Articles by "Ortadoğu"
Ortadoğu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Terör örgütleriyle haşr içinde olmaya alışan devletimiz, PKK'dan sonra İmam Rıza'nın Ziyaretçileri Örgütü ile anlaşarak(!) Türk pilotlarını kurtardı.

Birkaç yıl önce başlayan önce gizli sonra aşikâr devam eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin PKK ile görüşmeleri sürüyor. Önce başbakan, “PKK ile görüşmüyoruz ispatlamayan şerefsizdir” dedi. Ardından, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, Öcalan ve PKK’nın Avrupa temsilcileriyle kendi izni ve onayıyla görüştüğünü açıkladı. Sonra zaten görüşme trafiğini basından takip eder duruma geldik.

O dönemde PKK terör olaylarında zirve yapmıştı. Sonra “analar ağlamasın” edebiyatı için, müteşekkil gruplar Türkiye'yi gezdi. Devletin PKK'yla görüşme zemininin meşrulaşmasına çabaladı. Medya da dünden gönüllü olacak ki, vazifesini çok iyi yaptı. Koca koca köşe yazarları, PKK ile görüşmelerin lüzumundan söz etti.

Herkes alkış tuttu anlayacağınız.

Davullu zurnalı heyetler PKK'yı dağdan ovaya indirdi.

Dağlarda bir bayram havası...

PKK çekiliyor...

İşgal altından kurtulmanın sevincini, PKK'nın çiçekli yaylalardan geçerken çekilmiş görüntüler eşliğinde taa yüreğimizde hissettik.

Derken, PKK ve meclisteki kolu BDP, hükümeti verdiği sözü tutmamakla, kürt sorununa gerçekçi çözümler yerine oyalama taktiği uygulamakla suçlamaya başladı.

Biz davul zurna ile PKK'nın silah bırakma kutlamalarına devam ederken, başbakan bombayı patlattı:

“PKK'nın sadece yüzde 15'i çekildi. Bunlar da kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan oluşuyor”

Aha gördün mü düğün bayramı...

Neyse, lafı çok uzatmayalım. Geçenlerde de PKK'nın lider kadrosundan Cemil Bayık, bir tehdit savurdu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne:

“Sürecin sonuna gelindi. Ya Kürt hareketiyle derin ve anlamlı müzakereleri kabul ederler ya da Türkiye'de iç savaş çıkar”

Zaten çekilmeyen PKK, bir de tehdit ediyor.

Terör örgütü ile anlaşma yapmak, yılanla çuvala girmek gibidir.

30 yıldır terörün dibine kibrit suyu dökemeyen, terörden rantlanan bürokratını, siyasetçisini yargı karşısına çıkaramayan, uyguladığı askeri yöntemlerin başarısız olmasından ordusuna hesap soramayan bir devletin terörün elinde oyuncak olması kaçınılmazdır.

EL-KAİDE İLE DANS

Öteden beri Türkiye'de bir kesim IŞİD gibi örgütlere sempati ile bakıyor. Bunların cihad yaptığına canı gönülden inananlar bile var. Bin Ladin'i CIA'nın eğitmesi bile önemsiz onlar için. Bin Ladin sayesinde ABD öncülüğünde batının boynumuza taktığı “İslami terör” yaftası ise cabası.

30 yılık musallattan kurtulamayan Türkiye bir de Arap ağabeyliğine soyununca, IŞİD ile iş tutmaya da başlamıştı. Fakat bu işler çatapat patlatmaya benzemiyor.

Suriye'de kimin eli kimin cebinde belli değil iken, Türkiye Esad'a muhalif kim varsa, hepsiyle flört etmeye başladı.

Suriye meselesinde ABD iki ileri bir geri yaparken, en sonunda direksiyonu yüz seksen derece kırınca, turnusol kağıdındaki baz gibi açıkta kaldık.

Sam amcanın bu siyaset değişikliği bizi sudan çıkmış balığa çevirince, IŞİD ilişkilerinde şaşaladık. Türkiye üzerinden Suriye'ye geçen IŞİD militanları, burada herkesle top yekün savaşa başladı. Şimdi ise Türkiye dahil, Özgür Suriye Ordusu ve Suriye'deki tüm unsurları batı ile işbirliği yaptıkları için kâfir ilan etti. IŞİD Türkiye'yi Öncüpınar Sınır Kapısı'nı açmadığı takdirde, büyük şehirlerinde terör eylemi gerçekleştirmekle tehdit etti.

Türkiye ABD'nin gazıyla bulaştığı Suriye belasında, tek başına kaldı. Batı zaten Esad'a karşı her zaman daha yakındı ABD'den.
Özgür Suriye Ordusu dahil Suriye içinde birbirleriyle ve Esad güçleriyle savaşan PKK'nın kolları da dahil en az bir düzine grup var. Bu kaosta akıl tutulması yaşayan Türkiye ne tarafa döneceğini klavuzunu da yitirince iyice şaşırdı.

BÖLGEDEKİ ÖRGÜTLERİN AĞIRLIĞI

İşin başından bu yana Hizbullah, Lübnan'ın Suriye sınırındaki bölgelerde Esad'ın ordusuyla birlikte muhaliflere karşı savaşıyor. Hizbullah demek İran demek bunu herkes biliyor zaten. Ortadoğu'da böylesine karmaşık ilişkilerin sürdüğü bir mecrada, Türkiye'nin yolunu bulması elbette imkansız.

Neden?

Neden olacak. Kendi dış politikamız olmadığı için.

Davutoğlu ve Tayyip Erdoğan'ın afra tafralarına rağmen hâlâ yok. Özellikle Ortadoğu'da yakın gelecekte olamayacak da...

İsrail'le savaştığı için Hizbullah'ı da bağrımıza basmıştık.

Çok iyi tahliller ve uzun vadeli tutarlı bir dış politikamız bulunmadığı için ve hatta başbakanın, dışişleri bakanı dahil etrafında yarım düzine Ortadoğu uzmanı bulunduğu halde Suriye batağında gırtlağa kadar battık. Davutoğlu'nun bölge politikalarının yanında Erdoğan'ın bir başka Ortadoğu danışmanı olan Sefer Turan ise İran ağırlıklı bir politikadan yana.

Uzun zaman önce bir gazetede mesai arkadaşlığı yaptığım Sefer Turan El-Ezher mezunu olmakla beraber caferi mezhebine mensup. Çalıştığımız gazetenin patronu da caferi idi. Gazetenin yayın politikasının İran merkezli olmasını yadırgamayacaksınız.

Konuyu biraz saptırmış olacağım belki ama size biraz o dönemden kısaca bahsedersem, “Türkiye'nin Ortadoğu politikalarını kimler şekillendiriyor?” Sorusuna biraz olsun cevap bulmuş olacaksınız.
Çalıştığım gazetenin adı Selam. Haber merkezi muhabiri olmakla beraber o gün izinli olan editörün yerine bakıyordum aynı zamanda. Bazı sayfaları hazırlıyordum. Gazete çalışanları, büyük çoğunlukla caferi, olmayanların büyük çoğunluğu ise PKK sempatizanıydı. Bunların dışında ise ben dahil iki veya üç ya vardık ya da yok. Her gün gündem toplantısında, türlü kepazelik yaşanırdı. “Türk Milli Futbol Takımı'na” “Milli desek mi” “demesek mi” diye tartışmak bunlardan sadece biriydi. Gazete haberlerinde PKK'ya “terör örgütü” dememek, teröriste “gerilla” demek olağandı. Bir de çatışmada hayatını kaybeden Türk askerine “şehid” dememek...

Bu atmosferde 5-6 ay çalışmak zorunda kalmıştım. Sefer Turan gazetenin haber müdürüydü. Benim bu olanlar karşısındaki tavrımı bildiği için, hazırladığım haberlerde bana sürekli zorluk çıkarırdı. Bir gün editörlüğünü yaptığım bir sayfadaki haberde, PKK ile gerçekleşen çatışmada ölen askerler için “şehid” ibaresini kullanınca kıyamet koptu. Ertesi gün iki PKK'lı gazeteye geldi ve bu haberin nasıl yayınlandığını sordular. Top kucağımda kaldı tabii. Gazetede PKK ile olan mücadeleme burada girmeyeceğim. Konu çok dağılacak.

Malumunuz daha sonra Selam Grubu diye adlandırılacak ve Uğur Mumcu suikastınden hüküm giyecekler bu gazetede çalışanlardı. Fakat içlerinde Sefer Turan herhangi bir suçlamaya maruz kalmadı. Ayrıca Rusya, Çeçenistan ve Balkanlar'da çeşitli faaliyetler yürüten gazetenin yazı işleri müdürlüğünü yapan MAT de Mumcu suikastınden yırtmıştı. “Onun için MİT adına çalışıyor, yoksa Rusya'da yakalanırdı” diye söylentiler vardı.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Ortadoğu ziyaretleri sırasında yanından eksik etmediği aynı zamanda TRT Arapça'nın da başında olan Sefer Turan, başbakanlık Ortadoğu danışmanı olarak görev yaparak, Türkiye'nin Ortadoğu politikalarında etken bir isim olarak karşımıza çıkıyor.

Tekrar başa dönelim Hizbullah İsrail'le savaştığı için hükümet ve birçok kesim tarafından benimsenen bir örgüt, Lübnan'daki siyasi ve askeri gücü de malum.

Türkiye ne zaman BOP adına Ortadoğu'da sahneye indi o vakit, Hizbullah Türkiye ile olan münasebetlerini yeniden gözden geçirmeye başladı. Hele ki Suriye'de Esad'ı devirmeye yönelik çalışmalarımız Hizbullah'ın hedefi haline getirdi bizi. Öte yandan örgütün Esad ittifakı İran muvacehesinde daha da güçlendi.
Geçmişte Hizbullah ve El-Kaide'yle çeşitli biçimlerde ilişkisi olan Türkiye'nin Ortadoğu politikalarını oluşturanlar, ne yapacağını şaşırdı. Politika belirleyici arkadaşların her biri kendine yakın hissettiği(!) ülkeye/örgüte yaklaştırmak istedi bizi.

Bu nedenle Mısır, Irak, Suriye, İran ve hatta Filistin politikaları bile çıkmaza girdi.
Tayyip Erdoğan Ortadoğu'nun “abisi” olma hayallerinden erken uyanmak zorunda kaldı.
Bölgede Hizbullah, Hamas, El-Fetih, El-Kaide ve kürt örgütleri uzun yıllar hüküm sürüyor. Hepsinin askeri, siyasi ve sosyolojik alt yapıları mevcut. Hâl böyleyken; Ortadoğu'da Türkiye'nin bırakın oyun kuruculuğu, söz sahibi olmayı arzulaması, meyhanede rakı içen birinin duvarda asılı Pirelli takvimindeki çıplak mankeni arzulaması gibidir.

GAZOZUNA İLAÇ KATILAN PARTNER

Ağustos ayında Lübnan'da kaçırılan iki pilotumuzu başarılı bir operasyonla kurtardık.
MİT desteğinde Bordo Bereli bir ekip İmam Rıza'nın Ziyaretçileri Örgütü'nün karargâhına düzenlediği bir operasyonla pilotlarımızı kurtardı.

Millet olarak böyle bir operasyona hayır demezdik. Ama olmadı.

Ortadoğu'da“bakire kız” yerine, “yağız atlı süvari” olarak at koşturacaksan; bu operasyon iyi bir başlangıç olurdu. Ama olmadı.

Son günlerde MİT ve Hakan Fidan'ın başarısı konuşulurken; örtülü ödenekten teröristlere 150 milyon dolar fidye parası vermek yerine pilotları askeri bir operasyonla kurtarmak, bölgede MİT'in arz-ı endam ederek gövde gösterisinde bulunması bakımından iyi olurdu. Ama olmadı.

MİT'in istihbaratıyla Lübnan'a yıldırım operasyonu düzenlenip pilotlar kurtarılsa; Bordo Bereliler'in büyük başarısı olarak tarihe geçer, PKK'yı 30 yılda bitiremeyen TSK'nın kötü sicilini temizlemesi bakımından harika olurdu. Ama olmadı.

Örtülü ödenekten 150 milyon dolar fidye parası verildiği söylenirken, başbakanın Büyük İskender edasıyla pilotları karşılamaya havaalanına gitmesi de ayrı bir fiyaskoydu.

Suriye konusunda ABD'nin Türkiye'yi ortada bırakması, İran'ın her dönem yanar döner tavrı, müstemleke Irak Valisi Talabani'nin bile Türkiye'yi bir yerine takmaması, Türkiye'nin hiçbir konuda Hizbullah, Hamas, El Fetih'e nüfuz edememesi, Mısır'da ise esamesinin okunmaması; Ortadoğu liyakatındaki derecemizi gösteriyor.

Türkiye'nin Ortadoğu sahnesinde alacağı rol; Nuri Alço ve Coşkun'un partneri, gazozuna ilaç katılan Ahu Tuğba veya Şehnaz Dilan'dan farklı olmayacağı aşikâr...

25 Ekim 2013


Bir süredir uyuyamıyordu. Yine öyle bir geceydi. Tonton, komodinin üzerinde duran gözlüğünü almak için hafifçe eğildi. Gözlüğünü takarken, aynı zamanda yataktan doğrularak kalktı. Eşi Semra uyanmasın diye sessizce kapıyı açıp koridora süzüldü.
Çok geçmeden, köşkün tüm ışıkları yanmaya başladı. Başkentin burun düşüren ayazında, uşak, danışman, özel kalem kim varsa herkes seferber olmuştu.
Tonton çalışma odasında Ortadoğu haritasının üzerinde, tarihçi Ahmet Akgündüz’e sorular yağdırıyor. Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ve bizim için dayanak noktalarını öğreniyordu.

1990 kışında Cumhurbaşkanlığı köşkünde yaşananlar, üç aşağı beş yukarı böyleydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD’nin Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldıracağını biliyor, Türkiye’nin bu savaştan nasıl kârlı çıkacağının hesaplarını yapıyordu.
“Bir koyup üç almak” ağızlarda pelesenk olmuştu o dönem. Ama sonuç hüsran oldu. Bırakın üç almayı üçün birini bile alamadığımız gibi Irak’a uyguladığımız ambargo nedeniyle 36 milyar dolarlık bir kaybımız oluştu. Bunu da ABD’den tazmin edemedik.

Mevzu kapandı gitti. Aradan 22 yıl geçti. Bugün yeniden “Özal’ın Rüyası”nı görmeye başladık. Ortadoğu ağzımızı sulandırır oldu yine. Acaba bu defa ne koyup ne ala(maya)cağız merak ediyorum.

**********

Özal’ın rüyası dedik ama bu defa oyun daha büyük, tüm Ortadoğu’da bir hükümranlık iddiası mevcut. Bir “AKP Rüyası” yani.

Siyaset bilimcilerin ve dış politika uzmanlarının kahır ekseriyetle birleştikleri noktayı iyi biliyoruz: “Güçlü dış politika için, güçlü devlet olmak gerek” derler her zaman. Türkiye de güçlü devlet olmak için, AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana bir takım adımlar atıyor dış politika meselesinde.

Çook uzun yıllardır, uluslararası arenada “güçlülük” adına pek de varlık gösteremeyen Türkiye, başbakan Tayip Erdoğan’ın girişimleriyle bir noktaya doğru ilerleme kaydetti. Yaptığı ani çıkışlar ve fevri davranışlar, tüm dünyanın dikkatini Türkiye’nin üzerinde toplanmasına sebep oldu.

Reklâmın iyisi kötüsü olmazmış derler.

İşin reklâm boyutunun yanında bize maliyeti ve geri dönüşümü de önemli tabi.

Türkiye’nin dünya ölçeğindeki güç gösterisinin, muhatapları tarafından algılanma şekli ve geri dönüşleri, bizim büyük ve güçlü devlet göstergemiz olsun.
Bu bakış açısıyla AKP’nin izlediği Ortadoğu politikasına kuş uçuşu bir seyahat edelim.

Bu seyahatin üç ana durağı var. Türkiye’nin son 10 yılındaki Ortadoğu politikalarında Türk halkının da yüreğini sızlatan bu üç yol ayrımı, üç kırılma noktasını: 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak’ta Türk subaylarının başına çuval geçirilmesi, 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara Baskını ve 22 Haziran 2012 tarihinde Türk savaş uçağının düşürülmesi, oluşturuyor.


**********
AKP’nin ABD icazetiyle kurulduğu ve iktidara taşındığı malumun ilanı. 2001 yılında kurulan parti, kendi ifadeleriyle “muhafazakâr demokrat” yapısı içinde siyaset yapıyor. George Walker Bush’un 2000 yılında başkan seçilmesiyle, ABD’de de neo-liberaller yeni bir döneme girmişlerdi. Neo-liberallerin büyük çoğunluğunu eski solcular oluşturuyor. Bir kısmını ise muhafazakâr Hıristiyanlar. AKP’ye ve bugünkü kabuk değiştiren Türkiye  yapısına baktığımızda; eski solcular kendilerine kapitalist dememek için, “liberal demokrat” demektedirler. ABD’deki neo-liberaller ile Türkiye’deki muhafazakâr demokratlar ve liberal demokratlar aynı tastan su içmektedir. Dünya ticaretine açık bir Türkiye yaratan bu “demokrat” tayfa, ABD’nin Ortadoğu politikalarının eş güdümüdür.

11 Eylül’den sonra Irak’a saldırı için geri sayımı başlatan ABD, çiçeği burnunda AKP hükümetinden, istekte bulunur: Türkiye üzerinden Irak’a girmek çok daha kolay ve maliyeti düşük olacağından, AKP hükümeti aceleyle, meclise getirdiği fezlekeyle bunu sağlamak için girişimde bulunur. Fezlekenin geçip, topraklarımızı ABD ordusuna açacağımıza AKP emindir. Fakat kendi vekillerinden dahi evet oyu alamaz. 1 Mart 2003’te TBMM’de oylanan fezleke meclisten geçemez.

Aylar öncesinden hazırlıklarını bu yönde yapan ABD dumura uğrar. Mersin Limanı’na kadar gelen ABD gemileri geri döner. İktidar olması için uluslararası arenada her türlü desteği verdiği AKP başarısız olmuştur. ABD-Türkiye ilişkileri, uzun süre düzelmeyecek bir sürece girer.

Aynı yılın Temmuz ayına gelindiğinde ABD Irak’ı işgal etmiştir. 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta bulunan Türk Özel Kuvvetleri’ne bağlı karargâha baskın yapan 100 ABD askeri, karargâhta bulunan 11 Türk subayının kafasına çuval geçirerek esir alır. Karargâha gelen emirle Türk askerleri direnişte bulunmaz. 3 gün boyunca sorgulanan askerlerimiz, yetkililerin girişimleri sonucu serbest bırakılır.

Türkiye’de büyük infial yaratan olay sonrasında AKP ve başbakan Tayyip Erdoğan eleştirilirken, hükümetten ABD’ye nota verilmesi istenince, Erdoğan şöyle cevap verir: “bu müzik notası değil ki!”

Cuntacı(!) paşalara karşı direnmesiyle Ergenekon iddianamesine adı geçen dönemin genelkurmay başkanı Hilmi Özkök ise emekli olduktan sonra olayla ilgili bir soruyu şöyle cevaplandıracaktı: “Ben ABD’lilerin çuval olayının bizi bu kadar rencide edeceğini bildiklerini de zannetmiyorum. Çünkü onlar için bu çok normal. Göz bağlamak yerine, tamamen pratik bir çözüm. Bu çuval da değil, görmesini engelleyecek bir poşet.”

Müttefiki tarafından askeri esir alınan bir devletin iki tepe ismi bu açıklamaları yapıyor. Büyük ve güçlü devlet politikası bunu mu gerektiriyor bilemiyorum. Bildiğim şu var: ABD her yaramazlık yaptığımızda, akıllı olalım diye, bir tokat aşketmiştir suratımıza. Onun postuna tutunarak, Ortadoğu’da racon kesiyoruz. Kestirmezler…

**********

60 yıldır avuç içi kadar devlet Araplara kök söktürüyor. Sam Amca ve ırkdaşı bankerler sayesinde hem zengin, hem katil olan İsrail, 60 yıldır Ortadoğu’da kana doymuyor. Bölgenin afilisi Türkiye varken bu kolay olmamalı. AKP hemen kolları sıvıyor. İsrail-Filistin görüşmelerine aracı olmak istiyor. Ortadoğu’da yeni strateji şu: “Türkiye olmadan olmaz”
Yüz yıl önce kaybettiğimiz topraklarda at koşturmak istiyoruz. Haklı sebeplerimizde var. İsrail’in kabul etmemesine rağmen, 2008 yılında Filistin ve Suriye yönetimleri Ankara’ya gelerek, hükümet ile görüşmeler yapıyor. “Türkiye bu işi kıvıracak” derken, İsrail’in  tepkisi kanlı oluyor. Gazze’ye saldıran İsrail askerleri bin 300 sivili katlediyor. Büyük ve güçlü Türkiye’nin herhangi bir tavrı olmuyor-olamıyor.

Bu gergin süreç içinde 30 Ocak2009 tarihinde İsviçre'nin Davoskasabasında toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nda Başbakan Tayyip Erdoğan, “one munite” diyerek İsrail devlet başkanı Şimon Perez’e tüm dünyanın gözü önünde, “katilsiniz” diyor ve kesiyor raconu, toplantıyı terk ediyor.

Yağmasak da gürlediğimiz sürece, bize o lafı yedirirler. Nitekim öyle oldu. Isıracak köpek havlamazmış derler. İsrail misali…

Eli kandan kurtulmayan İsrail, Davos’un rövanşını da yine kanlı alacaktır.

Neyine güvendiğini hala anlayamadığım ve Ortadoğu’da attığı her adımı yüzüne gözüne bulaştıran AKP’nin garantörlüğünde Gazze ablukasının delinmesi için İnsani Yardım Vakfı (IHH) tarafından sivil bir operasyon başlatılır.

IHH tarafından 2 milyon dolara satın alınan Mavi Marmara adlı gemiye, insani yardım yüklenerek ve 500 kadar aktivistle yola çıkar. Amaç; İsrail ablukası altındaki Gazze’ye ablukayı delerek yardım götürmek. İsrail gemi yola çıkar çıkmaz, buna izin verilmeyeceğini açıklar. AKP’den gazı alan, IHH ve 500 aktivist kararlıdır. 
31 Mayıs 2010 tarihinde Akdeniz’de uluslararası sularda İsrail gemiye müdahale eder. Gemiye çıkan İsrail askerleri 9 Türk’ü öldürerek, 60’a yakın kişiyi de yaralanmıştır.
İsrail el koyarak Aşdodlimanına demirlediği gemiyi ağustos ayında serbest bırakır.

Türkiye, İsrail’den özür ve tazminat ödemesini istedi. İsrail hiç oralı olmadı. Olayla ilgili olarak bir yıl sonra açıklanan BM raporu da Türkiye’yi tatmin eder cinsten değildi. Dışişleri bakanı “İsrail yaptıklarının bedelini ödeyecek” dedi. Ama birtakım siyasi ve diplomatik sınırlandırmalarla işin üzerini kapattık.
Türkiye’nin yaptırım kararlarını İran, Mısır gibi batının dışladığı ülkeler desteklerken, ABD ve AB ülkeleri, Türkiye’nin bu adımlarla uluslararası aktör olma unvanının tehlikeye girdiğini dile getirdiler. 
 **********
2002 yılında iktidara gelen AKP, tüm bu yaşananlarla palazlanırken, son dönemde dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu dış politika anlayışıyla içimize su serpiyordu: “Komşularla sıfır sorun”
Bu anlayış aslında uzun yıllardır neredeyse bütün komşularımızla birbirini yiyen Türkiye’ye yabancı olmasına rağmen, umut vericiydi. Sorunsuz komşular, bizi siyaseten güçlendireceği gibi iktisaden de, büyüme sıkıntısı olan reel sektörün işine yarayacaktı.
Davutoğlu, yoğun mesai harcıyor, komşu ülkelerin birinden diğerine geçiyordu. Suriye de bu ülkelerden biriydi. Yıllarca su ve PKK yüzünden iki ülke birçok defa savaşın eşiğinden döndü. Hafız Esad’ın ölümünden sonra, oğlu Beşar Esad, Türkiye ve özellikle Tayyip Erdoğan’la çok sıkı fıkı oldu. Ailece çıkılan tatiller meyvelerini vermeye başladı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi Türkiye lehine büyüdü. Vizesiz geçişler başladı. Neredeyse sınırlar kaldırılacaktı.

Birden rüyadan uyandık. Pardon, pardon, “AKP rüyası”na girdik. Rüya, kâbusa dönecekti bizim için. Sanırım, Tayyip Erdoğan’da kendi rüyasını unutup, Türk halkıyla bir rüyaya ortak olmuştu. Erken uyandı.

“Kardeşim Beşar”, “Katil Esed” olmuştu. Kimse anlam, sır veremedi.

Suriye’de ABD eliyle başlatılan iç savaşta, hemen yerimizi aldık. Malumunuz üzere.

Muhaliflerin karargâhı olduk. Başbakan eline her mikrofonu aldığında, “Katil Esed seni istemiyoruz. Suriye’den git” demeye başladı.

Demokrasimiz bize yetip taştığı için Suriye’ye de vermeliydik. Onları bu nimetten mahrum mu bırakacağız: “Baasçı rejime hayır. Suriye halkı özgür olsun”

Tarihi, onlarca ülkede darbe yapmak-yaptırmakla dolu ABD işin kompetanı. Türkiye çaylak daha, palazlandırmamak için önünü kesenler de var. Durum zor. Ama gayretli ve sebatkârız, ABD’nin eteğinin altından racon kesmeye…

Kestirmezler…

Beşar Esad durumdan rahatsızlığını her defasında dile getirerek, Suriye’nin iç işlerine Türkiye’nin müdahale ettiğini ve muhaliflere kol-kanat gerdiğini söylüyor.

İpler kopmuş, hatta Hatay’daki mülteci kampları, Suriye’den açılan ateş sonucu vurulmuştu.

22 Haziran’da ajanslara düşen haber Suriye ile ilişkilerde yeni dönem başlatacak gibiydi: Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir savaş uçağı, Malatya’dan havalandıktan sonra Akdeniz üzerinde kayboldu

Sonraki günlerde uçağın Suriye tarafında uluslararası sularda düşürüldüğü resmi açıklamayla duyuruldu. Herkes Türkiye’den bir misilleme bekleye dursun; uçağımız düşeli ve iki pilotumuz şehid olalı, neredeyse bir ay olmasına rağmen; uçağı kimin düşürdüğü, nasıl ve nerede düştüğü muamma.

Her açıklama bir diğerini yalanlar biçimde. Bu açıklamalar hem de başbakan, dışişleri bakanı ve milli savunma bakanından geliyor.

Kamuoyu Suriye’ye misilleme şöyle dursun, aradan geçen bir ay içinde, sorulara cevap bulunmasını istiyor. O duruma geldik yani.
Ama bizimkilerden çıt yok. Şimdilerde CHP kurultayına ve Kemal Kılıçdaroğlu’na kilitlenmişler. Bir de Numan Kurtulmuş’a… Kurtulur mu, Kurtarır mı bilinmez…

**********

Son 10 yılda Türkiye’nin Ortadoğu’da geldiği nokta gösteriyor ki, önce ‘kodun mu oturtacaksın.’ Laf ebeliği yerine icraat yapacaksın. Büyük oynayacaksan savaşı bile göze alacaksın. Sadece kendine güveneceksin. Kendi dış politikanı kendin çizeceksin. Öncelikle şunu unutmayacaksın: Sen bu topraklarda kalıcısın. Gideceğin başka yer yok. Buna göre siyaset belirleyeceksin. Özal gibi yanılgıya düşmeyecek, gizli anlaşmaları kâğıt üzerinde yapacaksın.

Yoksa racon kesemezsin. Kestirmezler…


Irak'la başlayan Ortadoğu ateşi, Suriye'yi tamamen sarmak üzere. Mısır askeri darbeyle, BOP'tan şimdilik paçayı sıyırmış görünüyor.

Arap Baharı olarak lanse edilen, ABD'nin Ortadoğu dizaynı, tüm dünyanın gözü önünde kanla yoğruluyor. Bölgede dengeler ne zaman bozuldu? Ortadoğu'ya demokrasi getirme fikri ne zaman çıktı?

Petrolün kontrolü amacıyla yeni bir dizayna gidildiği tezleri ağırlık kazanmasına rağmen, dünya kotrolünün elinde olmasını seven ABD, Ortadoğu'da en büyük müttefiki olan İran'ı kaybetmesiyle büyük travma yaşamıştı.
İran için büyük emek veren ABD bir gecede Ortadoğu'nun en güçlü devletini kaybedecekti. Mollaların isyanı, Ortadoğu'daki dengeleri alt üst edecek, ABD'nin B Planı devreye kanlı bir şekilde girecekti.

Osmanlı’nın çöküşünden sonra masa üzerinde çizilen sınırlar, kimseyi tatmin etmemiş olsa da, herkes bu oyunu gayet güzel oynuyordu. Ortadoğu, Arap-İsrail savaşından yeni çıkmış, ortalık durulmaya başlarken, dengeleri altüst edecek bir gelişme yaşandı: İran İslâm Devrimi.

ABD ve İsrail siyaseti Ortadoğu’da aynı paralelde giderken, İran Şahı da her zaman ABD müttefikiydi. ABD için İran, çölün ortasında bir kaleydi adeta. Şah zamanında ABD’den alınan uçaklarla zamanın 5. hava gücü olan İran, dönemin ikinci süper gücü SSCB için de bir tehdit oluşturuyordu.

İran içinde yaşanan ekonomik ve siyasi krizler, mollaların solcularla birleşerek, şahı devirmeleri ve ardından İslâm Devrimi’ni gerçekleştirmelerinden sonra; ABD büyükelçiliğinin işgali ve rehine kriziyle birlikte, İran’ın ABD’yi ‘büyük şeytan’ ilan etmesi, ABD’nin Ortadoğu’daki kalesinin düştüğünü gösteren emareler olmasına rağmen, ABD’nin B planı devreye girdi: Saddam Hüseyin.

SADDAM FAKTÖRÜ

Her dönem tümden hegemonya politikası güden ABD, devrimle eşzamanlı olarak aynı yıl Irak’ta Saddam Hüseyin’i iktidara taşımayı başardı. Soğuk savaş yıllarıydı. İran ABD müttefiki iken birden rotayı komşusu Sovyetler'e çevirmişti. Ruslar aynı zamanda Afganistan’ı da işgal ederek, ABD’nin Asya’daki çıkar alanlarına büyük darbe vurdu. Afgan haşhaşının kontrolü Sovyet Rusya'nın eline geçmişti.

İsrail’in Filistin’i işgal etmesiyle başlayan Ortadoğu ateşi, bu defa hiç sönmeyecek bir sürece giriyordu.

CIA’nin yetiştirdiği Saddam Hüseyin, 1957 yılında Baas Partisi’ne girmiş iki yıl sonra da, başbakana suikast düzenleyen ekibin içinde yer almıştı. Suikast başarısız olmuş, Saddam yaralanmış ve önce Suriye’ye ardından Mısır’a kaçmıştı.

1963 yılında Baas Partisi’nin iktidara gelişiyle yeniden Irak’a geldi. Kısa sürede parti içinde yükseldi. Partisini ikinci kez iktidara getiren 1968'deki darbede önemli bir rol oynamıştı. Kasım 1969'da Devrim Komuta Konseyi başkan yardımcılığına getirildi.

1979 yılında ise tüm gücü kendisinde topladı. İktidara gelişinin birinci yılında İran’ın havaalanlarını bombalayarak, İran petrol sahalarını işgal etti. 8 yıl süren savaşta bir galip çıkmadı. Milyonlarca dolar silah tüccarlarının cebine girdi. İki ülkenin silah alımıyla uluslar arası güçler büyük kârlar elde etti.

1988 yılındaki ateşkesten sonra her iki ülke de, ekonomik sıkıntılar içindeydi.
Bu arada ateşkesten birkaç ay önce Kuzey Irak’ta hiç beklenmeyen bir katliam yaşandı: Halepçe.

HALEPÇE VE ARDINDAKİLER

İran savaşını fırsat bilen Kürtler de, Saddam’a karşı ayaklanmıştı ve İran’a destek veriyorlardı. İran’ın büyük taarruz başlatmasıyla, peşmergeler de Halepçe’ye girdi. Saddam verdiği bir emirle 16 Mart 1988'de Halepçe’de kimyasal silah kullanarak 5 binden fazla kişinin ölümüne sebep oldu.

Saddam bu suçlamayı hiçbir zaman kabul etmedi.

2004'te CIA’nin eski Ortadoğu'dan sorumlu yüksek araştırmacısı ve 1988–2000 arasında Amerika Kara Harp Okulu öğretim üyesi görevinde bulunmuş olan Prof. Stephen Pelletier tarafından hazırlanan ve söz konusu zehirli silahların İran'a ait olduğunu gösteren rapor açıklandı.

Fakat bundan daha önce Halepçe’yle ilgili çok ilginç bir iddia da Türk yetkililerden geldi. JİTEM Komutanı Binbaşı A. Cem Ersever, Halepçe’de hardal gazı kullanılmadığı ve bunu da Saddam’ın yapmadığını açıkladı. Söz konusu bölgeye gittiklerini ve ellerinde laboratuvar sonuçları olduğunu söyleyen Ersever, 1993 yılında faili meçhul bir cinayete kurban gitti.

Halepçe’nin önemi daha sonra anlaşılacaktı. 1991 yılında…

1988 yılındaki İran-Irak ateşkesiyle, tarafların üstünlüğü söz konusu olmayınca, ABD bölgede bir türlü varlık gösterme şansını da bulamıyordu.

KUVEYT SAVAŞI DÖNÜM NOKTASI

Saddam, Kuveyt'in kendisine ait petrolü çaldığını ve üretimi yüksek tutarak petrol fiyatlarının düşmesine neden olarak Irak'ı zarara uğrattığını ileri sürmüş ve bu ülkeye 50-80 milyar ABD Doları civarında tahmin edilen borcunun silinmesini istemişti. Yapılan görüşmelerden sonuç alınamayınca Irak, 2 Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal etti.

ABD nihayet fırsatı yakalamıştı. Arap ülkeleri de Saddam’ı artık bir tehdit olarak görmeye başlamışlardı. Arap petrolleri tehlike altındaydı(!). ABD imdada yetişecekti. İngiltere ve Fransa koalisyonuyla aynı zamanda Suudi Arabistan ve Mısır’ın da asker göndermesiyle bir güç oluşturdu. 16 Ocak 1991 gecesi koalisyon uçakları Irak’ı bombalamaya başladı. Aynı zamanda tarihin ilk canlı savaşına tanık oluyordu insanoğlu. ABD TV kanalı CNN, tüm dünyaya savaşı canlı olarak yayınlıyordu.

SAVAŞ KANDIRMACASI

TV karşısına ne zaman geçseniz illa ki bir canlı yayın görüntüsüyle Irak’ın nasıl yok edildiğine şahit oluyordunuz. 28 Şubat günü ateşkes ilan edildi. Görüntüye göre koalisyon güçleri Irak’ı yerle bir etmişti. Bir ay süren bombardımandan sonra Irak’ın haritadan silinmesi gerekiyordu. Ama beklediğimiz gibi olmadı. Yıllar sonra anlayacaktık ki, bunların hepsi bir oyundu. Koalisyon güçleri Saddam’ın şişme uçak ve tanklarını bombalamıştı. Ve Saddam rejimi devam ediyordu. Saddam’a karşı bir operasyon yapılmaması ilk dönemlerde anlaşılamamıştı. Ancak misyonunun bitmediği daha sonra ortaya çıkacaktı.

ABD’nin askeri gücü artık bölgede konuşlanma fırsatı bulmuştu. Irak’ın kuzeyine bir hat çekilmiş adına 36. Paralel denmiş, buranın kuzeyinde kalan bölge uçuşa yasak bölge ilan edilmişti. ABD için at oynatabileceği bir alan oluşmuştu. Türkiye de iştahlanmış "bir koyup on alma" sevdasına düşmesine rağmen çabuk uyandırılmıştı. Çekiç Güç adı altında ABD yıllarca, K. Irak’ta istediği gibi hareket etti. Hatta PKK’ya mühimmat sağladığı bile belirlendi.
Saddam karşıtı olan Kürtler, Halepçe’den sonra büsbütün düşman oldular. ABD bu kartı, her zaman cebinde tuttu. Gerektiğinde oynayacaktı.

Yıllar böyle geçip giderken ABD, BOP’u hızlandırma kararı alınca, 11 Eylül olayı patlatıldı. Ardından, ‘terörist ülke’ tanımı yapıldı. Listeye Irak birinci sıradan giriş yaptı. ABD Irak’ın nükleer silah bulundurduğunu ve teröre destek verdiğini açıkladı.

IRAK HALKINA ÖZGÜRLÜK(!)

36. paralel’in kuzeyiyle yetinmeyeceği gün gibi aşikâr olan ABD, Irak halkına özgürlük(!) getirmek için 20 Mart 2003’de düğmeye bastı. 8 yıl İran ile savaşan Irak ordusu birden ortadan kayboldu. Düzenli bir ordu direnişiyle karşılaşmayan, ABD ve koalisyon güçleri Bağdat’a kolayca girdiler. Binlerce sivil öldü.
Irak işgal edildi. Irak yerle bir edildi. Kitle imha silahları bulunamadı. El-Kaide lideri Bin Ladin’in Irak’ta saklandığı söyleniyordu. O da bulunamadı. İkinci bir oyun daha başarıyla sahneleniyordu.

13 Aralık 2003'te Irak’ın Tikrit şehrinde bir çiftlikte Saddam Hüseyin olduğu söylenen bir kişi bulundu. Yargılandı. Ve asıldı. ABD kukla hükümet kurdu. Yıllardır Kürtleri oyaladığı için cumhurbaşkanlığını ona verdi. Başbakanı da Şiilerden seçti.

YANGIN YERİ

Irak'ta her gün iç savaş nedeniyle insanlar ölürken, sıra Mısır'a geldi. Hüsnü Mübarek devrildi. Seçimler oldu. Müslüman Kardeşler iktidarı 1 yıl sürdü. ABD zorlaması demokrasi 1 yıl sonra pes ederken, ordu darbe yaptı. Darbe karşıtları ve yanlıları sokaklara döküldü. İnsanlar ölmeye başladı. Mısır iç savaşın eşiğinde.

Irak işgali ABD'ya pahalıya mal olunca (ABD'nin 9 yıllık işgal faturası 800 milyar dolar. Ölü sayısı 8 bin. Yaralı 32 bin) bu defa Mısır gibi Suriye'yi de dışarıdan müdahaleyle karıştırmaya başladı. Rusya, İran ve hatta Çin desteği ABD'nin dış müdahaleyle Esad'ı devirmesini engelledi. İç savaş sınırlarımıza dayanmış olsa da, Esad gitmeyeceğini defalarca tekrarlıyor.

Ortadoğu yangın yeri... Bize sıçramasına çeyrek var...

Her şey "Şan gidince" başladı.

AKP ve Tayyip Erdoğan ABD güdümünde Hafız Esad muhalifliğini en uç noktalarda yaşamaya devam ediyor. Batı dünyası Esad'ı henüz silmiş değil. Esad'lı da bir çözüm bulma umudunu taşıyorlar.
Esad batının çizdiği yoldan gider de, iç savaş durursa, Esad iktidarda kalırsa acaba Türkiye'nin hali ve olur.

Sen adamın ülkesinde çıkan iç savaşı destekle, isyancılara karargah ol, silahlandır. Sonra da "Esad'lı çözüm istemiyoruz" diye dünyaya ilan et...

Tüm bunların yanında Esad iktidarda kalmayı başarırsa Türkiye için sonuçları ne olur hiç düşünen var mı? En uzun sınırımızın olduğu Suriye ile yıllarca PKK ve su meselesi yüzünden gergin olan ilişkiler Hafız Esad'ın ölümünden sonra yumuşamıştı. Oğul Esad'la kurulan iyi siyasi ilişkiler büyük bir ticaret hacmini de beraberinde getirdi. Sınırlar açıldı. Sonra ne oldu? Malum... Esad kalırsa, halen bize sorun olan PKK'nın Suriye'de nasıl palazlanacağını ve bizzat Esad eliyle desteklenip Türkiye'ye nasıl musallat edileceğini varın siz düşünün.

Diğer siyasi, ekonomik ve stratejik kayıpları yazmaya bile gerek görmüyorum.