Haziran 2012
Türk Bayrağıİran Bayrağı
Türk-İran ilişkileri Akhun Devleti (Onaltı büyük Türk devletlerinden biridir) zamanında başlamıştır. Afganistan'da kurulan Akhun Devleti, İran'la (Sasaniler) savaşmıştır. Göktürklerle anlaşan Sasaniler (İran), Akhun Devletine son veriştir. Göktürkler Bizans ile anlaşarak Sasanilere saldırdılar. Sasani Devleti iyice zayıfladı. Hz.Ömer döneminde Sasani Devleti'ne son verildi. İran Büyük Selçuklu Devleti döneminde de Türklerin egemenliğinde kaldı.

Arama sözcükleri: Türk-İran ilişkileri tarihte ne zaman başlamıştır?, Türk-İran,Sasani Devletine kim son verdi?,Akhun Devletini kim yıktı?.
Türk Bayrağı Kuran-ı Kerim Yazılı
Türk-Arap ilişkileri Hz.Ömer döneminde başladı. Orta Asya'ya Müslüman Arap orduları ile Türkler arasında savaşlar olmuştur. Özellikle Emevi yönetiminin Türklere iyi davranmaması iki millet arasında savaşlara yol açmış ve Türkler bu dönemde İslam dinini fazla benimsememişlerdir. Emevilerden sonra Abbasiler yönetime geçmiştir. Abbasiler döneminde Türk-Arap ilişkileri çok olumlu geçmiş ve Türkler hızla İslamiyete girmeye başlamışlardır. İlk önce Karluk, Yağma, Çiğil Türkleri daha sonra da Oğuz Türkleri İslamiyete girdiler. Oğuz Türkleri İslamiyete girdikten sonra Türkmen adını aldılar. 
Arama sözcükleri: Türk-Arap ilişkileri ne zaman başladı, Hz. Ömer, Emeviler, Abbasiler, ilk müslüman Türk toplulukları kimler,Orta Asya Türk Tarihi, islam tarihi.
2011 DGS
2011 Dikey Geçiş Sınavı (DGS) soru ve cevapları, indireceğiniz bu dosyanın içerisinde ÖSYM'nin 17 Temmuz 2011 tarihinde yapmış olduğu "Meslek Yüksek Okulları ile Açık Öğretim Ön Lisans Programları Mezunlarının Lisans Öğrenimine Dikey Geçiş Sınavı (DGS)" soruları ve cevapları pdf formatında mevcuttur. Aşağıdaki linkten indirebilirsiniz. Başarılar..

>>>>>Dosyayı Buraya Tıklayarak İndirebilirsiniz<<<<<

Dikkat! Pdf uzantılı dökümanları açabilmek için Adobe Reader  'ın 5.0 veya üstü sürümünün sisteminizde yüklü olması gerekmektedir.

Arama sözcükleri: 2011 dgs soru ve cevapları pdf, dgs soru ve cevapları indir, 2011 dikey geçiş sınavı en son ne zaman yapıldı, dikey geçiş sınavı, indir. 


1984 yılında ilk eylemini yaptığında bir grup eşkıya diye küçümsenen PKK, aradan geçen 28 yıl içinde öyle bir noktaya geldi ki; siyasi bir güç olarak TBMM’de temsil edilir oldu. Elebaşı yakalanmış olmasına ve 13 yıldır tecritte olmasına rağmen, örgütü cezaevinden yönetti. Sonunda devlet, silah bırakması için bizzat örgütle görüştü. Olmadı, olmadı…  28 yıldır milyarlarca dolar terörle mücadeleye ayrıldı. Olmadı.  30 bine yakın sivil-askerin kanı örgütün eline bulaştı. Peki terör neden bitmiyor? PKK nasıl bu kadar büyüdü ve güçlendi? Örgüt neden yok edilmiyor? 90’lı yıllarda Bekaa’ya girilmesi tartışılırken, bugün Kandil dümdüz edilsin deniyor. Ancak sınırlarımız içindeki PKK unsuru bile yok edilmiyor. NEDEN?

Nedenler muhtelif ve dönem dönem değişiyor. 90’larda PKK’nın yok edilmeme sebebi farklıyken, 2012 yılına gelindiğinde sebepler farklılık gösteriyor.    

Evet, yanlış duymadınız; PKK birtakım siyasi, askeri ve ekonomik nedenlerden ötürü yok edilmiyor.
Genelkurmay Başkanı Özel, PKK’nın son Dağlıca baskınından sonra, Kandil’e girebileceklerini, fakat Türk halkının bedel ödemeye hazır olması gerektiğini söyledi. 30 yıldır bedel ödeyen başka bir millet var mı?..

PKK’nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti nezdindeki yerini ve konumunu daha iyi anlamak için başbakanın konuşmalarındaki satır aralarına dikkat etmek gerekiyor. 9 Eylül 2012 tarihinde Tayyip Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında Murat karayılan’a hitaben şöyle konuşuyor: “Bugün yine terörist başlarından bir tanesi yine tehdit sallıyor, 'AK Partili milletvekilleri bölgeye giremeyebilirler' AK Parti'nin yöneticileri de milletvekilleri de bu tür kuru tehditlere evvelallah pabuç bırakmayacak ve yola öyle devam edeceklerdir. Yalnız ben şunu hatırlatayım, bu yaptıklarınız hayra alamet değil. Biz şu anda Eyüp sabrındayız. Bir yere kadar sabrederiz ondan sonra şapkaları farklı olarak değişmeye de başlarız. Bunu da çok açık net şekilde söylüyorum.

Bu sözler; ülkesinde 30 yıldır, 30 binden fazla insanı katleden bir terör örgütü için, o ülke başbakanın sarf ettiği sözler.

En başa dönelim…

APOCULAR’DAN PKK’YA…

1976’da Ankara’da küçük bir gruplaşma halindeyken 1978 yılından itibaren Hilvan-Siverek civarında kimi aşiretlerle kendisi dışındaki solcuları ve Kürtleri hedef alan eylemlerle sesini duyurdu. O dönemde Apocular olarak bilinen ve Siverek’teki Bucak aşiretine karşı silahlı eylemlerde, militanların ayaklarına giydiği ayakkabılar nedeniyle “Mekaplılar” diye adlandırılan terörist grup, 17 Kasım 1979’da PKK ismiyle partileşti(!).

12 Eylül döneminde açılan davanın iddianamesinde 12 Eylül 1980’e kadar 213’ü sivil 243 kişiyi öldürdüğü belirtilen PKK örgütü, bu dönemde yakalanmayan kadrolarını Filistin, Lübnan ve Suriye’ye çeken ve daha sonra Kuzey Irak’ta üslenen PKK, ilk büyük eylemini 15 Şubat 1984’de yaptı: Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçesini basan teröristler, karakollara ve askeri lojmanlara saldırdılar. Her iki ilçeyi bir süre kontrol altında tutan örgüt militanları, ilçe meydanından ve cami minaresinden bir süre propaganda yaptı ve daha sonra da Kuzey Irak’a döndükleri bildirildi. Sadece Eruh’ta 1 askerin şehit düştüğü olay, ölü sayısının az olmasına da bakılarak ilk anda çok önemsenmedi. Son birkaç yıldır zaman zaman ve yer yer görülen vur-kaç eylemlerinden biri sanıldı. PKK sonraki her 15 Ağustos’u önceleri “ilk kurşun günü” sonra da “Diriliş Bayramı” olarak yeni eylemlerle kutlama kararı aldı.

ÖZAL’A BASKIN NEDEN HABER VERİLMİYOR?

ANAP hükümetinde Sağlık Bakanı olan Bülent Akarcalı, Turgut Özal’ın ölümüyle ilgili araştırma yapan DDK’na verdiği ifadede, PKK’nın 1984 yılındaki ilk eylemi olan Eruh baskınını, TSK’nın Turgut Özal’a 24 saat önce haber verdiğini açıkladı. Akarcalı bu durumun son derece düşündürücü olduğunu, bugünkü araştırmaların 1984 yılına kadar uzanması gerektiğini söylüyor. Akarcalı DDK’ya son derece önemli ve bir o kadar da dikkat çekici ayrıntılar anlatmış. Bir bölümü şöyle:

“93 yılında yaşanan Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın sıralı ölümlerindeki şüphelerin ortaya çıkarılması için 15 Ağustos 1984 tarihindeki Eruh katliamı ile araştırılmaya başlanması gerekir. 93'deki olayların olduğu dönemi yaşadığımız için çok daha global, kapsayıcı bir analiz yapma imkanına sahip olduğumuza inanıyorum. 1983 sonu büyük bir sürpriz ile Anavatan Partisi iktidara geliyor. 25 Mart 1984'te yerel seçimleri yapıyoruz. Belediyelerin tümü Doğu ve Güneydoğu hariç emekli veya muvazzaf subaylar tarafından yönetiliyordu. Yapılan belediye seçimlerinin büyük çoğunluğunu ANAP kazandı. Bütün adaylarımızı belki de ilk defa olarak mahalli insanlar Kürt'ü, Zaza'sı, Süryani'si, Türk'üm, Arap'ım diyenlerden belirledik. Bu insanlar belediye başkanı ve il genel meclis üyesi oldu. Turgut Bey bu kapsamda bir demokratikleşme hareketini başlattığını söyledi. Parti olarak da bütün çalışmalarımızı bu yönde yaptık. Tam o sırada büyük bir katliam ile karşı karşıya kaldık. Öyle ki, bir cumartesi akşam üstü katliam oluyor biz o sırada Meclis'teyiz. Çok iyi hatırlıyorum. Ben Turgut Bey'i gece saat 01.00'de makam arabasına binmesine eşlik ettim. Ertesi gün bizim o katliamdan haberimiz oldu. Düşünebiliyor musunuz? Silahlı Kuvvetler ülkenin Başbakan'ına katliamı 24 saat sonra bildirdi. Eruh katliamı telsiz ve telefon kayıtlarından ülkenin Başbakanı'na hangi saatte haber verildi, öğrenilsin. Gece 01.00'e kadar haber verilmediğini ben bire bir biliyorum. Bu katliam neden, nasıl olmuş, kimler tarafından yapılmış hiçbir şey bilmiyoruz ki. 93'te yaşanan olayların başlangıcı da bana göre Eruh'tur. Ortada bu işlerin tasarımını yapmış yerli yabancı bir yapılaşma var ise bu yapılaşma Eruh öncesi de vardı. Ortaya çıktı, geri çekildi, tekrar çıktı, geri çekildi. Kimse bu konuların temeline inmek istemiyor. Turgut Bey'in ölümü de bu konuların üzerine gidilerek araştırılmalı.”

 Bu olaydan sonra Başbakan Turgut Özal, ya idrak edemedi veya yanlış bilgilendirildi. Çünkü yaptığı açıklamada, “5-10 eşkıya” tanımlaması yaparak o yıllarda PKK’yı küçümsüyordu. Belki de gereken tedbirler bu nedenle alınmamış olabilir. Ancak Özal sonraki yıllarda PKK’nın ölümcüllüğünü daha iyi anlayacaktı.

OHAL ÇIKMAZI

1990’lı yıllara gelindiğinde PKK artık; köy yakan, otobüs tarayan, askeri konvoylara saldıran, tarihte görülmemiş terör eylemleri gerçekleştirmeye başlamıştı. Olağanüstü Hal Bölgeleri oluşturulmuş, buralara OHAL valileri süper yetkilerle atanmıştı. OHAL de PKK’nın eylemlerini durdurmaya yetmiyordu. Peki nasıl olmuştu da PKK birkaç yılda, 5-10 eşkıyadan,   kurtarılmış bölge ilan eden ağır silahları bulunan, mensuplarının sayısı bile bilinmeyen koca bir bela haline gelmişti.

Valilere terörle mücadele için milyonlarca dolar bütçe ayrılıyordu. Valilerin bu bütçeyi nasıl ve ne şekilde kullandığı ise muamma. Sonraki yıllarda birçok yolsuzluk iddiası ortaya atılmış, valiler suçlanmıştı. Silah alımlarındaki yolsuzluk iddiaları ise ayyuka çıkmıştı. Küçük bir karakol komutanı başçavuş bile puslu havadan yararlanır olmuş, kaçakçılara göz yumup haracını alarak, cebini doldurma yoluna gitmişti. Kaçakçılarla anlaşamayınca da, askerlerine saldırı emri vererek, sınır ihlali yapan kaçakçılarla çatışmaya girip onları yok ederek kahraman bile olmuşlardı.  Birilerinin deyimiyle bölgede, “at izi it izine karışmıştı”

Terörü önlemek için alınan tedbirler sanki tam tersine terörü körüklemek için kullanılıyordu.
Bölgede, gerçekten ne yaşandığını kimse bilmiyordu. Sadece sızan bilgiler bir araya getirilerek, durum değerlendirmesi yapılamaya çalışılıyordu.
Bu arada;
Köy yakma ve cinayetlerin faillerinin PKK’lılar ve askeri otorite tarafından mı yapıldığı tartışmaları artarken, özel timin öldürdüğü terörist başına pirim alması da, bu tür olayların artmasına neden oluyordu.

Sonraki yıllarda bizzat bölgede görev yapanların itirafları da yenir yutulur cinsten değildi.
Silah ve uyuşturucu kaçakçılığını bizzat güvenlik güçleri tarafından yapıldığı, faili meçhullerin ve keyfi işkencelerin uygulandığı ve her türlü yasadışı işlerin bölgede güvenlik güçleri tarafından işlendiği iddialar arasındaydı.

Tüm bu kargaşa OHAL uygulamasını bir çıkmaza sürüklemesine rağmen, bölgede: 1978 yılında sıkıyönetim uygulanmaya başlamış, 1987 yılında ise şekil değiştirerek, OHAL kapsamına alınmıştı. AKP’nin iktidara gelmesiyle ilk icraatlarından biri OHAL’in kaldırılması olmuştu. Tarih 30 Kasım 2002. Bölge 23 yıl olağanüstü bir şekilde yönetildi. OHAL her 4 ayda bir olmak üzere toplam 43 kez uzatıldı.

23 yılda hangi unsurlar OHAL’den yararlanıp siyasi ve şahsi menfaatler elde ettiler araştırıldığında ortaya çıkacaktır. Bu süreçte hangi güçler palazlandı. Kimler yardım etti, dış bağlantılarıyla da araştırılması gerek. Ayrıca bölgedeki dış gelişmeler nasıldı. Suriye ile sürekli yaşanan su ve PKK krizi kimlerin ekmeğine yağ sürüyordu.

ÇOK BİLİNMEYENLİ DENKLEMİN TEK BİLİNENLİ CEVABI: 1993

1993 bazı şeyler için milat oldu. PKK ve Kürt sorununda kesin çözüm dile getirenler ve bunun için gerçekten, ama gerçekten çalışma içinde bulunanlar öldü veya öldürüldü.

Bunlardan ilk kurban ocak ayında öldürülecekti. Uğur Mumcu, bir süredir PKK’nın devlet bağlantısını araştırıyordu. Bunları açıklamak için, birkaç gün sonra TRT’de programa çıkacaktı.  24 Ocak 1993’te aracına bomba konularak suikast kurbanı oldu. 4 yıl sonra suikastı araştırmak için mecliste bir komisyon kuruldu. Komisyon raporunu ilk okuyanlardan biri olarak, her sayfasında başka bir fail gördüm. En sonunda da, alakasız bir şekilde İran menşeli Selam grubuna fatura çıkarıldı ve müebbet yediler.

Çok değil aradan 12 gün geçmişti (5 Şubat). ANAP’ın harika çocuğu Adnan Kahveci tartışmalı bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Kahveci, birçok siyasi otorite tarafından geleceğin ANAP lideri ve başbakan olarak değerlendiriliyordu. Cumhurbaşkanı tarafından verilen talimatla Kürt raporu hazırlamıştı. Ve çevresindekilere bu Kürt sorununu mutlaka çözeceğini söylüyordu.

Tesadüf mü bilinmez ama Adnan Kahveci’nin ölümünden 12 gün (17 Şubat) sonra da Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis uçak kazasında ölecekti. Yine şaibeli bir kaza… Yıllarca davası sürdü.

ABD’den bile inceleme ekibi geldi. Raporlarda uçağın düşmesinin sabotaj yüzünden olacağı iddia edildi. Eşref Bitlis, PKK sorunu için Talabani ve Barzani ile görüşüyor, cumhurbaşkanı Özal ile de sürekli irtibatlı haldeydi.

Türkiye ard arda yaşanan bu ölümlerle sarsılırken, PKK’da boş durmuyor şiddetin dozunu arttırıyordu. Yıl sonuna kadar yaşanacak olaylar, 1993’ü tarihe kara yıl olarak geçirecekti.

Eşref Bitlis’in ölümünden tam 2 ay sonra (17 Nisan) bu defa Kürt meselesinin çözümü için devletin birçok kurumunu harekete geçiren cumhurbaşkanı Turgut Özal, kalp krizinden hayatını kaybedecekti.

Bir kâbus ülkenin üzerine çökmüş ve Kürt sorununu çözmeye yönelik adım atan herkesi yutuyordu. 2012 yılında DDK yaptığı inceleme ve araştırmalar neticesinde Özal’ın öldürülme ihtimalinin büyük olduğu yönünde bilgiler içeren rapor hazırladı.

Ancak olaylar bununla da bitmedi. Tartışmaları bugüne kadar devam eden, Madımak Oteli’nin yakılması, terhis edilen 33 erin şehit edilmesi, Başbağlar katliamı, gibi birçok olay 1993 yılında gerçekleştirildi.

1993 yılı belki de PKK’nın yeniden diriliş yılıydı. Ve varlığını tescil ettirdiği yıl. 93 değerlendirmesi yaparken, şunları göz önünde tutalım: Kahveci’nin ölümünden sonra ANAP’taki durum. Özal’ın ölümüyle kimlerin yolu açıldı. Hangi isimler siyaseten parladı. Uğur Mumcu’nun ölümüyle hangi uluslar arası ilişkiler darbe gördü. Ölümü içeride hangi örgütsel yapılanmaların işine yaradı. Eşref Bitlis’in ölümüyle, TSK içindeki güneydoğu politikası hangi yöne kaydı.

ÖLÜM ÜÇGENİNDE…

Özal’dan boşalan koltuğa başbakan Demirel oturunca başbakanlık makamı da ilk defa bir kadınla tanışıyordu: Tansu Çiller.  Çiller başbakan olduktan birkaç ay sonra, herkesi şaşırtarak kürt meselesinin çözümü için Bask modelinden söz etti. Başta Demirel olmak üzere büyük tepki gördükten sonra, “terör ya bitecek, ya bitecek” diye tarihi sözünü etti. Ancak ortalığı sarsacak açıklama daha sonra geldi.

Çiller, “Teröre destek veren 60 işadamının elimizde listesi var” dediğinde ise ortalık toz duman olacaktı. Listede ismi olduğu iddia edilen bazı işadamları Düzce-Sapanca-Hendek ölüm üçgeninde cesetleri bulundu. Bazıları ise milyonlarca dolar haraç ödeyerek canlarını kurtardı.
Bu haraçlar hangi yetkililere ödendi?  



ÖCALAN YAKALANDI AMA… ERGENEKON İLE EŞZAMANLI UYANIŞ

ABD Türkiye’ye büyük bir sürpriz yaparak Abdullah Öcalan’ı kucağına attı. 1999 yılında bir dizi seyahatten sonra PKK lideri Abdullah Öcalan, Türk yetkililere teslim edildi. Yıllardır yok etmeye çalıştığı örgütün liderinin kucağında oturduğunu gören Türkiye başlangıçta ne yapacağını bilemedi. Kısa bir debelenmeden sonra hemen kendine geldi. 3 ayda hazırlanan jet iddianameyle Apo yargılandı. İdama mahkûm edildi. Edildi edilmesine ama asılmadı. Dönemin başbakan yardımcısı MHP lideri Devlet Bahçeli yıllar sonra itiraf etti. “Siz olsaydınız siz de asamazdınız.” ABD ve batı baskısına işaret etti.

Apo için Marmara Denizi’nin ortasında bir ada tahsis edildi. İmralı. Adaya geliş gidiş kontrollü. Avukatlar, akrabaların görüşmesi izne bağlı. Tam bir tecrit. Ne hikmetse-dünyada bir örneği yok-Apo PKK’yı İmralı’dan yönetmeye başladı.

Öcalan’ın yakalanmasından sonra örgüt, adeta uykuya daldı. Bizimkilerde “örgüt bitti” sanarak,  rehavet had safhaya tırmandı ve PKK ile ilgili kimse parmağını kıpırdatmadı. Taa ki, 2007 yılında tarihin en girift operasyonu başlayana kadar. Ergenekon. 2008 yılında ilk Ergenekon davası başladığından, sonra PKK’da yavaş yavaş gözlerini ovuşturmaya başlamıştı. Kanlı örgüt kış uykusundan uyanıyordu. 2012 yılına gelindiğinde ise, neredeyse her gün bir eylem haberi alıyoruz. Her gün şehit haberleri yürekleri dağlıyor.

Yaklaşık 3 yıl önce Ergenekon’dan tutuklanan ve daha sonra serbest bırakılan Aydınlık grubunun önde gelen bir ismiyle görüşmüştüm. Bana önümüzdeki dönemde büyük eylemlerin olacağını söylemişti. Ben bunu Ergenekon operasyonuna yönelik protestolar olarak algılamıştım o zaman.



 KANDİL’E NEDEN GİRİLMİYOR

1990’lı yıllarda PKK Suriye’de bulunan Bekaa Vadisi’nde konuşlanıyordu. Bekaa’ya harekât zaman zaman dile getirilir, sonra da siyasiler, stratejistler, yapılacak bir harekâtın problemlerinden günlerce bahsederlerdi. Baba Esad burnundan kıl aldırmaz. Bizi her zaman PKK’yla tehdit ederdi. Gün oldu, devran döndü. Baba öldü, yerine oğlu geçti. Apo yakalandı. Suriye ile ilişkiler düzeldi. Ama PKK kuş oldu. Kandil’e uçtu. Bu defa da, Kandil harekâtı konuşuldu. PKK’nın azdığı dönemlerde Kandil bombalandı bile. Fakat günler öncesinden başlayan, “Kandil bombalansın” veya siyasilerin “Kandil’e hava harekâtı yapabiliriz” açıklamalarından örgüt tüyoyu kapmış kampı boşaltmıştı. Biz de TV’de Genelkurmayın dağıttığı görüntüleri, örgütün işinin bittiğini düşünerek, gerile gerile izledik. Böyle birkaç hava harekâtı yapıldı. Sonuç ortada.

Geçmişte boş kampları bombalayan TSK, PKK’nın her gün can almasına seyirci(!) kalamazdı. Örgütün 19 Haziran’da yaptığı Dağlıca baskınında 8 askeri şehit etmesinden sonra, Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’in Kandil’e operasyon yaparız ama şartlara bağlı açıklaması gündeme bomba gibi düştü.

Özel’in, şartlarından biri Türk milletinin kayıplara hazır olmasıydı. 30 yıldır, 30 bin insanını kaybeden bir milletten istediği şey buydu. Sayın genelkurmay başkanının…

Röportaj yapmak için gazetecilerin elini kolunu sallaya sallaya gittiği Kandil, dünyanın en iyi orduları arasında sayılan Türk Ordusu için ‘Kaf Dağı’ydı. 30 yıldır terörle mücadeleye ve silah alımına ve TSK’ya ayrılan bütçelerin, kaç tane Türkiye doyuracağını varın siz hesap edin. 25 yıl boyunca bütçeden en büyük payı alan TSK, aynı zamanda denetime de kapalı olan TSK, bugüne kadar Kandil’e girmeyi neden talep etmedi.

Yıllardır MGK kararlarıyla hükümetlere istediği her şeyi yaptırma kabiliyeti olan TSK, neden terörü kaynağında yok etmeyi düşünmedi? Bu nedenleri çoğaltarak kendinize sormaya devam edin.



MEDYA YALANA ORTAK

1990’lı yıllarda büyük PKK eylemlerinden sonra, büyük operasyon düzenleyen TSK’dan zaman zaman şu haberi alıyorduk: “500 PKK’lı ablukaya alındı” “200 PKK’lı bilmem ne mevkiinde sıkıştırıldı.” Hatırladınız mı?...

Bu haberlerle şehitlerine ağlayan halkın yüreğine su serpilirdi. Aradan günler geçer, sıkıştırılan PKK’lıların yok edildiği veya teslim olduğu haberi gelmezdi. Hiçbir siyasi veya televizyoncu-gazeteci-yazar veya soruşturmacı televizyon gazetecileri, “Ablukadaki teröristlere ne oldu, operasyonun bilançosu nedir” diye sormazdı.

O günleri unuttuk ama medyamız sağ olsun yine hatırlattı bize.

19 Haziran Dağlıca eyleminden sonra, eyleme katılan 300 PKK’lının ablukaya alındığı haberleri yine TV ve gazetelerimizin başköşesini süsledi. Aradan 8 gün geçmiş nedir operasyonun bilançosu. Gen. Kur. açıklamış, 28 terörist öldürüldü diye. Dünyanın en büyük operasyonel güçlerinden bir olan Türk ordusu 300 kişiden 28’ini etkisiz hale getirebilmiş, diğerleri de kaçmış.

Şayet bu durum gerçekse, genelkurmay başkanı haklıdır. Kandil operasyonunda büyük kayıplar değil, birliği orada bırakıp geliriz. Burada da gıyabi cenaze namazı kılarız.

Ne var ki, durumun taktik olduğunu düşünüp içimi rahatlatıyorum. Zira TSK, PKK’yı özellikle bitirmiyor.

 PKK’NIN BİTMEMESİNİN EKONOMİK VE ASKERİ YÖNÜ

Askerlik görevimi ifâ ettiğim birlikte özel harpçi bir başçavuş vardı. Deli bozuğun biriydi ama mert, delikanlı biriydi. Nöbetçi olduğu geceler anılarını dinlerdim. Gazeteci olduğumu bildiği halde anlatırdı, bana güvenirdi.

Güneydoğu’daki olaylarla ilgili sorularımı cevaplardı. Bana bir gün dedi ki: “Bunların hepsi fasa fiso, PKK istense 1 haftada yok edilir. Şimdi olaya daha yukarıdan bak. Askeri bir değerlendirme yapalım. Avrupa ülkelerini düşün, orduları en son ne zaman savaştı. Sanırım en son ikinci dünya savaşında. Dünyada sürekli savaşan kaç ordu var. ABD, İsrail ve Türkiye. ABD dünyanın her yerinde istediğinde savaşabiliyor. Bazen İngiltere’de peşine takılıp, bazı bölgelerde savaşıyor. İsrail zaten malum: Filistin. Türk ordusu 20 yıldır savaşta PKK ile. Bunun getirdiği üstünlüğü bir düşünsene. Hangi ülkeyle savaşsak köklerini kazırız. Yıllardır PKK ile savaşta Türk ordusunun geliştirdiği savaş teknikleri var. Bunları sadece tatbikatlarda denemiyor, PKK üzerinde uyguluyor. Aldığı silahları PKK üzerinde deniyor. Çatışmalarda askerinin becerisini görüyor. Sonuçları analiz ediyor. Ülke olarak mali açıdan pahalıya patlıyor. Bir de ölen askerler var. Ama savaşta olur böyle şeyler. Fakat bizde sağladığı üstünlük hiçbir şeye değişilmez. Tüm dünya biliyor bunu.”

Yorumu size bırakıyorum.

Ekonomik yönü ise, geçici köy korucularıdır (GKK). Türkiye’de 57 bin köy korucusu bulunuyor.  Bu rakamın 77 binlere kadar çıktığı dönemler olmuştur. Yine dikkat çekici bir unsur: PKK’nın ilk eyleminden 1 yıl sonra 26 Mart 1985 GKK, muhtarlık kanununda yapılan değişiklikle vücuda getirilmiştir.

Bölgede işsizliğin had safhada olması, teşviklere rağmen bölgeye yatırım gitmemesi, GKK’luğu cazip bir istihdam olarak karşımıza çıkarıyor. Devletin binlerce kişiye iş sağlama olanağı. İstihdamın adının ‘geçici’ olması, fakat 27 yıldır da ‘geçmemesi’ manidardır.

Korucunun varlığının teröre bağlı olması ardında birçok sorunu getirmiştir. GKK öncelikle terör bittiğinde işsiz kalacağını çok iyi bilmektedir. İşte bu içgüdüyle zaman zaman PKK tarafında yer almış. Zaman zaman kaçakçılık yapmış. Zaman zaman ise faili meçhul cinayetlere karışmıştır.
İdari bakımdan kaymakamların, mesleki bakımdan ise jandarma bölük komutanının emir ve komutası altında olan GKK, hakkında TBMM Faili Meçhul Siyasi Cinayetler Araştırma Komisyonu raporunda şunlar yazıyor:
“Çoğu kez hem devletten maaşlarını almışlar, hem de terör örgütüne -kimi zaman korkudan, kimi zaman isteyerek- yardım ve yataklık yapmışlardır. Bazıları ise korucu kimliği ile silah, uyuşturucu vb. kaçakçılığı yapmışlardır. İşledikleri fiiller yüzünden mahkemece aranan korucular, maaşlarını düzenli olarak aldıkları halde yakalanamamışlardır. 1985 yılında başlatılan Koruculuk uygulamasında 1997 yılına dek geçen süre içerisinde 23 bin 817 geçici köy korucusu görevinden uzaklaştırılmıştır. Bu korucuların 20 bin 319’unun görevi ihmal suçunu işlediği açıklanmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre, koruculuk uygulamasının başlatıldığı tarihten günümüze kadar geçen süre içerisinde, 2 bin 402 korucu terör suçlarına karışmış, 936 korucu hakkında mala karşı işlenen suçlardan, 1234 korucu hakkında şahsa karşı işlenen suçlardan, 428 korucu hakkında da kaçakçılık suçundan işlem yapılmıştır.”

Nasıl buldunuz raporda yazanları.

Devlet kendi eliyle terör yaratmakta çok marifetli görünüyor.

PKK’nın zuhurundan sadece 1 yıl sonra, GKK’ların oluşturulması, kafalarda pek çok soruyu gündeme getiriyor. 800 bin olduğu açıklansa da, 1 milyondan fazla asker olduğu söylenen TSK, ülke içinde terörü engelleyemeyecekse, o takdirde polis engellesin. O da olmuyorsa bunları lav edelim başka örgütlenmelere gidelim. Yeniçeri Ocağı iş görmediğinde, Nizam-ı Cedid’in kurulması gibi. Ne gerekiyorsa yapalım. Yeter ki, terör belasından kurtaracak siyasi ve askeri ferasete sahip olsun.



PKK'nın ilk eyleminden bu yana, ülkeyi yönetenlerin; selefin halefe bıraktığı miras, özlü söz de bu olsa gerek: "BIÇAK KEMİĞE DAYANDI"
28 yıllık takvim içinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin PKK politikasını anlamak bakımından son derece manidar bir "politik söz"...

  

Cengiz HanMoğol İmparatorluğu Haritası
Moğollar Türklerle aynı bölgede yaşayan ve uzun yıllar Türk egemenliğinde kalan bir millettir. Türklerle akraba bir topluluk kabul edilir. Ancak Moğollar Türk değillerdir. Moğollar 1209 yılında ilk defa Cengiz Han döneminde devlet kurmuşlar, diğer Türk boylarını kendi egemenlikleri altına alarak devletlerini Asya'dan Avrupa'ya kadar genişletmişlerdir. Moğollar özellikler Uygur Türklerinden etkilenmişlerdir.

Arama sözcükleri: Moğollar hakkında kısaca bilgi, Moğollar kimdir?, Moğollar Türk müdür?, Cengiz Han hangi devletin hükümdarıdır, Türk-Moğol ilişkileri nasıldır?, Orta Asya Türk Tarihi.

Çin Seddi
Hunlar ve Göktürler döneminde Türkler ve Çinliler arasında sonu gelmeyen birçok savaşlar yapılmıştır. Çinliler bu dönemde Türklerin en büyük düşmanı olmuşlardır. Türklere karşı Çinliler savunma amaçlı "Çin Seddi"ni yapmışlardır. Türk-Çin mücadelesinin temel nedeni İpek Yolu'na egemen olma mücadelesidir. Çinliler Türk devletlerini savaşarak yenemedikleri için içeriden yıkma politikasını uygulamışlardır. Bu politikalarında başarılı olmuşlar, hem Hunlar hem de Göktürkler ikiye bölünmüş ve Çinlilerin egemenliğine girmiştir. Uygurlar döneminde durum biraz daha farklı olmuş, Çinlilerle daha çok ticari ilişkilerde bulunulmuştur.

Facebook Kapak Resimleri-Osmanlı 

Tarik Mektebi olarak facebook sayfalarınıza şanlı Osmanlımız ile güzellik katmak istedik ve sizlere özel olarak en güzel facebook kapak resimlerini paylaşıyoruz. Facebook timeline kapak fotoğrafları aşağıdadır arkadaşlar resimleri büyütmek için üzerlerine tıklamanız yeterlidir. Güle güle kullanın..
facebook kapak resimleri osmanlı

facebook kapak resimleri osmanlı

facebook kapak resimleri osmanlı

facebook kapak resimleri osmanlı fsm

İstanbul'un Fethi kapak resmi

Osmanlı Arması facebook kapak resmi

osmanlı tuğrası facebook kapak resimleri

osmanlı tuğrası timeline kapak fotografları

osmanlı facebook kapak fotoğrafları
Arama sözcükleri: facebook timeline kapak fotografları, facebook kapak resimleri, timeline, osmanlı facebook kapak resimleri, osmanlı kapak fotoları, indir.

ALİ KUŞÇU

Ali Kuşçu Biyografisi
Ali Kuşçu
Fatih Sultan Mehmed Han zamanında yetişen büyük astronomi ve kelam alimidir. İsmi, Alaüddin Ali bin Muhammed el-Kuşçu’dur. Babası Muhammed, Maveraünnehr’de hüküm süren ünlü Türk sultanı ve astronomi alimi Uluğ Bey’in kuşçusu idi. Bu yüzden ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Ali Kuşçu’nun doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemektedir. On beşinci asrın başlarında Semerkand’da doğduğu kabul edilmektedir.
Uluğ Bey’in hükümdarlığı sırasında Semerkand’da ilk tahsilini tamamlayan Ali Kuşçu, din ilimlerinde yetiştikten sonra matematik ve astronomiye karşı aşırı derecede ilgi duydu. Devrinin en büyük alimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyseddin Cemşid ve Muinüddin Kaşi’den astronomi ve matematik ilmini öğrendi. Daha fazla ilim öğrenme arzu ve isteği ile gizlice Semerkand’dan çıkıp Kirman’a gitti. Tahsiline devam ederek, kendisinden sonra tam iki asır boyunca, alimlerin ilgi ve tedkikine mazhar olan Şerh-ut-Tecrîd adlı eserini yazdı. Uzun seneler Kirman’da kalan Ali Kuşçu, Semerkand’a döndü ve tekrar Uluğ Bey’in hizmetine girdi.
Senelerce gizlendiği için Uluğ Bey’den özür diledi. Uluğ Bey özrünü kabul edip; “Bize nasıl bir hediye getirdiniz?” diye sorunca, “Gelmiş geçmiş bilginlerin çözemediği, ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili meseleleri izah eden bir kitap hazırlayıp getirdim” cevabını verdi. Uluğ Bey; “Hele bir inceleyelim bakalım” deyince eserini takdim etti. Uluğ Bey, uzun uzadıya inceledikten sonra hayran kalarak takdirlerini belirtti. Zîc-i Uluğ Bey'in hazırlanması çalışmalarına katılan Ali Kuşçu, Kadızade-i Rumi’nin vefatı üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkand rasathanesine müdür tayin edildi. Burada, astronomi ile ilgili çalışmalarını başarıyla sürdürdü. Uluğ Bey’in öldürülmesinden sonra, yerine geçen evlatları zamanında devlet düzeni bozuldu ve alimlerin kıymeti bilinmez oldu. Bu duruma çok üzülen Ali Kuşçu, Hacca gitmek için hükümdardan izin alarak Semerkand’dan ayrıldı ve Tebriz’e geldi. O sırada bölgede hüküm süren Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve çevresindeki ileri gelen devlet adamları, Ali Kuşçu’yu hürmetle karşılayıp ağırladılar. Osmanlı Devleti ile arası açık olan Uzun Hasan, iki devlet arasında elçilik yapıp barışı temin etmesi için Ali Kuşçu’ya ricada bulundu. Bu ricayı kabul eden Ali Kuşçu İstanbul’a geldi ve Fatih Sultan Mehmed Han ile görüştü. İlim aşığı olan Sultan, kendisine çok ikram ve hürmet gösterdi. Ali Kuşçu’nun Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Ali Kuşçu, bu samimi ve halisane teklifi kabul etti. Elçilik vazifesini tamamladıktan sonra, İstanbul’a gelip yerleşeceğini söyledi. Verdiği sözde duran Ali Kuşçu’ya yüz kişilik maiyyeti ile beraber Osmanlı hududuna girişinden itibaren her konak için bin akçe gibi gayet yüksek bir meblağ tahsis edildi. Hürmet ve ikram ile İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’yu ünlü din ve fen alimi Hocazade karşıladı. Üsküdar’dan Eminönü’ne kayıkla geçerlerken ilmi meselelere dalarak med-cezir hadisesini tartıştılar. Ali Kuşçu onu, Hocazade de Ali Kuşçu’yu bilgilerinden dolayı takdir etmişti. Bir süre sonra Ali Kuşçu bu değerli alimin oğluna kızını vererek akrabalık bağı kurdu.
Fatih Sultan Mehmed Han ile Uzun Hasan’ın arası fitneciler tarafından tekrar bozulunca, harp yapma zarureti ortaya çıktı. Fatih bu muharebeye giderken Ali Kuşçu’yu da beraberinde götürdü. Ali Kuşçu, bu sefer sırasında astronomi ile ilgili Fethiyye adlı eserini hazırladı. Sultan sefer dönüşünde onu, Ayasofya Medresesi’nde müderris olarak görevlendirdi, ayrıca kendi özel kütüphanesinin müdürlüğüne getirdi. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde, Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul’un meşhur alimleri de katılırlardı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfü ve torunu Mirim Çelebi gibi alimler onun derslerinde yetiştiler. Uzun seneler Osmanlı ilim ve irfan alemini aydınlatan ve batı bilim dünyasında devrinin Batlemyüs’ü (ptolemy) olarak tanınan Ali Kuşçu 1474 senesinde İstanbul’da vefat etti. Eyyub Sultan kabristanına defnedildi.
Ali Kuşçu’nun Eserleri:
1- Risale fil-Hey’et: Astronomi risalesidir. 1457 senesinde Semerkand’da Farsça olarak yazmıştır. Eser, Osmanlı mühendishanesinde on dokuzuncu asrın başlarına kadar ders kitabı olarak okutuldu. İstanbul’da; Üniversite, Ayasofya ve Köprülü kütüphanelerinde, Bursa’da da Haracçıoğlu Kütüphanesi’nde yazma nüshaları vardır.
 2- Risale fîl-Hisâb: Matematik ilmi ile ilgili bir eserdir. Farsça olan bu eseri de Semerkand’da yazmıştır. Yazma nüshaları İstanbul kütüphanelerinde mevcuttur.
3- Risale fil-Fethiye: Risale fî’l-Hey’et’in ilavelerle birlikte Arapça’ya çevrilmiş şeklidir. Bu eseri Ali Kuşçu, Fatih ile birlikte katıldığı İran seferi sırasında yazmıştır. Eserde ekliptiğin eğimini hesap eden Ali Kuşçu, eğimi (23° 30’ 17”) olarak bulmuştur. Bugün bulunan değeri ise (23° 27’) dır. Bu iki değer arasındaki küçük fark Ali Kuşçu’nun astronomideki üstün bilgisini ortaya koyar. Nuruosmaniye Kütüphanesi 2949’da bir nüshası olan eseri, Molla Abdullah Perviz, Mirât-üs-semâ adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. 1548 senesinde de Seyyid Ali bin Hüseyin tarafından ikinci bir tercümesi daha yapılmıştır. 1839’da yapılan tercümesi ise Mir’ât-ı Âlem ismiyle İstanbul’da yayınlanmıştır.
 4- Risâle-i Muhammediyye fî ilm-ül-Hisâb: Semerkand’da yazdığı Risale fil-Hisâb’ın Arabça’ya tercümesidir. Ali Kuşçu’nun hattıyla yazılmış  olan eser halen Ayasofya Kütüphanesi’nde 2733 numarada kayıtlı olup, bir mecmuanın 71. varağından 169. varağına kadar devam eden kısmındadır. Cebir ve hesap konularından bahseden eserin son sayfasında Ali Kuşçu’nun bir imzası ve 1472 senesinde bittiğini belirten bir kayıt vardır.
5- Hall-ül-eşkâl-il-kamer: Ali Kuşçu bu eserini ilmini artırmak için gittiği Kirman’da hazırlamıştır. Dönüşünde Uluğ Bey’e takdim ettiği eserde ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili meseleleri açıklamıştır. İsmini bildiğimiz bu eserin nüshasına rastlanmamıştır.
6- Risale fil-umûr-il-Âmme, 7- Risale fil-Hemziyye, 8- Ta’likât alâ Mebehîsi galât-il-Hassiyye, 9- Ukûd-ül-Cevâhir, 10- Rîsâle fî mes’elet-il-Garîbe bil-ulûm-ir-Riyâziyye, 11-Şerhu Tuhfet-iş-şâhiyye, 12- Hâşiye alâ Vaz’iyye-i Kâdı Adûd. Bunlardan başka Uluğ Bey Zîci’ne yazdığı şerh önemli ve pek kıymetli bir eserdir.

Kaynakça

 1) Şakayık-ı Nu’maniyye Tercümesi, s. 181
 2) Ulûm-ül-Bahte; s. 426
 3) Rehber Ansiklopedisi; cilt-1, s. 181
           4) Kamûs-ül- a’lam; cilt-4, s. 3179
 5) İslam Alimleri Ansiklopedisi; cilt-11, s. 276
 6) Hadîkat-ül-cevâmi; cilt-1, s. 270
 7) Menâbi-i ulûm-i İslami; cilt-1, s. 342
 8) Brockelmann; cilt-2, s. 234
 9) Ali Kuşçu, Hayatı ve Eserleri (S. Ünver, İstanbul-1948)
10) Âsâr-ı Bakıyye (Salih Zeki, İstanbul-1329); s. 195
11) Tâc-üt-tevârîh; cilt-1, s. 489
Arama söcükleri: Ali Kuşçu hakkında ansiklopedik bilgi, ali kuşçu hayatı ve eserleri, ali kuşçu kimdir?, ali kuşçu eserleri hakkında derin bilgi,biyografiler.

Osmanlı Sultanları Belgeseli

>Resmi büyütmek için üzerine tıklayın.


Osmanlı Padişahları - Kronolojik Sıralaması

  • Ertugrul Gazi
  • Osman I. (1299-1326)
  • Orhan I. (1326-1359)
  • Murad I. (1359-1389)
  • Beyazid I. (1389-1402)
  • Mehmed I. (1403-1421)
  • Murad II. (1421-1451)
  • Fatih Mehmed II. (1451-1481)
  • Beyazid II. (1481-1512)
  • Selim I. (1512-1520)
  • Süleyman I. (1520-1566)
  • Selim II. (1566-1574)
  • Murat III. (1574-1595)
  • Mehmed III (1595-1603)
  • Ahmed I. (1603-1617)
  • Mustafa I. (1617-1623)
  • Osman II.(1618-1622)
  • Murat IV. (1623-1640)
  • Ibrahim I. (1640-1648)
  • Mehmed IV. (1648-1687)
  • Süleyman II. (1687-1691)

  • Ahmed II. (1691-1695)
  • Mustafa II. (1695-1703)
  • Ahmed III. (1703-1730)
  • Mahmud I. (1730-1754)
  • Osman III. (1754-1757)
  • Mustafa III. (1757-1774)
  • Abdülhamid I. (1774-1789)
  • Selim III. (1789-1807)
  • Mustafa IV. (1807-1808)
  • Mahmud II. (1808-1839)
  • Abdülmecid I. (1839-1861)
  • Abdülaziz I. (1861-1876)
  • Murat V. (1876)
  • Abdülhamid II. (1876-1909)
  • Mehmed V. Resad (1909-1918)
  • Mehmed VI. Vahdettin (1918-1922)
Arama sözcükleri: osmanlı padişahları belgeseli izle, osmanlı sultanları/padişahları kronolofik sıralaması, osmanlı belgeseli.
no image
İstihbarat Teşkilatının Devlet Teşkilatındaki Yeri

          Selçuklu merkez teşkilatında yürütme organı olan “Büyük Divan” en önemli devlet organıdır. Vezir-i azamın başkanlığında devlet işleri bu organ tarafından hükümdar adına yürütülürdü. Bu divan, bugünkü bakanlıklara tekabül eden divanlardan meydana gelirdi. Her divanın başında “Sahib-i Divan” adını taşıyan bir bakan vardır. Bütün bu divan üyeleri bir araya geldikleri zaman “Büyük Divan”ı oluşturmaktadırlar. Selçuklular idare teşkilatını büyük ölçüde Samani ve Gaznelilerden almıştır. Ancak daha önceki devletlerde merkez teşkilatında önemli bir yere sahip olan bazı divanların Selçuklularda büyük divana dahil olmadığı görülmektedir. Bunlar arasında en önemlilerinden biri de posta divanı olup, nazır veya reisine “Sahib-i Berid” denilmektedir. Büyük divan üyesi olmamakla beraber bu divana çok önem verildiğini görüyoruz. Zira “Sahib-i Berid”in tayini bizzat hükümdar tarafından yapılmaktadır. Yine bu makama tayin edilen kişilerin ekonomik ihtiyaçlarının azami ölçüde karşılandığı ve kafi derecede maaş verildiği bilinmektedir. Ancak Selçuklu sultanları arasında sadece Sultan Alparslan’ın devletin “posta ve istihbarat” işlerine bakan “Divan-ı Berid”e çok önem vermemesi, özellikle istihbarat kısmını büsbütün kaldırması o dönem devlet adamlarınca tenkit edilir. Bununla birlikte Selçuklu devlet teşkilatının da bazı birimlerinin dışında daha önceki geleneği devam ettirdiği görülmektedir.

          Samaniler devrine ait olduğu tahmin edilen bir eserde (Zafername) istihbarat teşkilatı başkanı “Sahib-i Berid”in vasıfları şöyle sıralanmaktadır:

          a) Davaları dinleyip, hükmetmekle mükellef olduğu için bütün Şeri meselelere vakıf, zahid, müttaki, alim ve salih olması
          b) Her işi yeterince araştırması
          c) Doğru sözlü olması
          d) İyi huylu olması
          e) Herkesin iyiliğini isteyen bir yapıda olması
          f) Olayları arz ederken etraflı düşünmesi, yani ani karar vermemesi gereklidir.

          Sultan Alparslan zamanında Nizamülmülk’ün bütün ısrar ve telkinlerine rağmen İstihbarat teşkilatına önem verilmediği, hatta kaldırıldığı görülmektedir. Tarihi kaynakların müşterek ifadelerine göre casusluk ve casuslardan nefret eden Sultan Alparslan bu divanın istihbarat kısmını kaldırmıştır. Bir kaynakta bu konuda şunlar yazılıdır: “..Alparslan Muhammed bin Davut tahta çıktı, Nizamülmülk haberciler nasb etmek hususunu , Alparslan’a arz etti, Alparslan şöyle cevap verdi: habercinin bize lüzumu yoktur, dünyanın her kıtasında (şehrinde) dostlarımızda, düşmanlarımızda bulunur. Haberci bize bir haber getirdiği zaman kendinin bir garezi varsa, dostu düşman, düşmanı dost suretinde gösterebilir.” İstihbarat teşkilatı hakkındaki kanaatini bu şekilde ifade eden sultan teşkilatı kaldırmıştır. Aslında Sultan günümüzde de üzerinde durulan çok önemli bir meseleye parmak basmıştır. İstihbaratın sınırı, yani İstihbarat hukukunu işaret etmiştir. O günün şartlarında bugünkü manada bir istihbarat hukuku kavramı ve belirlenmiş uluslararası normlara dair belgeler elimizde bulunmamaktadır. Ancak Sultan Alparslan’ın vezirine söylediği sözlerden nereye kadar, nasıl, ne şekilde istihbarat yapılacak ve bilgiler ne amaçla, niçin, ne şekilde kullanılacaktır meselesine önem verdiğini anlamaktayız. İstihbarat elemanlarının yetkilerini istismar edeceği noktasından meseleye yaklaşmaktadır. Aslında bu endişesinde haksız da değildir. Selçuklu öncesi devletlerde de örneğine çok rastlanan bu istismar konusunda titizlenmesinde bir devlet başkanı olarak haklıdır. Ancak ortaya koyduğu çözüm şeklini doğru kabul etmek mümkün değildir. Yetkili bir devlet başkanı olarak istihbaratçıların görevlerini kötüye kullanmalarını önleyecek tedbirler alabilecek durumdadır. Daha çok konuya ahlaki açıdan yaklaşmakta ve tecrübeli vezir Nizamülmülk’ün tekliflerini reddetmektedir. Halbuki istihbarat teşkilatı, teşkilat içi kontrolü yapmakta ve elemanları başka istihbaratçılarla takibe almaktadır. Dolayısıyla Sultanın endişeleri teşkilat tarafından da dikkate alınmaktadır. Selçuklu Devleti’nde istihbarat teşkilatının en zayıf olduğu dönem hemen, hemen Sultan Alparslan zamanıdır denilebilir. Büyük bir devlet adamı olduğunda şüphe olamayan Sultanın, istihbarat teşkilatı konusunda gösterdiği bu zafiyet kısa zamanda çeşitli olumsuzluklarla kendini gösterecektir. Mesela Batıniler Selçuklu İmparatorluğu içinde gizli faaliyetlerde bulunurlarken birden bire kuvvetli bir şekilde ortaya çıkacaklardır. Daha sonra Nizamülmülk’ü faaliyetlerine engel olduğu için de öldüreceklerdir. Teşkilatın kaldırılmasının aslında bir hata olduğu kısa süre sonra görülecektir. O devrin tarihçileri bu durumun ortaya çıkmasını Berid (istihbarat) teşkilatının kaldırılmasına bağlamaktadırlar.

          Günümüzde o dönem ile ilgili çalışan araştırmacılar arasında Sultan Alparslan’dan sonra teşkilatın yeniden canlandırılıp canlandırılmadığı konusunda görüş ayrılıkları vardır. İbrahim Kafesoğlu, Sultan Alparslan tarafından kaldırılan “Berid teşkilatının Nizamülmülk’ün bütün ısrarlarına rağmen Melikşah devrinde yeniden kurulduğuna dair de kati deliller yoktur” diye yazmaktadır. Ancak Fuad Köprülü bu kanaatte değildir. Köprülü “.. bu kadar kuvvetli ve geniş bir imparatorluk idaresinde, merkezi idare ile vilayetler ve büyük sultan arasında süratle muhabereyi temin edecek resmi posta teşkilatının ve her türlü istihbarat vasıtalarının bulunmamasına asla ihtimal verilemez” demekte ve Melikşah, Sultan Sancar zamanından bazı örneklerle düşüncesini pekiştirmektedir. Mehmet Altay Köymen’de Kafesoğlu’nun aksi kanaattedir. Köymen “mamafih, Melikşah zamanında istihbarat ve devlet posta teşkilatının tekrar faaliyete geçtiği anlaşılıyor” diyerek bazı örneklerde vermektedir. O da Köprülü gibi düşünmektedir. Gerçekten de her ne kadar Sultan Alparslan casusluk ve casuslardan hoşlanmadığı için teşkilatı kaldırmışsa da, bu durum daha sonraki dönemlerde hiçbir suretle resmi posta teşkilatının ve menzil tertibatının bozulduğunu göstermez.

Kaynakça:

>Türkler Ansiklopesi, (Türklerde Kültür-Medeniyet \ Türklerde Askerlik \ İncelemeler \ Eski Türklerde ve Selçuklularda İstihbaratçılık)
Arama sözcükleri: istihbarat, teşkilat, Türkler, istihbarat teşkilatının devlet teşkilatındaki yeri ve önemi, Türklerde istihbaratçılık.

Selçuklularda İstihbaratçılık

Selçuklu Devleti Arması/logosu/amblemi
Selçuklularda daha önceki Türk-İslam devletlerinde olduğu gibi istihbarat teşkilatına sahiptir. O dönemin devlet adamları da milli menfaatlerin ve ülke çıkarlarının korunabilmesi için istihbarat teşkilatına sahip olmanın zaruretine inanmaktadırlar. Büyük Selçuklu Devletinin en önemli devlet adamlarından Nizamülmülk bunların başında gelmektedir. Devlet yönetimi ve siyaset bilimine dair önemli eseri “Siyasetname” de Nizamü'l-Mülk devletin, istihbarat için adamlar göndermesinin gerekli olduğunu yazmaktadır. Ona göre hükümdarın uzak, yakın ülkenin her tarafına gönderilecek elemanlar aracılığı ile halkın ve ordunun durumunu sormak, öğrenmek ve genel bir bilgi sahibi olmak mecburiyeti vardır. Ülkenin ve halkın durumunu bilmek ve ona göre tedbirler almak durumunda-mecburiyetinde-olan devlet başkanının bu işleri yapabilmesi için mutlaka haberci (sahib-i haber)ye ihtiyacı vardır. Taşra yönetiminin sultana karşı tutumları ve isyanlarına karşı istihbaratçı görevlendirilmesi zaruridir. Nizamülmülk bu düşüncesini pekiştirmek için de “.. cahiliyette ve İslam’da padişahların bütün şehirlerde hayır veya şer olup-bitenden haberdar olan sahib-i beridi olmuştur” diyerek tarihi, düşüncelerine şahit göstermiştir. Hatta bu hadiseye o kadar önem vermektedir ki iyi bir hükümdar olmanın olmazsa olmaz şartı gibi değerlendirmektedir. Zira, sahib-i haber ve münhi tayin etmek, (padişahın) adalet, uyanıklık ve basiretindendir. Selçuklu döneminde (XI-XIII. Yüzyıllarda) Nizamülmülk’ün dışında da devlet idaresine dair eserler yazan en dindar, hatta tasavvuf akidelerine bağlı müelliflerin bile memlekette olup biten her şeyi hükümdara bildirmekle mükellef bir istihbarat teşkilatının lüzumunda müttefik olduklarını görüyoruz.

Kaynakça:

>Türkler Ansiklopesi, (Türklerde Kültür-Medeniyet \ Türklerde Askerlik \ İncelemeler \ Eski Türklerde ve Selçuklularda İstihbaratçılık)
Arama sözcükleri: istihbaratçılık, Selçuklu Devleti, dönem, bilgi, bilimsel makale.


Bir süreden beri İBDA-C lideri Salih İzzet Erdiş’e, nam-ı diğer Salih Mirzabeyoğlu, nam-ı diğer-örgüt içindeki adı-Kumandan’a farklı kesimlerden destek geliyor acaba neden?

Mayıs ayında CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, Salih İzzet Erdiş’in de 28 Şubat mağduru olduğunu söyleyerek tüm dikkatleri kendine çekti. Kısa bir süre sonra da, “28 Şubat ona hâlâ sürüyor” diyen Radikal Gazetesi Erdiş için, destek istiyordu. Gazete habere şöyle başlıyor: “Madem bu günlerde 28 Şubat mağdurlarından bahsediliyor, 'irtica tehdidi' algımız için sunulan Mirzabeyoğlu'nu da bir hatırlayalım artık.” 

Furyaya Ahmet Hakan Coşkun da katıldı ve “Mirzabeyoğlu tutuklanınca sustuk, şimdi konuşuyoruz” diyerek günah çıkardı.

Bunlardan önce mart ayında yayın hayatına yeni başlayan Milat Gazetesi’nde, eski Adnan Hocacı İsa Tatlıcan, "Salih Mirzabeyoğlu Türkiye’deki İslamcıların İmtihanıdır" diyor ve ekliyor: “Ancak her yıl olduğu gibi bu yıl da 28 Şubat sürecinin belki de en büyük mağduru unutuldu. O, 1998 yılından bu yana yani yaklaşık 14 yıldır cezaevinde. 60 kitap yazmış, düşünmekten, konuşmaktan, tartışmaktan başka eylemi olmayan bir mütefekkir…”

Son olarak da üç gün önce Yeni Şafak Gazetesi Erdiş’le röportaj yapmış. Yine mağduriyetinden bahsediyor.

Tüm bu yazılanların ve Erdiş’e verilen desteğin yanında; sadece ve sadece aldığı cezanın haksız olduğuna, ağırlaştırılmış müebbedi hak etmediğine inandığımı söylemeliyim.

Ve küçük bir hatırlatma: HANGİ DÜNYA GÖRÜŞÜNDEN OLURSANIZ OLUN. CEMAAT, TARİKAT, KLAN, PARTİ, DERNEK, VAKIF. HANGİ İSİM ALTINDA FAALİYET GÖSTERİRSENİZ GÖSTERİN. VEYA HANGİ OLUŞUMUN İÇİNDE YER ALIRSANIZ ALIN. ADININ SIFATININ NE OLDUĞU ÖNEMLİ DEĞİL: ARANIZDAKİ ÇÜRÜK ELMALARI AYIKLAMAZSANIZ. HEPİNİZİ ÇÜRÜTÜR…

Salih Mirzabeyoğlu İslamcıların içindeki ÇÜRÜK ELMADIR. Bunu çok açık bir şekilde söylüyorum. Tıpkı, zamanında Ali Kalkancı, Hüseyin Üzmez için söylediğim gibi. Bunları ayıklama işini İslamcılar yapmadığı için, sistem bunları kullandı ve etrafındaki birçok elmayı da çürüttükten sonra sistem bunları ayıkladı. Oysa İslamcılar tarafından ayıklanmış olsalardı. Mütedeyyin insanlar zarar görmeyecekti. Fakat her zamanki gibi üstünü örttüler. Kulaklarını tıkadılar. Üç maymunu oynadılar. Aynı refleksin laik kesimde de olduğunu gayet iyi biliyorum.

Bugün mağdur olarak lanse edilen bu adam kimdir geçmişte neler yapmıştır. Suçu sadece mütefekkir olmak, şiir yazmak mıdır? Bunu bir mercek altına alacağız.

1994 yılında Vakit Gazetesi’nde işe başlarken ne Mirzabeyoğlu’nu, ne İBDA veya İBDA-C’yi biliyordum. Zaman içinde hepsini öğrendik!

Gazetede İBDA-C üyesi olduğunu söyleyen 2-3 kişi vardı. Ağızlarında bir kumandan türküsü dolaşırdı. Taraf ve Siyah Bayrak dergileri okurlardı. Sordum, öğrendim. Tabii başladılar propagandaya. Ardından Mirzabeyoğlu’nun yazdığı Tilki Günlüğü adlı kitabı okumam için verdiler. Bir miktar okudum baktım zırva, iade ettim kitabı. Şeriat için savaşıyoruz diyorlardı. Hiçbirini namaz kılarken görmedim.

Sonraki günlerde, sinema, meyhane bombaladıklarını gazetelerden haber alınca davalarının ne olduğu anlaşılmıştı.

İlerleyen yıllarda içlerinden biri yine çalıştığım gazeteye gelir oldu. Sohbet ederdik. Sürekli kafasında kumandanın-Mirzabeyoğlu- emirleri vardı. Evliydi, çocuğu vardı, işsizdi. Fakat kumandan her şeyden önce geliyordu. Yıllar, yıllar sonra onun da bir cinayete karıştığını yine gazetelerden öğrendim. 2004 yılında, Dost Tarikatı olarak adlandırılan grubun lideri olduğu iddia edilen emekli Binbaşı İhsan Güven ve eşi Sibel Güven'i Tuzla'daki evlerinde öldürülmesi olayına karışmıştı.  2012 Ocak ayında mahkeme bitmiş, bu arkadaş müebbet hapse mahkûm edilmişti.  Üzüldüm, çok düzgün biriydi. Saftı, inanmıştı kendine göre… Kandırıldı, yazık…

NECİP FAZIL'IN FİKİRLERİ ÇARPITILDI

Yeni Şafak Gazetesi’ndeki röportajda muhabir Mirzabeyoğlu'na soruyor: "Ne yaptınız da bu cezayı aldınız" Mirzabeyoğlu şöyle cevaplıyor: “Bu süreç öncesinde, beni şu anda nasıl görüyorsanız, sivil hayatımda da aynı yaşantımı sürdürüyordum. Yani yazıyordum. Benim niyetim belli. En başında ben Müslüman’ım. Hayatımı buna göre şekillendiririm. Böyle olduğuna göre yazdıklarım da bu çizgide şekillenir.”

Bu Müslüman biçarenin(!) kurduğu örgüte bir bakalım:

Ak Doğuş Hareketi olarak 1970'li yıllarda ortaya çıkan ve kapatılan MSP'nin gençlik örgütü Akıncılar Derneği içinde gelişen İBDA-C, asıl atılımını 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında yaptı. MSP'yi pasif kalmakla, Akıncılar Derneği'ni 'devrim düşüncesini' yeterince desteklememekle suçlayan örgütün lideri Salih Mirzabeyoğlu, İBDA-C’yi kurarak müstakil hale geldi. Örgütün, Necip Fazıl’ın İBDA (İslami Büyük Doğu Akıncıları) öğretisinden yola çıktığı iddia edilse de, silahlı ve bombalı eylemlerle, adam kaçırma ve cinayetleri göz önünde bulundurursak ve üzerine çek-senet tahsilâtlarını eklersek, Üstad’ın fikirlerinin çarpıtıldığı ve sadece zemin bulmak için bir basamak olduğu anlaşılır.

Örgütün, hedefinin İslâm şeriatı altında Müslümanları toplamak olduğu iddia edilse de; bu hedefi namaz kılmayan, içki içen, uyuşturucu kullanan ve zina yapan mensuplarıyla gerçekleştirmek istemesi, PKK’nın “Bağımsız Kürdistan için savaşıyoruz” yalanı gibidir.

İBDA-C, PKK PROTOKOLÜ

1996 yılından sonra İBDA-C üyeleri için toplu tutuklamalar başlıyor. Mahkumlar TİKKO’yu, DHKPC’yi kıskandıracak derecede Metris Cezavi’ni,  İBDA-C’nin örgüt yuvası haline getiriyorlar. Avlu duvarlarına dev İBDA-C simgeleri çiziyorlar. Resimlerin önünde örgüt selamı veren fotoğraflar çektiriyorlar. Örgütün avukatı Hasan Ölçer bunların yayınlanması amacıyla Vakit Gazetesi’nden iki arkadaşımıza veriyor. Bizim uyanıklar da bunları alıp Sabah Gazetesi’ne satıyorlar. Ertesi gün, sabah manşetten veriyor fotoğrafları, tabii Hasan Ölçer’de bunun hesabını sormak için arkadaşları arıyor fellik fellik…

1998 yılında Salih Mirzabeyoğlu da tutuklanıp Metris Cezaevi'ne konuyor.

İşte size mütefekkir(!), şair Salih Mirzabeyoğlu ve örgütü İBDA-C:
Abdullah Öcalan Türkiye'ye getirildikten sonra İBDA-C, PKK ve Dev-Sol, Metris Cezaevi'nde bir protokol imzalayarak eylem birlikteliği içine giriyor. Ancak Dev-Sol daha sonra bu birlikteliğe son veriyor.
Aynı tarihlerde İstanbul’da iki alışveriş merkezinde bomba patlıyor. Bir taksici ölüyor, sekiz kişi yaralanıyor. Saldırıyı 'Milliyetçi Kürt İntikam Timi' (MKİT) adlı bir örgüt üstleniyor. Adı ilk defa duyulan örgütle ilgili bir ipucu PKK'nın Avrupa'daki yayın organı Özgür Politika gazetesinde yayınlanıyor. Gazete, İBDA-C içinde yer alan Kürt gençlerinin bir organizasyonu olabileceğini yazıyor.
Cezaevlerindeki İBDA-C tutukluları, Öcalan için DGM'leri protesto eylemini başlatırken, MED-TV de bildirilerini yayımlamaya başlıyor: İBDA-C Federe İslam Devleti temelinde Kürt devleti kurulmasını istiyor. Örgütün lideri Mirzabeyoğlu, Kürt sorunuyla ilgili olarak "Necip Fazıl'ın ve benim bağlı olduğumuz Esseyyid Abdülhakim Arvasi Hazretleri, Kürt beldelerinde yetişmiştir... Bu harika yetmez mi?" diyor. Osmanlı tarihindeki savaşlarda Kürtlerin öldürülmesi konusunda ise, bir başka ayrımcılığı dile getirerek, "Öldürmenin kendi başına 'iyi-kötü' değerlendirmesi olamaz... Yeri gelir, Üstad'ımın söylediği gibi, 'mikroba merhamet, hastaya merhametsizliğe varır!'... Yavuz'un tepelediği, Şii Kürtlerdir..." yorumunu yapıyor.

**********













METRİS'TE ASKERLERİ REHİN ALIYORLAR                                                                                                                                                         
Mirzabeyoğlu’nun cezaevine girmesiyle örgüt yeni bir sürece giriyor. Cezaevi faaliyetleri hız kazanıyor. Ve bir isyanda nasıl oluyorsa 60 askeri esir alıyorlar. yenifurkan.com adresinde örgüt mensubu olduğu anlaşılan biri 12 Aralık 1999 Metris İsyanını bir destan gibi şöyle anlatıyor:

Çatışma başlar başlamaz, gönüldaşlarımızdan bir kısmı, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu'nu korumaya çalışıyor.
Fakat Kumandan Mirzabeyoğlu, kendisini korumaya çalışan gönüldaşlara bağırıyor:
- "Beni bırakın; saldırın; kapıyı kapatın!!!"
Kumandan Mirzabeyoğlu, bizzat kendisi kapıya hücum ederek, o anda içeri girmeye çalışan dört beş askeri yere indiriyor ve kapıyı kapatmayı başarıyor.
Gönüldaşlarımız:
  -"Asker cezaevinden çıkmazsa ve rehin alınan üç gönüldaşımız bize teslim edilmezse; elimizdeki subay, astsubay ve binbaşıları keseceğiz!" diyerek, Binbaşı Mehmet Has'ın gırtlağına çöküyorlar!..
Yediyüz (700) askeri önüne katıp, altmış (60) kişiye saldırtan Binbaşı Mehmet Has, ağlamaya başlıyor ve "ne olur beni kesmeyin!" diye gönüldaşlarımızın ayaklarına kapanıyor.
Ve kapıdaki askerlere can havliyle emirler yağdırıyor:
"Allahınızı severseniz çekilin; bunların şakası yok, bizi kesecekler!"

İşte biçare Müslüman mütefekkir Mirzabeyoğlu ve örgütü…



CEZAEVİNDE ALEV MAKİNASI YAPIYORLAR

19 Aralık’taki bu isyandan 6 gün sonra güvenlik güçleri cezaevine bir operasyon yaparlar. İBDA-C bu defa kale müdafası tadında bir direniş gösterir. Mirzabeyoğlu’nun tabiriyle, ‘İslam ihtilal inkılâbının tarihini’ yazarlar. E. Ethem Köylü olayı akincigenc.com’da dakika dakika anlatmış:
“Bugün İslâm İhtilal İnkılabının Tarihini Yazıyoruz”
Tarih 25 Ocak 2000… Sabaha karşı Metris Cezaevi’nde Kumandan Salih MİRZABEYOĞLU önderliğinde bu tarih yazılıyor. Tırnak içindeki başlık da, O’nun o günün sonunda söylemiş olduğu bir söz.
T.C. 5 Aralık 1999 tarihinde uğramış olduğu hezimetin ve yüzlerce askerini rehin bırakarak kaçarken, çizdirdiği karizmasını, düzeltmek ve intikam almak için Metris Cezaevi’nde bulunan İBDA-C koğuşuna adına “Noel Baba” dediği bir saldırı düzenlediği ve İBDA-C Akıncılarının bu saldırıya destansı çapta direndiği tarihti 25 Ocak 2000.
25 Ocak 2000’de kapımıza dayandılar.
5 Aralık 1999 tarihinden sonra bunların, gelip intikam almak isteyeceklerini biliyor ve bekliyorduk. Beklerken de boş durmayıp, savaş hazırlıklarımızı sürdürüyorduk. Tüm Akıncılar, ellerinden geldiğince gece gündüz çalışıyor, eye sesleri mu***iye dönüşüyor, masa başında kibrit ucu soyanlar bu mu***iye eşlik ediyorlardı. Molotoflar hazırlanıyor, alev makinesi yapılıyor, patlayıcı ve el yapımı silahlar kendi imkânlarımız içinde yetenekli ve becerikli gönüldaşlar tarafından hazırlanıyordu. Görev taksimleri gerçekleşiyor, herkes üzerine düşeni yapmaya çalışıyordu. Zaman zaman gevşeklik edenler de olmuyor değildi. Ama uyarı ve ikazlarla bunlar çarçabuk gideriliyordu.
….

Bizim zavallı mütefekkir Mirzabeyoğlu, alev makinası, bomba ve molotof kokteyl yaparak Türk askerine direniyor. Sanki Hayber Kalesi’ni savunuyor. Sonuç tabii hezimet…

ÖRGÜT MOTTOSU: "HER ŞEYİ İNKAR ET"

 İBDA-C militanları, Hizbullah’da olduğu gibi 'Kendiliğinden zuhur' veya 'Gerektiği yerde, gerekeni yapma' olarak adlandırılan eylemler ve örgütlenmeler yoluyla polis takibatından kurtulmaya ve eylemlerde lider kadrolarını olayların dışında tutmaya çaba gösteriyorlar.

İBDA-C’nin yayın organlarından biri olan Taraf Dergisi’nin, Mart 1992 tarihli 13. sayısında
Örgütün tanımı ve yapısı şöyle açıklanıyor:
“Dev-Sol ve PKK illegal örgütler olup; açıkta ve kanun önünde herhangi bir teşkilatı, tabelası, adresi, temsil eden kişisi yoktur. Halbuki İBDA cepheleri mensupları açıkta ve kanun önünde faaliyetlerini yürütürler. Polis takibine maruz kalsalar, hapse düşseler dahi çekinmeden "İbdacıyım" derler. İBDA-C'lerden birinin veya birkaçının yasadışı eylem yapmaları dahi bu durumu değiştirmez. Bir kişi dahi İBDA-C oluşturup illegal faaliyetlerde bulunabilir. Bunun bütün zümreyi bağlamayacağı aklen ve hukuken meydandadır. Meselâ: Bir veya bir kaç kişi bir araya gelip, belirledikleri bir hedefi öldürüp yanına İBDA-C imzalı bir bildiri bırakabilirler. Böyle bir eylem sadece yapanlara aittir. Diğer İBDA-C'leri ve İBDA'yı bağlamaz. Hukuken bu böyledir. Polis ne kadar operasyon düzenlerse düzenlesin, her cephenin faaliyeti müstakil olduğu ve birinin yaptığından diğerinin haberi olmadığı için birşey elde edemeyecektir.”

“Resmî makamlar nezdinde bir İBDA-C terör örgütünün adı geçiyor. Gazeteler artık rahatça terör örgütleri listesine İBDA-C'yi de alıyor ve haber kaynağı olarak İstanbul Valiliği'ni gösteriyorlar.
Onbirinci sayımızda, Milliyet gazetesinde yayınlanan bu tür bir haberi tekzip etmiştik. Aynı haber, aynı "18 terör örgütü listesi", bu sefer de Cumhuriyet gazetesinde yayınlandı. Dahası, Hürriyet gazetesi de terör örgütlerinden ele geçirilen silâhlar üzerine yaptığı bir haberde, İBDA-C örgütünden de 13 adet silâha el konulduğunu yazıyor. Hürriyet'in belirtmediği kaynağı mı haberi böyle geçti, yoksa kasıtlı bir değişiklik mi bilemiyoruz; ama bu gazetenin daha önce de İBDA-C için, "bölücü örgüt" tabirini kullandığını hatırlarsak (Kürt politikamıza atfen), ısrarla bizi arenaya davet ettiği sonucunu çıkarabiliriz. Düşmana verdiğimiz silâh sayısı dörttür ve bu sefer "öyle" olmaz cevabımız!”

AĞAÇ KALINLIĞINDAKİ PENİS

İsa Tatlıcan "Salih Mirzabeyoğlu Türkiye’deki İslamcıların İmtihanıdır" demiş ya,  Salih Mirzabeyoğlu için, “Düşünmekten, konuşmaktan, tartışmaktan başka eylemi olmayan bir mütefekkir…” tanımlamasını yapıyor.
Tatlıcan, hayatında Mirzabeyoğlu'yla karşılaşmış mı, hiç oturup bir çay içmiş mi? Geçmişte köşe bucak kaçtıkları bu adam için şimdi; AKP rüzgarıyla doldurdukları yelkenlerinin rahatlığıyla yol alan teknelerinde "suçsuz bir mütefekkir" diyebiliyorlar.
Acaba bu mütefekkirin Tilki Günlüğü kitabını okumuş mu? Okumadıysa bir iki örnek vereyim günlükten. Mirzabeyoğlu’nun rüyaları ve fantazileri:

19 Aralık 1986- Fasıla Hanım, uzun uzun Saffet Bey'in dudaklarını öpüyor ve emiyor.
17 Ağustos 1987- Saffet Bey, Nefise Hanımı yanağından öpüyor. Onun annesi Saadet Hanımı şehvetle dudağından... Sonra Fasıla Hanımı ve ardından uykudan uyanmış olan Bedia Hanımı…

21 Ağustos 1987- Saffet Bey, Fasıla Hanım'la cima halinde.

19 Ekim 1988- Divan üzerinde bir kadın ve kucağında 3-4 yaşlarında bir çocuk. Saffet Bey'in kadına meyli var. Kadın naz yaparken cilveyi de ihmal etmiyor. Ayak parmaklarını, onun ayak parmaklarına değdiriyor.

2 Ocak 1989- Bir sürü çıplak insan. Saffet Bey, şarkıcı Aliye Arsoy ile çıplak bir kadın vaziyeti odanın kapısından görüyor ve esef ediyor. Saffet Bey'in Ermeni sevgilisi imiş. Aldatılmışlık hissi! Sırt üstü yatmış, iri topluca ve sakallı bir genç. Dikkat edince ağaç kalınlığında ve yapraklarla perdelenmiş gibi duran kısmın bir ağaç değil, tenasül uzvu olduğunu görüyorum. Tenasül uzvu açıkta. Bir buçuk metre uzunluğunda ve 20-25 santim genişliğinde ağacı andıran tenasül uzvu! Bunun fatihliğe alamet olduğunu düşünerek gözlerimi dikmişken, birden adam bana göz kırpıyor.

Nasıl iyi mi? İslamcı mütefekkir ve şair-yazar Mirzabeyoğlu’nun yazdıkları… Ne demek istediğimi anlamanız için yeterli mi?

Değil mi?

O zaman birkaç örnek daha. Bu defa mafya hikâyeleri:

15 Kasım 1988- Kapalıçarşı’daki kuyumculardan haraç alma davasında bir takım müdahaleler olabilecek.

27 Kasım 1988- Birini öldürmüşüm, bahçeye gömüyorum. Bahçede adamı arıyorlar ama öldüğünü bilmiyorlar.

20 Temmuz 1989- İnci Baba diye tanınan kabadayılardan Nabi İnciler, hamamda. Altında peştamal, üstü çıplak, ben giyiniğim. Ayağımda siyah pantolon var. İnci Baba gayet dinç ve güler yüzlü. Benim ağzımı viski ve sigara alım satımı hususunda yokluyor.

8 Kasım 1989- Nazif Keskin, Kürt İdris ve birtakım adamların Taksim'deki yerine takılıyormuş. Nazif Keskin para ve senet, Ünsal Zor ise para getirdi.

22 Kasım 1989- Benim yeni arabayı alıp İBDA'ya gittik. Bir çakalın dişlerini sökeceğim!

ERGENEKON'UN 'SAĞ AYAĞI'

14 yıllık hapis hayatı aklını başına getirmiş ve şimdi mazlum ve biçareyi oynuyor. Haklı da sanırım bugüne kadar devlet tarafından kullanılıp bu kadar hapis yatan kimse yoktur. Ali Kalkancı, Müslüm Gündüz bile bu kadar yatmadı.

O zaman da söylemiştim. Yine söylüyorum. Ergenekon’un “sağ” ayağı ortaya çıkarılmadığı sürece gerçek bir operasyondan söz etmek mümkün değildir. Ulusal, sol ve laik ayakları gün yüzüne çıkarılan örgütün sağ ve İslamcı bağlantıları günün konjonktürü gereği ortaya çıkarılmıyor. Ergenekon’un, gerçek bir Ergenekon olmadığı zaten söyleniyor. Operasyonun sadece örgüt içindeki statükocu ve ABD karşıtı kanada yapıldığı da gün gibi aşikâr. O zaman Ergenekon’un içinde bulunan İslamcı unsurların misyonu halen devam ediyor diyebiliriz.

TELEGRAM AMA BİR TEK ONA

Az daha çok önemli bir meseleyi unutuyordum. Çok önemli diyorum zira Türkiye’de bu  iddia bir ilk.

Mirzabeyoğlu cezaevine girdikten kısa bir süre sonra, kendisine telegram uygulandığını iddia etti. Yani radyo dalgalarıyla beynine hükmedildiğini savunuyor. ABD başta olma üzere İngiltere ve bazı Avrupa ülkelerinde telegrama maruz kaldığını iddia eden insanlar olmuştur. Fakat Türkiye’de ilk defa Mirzabeyoğlu böyle bir iddiayı ortaya atıyor.  Çok önemli siyasi mahkûmların bile bugüne kadar böyle bir iddiada bulunmaması sadece böyle bir işkenceye Mirzabeyoğlu’nun maruz kalması ise özel yapıyor örgütü içinde onu. Mirzabeyoğlu’nu özel yapan ve ilişkilerinin uzantılarını anlamak için son bir örnekle bitiriyorum yazımı.

BİR MEHDİLİĞİ KALMIŞTI...

İBDA-C’nin yayınlarından Baran Dergisi'nin 100. sayısında ilginç bir röportaj yayınlandı. Derginin Orta Asya Temsilcisi Dilmurad Abdilbaki Yvasev, Kırgız Ordusu Özel Tim Eski Komutanlarından Albay Djumav Suyunaliyev ile bir röportaj gerçekleştirdiği iddia edildi.
Albay Suyunaliyev, İBDA-C Lideri Salih Mirzabeyoğlu'nun İslam dünyasının beklenen halifesi olduğunu söyledi. Haberde Suyunaliyev: "Biz K. Salih Mirzabeyoğlu'nu İslâm Âlemi'nin kurtuluş ümidi-Halifesi olarak görüyoruz. Ortaya koyduğu eserlerle ve yaşadığı hayatla Sayın Salih Mirzabeyoğlu bizim anlayışımıza göre İslâm Âlemi'nin beklediği Halife'dir." dedi.

İSMAİLAĞA: İBDA-C SAPKIN GRUP

Birkaç yıl önce İsmailağa tarikatı da İBDA-C örgütünden rahatsız olmuş ve şu bildiriyi yayınlamıştı.

SAPKIN BİR GRUP İBDA-C
İSMAİLAĞA CEMAATI İÇİNDE KAMUFLE OLMAYA ÇALIŞAN BU GRUP SATILMAYAN DERGİLERİNİN TİRAJINI ARTTIRMAK VE GÜNDEMDE KALMAK İÇİN ÇEŞİTLİ SENARYOLAR ÜRETMEKTEDİR. KİMİ ZAMAN BİR ERGENEKONCU GENERALİN KENDİLERİNE TELEFON AÇIP KORKTUĞUNU SÖYLEMESİ SAPKIN BİR GRUP İBDA-C
KİMİ ZAMAN İSE MİRZABEYOĞLUNUN TELEGRAM HAVUZUNA DALDIĞINI.. VE ORADAKİ MATRİX DÜNYASINDA FETİHLER YAPTIĞINI DUYURMASI GİBİ.. TİRAJİ KOMİK SENARYOLAR ÜRETMEKTEN GERİ KALMAMAKTADIRLAR. BU DA NE KADAR SAĞLIKLI (!) BİR RUH YAPISINA SAHİP OLDUKLARINI GÖSTERİYOR..
GRUBUN ÇOĞU İŞSİZ GÜÇSÜZ SERSERİ TAKIMINDAN OLUŞMAKTADIR. KİMİSİ EVİNDEN AYRILMIŞ, KİMİSİ EŞİNDEN BOŞANMIŞ, KİMİSİNİN YATACAK YERİ YOK vs. vs. vs..
BAŞTA DA DEDİĞİMİZ GİBİ GÜNDEMDE KALMAK VE DERGİLERİNİN TİRAJINI ARTTIRMAK İÇİN  HER KILIĞA GİREN BU GRUP ŞU ARALAR ERGENEKON MEVZULARIYLA YATIP KALKMAKTADIR.  ORTALIĞA OLMADIK TEORİLER SUNAN VE SAHTE İSİMLERLE SAĞA SOLA MESAJLAR YOLLAYAN BU GRUBUN ELEMANLARI ÇEŞİTLİ İSLAMİ SİTELERE ÜYE OLMUŞLAR ORADA DA KENDİ REKLAMLARINI YAPMAYA KALKINCA SİTE SAHİPLERİ TARAFINDAN KOVULMUŞLARDIR. EN SON OLARAK SELEFİ CİHAD SİTELERİNE MUSALLAT OLUP TASAVVUF PROPOGANDASI YAPMIŞLAR VE BUNDA DA BAŞARILI OLAMAMIŞLARDIR.  AKİDELERİ KÜFÜR VE ŞİRK OLAN BU GRUBUN DIŞ GÜÇLER TARAFINDAN KULLANILMAYA MÜSAİT OLDUKLARI AŞİKÂRDIR...



İBDA-C YAYINLARINDA ŞİDDET VE TERÖR HER ZAMAN ANA KONULAR OLARAK İŞLENİR.  



VAKİT-AKİT GAZETESİ KURUCULARI İÇİNDE BULUNAN YALÇIN TURGUT BALABAN MİRZABEYOĞLU'NUN KAYINBİRADERİDİR. GAZETEDE ZAMAN ZAMAN ÖRGÜT MENSUPLARI ÇALIŞMIŞTIR. 
GAZETENİN HEDEF GÖSTEREN HABERLERİNDE SÖZ KONUSU YERİN MUTLAKA ADRESİ VERİLİRDİ. İBDA-C DE BU ADRESE GİDER EYLEM YAPARDI. ÖRNEK: KAYNAK YAYINLARI İLE İLGİLİ ÇIKAN BİR HABERİN İÇİNDE YAYINEVİNİN ADRESİ VERİLMİŞTİ. İBDA-C VERİLEN ADRESE GİDEREK BURADA EYLEM GERÇEKLEŞTİRDİ.



İBDA-C HER ZAMAN VAKİT-AKİT GAZETESİNİ DESTEKLEMİŞTİR. YUKARIDA  DESTEK İÇİN GAZETE BİNASINA GELEN İBDA-C ÜYELERİ İBDA-C SELAMI VERİYORLAR.