bu kez Uzun Kuyruk''u istemişler:

"Gördünüz mü ne kadar barış severiz. Sizi de kararınızdan dolayı kutlarız. Ancak, şu sizin Uzun Kuyruk var ya, kuyruğunu salladıkça nereden baksak görünüyor ve aklımızı başımızdan alıyor. Size saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Oysa sizler normal kuyruklusunuz. Verin onu bize, bu konuyu kapatıp, barış içinde yaşamaya devam edelim."

Boz Öküz ve heyeti, Uzun Kuyruk''u teslim etmiş, yine Benekli Öküz karşı çıkmış. Uzun Kuyruk, aslanların pençesi altında can vermiş.

"NEREDE KAYBETTİK BİZ BU SAVAŞI?"

Bu olay sürekli tekrarlanmış, her seferinde farklı bahanelerle. Sonunda öküzler zayıflamış, aslanlar küstahlaşmış. Artık, hiçbir bahane ileri sürmeden, doğrudan müdahale ederek, "Verin bize şunu, yoksa karışmayız" demeye başlamışlar.

Birer birer aslanların pençesinde can verirken, Boz Öküz ve birkaç öküz kalmış geride. İçlerinden biri liderlerine, "Ne oldu bize, nerede kaybettik biz bu savaşı? Oysa, vaktiyle ne kadar güçlüydük" diye sormuş.

Boz Öküz, Benekli Öküz''ün sözlerini hatırlayarak, gözleri nemli "Biz" demiş, "Sarı Öküz''ü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı.."


1984 yılında ilk eylemini yaptığında bir grup eşkıya diye küçümsenen PKK, aradan geçen 28 yıl içinde öyle bir noktaya geldi ki; siyasi bir güç olarak TBMM’de temsil edilir oldu. Elebaşı yakalanmış olmasına ve 13 yıldır tecritte olmasına rağmen, örgütü cezaevinden yönetti. Sonunda devlet, silah bırakması için bizzat örgütle görüştü. Olmadı, olmadı…  28 yıldır milyarlarca dolar terörle mücadeleye ayrıldı. Olmadı.  30 bine yakın sivil-askerin kanı örgütün eline bulaştı. Peki terör neden bitmiyor? PKK nasıl bu kadar büyüdü ve güçlendi? Örgüt neden yok edilmiyor? 90’lı yıllarda Bekaa’ya girilmesi tartışılırken, bugün Kandil dümdüz edilsin deniyor. Ancak sınırlarımız içindeki PKK unsuru bile yok edilmiyor. NEDEN?

Nedenler muhtelif ve dönem dönem değişiyor. 90’larda PKK’nın yok edilmeme sebebi farklıyken, 2012 yılına gelindiğinde sebepler farklılık gösteriyor.    

Evet, yanlış duymadınız; PKK birtakım siyasi, askeri ve ekonomik nedenlerden ötürü yok edilmiyor.
Genelkurmay Başkanı Özel, PKK’nın son Dağlıca baskınından sonra, Kandil’e girebileceklerini, fakat Türk halkının bedel ödemeye hazır olması gerektiğini söyledi. 30 yıldır bedel ödeyen başka bir millet var mı?..

PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti nezdindeki yerini ve konumunu daha iyi anlamak için başbakanın konuşmalarındaki satır aralarına dikkat etmek gerekiyor. 9 Eylül 2012 tarihinde Tayyip Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında Murat karayılan’a hitaben şöyle konuşuyor: “Bugün yine terörist başlarından bir tanesi yine tehdit sallıyor, 'AK Partili milletvekilleri bölgeye giremeyebilirler' AK Parti'nin yöneticileri de milletvekilleri de bu tür kuru tehditlere evvelallah pabuç bırakmayacak ve yola öyle devam edeceklerdir. Yalnız ben şunu hatırlatayım, bu yaptıklarınız hayra alamet değil. Biz şu anda Eyüp sabrındayız. Bir yere kadar sabrederiz ondan sonra şapkaları farklı olarak değişmeye de başlarız. Bunu da çok açık net şekilde söylüyorum.

Bu sözler; ülkesinde 30 yıldır, 30 binden fazla insanı katleden bir terör örgütü için, o ülke başbakanın sarf ettiği sözler.

En başa dönelim…

APOCULAR’DAN PKK’YA…

1976’da Ankara’da küçük bir gruplaşma halindeyken 1978 yılından itibaren Hilvan-Siverek civarında kimi aşiretlerle kendisi dışındaki solcuları ve Kürtleri hedef alan eylemlerle sesini duyurdu. O dönemde Apocular olarak bilinen ve Siverek’teki Bucak aşiretine karşı silahlı eylemlerde, militanların ayaklarına giydiği ayakkabılar nedeniyle “Mekaplılar” diye adlandırılan terörist grup, 17 Kasım 1979’da PKK ismiyle partileşti(!).

12 Eylül döneminde açılan davanın iddianamesinde 12 Eylül 1980’e kadar 213’ü sivil 243 kişiyi öldürdüğü belirtilen PKK örgütü, bu dönemde yakalanmayan kadrolarını Filistin, Lübnan ve Suriye’ye çeken ve daha sonra Kuzey Irak’ta üslenen PKK, ilk büyük eylemini 15 Şubat 1984’de yaptı: Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçesini basan teröristler, karakollara ve askeri lojmanlara saldırdılar. Her iki ilçeyi bir süre kontrol altında tutan örgüt militanları, ilçe meydanından ve cami minaresinden bir süre propaganda yaptı ve daha sonra da Kuzey Irak’a döndükleri bildirildi. Sadece Eruh’ta 1 askerin şehit düştüğü olay, ölü sayısının az olmasına da bakılarak ilk anda çok önemsenmedi. Son birkaç yıldır zaman zaman ve yer yer görülen vur-kaç eylemlerinden biri sanıldı. PKK sonraki her 15 Ağustos’u önceleri “ilk kurşun günü” sonra da “Diriliş Bayramı” olarak yeni eylemlerle kutlama kararı aldı.

ÖZAL’A BASKIN NEDEN HABER VERİLMİYOR?

ANAP hükümetinde Sağlık Bakanı olan Bülent Akarcalı, Turgut Özal’ın ölümüyle ilgili araştırma yapan DDK’na verdiği ifadede, PKK’nın 1984 yılındaki ilk eylemi olan Eruh baskınını, TSK’nın Turgut Özal’a 24 saat önce haber verdiğini açıkladı. Akarcalı bu durumun son derece düşündürücü olduğunu, bugünkü araştırmaların 1984 yılına kadar uzanması gerektiğini söylüyor. Akarcalı DDK’ya son derece önemli ve bir o kadar da dikkat çekici ayrıntılar anlatmış. Bir bölümü şöyle:

“93 yılında yaşanan Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın sıralı ölümlerindeki şüphelerin ortaya çıkarılması için 15 Ağustos 1984 tarihindeki Eruh katliamı ile araştırılmaya başlanması gerekir. 93'deki olayların olduğu dönemi yaşadığımız için çok daha global, kapsayıcı bir analiz yapma imkanına sahip olduğumuza inanıyorum. 1983 sonu büyük bir sürpriz ile Anavatan Partisi iktidara geliyor. 25 Mart 1984'te yerel seçimleri yapıyoruz. Belediyelerin tümü Doğu ve Güneydoğu hariç emekli veya muvazzaf subaylar tarafından yönetiliyordu. Yapılan belediye seçimlerinin büyük çoğunluğunu ANAP kazandı. Bütün adaylarımızı belki de ilk defa olarak mahalli insanlar Kürt'ü, Zaza'sı, Süryani'si, Türk'üm, Arap'ım diyenlerden belirledik. Bu insanlar belediye başkanı ve il genel meclis üyesi oldu. Turgut Bey bu kapsamda bir demokratikleşme hareketini başlattığını söyledi. Parti olarak da bütün çalışmalarımızı bu yönde yaptık. Tam o sırada büyük bir katliam ile karşı karşıya kaldık. Öyle ki, bir cumartesi akşam üstü katliam oluyor biz o sırada Meclis'teyiz. Çok iyi hatırlıyorum. Ben Turgut Bey'i gece saat 01.00'de makam arabasına binmesine eşlik ettim. Ertesi gün bizim o katliamdan haberimiz oldu. Düşünebiliyor musunuz? Silahlı Kuvvetler ülkenin Başbakan'ına katliamı 24 saat sonra bildirdi. Eruh katliamı telsiz ve telefon kayıtlarından ülkenin Başbakanı'na hangi saatte haber verildi, öğrenilsin. Gece 01.00'e kadar haber verilmediğini ben bire bir biliyorum. Bu katliam neden, nasıl olmuş, kimler tarafından yapılmış hiçbir şey bilmiyoruz ki. 93'te yaşanan olayların başlangıcı da bana göre Eruh'tur. Ortada bu işlerin tasarımını yapmış yerli yabancı bir yapılaşma var ise bu yapılaşma Eruh öncesi de vardı. Ortaya çıktı, geri çekildi, tekrar çıktı, geri çekildi. Kimse bu konuların temeline inmek istemiyor. Turgut Bey'in ölümü de bu konuların üzerine gidilerek araştırılmalı.”

 Bu olaydan sonra Başbakan Turgut Özal, ya idrak edemedi veya yanlış bilgilendirildi. Çünkü yaptığı açıklamada, “5-10 eşkıya” tanımlaması yaparak o yıllarda PKK’yı küçümsüyordu. Belki de gereken tedbirler bu nedenle alınmamış olabilir. Ancak Özal sonraki yıllarda PKK’nın ölümcüllüğünü daha iyi anlayacaktı.

OHAL ÇIKMAZI

1990’lı yıllara gelindiğinde PKK artık; köy yakan, otobüs tarayan, askeri konvoylara saldıran, tarihte görülmemiş terör eylemleri gerçekleştirmeye başlamıştı. Olağanüstü Hal Bölgeleri oluşturulmuş, buralara OHAL valileri süper yetkilerle atanmıştı. OHAL de PKK’nın eylemlerini durdurmaya yetmiyordu. Peki nasıl olmuştu da PKK birkaç yılda, 5-10 eşkıyadan,   kurtarılmış bölge ilan eden ağır silahları bulunan, mensuplarının sayısı bile bilinmeyen koca bir bela haline gelmişti.

Valilere terörle mücadele için milyonlarca dolar bütçe ayrılıyordu. Valilerin bu bütçeyi nasıl ve ne şekilde kullandığı ise muamma. Sonraki yıllarda birçok yolsuzluk iddiası ortaya atılmış, valiler suçlanmıştı. Silah alımlarındaki yolsuzluk iddiaları ise ayyuka çıkmıştı. Küçük bir karakol komutanı başçavuş bile puslu havadan yararlanır olmuş, kaçakçılara göz yumup haracını alarak, cebini doldurma yoluna gitmişti. Kaçakçılarla anlaşamayınca da, askerlerine saldırı emri vererek, sınır ihlali yapan kaçakçılarla çatışmaya girip onları yok ederek kahraman bile olmuşlardı.  Birilerinin deyimiyle bölgede, “at izi it izine karışmıştı”

Terörü önlemek için alınan tedbirler sanki tam tersine terörü körüklemek için kullanılıyordu.
Bölgede, gerçekten ne yaşandığını kimse bilmiyordu. Sadece sızan bilgiler bir araya getirilerek, durum değerlendirmesi yapılamaya çalışılıyordu.
Bu arada;
Köy yakma ve cinayetlerin faillerinin PKK’lılar ve askeri otorite tarafından mı yapıldığı tartışmaları artarken, özel timin öldürdüğü terörist başına pirim alması da, bu tür olayların artmasına neden oluyordu.

Sonraki yıllarda bizzat bölgede görev yapanların itirafları da yenir yutulur cinsten değildi.
Silah ve uyuşturucu kaçakçılığını bizzat güvenlik güçleri tarafından yapıldığı, faili meçhullerin ve keyfi işkencelerin uygulandığı ve her türlü yasadışı işlerin bölgede güvenlik güçleri tarafından işlendiği iddialar arasındaydı.

Tüm bu kargaşa OHAL uygulamasını bir çıkmaza sürüklemesine rağmen, bölgede: 1978 yılında sıkıyönetim uygulanmaya başlamış, 1987 yılında ise şekil değiştirerek, OHAL kapsamına alınmıştı. AKP’nin iktidara gelmesiyle ilk icraatlarından biri OHAL’in kaldırılması olmuştu. Tarih 30 Kasım 2002. Bölge 23 yıl olağanüstü bir şekilde yönetildi. OHAL her 4 ayda bir olmak üzere toplam 43 kez uzatıldı.

23 yılda hangi unsurlar OHAL’den yararlanıp siyasi ve şahsi menfaatler elde ettiler araştırıldığında ortaya çıkacaktır. Bu süreçte hangi güçler palazlandı. Kimler yardım etti, dış bağlantılarıyla da araştırılması gerek. Ayrıca bölgedeki dış gelişmeler nasıldı. Suriye ile sürekli yaşanan su ve PKK krizi kimlerin ekmeğine yağ sürüyordu.

ÇOK BİLİNMEYENLİ DENKLEMİN TEK BİLİNENLİ CEVABI: 1993

1993 bazı şeyler için milat oldu. PKK ve Kürt sorununda kesin çözüm dile getirenler ve bunun için gerçekten, ama gerçekten çalışma içinde bulunanlar öldü veya öldürüldü.

Bunlardan ilk kurban ocak ayında öldürülecekti. Uğur Mumcu, bir süredir PKK’nın devlet bağlantısını araştırıyordu. Bunları açıklamak için, birkaç gün sonra TRT’de programa çıkacaktı.  24 Ocak 1993’te aracına bomba konularak suikast kurbanı oldu. 4 yıl sonra suikastı araştırmak için mecliste bir komisyon kuruldu. Komisyon raporunu ilk okuyanlardan biri olarak, her sayfasında başka bir fail gördüm. En sonunda da, alakasız bir şekilde İran menşeli Selam grubuna fatura çıkarıldı ve müebbet yediler.

Çok değil aradan 12 gün geçmişti (5 Şubat). ANAP’ın harika çocuğu Adnan Kahveci tartışmalı bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Kahveci, birçok siyasi otorite tarafından geleceğin ANAP lideri ve başbakan olarak değerlendiriliyordu. Cumhurbaşkanı tarafından verilen talimatla Kürt raporu hazırlamıştı. Ve çevresindekilere bu Kürt sorununu mutlaka çözeceğini söylüyordu.

Tesadüf mü bilinmez ama Adnan Kahveci’nin ölümünden 12 gün (17 Şubat) sonra da Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis uçak kazasında ölecekti. Yine şaibeli bir kaza… Yıllarca davası sürdü.

ABD’den bile inceleme ekibi geldi. Raporlarda uçağın düşmesinin sabotaj yüzünden olacağı iddia edildi. Eşref Bitlis, PKK sorunu için Talabani ve Barzani ile görüşüyor, cumhurbaşkanı Özal ile de sürekli irtibatlı haldeydi.

Türkiye ard arda yaşanan bu ölümlerle sarsılırken, PKK’da boş durmuyor şiddetin dozunu arttırıyordu. Yıl sonuna kadar yaşanacak olaylar, 1993’ü tarihe kara yıl olarak geçirecekti.

Eşref Bitlis’in ölümünden tam 2 ay sonra (17 Nisan) bu defa Kürt meselesinin çözümü için devletin birçok kurumunu harekete geçiren cumhurbaşkanı Turgut Özal, kalp krizinden hayatını kaybedecekti.

Bir kâbus ülkenin üzerine çökmüş ve Kürt sorununu çözmeye yönelik adım atan herkesi yutuyordu. 2012 yılında DDK yaptığı inceleme ve araştırmalar neticesinde Özal’ın öldürülme ihtimalinin büyük olduğu yönünde bilgiler içeren rapor hazırladı.

Ancak olaylar bununla da bitmedi. Tartışmaları bugüne kadar devam eden, Madımak Oteli’nin yakılması, terhis edilen 33 erin şehit edilmesi, Başbağlar katliamı, gibi birçok olay 1993 yılında gerçekleştirildi.

1993 yılı belki de PKK’nın yeniden diriliş yılıydı. Ve varlığını tescil ettirdiği yıl. 93 değerlendirmesi yaparken, şunları göz önünde tutalım: Kahveci’nin ölümünden sonra ANAP’taki durum. Özal’ın ölümüyle kimlerin yolu açıldı. Hangi isimler siyaseten parladı. Uğur Mumcu’nun ölümüyle hangi uluslar arası ilişkiler darbe gördü. Ölümü içeride hangi örgütsel yapılanmaların işine yaradı. Eşref Bitlis’in ölümüyle, TSK içindeki güneydoğu politikası hangi yöne kaydı.

ÖLÜM ÜÇGENİNDE…

Özal’dan boşalan koltuğa başbakan Demirel oturunca başbakanlık makamı da ilk defa bir kadınla tanışıyordu: Tansu Çiller.  Çiller başbakan olduktan birkaç ay sonra, herkesi şaşırtarak kürt meselesinin çözümü için Bask modelinden söz etti. Başta Demirel olmak üzere büyük tepki gördükten sonra, “terör ya bitecek, ya bitecek” diye tarihi sözünü etti. Ancak ortalığı sarsacak açıklama daha sonra geldi.

Çiller, “Teröre destek veren 60 işadamının elimizde listesi var” dediğinde ise ortalık toz duman olacaktı. Listede ismi olduğu iddia edilen bazı işadamları Düzce-Sapanca-Hendek ölüm üçgeninde cesetleri bulundu. Bazıları ise milyonlarca dolar haraç ödeyerek canlarını kurtardı.
Bu haraçlar hangi yetkililere ödendi?  



ÖCALAN YAKALANDI AMA… ERGENEKON İLE EŞZAMANLI UYANIŞ

ABD Türkiye’ye büyük bir sürpriz yaparak Abdullah Öcalan’ı kucağına attı. 1999 yılında bir dizi seyahatten sonra PKK lideri Abdullah Öcalan, Türk yetkililere teslim edildi. Yıllardır yok etmeye çalıştığı örgütün liderinin kucağında oturduğunu gören Türkiye başlangıçta ne yapacağını bilemedi. Kısa bir debelenmeden sonra hemen kendine geldi. 3 ayda hazırlanan jet iddianameyle Apo yargılandı. İdama mahkûm edildi. Edildi edilmesine ama asılmadı. Dönemin başbakan yardımcısı MHP lideri Devlet Bahçeli yıllar sonra itiraf etti. “Siz olsaydınız siz de asamazdınız.” ABD ve batı baskısına işaret etti.

Apo için Marmara Denizi’nin ortasında bir ada tahsis edildi. İmralı. Adaya geliş gidiş kontrollü. Avukatlar, akrabaların görüşmesi izne bağlı. Tam bir tecrit. Ne hikmetse-dünyada bir örneği yok-Apo PKK’yı İmralı’dan yönetmeye başladı.

Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgüt, adeta uykuya daldı. Bizimkilerde “örgüt bitti” sanarak,  rehavet had safhaya tırmandı ve PKK ile ilgili kimse parmağını kıpırdatmadı. Taa ki, 2007 yılında tarihin en girift operasyonu başlayana kadar. Ergenekon. 2008 yılında ilk Ergenekon davası başladığından, sonra PKK’da yavaş yavaş gözlerini ovuşturmaya başlamıştı. Kanlı örgüt kış uykusundan uyanıyordu. 2012 yılına gelindiğinde ise, neredeyse her gün bir eylem haberi alıyoruz. Her gün şehit haberleri yürekleri dağlıyor.

Yaklaşık 3 yıl önce Ergenekon’dan tutuklanan ve daha sonra serbest bırakılan Aydınlık grubunun önde gelen bir ismiyle görüşmüştüm. Bana önümüzdeki dönemde büyük eylemlerin olacağını söylemişti. Ben bunu Ergenekon operasyonuna yönelik protestolar olarak algılamıştım o zaman.



 KANDİL’E NEDEN GİRİLMİYOR

1990’lı yıllarda PKK Suriye’de bulunan Bekaa Vadisi’nde konuşlanıyordu. Bekaa’ya harekât zaman zaman dile getirilir, sonra da siyasiler, stratejistler, yapılacak bir harekâtın problemlerinden günlerce bahsederlerdi. Baba Esad burnundan kıl aldırmaz. Bizi her zaman PKK’yla tehdit ederdi. Gün oldu, devran döndü. Baba öldü, yerine oğlu geçti. Apo yakalandı. Suriye ile ilişkiler düzeldi. Ama PKK kuş oldu. Kandil’e uçtu. Bu defa da, Kandil harekâtı konuşuldu. PKK’nın azdığı dönemlerde Kandil bombalandı bile. Fakat günler öncesinden başlayan, “Kandil bombalansın” veya siyasilerin “Kandil’e hava harekâtı yapabiliriz” açıklamalarından örgüt tüyoyu kapmış kampı boşaltmıştı. Biz de TV’de Genelkurmayın dağıttığı görüntüleri, örgütün işinin bittiğini düşünerek, gerile gerile izledik. Böyle birkaç hava harekâtı yapıldı. Sonuç ortada.

Geçmişte boş kampları bombalayan TSK, PKK’nın her gün can almasına seyirci(!) kalamazdı. Örgütün 19 Haziran’da yaptığı Dağlıca baskınında 8 askeri şehit etmesinden sonra, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in Kandil’e operasyon yaparız ama şartlara bağlı açıklaması gündeme bomba gibi düştü.

Özel’in, şartlarından biri Türk milletinin kayıplara hazır olmasıydı. 30 yıldır, 30 bin insanını kaybeden bir milletten istediği şey buydu. Sayın genelkurmay başkanının…

Röportaj yapmak için gazetecilerin elini kolunu sallaya sallaya gittiği Kandil, dünyanın en iyi orduları arasında sayılan Türk Ordusu için ‘Kaf Dağı’ydı. 30 yıldır terörle mücadeleye ve silah alımına ve TSK’ya ayrılan bütçelerin, kaç tane Türkiye doyuracağını varın siz hesap edin. 25 yıl boyunca bütçeden en büyük payı alan TSK, aynı zamanda denetime de kapalı olan TSK, bugüne kadar Kandil’e girmeyi neden talep etmedi.

Yıllardır MGK kararlarıyla hükümetlere istediği her şeyi yaptırma kabiliyeti olan TSK, neden terörü kaynağında yok etmeyi düşünmedi? Bu nedenleri çoğaltarak kendinize sormaya devam edin.



MEDYA YALANA ORTAK

1990’lı yıllarda büyük PKK eylemlerinden sonra, büyük operasyon düzenleyen TSK’dan zaman zaman şu haberi alıyorduk: “500 PKK’lı ablukaya alındı” “200 PKK’lı bilmem ne mevkiinde sıkıştırıldı.” Hatırladınız mı?...

Bu haberlerle şehitlerine ağlayan halkın yüreğine su serpilirdi. Aradan günler geçer, sıkıştırılan PKK’lıların yok edildiği veya teslim olduğu haberi gelmezdi. Hiçbir siyasi veya televizyoncu-gazeteci-yazar veya soruşturmacı televizyon gazetecileri, “Ablukadaki teröristlere ne oldu, operasyonun bilançosu nedir” diye sormazdı.

O günleri unuttuk ama medyamız sağ olsun yine hatırlattı bize.

19 Haziran Dağlıca eyleminden sonra, eyleme katılan 300 PKK’lının ablukaya alındığı haberleri yine TV ve gazetelerimizin başköşesini süsledi. Aradan 8 gün geçmiş nedir operasyonun bilançosu. Gen. Kur. açıklamış, 28 terörist öldürüldü diye. Dünyanın en büyük operasyonel güçlerinden bir olan Türk ordusu 300 kişiden 28’ini etkisiz hale getirebilmiş, diğerleri de kaçmış.

Şayet bu durum gerçekse, genelkurmay başkanı haklıdır. Kandil operasyonunda büyük kayıplar değil, birliği orada bırakıp geliriz. Burada da gıyabi cenaze namazı kılarız.

Ne var ki, durumun taktik olduğunu düşünüp içimi rahatlatıyorum. Zira TSK, PKK’yı özellikle bitirmiyor.

 PKK’NIN BİTMEMESİNİN EKONOMİK VE ASKERİ YÖNÜ

Askerlik görevimi ifâ ettiğim birlikte özel harpçi bir başçavuş vardı. Deli bozuğun biriydi ama mert, delikanlı biriydi. Nöbetçi olduğu geceler anılarını dinlerdim. Gazeteci olduğumu bildiği halde anlatırdı, bana güvenirdi.

Güneydoğu’daki olaylarla ilgili sorularımı cevaplardı. Bana bir gün dedi ki: “Bunların hepsi fasa fiso, PKK istense 1 haftada yok edilir. Şimdi olaya daha yukarıdan bak. Askeri bir değerlendirme yapalım. Avrupa ülkelerini düşün, orduları en son ne zaman savaştı. Sanırım en son ikinci dünya savaşında. Dünyada sürekli savaşan kaç ordu var. ABD, İsrail ve Türkiye. ABD dünyanın her yerinde istediğinde savaşabiliyor. Bazen İngiltere’de peşine takılıp, bazı bölgelerde savaşıyor. İsrail zaten malum: Filistin. Türk ordusu 20 yıldır savaşta PKK ile. Bunun getirdiği üstünlüğü bir düşünsene. Hangi ülkeyle savaşsak köklerini kazırız. Yıllardır PKK ile savaşta Türk ordusunun geliştirdiği savaş teknikleri var. Bunları sadece tatbikatlarda denemiyor, PKK üzerinde uyguluyor. Aldığı silahları PKK üzerinde deniyor. Çatışmalarda askerinin becerisini görüyor. Sonuçları analiz ediyor. Ülke olarak mali açıdan pahalıya patlıyor. Bir de ölen askerler var. Ama savaşta olur böyle şeyler. Fakat bizde sağladığı üstünlük hiçbir şeye değişilmez. Tüm dünya biliyor bunu.”

Yorumu size bırakıyorum.

Ekonomik yönü ise, geçici köy korucularıdır (GKK). Türkiye’de 57 bin köy korucusu bulunuyor.  Bu rakamın 77 binlere kadar çıktığı dönemler olmuştur. Yine dikkat çekici bir unsur: PKK’nın ilk eyleminden 1 yıl sonra 26 Mart 1985 GKK, muhtarlık kanununda yapılan değişiklikle vücuda getirilmiştir.

Bölgede işsizliğin had safhada olması, teşviklere rağmen bölgeye yatırım gitmemesi, GKK’luğu cazip bir istihdam olarak karşımıza çıkarıyor. Devletin binlerce kişiye iş sağlama olanağı. İstihdamın adının ‘geçici’ olması, fakat 27 yıldır da ‘geçmemesi’ manidardır.

Korucunun varlığının teröre bağlı olması ardında birçok sorunu getirmiştir. GKK öncelikle terör bittiğinde işsiz kalacağını çok iyi bilmektedir. İşte bu içgüdüyle zaman zaman PKK tarafında yer almış. Zaman zaman kaçakçılık yapmış. Zaman zaman ise faili meçhul cinayetlere karışmıştır.
İdari bakımdan kaymakamların, mesleki bakımdan ise jandarma bölük komutanının emir ve komutası altında olan GKK, hakkında TBMM Faili Meçhul Siyasi Cinayetler Araştırma Komisyonu raporunda şunlar yazıyor:
“Çoğu kez hem devletten maaşlarını almışlar, hem de terör örgütüne -kimi zaman korkudan, kimi zaman isteyerek- yardım ve yataklık yapmışlardır. Bazıları ise korucu kimliği ile silah, uyuşturucu vb. kaçakçılığı yapmışlardır. İşledikleri fiiller yüzünden mahkemece aranan korucular, maaşlarını düzenli olarak aldıkları halde yakalanamamışlardır. 1985 yılında başlatılan Koruculuk uygulamasında 1997 yılına dek geçen süre içerisinde 23 bin 817 geçici köy korucusu görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu korucuların 20 bin 319’unun görevi ihmal suçunu işlediği açıklanmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre, koruculuk uygulamasının başlatıldığı tarihten günümüze kadar geçen süre içerisinde, 2 bin 402 korucu terör suçlarına karışmış, 936 korucu hakkında mala karşı işlenen suçlardan, 1234 korucu hakkında şahsa karşı işlenen suçlardan, 428 korucu hakkında da kaçakçılık suçundan işlem yapılmıştır.”

Nasıl buldunuz raporda yazanları.

Devlet kendi eliyle terör yaratmakta çok marifetli görünüyor.

PKK’nın zuhurundan sadece 1 yıl sonra, GKK’ların oluşturulması, kafalarda pek çok soruyu gündeme getiriyor. 800 bin olduğu açıklansa da, 1 milyondan fazla asker olduğu söylenen TSK, ülke içinde terörü engelleyemeyecekse, o takdirde polis engellesin. O da olmuyorsa bunları lav edelim başka örgütlenmelere gidelim. Yeniçeri Ocağı iş görmediğinde, Nizam-ı Cedid’in kurulması gibi. Ne gerekiyorsa yapalım. Yeter ki, terör belasından kurtaracak siyasi ve askeri ferasete sahip olsun.



PKK'nın ilk eyleminden bu yana, ülkeyi yönetenlerin; selefin halefe bıraktığı miras, özlü söz de bu olsa gerek: "BIÇAK KEMİĞE DAYANDI"
28 yıllık takvim içinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin PKK politikasını anlamak bakımından son derece manidar bir "politik söz"...

  

AKP ve Tayyip Erdoğan ABD güdümünde Hafız Esad muhalifliğini en uç noktalarda yaşamaya devam ediyor. Batı dünyası Esad'ı henüz silmiş değil. Esad'lı da bir çözüm bulma umudunu taşıyorlar.
Esad batının çizdiği yoldan gider de, iç savaş durursa, Esad iktidarda kalırsa acaba Türkiye'nin hali ve olur.

Sen adamın ülkesinde çıkan iç savaşı destekle, isyancılara karargah ol, silahlandır. Sonra da "Esad'lı çözüm istemiyoruz" diye dünyaya ilan et...

Tüm bunların yanında Esad iktidarda kalmayı başarırsa Türkiye için sonuçları ne olur hiç düşünen var mı? En uzun sınırımızın olduğu Suriye ile yıllarca PKK ve su meselesi yüzünden gergin olan ilişkiler Hafız Esad'ın ölümünden sonra yumuşamıştı. Oğul Esad'la kurulan iyi siyasi ilişkiler büyük bir ticaret hacmini de beraberinde getirdi. Sınırlar açıldı. Sonra ne oldu? Malum... Esad kalırsa, halen bize sorun olan PKK'nın Suriye'de nasıl palazlanacağını ve bizzat Esad eliyle desteklenip Türkiye'ye nasıl musallat edileceğini varın siz düşünün.

Diğer siyasi, ekonomik ve stratejik kayıpları yazmaya bile gerek görmüyorum.