Halil İnalcık dünyaca ünlü tarihçilerimizdendir. Kökeni baba tarafından Kırım Türklerine dayanır. 26 Mayıs 1916 yılında İstanbul’da doğmuştur. 1924 yılında ailesiyle Ankara’ya yerleşmiş ve ilköğretimi burada tamamlamıştır. Lise öğrenime yatılı Sivas Öğretmen Okulu’nda başlayan İnalcık, 1932 yılında nakledildiği Balıkesir Necatibey Öğretmen Okulu’ndan 1935 yılında mezun olmuştur. Halil İnalcık, liseyi bitirdikten sonra tarih tezini bilimsel temellere dayandırmak için Atatürk tarafından kurulan Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi sınavlarına girer. Bu sınavı birincilikle kazanarak bu fakültede eğitim almayı hak eden kırk öğrenci arasında yer alır. Fakültede Nazi Almanya’sından kaçan ünlü profesörlerle Fuad Köprülü, Şemseddin Günaltay, Muzaffer Göker ve Yusuf Hikmet Bayur gibi önemli isimlerden ders alır. Bu durum Halil İnalcık’ın tarih bilgisinin sağlam temeller üzerine oturmasını sağlamıştır. 1972 yılına kadar Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi’nde Osmanlı ve Avrupa Tarihi dersleri verir. Aynı yıl “Osmanlı Tarihi Üniversite Profesörü” olarak davet edildiği Şikago Üniversitesi Tarih Bölümü’nden 1986 yılında emekli olur. Halil İnalcık 1993 yılından itibaren Bilkent Üniversitesi’nde verdiği tarih dersleri ile geleceğin tarihçilerini yetiştirmektedir. Halil İnalcık’ın dört uzmanla birlikte hazırladığı Osmanlı tarihinin medeni yüzünü dünyaya tanıtan “The Economic and Social History of Ottoman Empire” adlı eseri bugün dünya üniversitelerinde el kitabı haline gelmiştir. Bu durum Halil İnalcık’ın uluslararsı alanda referans alınan bir bilim adamı olduğunu gösterir. Türkiye’de ve dünyada tarih alanında saygın bir yere sahip olan Halil İnalcık, birçok ödül ve fahri doktora unvanları almıştır. 1986’da Amerikan Akademisi’ne, 1993’te British Akademi’ye üye seçilerek uluslararası alanda seçkin bir yer alması ve UNESCO’nun çıkarmayı tasarladığı Dünya Tarihi adlı kitapta görev alması onun tarihçiliğine olan uluslararası saygının göstergelerindendir. İlkokul dördüncü sınıfa kadar eski yazı ile okuması eski belgeleri okumasında yardımcı olmuştur. Bunun yanında İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Arapça ve Farsça bilmesinin iyi bir tarihçi olmasında etkisi büyüktür. Bu özellikleri tarihi kaynakları araştırmasına ve eserlerini yabancı dillerde yayımlamasına olanak sağlamaktadır. Dil ve Tarih - Coğrafya Fakültesi’ne girdiğinde Sinoloji (Çin’i konu edinen bilim) okumayı düşünen Halil İnalcık daha sonra tarihimizin en önemli döneminin Osmanlı Tarihi olduğunu görür. Osmanlı arşivlerinde milyonlarca belge olması onu heyecanlandırır. Doğru ve tarafsız tarih yazımı konusundaki hassaslığı ile tanınan İnalcık, kendisi için en önemli uğraşının bilimsel araştırmacılık olduğunu belirtir. “Tanzimat ve Bulgar Meselesi” adlı doktora tezi ile Bulgar tarihine yaptığı katkılardan dolayı Bulgarlar tarafından takdir edilmesi bu özelliğine güzel bir örnek olarak gösterilebilir. Tarihçilik anlayışını Fransız Annales (Anal) ekolu doğrultusunda tanımlamıştır. Halil İnalcık’a göre tarihi araştırmalar yapılırken, • Bilimsel araştırmacılığa önem verilmelidir. • Tarihi gerçekler belgelere dayandırılarak, çarpıtmadan ve abartılara kaçmadan yani tarafsız olarak yazıya geçirilmelidir. • Araştırma yapılacak dönemin diline (Örneğin Osmanlı tarihi için Osmanlıca’ya) hakim olunmalıdır. • Geçmişte yayınlanan eserler incelenmelidir. • Batı tarihçiliği yakından izlenmelidir. Halil İnalcık, • Doğru, tarafsız ve araştırmacı tarih yaklaşımını benimsediği • Türk tarihçiliğini modern tarihçilik düzeyine çıkardığı • Çeşitli milletlerin (Bulgarlar, Arnavutlar gb.) tarihi geçmişlerine katkıda bulunduğu • Devletlerin tarihini ortaya çıkarmaktan ziyade halkın tarihini, halkın geçmişte nasıl yaşadığını, sosyal hayatını, ekonomisini, gündelik yaşantısını ve bunları belirleyen şartları ortaya çıkarmaya çabaladığı için uluslararası alanda önemli bir tarihçi olarak kabul edilmiştir.
Articles by "Biyografiler"
Biyografiler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ALİ KUŞÇU
Ali Kuşçu |
Fatih Sultan Mehmed Han zamanında yetişen büyük astronomi ve kelam alimidir. İsmi, Alaüddin Ali bin Muhammed el-Kuşçu’dur. Babası Muhammed, Maveraünnehr’de hüküm süren ünlü Türk sultanı ve astronomi alimi Uluğ Bey’in kuşçusu idi. Bu yüzden ailesi Kuşçu lakabıyla meşhur oldu. Ali Kuşçu’nun doğum yeri ve tarihi kesin olarak bilinmemektedir. On beşinci asrın başlarında Semerkand’da doğduğu kabul edilmektedir.
Uluğ Bey’in hükümdarlığı sırasında Semerkand’da ilk tahsilini tamamlayan Ali Kuşçu, din ilimlerinde yetiştikten sonra matematik ve astronomiye karşı aşırı derecede ilgi duydu. Devrinin en büyük alimleri olan Uluğ Bey, Bursalı Kadızade Rumi, Gıyseddin Cemşid ve Muinüddin Kaşi’den astronomi ve matematik ilmini öğrendi. Daha fazla ilim öğrenme arzu ve isteği ile gizlice Semerkand’dan çıkıp Kirman’a gitti. Tahsiline devam ederek, kendisinden sonra tam iki asır boyunca, alimlerin ilgi ve tedkikine mazhar olan Şerh-ut-Tecrîd adlı eserini yazdı. Uzun seneler Kirman’da kalan Ali Kuşçu, Semerkand’a döndü ve tekrar Uluğ Bey’in hizmetine girdi.
Senelerce gizlendiği için Uluğ Bey’den özür diledi. Uluğ Bey özrünü kabul edip; “Bize nasıl bir hediye getirdiniz?” diye sorunca, “Gelmiş geçmiş bilginlerin çözemediği, ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili meseleleri izah eden bir kitap hazırlayıp getirdim” cevabını verdi. Uluğ Bey; “Hele bir inceleyelim bakalım” deyince eserini takdim etti. Uluğ Bey, uzun uzadıya inceledikten sonra hayran kalarak takdirlerini belirtti. Zîc-i Uluğ Bey'in hazırlanması çalışmalarına katılan Ali Kuşçu, Kadızade-i Rumi’nin vefatı üzerine Uluğ Bey tarafından Semerkand rasathanesine müdür tayin edildi. Burada, astronomi ile ilgili çalışmalarını başarıyla sürdürdü. Uluğ Bey’in öldürülmesinden sonra, yerine geçen evlatları zamanında devlet düzeni bozuldu ve alimlerin kıymeti bilinmez oldu. Bu duruma çok üzülen Ali Kuşçu, Hacca gitmek için hükümdardan izin alarak Semerkand’dan ayrıldı ve Tebriz’e geldi. O sırada bölgede hüküm süren Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan ve çevresindeki ileri gelen devlet adamları, Ali Kuşçu’yu hürmetle karşılayıp ağırladılar. Osmanlı Devleti ile arası açık olan Uzun Hasan, iki devlet arasında elçilik yapıp barışı temin etmesi için Ali Kuşçu’ya ricada bulundu. Bu ricayı kabul eden Ali Kuşçu İstanbul’a geldi ve Fatih Sultan Mehmed Han ile görüştü. İlim aşığı olan Sultan, kendisine çok ikram ve hürmet gösterdi. Ali Kuşçu’nun Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Ali Kuşçu, bu samimi ve halisane teklifi kabul etti. Elçilik vazifesini tamamladıktan sonra, İstanbul’a gelip yerleşeceğini söyledi. Verdiği sözde duran Ali Kuşçu’ya yüz kişilik maiyyeti ile beraber Osmanlı hududuna girişinden itibaren her konak için bin akçe gibi gayet yüksek bir meblağ tahsis edildi. Hürmet ve ikram ile İstanbul’a gelen Ali Kuşçu’yu ünlü din ve fen alimi Hocazade karşıladı. Üsküdar’dan Eminönü’ne kayıkla geçerlerken ilmi meselelere dalarak med-cezir hadisesini tartıştılar. Ali Kuşçu onu, Hocazade de Ali Kuşçu’yu bilgilerinden dolayı takdir etmişti. Bir süre sonra Ali Kuşçu bu değerli alimin oğluna kızını vererek akrabalık bağı kurdu.
Fatih Sultan Mehmed Han ile Uzun Hasan’ın arası fitneciler tarafından tekrar bozulunca, harp yapma zarureti ortaya çıktı. Fatih bu muharebeye giderken Ali Kuşçu’yu da beraberinde götürdü. Ali Kuşçu, bu sefer sırasında astronomi ile ilgili Fethiyye adlı eserini hazırladı. Sultan sefer dönüşünde onu, Ayasofya Medresesi’nde müderris olarak görevlendirdi, ayrıca kendi özel kütüphanesinin müdürlüğüne getirdi. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde, Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Derslerine İstanbul’un meşhur alimleri de katılırlardı. İlim sahasında hizmet ve adları ile ün yapmış olan Hoca Sinan Paşa, Molla Lütfü ve torunu Mirim Çelebi gibi alimler onun derslerinde yetiştiler. Uzun seneler Osmanlı ilim ve irfan alemini aydınlatan ve batı bilim dünyasında devrinin Batlemyüs’ü (ptolemy) olarak tanınan Ali Kuşçu 1474 senesinde İstanbul’da vefat etti. Eyyub Sultan kabristanına defnedildi.
Ali Kuşçu’nun Eserleri:
1- Risale fil-Hey’et: Astronomi risalesidir. 1457 senesinde Semerkand’da Farsça olarak yazmıştır. Eser, Osmanlı mühendishanesinde on dokuzuncu asrın başlarına kadar ders kitabı olarak okutuldu. İstanbul’da; Üniversite, Ayasofya ve Köprülü kütüphanelerinde, Bursa’da da Haracçıoğlu Kütüphanesi’nde yazma nüshaları vardır.
2- Risale fîl-Hisâb: Matematik ilmi ile ilgili bir eserdir. Farsça olan bu eseri de Semerkand’da yazmıştır. Yazma nüshaları İstanbul kütüphanelerinde mevcuttur.
3- Risale fil-Fethiye: Risale fî’l-Hey’et’in ilavelerle birlikte Arapça’ya çevrilmiş şeklidir. Bu eseri Ali Kuşçu, Fatih ile birlikte katıldığı İran seferi sırasında yazmıştır. Eserde ekliptiğin eğimini hesap eden Ali Kuşçu, eğimi (23° 30’ 17” ) olarak bulmuştur. Bugün bulunan değeri ise (23° 27’ ) dır. Bu iki değer arasındaki küçük fark Ali Kuşçu’nun astronomideki üstün bilgisini ortaya koyar. Nuruosmaniye Kütüphanesi 2949’da bir nüshası olan eseri, Molla Abdullah Perviz, Mirât-üs-semâ adıyla Türkçe’ye tercüme etmiştir. 1548 senesinde de Seyyid Ali bin Hüseyin tarafından ikinci bir tercümesi daha yapılmıştır. 1839’da yapılan tercümesi ise Mir’ât-ı Âlem ismiyle İstanbul’da yayınlanmıştır.
4- Risâle-i Muhammediyye fî ilm-ül-Hisâb: Semerkand’da yazdığı Risale fil-Hisâb’ın Arabça’ya tercümesidir. Ali Kuşçu’nun hattıyla yazılmış olan eser halen Ayasofya Kütüphanesi’nde 2733 numarada kayıtlı olup, bir mecmuanın 71. varağından 169. varağına kadar devam eden kısmındadır. Cebir ve hesap konularından bahseden eserin son sayfasında Ali Kuşçu’nun bir imzası ve 1472 senesinde bittiğini belirten bir kayıt vardır.
5- Hall-ül-eşkâl-il-kamer: Ali Kuşçu bu eserini ilmini artırmak için gittiği Kirman’da hazırlamıştır. Dönüşünde Uluğ Bey’e takdim ettiği eserde ay’ın almış olduğu muhtelif şekillerle ilgili meseleleri açıklamıştır. İsmini bildiğimiz bu eserin nüshasına rastlanmamıştır.
6- Risale fil-umûr-il-Âmme, 7- Risale fil-Hemziyye, 8- Ta’likât alâ Mebehîsi galât-il-Hassiyye, 9- Ukûd-ül-Cevâhir, 10- Rîsâle fî mes’elet-il-Garîbe bil-ulûm-ir-Riyâziyye, 11-Şerhu Tuhfet-iş-şâhiyye, 12- Hâşiye alâ Vaz’iyye-i Kâdı Adûd. Bunlardan başka Uluğ Bey Zîci’ne yazdığı şerh önemli ve pek kıymetli bir eserdir.
Kaynakça
1) Şakayık-ı Nu’maniyye Tercümesi, s. 181
2) Ulûm-ül-Bahte; s. 426
3) Rehber Ansiklopedisi; cilt-1, s. 181
4) Kamûs-ül- a’lam; cilt-4, s. 3179
5) İslam Alimleri Ansiklopedisi; cilt-11, s. 276
6) Hadîkat-ül-cevâmi; cilt-1, s. 270
7) Menâbi-i ulûm-i İslami; cilt-1, s. 342
8) Brockelmann; cilt-2, s. 234
9) Ali Kuşçu, Hayatı ve Eserleri (S. Ünver, İstanbul-1948)
10) Âsâr-ı Bakıyye (Salih Zeki, İstanbul-1329); s. 195
11) Tâc-üt-tevârîh; cilt-1, s. 489
Arama söcükleri: Ali Kuşçu hakkında ansiklopedik bilgi, ali kuşçu hayatı ve eserleri, ali kuşçu kimdir?, ali kuşçu eserleri hakkında derin bilgi,biyografiler.
Karahanlılar zamanında yetişen büyük Türk edibi. Türkistan’da Yüknek’te doğdu. Hayâtı hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi yoktur. On birinci asrın sonlarıyla on ikinci asrın başlarında yaşamıştır. Arabî ve Farisiyi öğrenmiş, tefsir, hadis, fıkıh gibi İslamî ilimleri tahsil etmiş, takvâ sahibi, alim, fazıl bir zattır. Eski kaynaklar, Edip Ahmet’e dâir menkıbevî bilgiler vermektedir.
Ali Şîr Nevâî, Nesâim-ül Mehabbe’sinde; “Edib Ahmet, aslen Türktür, Türkler arasında bir çok menkıbesi anlatılır. Edib Ahmet’in doğuştan kör olup, çok zekî, dindâr ve kâbiliyetli bir insan olduğu rivâyet edilir.” demektedir.
Atabet-ül-Hakâyık’ın sonunda; “Adım, Edib Ahmet’tir.Sözüm, edeb ve öğüttür. Bu kitabı; kendim gidersem, sözüm kalsın diye yazdım. Ey benden sonra gelen! Bunu okursan beni duâdan unatma!” diyerek, kendinden bahsetmiştir.
Edip Ahmet’in, zamânımıza birkaç yazma nüshası ulaşan tek eserinin adı Atabet-ül-Hakâyık’tır. Hakikatlerin eşiği mânâsına gelen bu eser, Türk ve Acem ülkeleri meliği Dâd Sipehsâlar Muhammed Bey'e sunulmuştur. Eser, Kutadgu Bilig gibi, Şehnâme vezniyle, yâni aruzun, “Feûlun feûlün feûlün feûl’” kalıbıyla yazılmıştır. Eserin başında bir tahmîd, bir nât manzumesi, dört halifenin medhi hakında üçüncü bir manzûme vardır. Bunlar aynı vezinle ve gazel şeklinde söylenmiştir. Bunlardan sonra, Dad Sipehsâlar Muhammed Bey hakkında bir medhiye vardır. On dört bölümlük bir manzumenin arkasında, eserin yazılış sebebini anlatan yine gazel şeklinde altı beyitlik ayrı bir manzûme bulunmaktadır. Bunlardan sonra, eserin baştan sona dörtlüklerle söylenmiş, esas metni yer alır. Esas metinde yüz iki dörtlük bulunmaktadır. Bunlarda ilmin faydası ve bilgisizliğin zararı, dilin muhâfazası, dünyânın kötülüğü, tevâzû ve kibir, cömertlik ve hasislik, harislik, kerem, hilm ve diğer iyilikler anlatılmış ayrıca, zamânın bozukluğundan şikâyet ve kendi özrüne yer vermiştir.
Atabet-ül-Hakâyık’ın tamâmı 512 mısradır. Bu bakımdan Kutadgu Bilig’den bir hayli küçüktür. Fakat İslamî Türk edebiyâtında elde bulunan ikinci eser olması bakımından dil târihi ve edebiyât açısından kıymeti fazladır. Kutadgu Bilig, beyitler hâlinde ve mesnevî tarzında yazılmasına rağmen, Atâbet-ül-Hakâyık dörtlüklerle yazılmıştır. Vezin ve kâfiye yönünden pek sağlam değildir. Yer yer aksaklıklara rastlanır. Tam ve yarım kâfiyelerin yanında, bâzan redifle yetinildiği de görülür.
Atabet-ül-Hakâyık, bir ahlâk ve öğüt kitabı olduğu için, tamâmen hikmet tarzında yazılmıştır. Eserden, Edip Ahmet’in İslâmî ilimlere hakkıyla vâkıf olduğu anlaşılmaktadır.
Atabet-ül-Hakâyık’ın sonunda, Edip Ahmet’e âit olmayan üç bölüm vardır. Birincisinin, kim tarafından yazıldığı belli değildir. İkinci ek, Seyfî mahlası ile şiirler yazan Seyfeddin Barlas’a âittir. Üçüncüsü ise, Timur Han zamanında yaşamış, edebiyatla ilgilenen devlet adamlarından olan Arslan Hoca tarafından yapılmıştır.
Eser 1906 senesinde, İstanbul Dârülfünûn lisaniyat tarihi müderrisi Necib Asım Bey tarafından Ayasofya Kütüphânesinde bulunmuş ve 1918 senesinde Hibetü’l-Hakâyık adıyla, İstanbul’da neşredilmiştir. Atabet-ül-Hakâyık’ın, mukâyeseli ve en mükemmel neşrini, Reşîd Rahmetî Arat yapmıştır. Arat; Semerkand, Ayasofya, Topkapı Sarayı nüshaları başta olmak üzere, eserle ilgili bulduğu parçaları zikretmiş ve tenkidli neşrini yapmıştır. 1951 yılında Türk Dil Kurumu yayınları arasında çıkan eserde, uzun ve geniş bir araştırmanın yanı sıra, eser üzerinde inceleme, tenkidli metin ve günümüz Türkçesine çevrilmiş şeklini neşreden Arat, eserin indeksini yapmış ve Uygur harfi nüshalarının basımını da vermiştir.
Ali Şîr Nevâî, Nesâim-ül Mehabbe’sinde; “Edib Ahmet, aslen Türktür, Türkler arasında bir çok menkıbesi anlatılır. Edib Ahmet’in doğuştan kör olup, çok zekî, dindâr ve kâbiliyetli bir insan olduğu rivâyet edilir.” demektedir.
Atabet-ül-Hakâyık’ın sonunda; “Adım, Edib Ahmet’tir.Sözüm, edeb ve öğüttür. Bu kitabı; kendim gidersem, sözüm kalsın diye yazdım. Ey benden sonra gelen! Bunu okursan beni duâdan unatma!” diyerek, kendinden bahsetmiştir.
Edip Ahmet’in, zamânımıza birkaç yazma nüshası ulaşan tek eserinin adı Atabet-ül-Hakâyık’tır. Hakikatlerin eşiği mânâsına gelen bu eser, Türk ve Acem ülkeleri meliği Dâd Sipehsâlar Muhammed Bey'e sunulmuştur. Eser, Kutadgu Bilig gibi, Şehnâme vezniyle, yâni aruzun, “Feûlun feûlün feûlün feûl’” kalıbıyla yazılmıştır. Eserin başında bir tahmîd, bir nât manzumesi, dört halifenin medhi hakında üçüncü bir manzûme vardır. Bunlar aynı vezinle ve gazel şeklinde söylenmiştir. Bunlardan sonra, Dad Sipehsâlar Muhammed Bey hakkında bir medhiye vardır. On dört bölümlük bir manzumenin arkasında, eserin yazılış sebebini anlatan yine gazel şeklinde altı beyitlik ayrı bir manzûme bulunmaktadır. Bunlardan sonra, eserin baştan sona dörtlüklerle söylenmiş, esas metni yer alır. Esas metinde yüz iki dörtlük bulunmaktadır. Bunlarda ilmin faydası ve bilgisizliğin zararı, dilin muhâfazası, dünyânın kötülüğü, tevâzû ve kibir, cömertlik ve hasislik, harislik, kerem, hilm ve diğer iyilikler anlatılmış ayrıca, zamânın bozukluğundan şikâyet ve kendi özrüne yer vermiştir.
Atabet-ül-Hakâyık’ın tamâmı 512 mısradır. Bu bakımdan Kutadgu Bilig’den bir hayli küçüktür. Fakat İslamî Türk edebiyâtında elde bulunan ikinci eser olması bakımından dil târihi ve edebiyât açısından kıymeti fazladır. Kutadgu Bilig, beyitler hâlinde ve mesnevî tarzında yazılmasına rağmen, Atâbet-ül-Hakâyık dörtlüklerle yazılmıştır. Vezin ve kâfiye yönünden pek sağlam değildir. Yer yer aksaklıklara rastlanır. Tam ve yarım kâfiyelerin yanında, bâzan redifle yetinildiği de görülür.
Atabet-ül-Hakâyık, bir ahlâk ve öğüt kitabı olduğu için, tamâmen hikmet tarzında yazılmıştır. Eserden, Edip Ahmet’in İslâmî ilimlere hakkıyla vâkıf olduğu anlaşılmaktadır.
Atabet-ül-Hakâyık’ın sonunda, Edip Ahmet’e âit olmayan üç bölüm vardır. Birincisinin, kim tarafından yazıldığı belli değildir. İkinci ek, Seyfî mahlası ile şiirler yazan Seyfeddin Barlas’a âittir. Üçüncüsü ise, Timur Han zamanında yaşamış, edebiyatla ilgilenen devlet adamlarından olan Arslan Hoca tarafından yapılmıştır.
Eser 1906 senesinde, İstanbul Dârülfünûn lisaniyat tarihi müderrisi Necib Asım Bey tarafından Ayasofya Kütüphânesinde bulunmuş ve 1918 senesinde Hibetü’l-Hakâyık adıyla, İstanbul’da neşredilmiştir. Atabet-ül-Hakâyık’ın, mukâyeseli ve en mükemmel neşrini, Reşîd Rahmetî Arat yapmıştır. Arat; Semerkand, Ayasofya, Topkapı Sarayı nüshaları başta olmak üzere, eserle ilgili bulduğu parçaları zikretmiş ve tenkidli neşrini yapmıştır. 1951 yılında Türk Dil Kurumu yayınları arasında çıkan eserde, uzun ve geniş bir araştırmanın yanı sıra, eser üzerinde inceleme, tenkidli metin ve günümüz Türkçesine çevrilmiş şeklini neşreden Arat, eserin indeksini yapmış ve Uygur harfi nüshalarının basımını da vermiştir.
İSLAMİYET ETKİSİNDEKİ TÜRK EDEBİYATI
EDİP AHMET VE ATABETÜ'L-HAKAYIK
Yüknekli Edip Ahmed'in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. XI. yüzyılın sonlarına doğru Yüknek'te doğmuştur; babasının adı Mahmud Yüknekî' dir. Anadan doğma kör olan Edip Ahmed devrinde "edipler edibi, fazıllar başı" diye meşhur olmuştur. Eserinden, iyi bir tahsil gördüğü, özellikle dinî ilimleri öğrendiği anlaşılmaktadır.
İslâmî devir Türk edebiyatının ilk şairleriden olan Edip Ahmed Türkçe'yi bütün incelikleriyle kullanmakla birlikte, şairliğinden daha çok bir âlim olarak tanınmıştır. Şiirlerinde de his ve duygudan ziyade öğretici yönü ağır basmaktadır.Bazı söyleyişleri bir ata sözü gibi dilden dile dolaşan Yüknekî'nin Türk halkı üzerinde uzun yıllar süren bir etkisi olmuş ve hakkında söylenen menkıbeler onun şöhretini, ölümünden sonra da asırlarca devam ettirmiştir.
Atabetü'l-Hakayık
XII. yüzyıl şairlerinden Edip Ahmet'in yazdığı 256 beyitlik bu kitap Karahanlı Türkçesi döneminin temel eserlerindendir. 'Hakikatler Eşiği' anlamına gelmektedir. Erdemli olmanın yollarını ve ilkelerini açıklamaktadır. Kaşgarlı Mahmut'un ünlü sözlüğünde kullandığı dille ve Kutadgu Bilig'de olduğu gibi faûlün - faûlün faûl aruz ölçüsüyle yazılmıştır. Türk kültürünün, edebiyatının en önemli eserlerinden biridir.
Örnek:
Doğru söz bal, yalan söz soğan gibidir; soğan yeyip, ağzı acılandırma, bal ye.
Yalan söz hastalık, doğru söz şifa gibidir; bu söz eskiden söylenmiş bir masaldır.
Doğru ol, doğruluk yap ve adın doğruya çıksın; insanlar seni doğru olarak bilsinler;
Eğriliği bırakıp, doğruluk giysini giy; elbiselerin en iyisi, doğruluk giysisidir.
Atebetü'l-hakayık "Hakikatlerin eşiği" anlamına gelmektedir. Eser XII. yüzyılın başlarında Edip Ahmed b. Mahmud Yüknekî tarafından Yüknek'te yazılıp, Emir Muhammed Dâd Sipehsâlâr'a sunulmuştur.Aruzun feûlün/feûlün/feûlün/feûl kalıbıyla yazılan eser 14 bölüm halinde düzenlenmiştir.
Baştaki münacaat, methiye ve kitabın yazılışının açıklandığı kısımlar kaside şeklinde, dokuz bölüm tutan asıl metin ise Türklerin millî nazım şekli olan dörtlüklerle yazılmıştır. Bu dörtlükler ise aab a şeklinde kafiyelenen mani tarzındadır.Bir takım ahlâkî öğütler vermek amacıyla yazılan Atebetü'l-hakayık'''ta bilginin faydası, bilgisizliğin zararı, dili tutmanın yararlan, cömertliğin iyiliği, cimriliğin kötülüğü, alçak gönüllü olmanın güzelliği, kibir ve ihtirasın çirkinliği gibi konular işlenmiştir.
Eser Hibetü 'l-hakayık, Aybetü 'l-hakayık adları ile de tanınmıştır. Kutadgu Bilig'den sonra yazılmış olan Atebetü'l-hakayık yabancı dil unsurlarıyla fazlaca yüklü bir eserdir.
Eser, Kutadgu Bilig'den çok daha İslâmidir; önce Allaha, Peygambere ve dört halifeye övgü ile başlaması, onun İslâm geleneğine daha çok girdiğini gösterir. "Gerçeklerin Eşiği" anlamındaki bu eser gene tarihi kişiliği fazla bilinmeyen Muhammed Dad İspehsalar Bey'e takdim edilmiştir. Fazla orijinalitesi olmayan, o devirdeki inanç ve kültür ortamına uygun bilgileri manzum olarak söyleyen, bunları âyet ve hadislerle destekleyen bir kitaptır. Ancak eserin daha sonra çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda çoğaltılması ve düzenlenmesi, eğitim alanında önemli bir ihtiyacı karşıladığını göstermektedir.
Atabetü'l-Hakayık, halka verilen öğütlerdir. Ancak buna rağmen içindeki Arapca ve Farsça kelimelerin bir hayli arttığı görülmektedir. Cömertliği, tevazuyu, keremi övmesi; kibir ve harisliği yermesi o zamanki kültür ortamında bir gelenek olmuştu. Bu eser, eğitim tarihimiz bakımından şu noktalarda ilginçtir. Emir övülürken;
"O akıl, anlayış, şu'ur ve zekâ mekanı, bilgi ocağı ve fazilet kaynağıdır"
denmesi, o zaman beğenilen, takdir edilen ideal bir şahsiyet tipinden neler anlaşılması gerektiğini çok iyi göstermektedir. Aynı Kutadgu Bilig'de olduğu gibi, burada da bilgi ve dil konuları üzerinde en başta ve hassasiyetle durulmaktadır. Edip Ahmed'e göre de bilginin faydası veya bilgisizliğin zararı açıkça görülmektedir. Bilgi, mutluluk yoludur. Kemik için ilik ne ise, insan için de bilgi odur. Bilgisiz insan hiç bir şeydir, bir ölüdür. Bilgisize doğru söz ve öğüt tatsız, faydasız gelir. Yaradan Tanrı ancak bilgili olmakla bilinir; insanın kendisi de bilgi ile yükselir. Bilginin temeli olan akıl, insanın gerçek ziynetidir.
Atabetü'l-Hakayık'ta üzerinde durulan bir başka konu da, insanın diline sahip olmasıdır. Edeblerin başı, dili gözetmektir. Düşünerek konuşmalıdır, yoksa dil ve söz insanın başına bela olur. İnsana ne gelirse dili yüzünden gelir. Zaten Hz. Muhammed de "İnsanı ateşe atan dilidir" diyordu. Edip Ahmed de ok yarasının bir gün kapanabileceğini ama dil yarasının kapanamayacağına işaret ediyordu. O halde yalan söylememek, gevezelik etmemek ve doğru söylemek gerekir; çünkü doğru söz şifadır. İnsanın diline hakim olması, doğru ve güzel söz söyleyebilmesi için de, sadece maddî hayatı sürdürebilmek için gerekli bazı bilgilerin değil, son derece soyut bilgilerin de yaygın eğitim vasıtasıyla verilmesi gerekiyordu. Ancak manevî kültür gililerinin bu kadar çoğalması yaygın eğitimin gücünü zorluyor; örgün eğitimi zorunlu kılıyordu.
ATABETÜ’L HAKAYIK NEDİR?
Atabetü'l Hakayık (Gerçeklerin Eşiği) , Edip Ahmet Yükneki'nin, Karahanlı beylerinden Muhammed Dâd Sipehsalar'a hediye ettiği, hadis ve Arapça beyitlere dayanarak yazdığı şiirlerle, ahlaklı insan olmanın yollarını, ahlak ilkelerini açıklamış, çeşitli ahlakî öğütlerde bulunmuş, İslamî düşünce ve görüşlere yol gösterici olmuştur. 'Hibetü'l-Hakayık', veya 'Aybetü'l-Akayık' olarak da isimlendirilir.Eserde dünyayı, tanrıyı, insanı bilmenin sadece bilim yoluyla olabileceği anlatılır. Bilginin faydası ve bilgisizliğin zararı hakkında olan konuyu işlemiştir.
Türk nazım birimi dörtlüklerle oluşan bu eserini şair, Yusuf Has Hacib'in 'Kutadgu Bilig'i gibi aruz vezniyle ve Kaşgar diliyle yazmıştır. Şairin bu eserini nerede ve ne zamanyazdığı kesin olarak bilinmemektedir. Atabetü'l Hakayık'ın Kaşgar diliyle, Uygur harfleriyle yazılmış ilk yazması İstanbul'da Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.
Özellikleri
Gerçeklerin eşiği anlamına gelir.
Konusu din ve ahlaktır.
Didaktik (öğretici) bir eserdir.
Mesnevi tarzında yazılmıştır.
46 beyit ve 101 dörtlükten oluşmaktadır.
Aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
Arapça ve Farsça kelimeler vardır.
Telmih (hatırlatma) sanatı kullanılmıştır.
Eserin Konusu:Eser 14 bölümden oluşur.Baştaki 5 bölüm giriş,şairin {nevi}adını verdiği8 bölüm asıl konu, sondaki 1 bölüm de bitiriş bölümüdür.
Giriş bölümleri {kaside}biçimiyle(aa ba ca da...) ,asıl konu ile ilgili bölümler ve bitiriş bölümü (dörtlüklerle) [aaba]yazılmıştır.Giriş bölümünde 80 beyit, asıl konu ve bitiriş bölümlerinde 101 dörtlük vardır.Eserin tamamı 484 dizeden oluşur.
Türk nazım birimi dörtlüklerle oluşan bu eserini şair, Yusuf Has Hacib'in 'Kutadgu Bilig'i gibi aruz vezniyle ve Kaşgar diliyle yazmıştır. Şairin bu eserini nerede ve ne zamanyazdığı kesin olarak bilinmemektedir. Atabetü'l Hakayık'ın Kaşgar diliyle, Uygur harfleriyle yazılmış ilk yazması İstanbul'da Ayasofya Kütüphanesi'nde bulunmaktadır.
Özellikleri
Gerçeklerin eşiği anlamına gelir.
Konusu din ve ahlaktır.
Didaktik (öğretici) bir eserdir.
Mesnevi tarzında yazılmıştır.
46 beyit ve 101 dörtlükten oluşmaktadır.
Aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
Arapça ve Farsça kelimeler vardır.
Telmih (hatırlatma) sanatı kullanılmıştır.
Eserin Konusu:Eser 14 bölümden oluşur.Baştaki 5 bölüm giriş,şairin {nevi}adını verdiği8 bölüm asıl konu, sondaki 1 bölüm de bitiriş bölümüdür.
Giriş bölümleri {kaside}biçimiyle(aa ba ca da...) ,asıl konu ile ilgili bölümler ve bitiriş bölümü (dörtlüklerle) [aaba]yazılmıştır.Giriş bölümünde 80 beyit, asıl konu ve bitiriş bölümlerinde 101 dörtlük vardır.Eserin tamamı 484 dizeden oluşur.
12. yy da yazılmış Hakikatlein Eşiği anlamına gelir.yazarı Edip Ahmet Yüknekidir Emir Muhammed Dadİspehsalar için yazılmıştır,İslamiyete geçiş sonrası yazılan bir eserdir.bir ahlak kitabıdır.Aruz vezninin Feulun/Feulun/Feul kalıbıyla yazılmıştır.Mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır.Hakaniye lehçesiyle yazılmıştır.
Ayet ve hadislere dayanarak İslam ahlakını öğretmeye çalışan didaktik bir eserdir.Cömertlik,ilim,doğruluk gibi konular işlenir.
Eserin başında yer alan Allah a peygambere dört halifeye yapılan övgüler beyitlerle,asıl konu dörtlüklerle yazılmıştır.Eserde Arapça Farsça kelimeler vardır atabetül hakayık türkçenin arapca ve farsçadan üstün olduğunu kanıtlamak için yazılmıştırkelimenin anlamı “hakikatlerin eşiği”dir.
altı nüshası bulunmaktadır.
ismi üzerine çeşitli tartışmalar vardır.
köprülü tarafından-tüm karahanlı eserleri incelenmiştir.
edip ahmet yükneki tarafından yazılmıştır. kendisi doğuştan görme özürlüdür.
imam-ı azam’ın yanına gitmiş ve kendini çok iyi yetiştirmiştir.
eseri kaşgar dili ile yazdı.
bir şair değildir.
manzumlarında lirizm eksikliği, söylemlerde eksiklik bulunur.
sanatkayısı yoktur, amacı mesaj vermektir. ahlak ve öğüt kitabıdır. eserde bilginin yararlarından, bilginin yararından ve alçakgönüllülükten bahsedilir.
iktibas (bir eserde hadis ve ayetlere yer verme) kullanılmıştır.
tahmid ile başlar. (allah’a övgü, yakarış)
sebeb-i telif ile devam eder. (eserin yazılışının sebebi)
4+4+3. 7+4 hece vezni bulunur.
dörtlük geleneğinden dolayı dörtlük kullanılır.
Ayet ve hadislere dayanarak İslam ahlakını öğretmeye çalışan didaktik bir eserdir.Cömertlik,ilim,doğruluk gibi konular işlenir.
Eserin başında yer alan Allah a peygambere dört halifeye yapılan övgüler beyitlerle,asıl konu dörtlüklerle yazılmıştır.Eserde Arapça Farsça kelimeler vardır atabetül hakayık türkçenin arapca ve farsçadan üstün olduğunu kanıtlamak için yazılmıştırkelimenin anlamı “hakikatlerin eşiği”dir.
altı nüshası bulunmaktadır.
ismi üzerine çeşitli tartışmalar vardır.
köprülü tarafından-tüm karahanlı eserleri incelenmiştir.
edip ahmet yükneki tarafından yazılmıştır. kendisi doğuştan görme özürlüdür.
imam-ı azam’ın yanına gitmiş ve kendini çok iyi yetiştirmiştir.
eseri kaşgar dili ile yazdı.
bir şair değildir.
manzumlarında lirizm eksikliği, söylemlerde eksiklik bulunur.
sanatkayısı yoktur, amacı mesaj vermektir. ahlak ve öğüt kitabıdır. eserde bilginin yararlarından, bilginin yararından ve alçakgönüllülükten bahsedilir.
iktibas (bir eserde hadis ve ayetlere yer verme) kullanılmıştır.
tahmid ile başlar. (allah’a övgü, yakarış)
sebeb-i telif ile devam eder. (eserin yazılışının sebebi)
4+4+3. 7+4 hece vezni bulunur.
dörtlük geleneğinden dolayı dörtlük kullanılır.
KAYNAKÇA
http://nedir.antoloji.com/atabetul-hakayik/sayfa-2/
>>Bu makale Emre Fuat Öz tarafından yazılmıştır.
AHİ EVRAN'ıN HAYATI ve ESERLERİ
Ahî Evren'in hayatıyla ilgili son yıllarda yapılan araştırmalar, onun kişiliği üzerindeki sis perdelerini dağıtmış ve hayatı hakkında daha geniş bilgilere ulaşılmasını sağlamıştır(1).
Ahî Evren'in tam adı Şeyh Nasreddin Mahmut el-Hoyî'dir. Hoyî nispetinden de anlaşılacağı gibi, Ahî Evren aslen Azerî Türklerinden olup, Azerbaycan'ın Hoy kasabasındandır. Ahî Evren'in tahminî olarak Hicri 567 (Miladi 1175)'de Hoy'da doğduğu ve 93 yıl yaşadığı, büyük bir ihtimalle Türkmenlerin devrin Selçuklu sultanına karşı başlattıkları Kırşehir isyanında öldürüldüğü ifade edilmektedir(2).
Ahî Evren lakabı ile meşhur olan Şeyh Nasreddin Mahmut el Hoyî'nin çocukluğu ve ilk eğitim dönemi, memleketi olan Azerbaycan'da geçtikten sonra, Horasan'a giderek Fahrettin Razî'nin eğitim halkasına katılır ve ondan feyz alır. Fahrettin Razî'nin büyük kelâm âlimi olması, Şeyh Nasreddin Mahmud'un da eğitim halkasında Şer'i ilimleri öğrendiğini ortaya koymaktadır. İlk tasavvufî terbiyesini Horasan ve Maveraunnehir'de Yesevî dervişlerinden alır. Zaten adı geçen yerlerde Yesevî tarikatı yaygındır(3).
Horasan'daki tasavvufî düşünceden feyz alması ve onun Horasanlı oluşu, yetiştiği ortam dolayısıyla, düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur(4). Daha sonra Hac seyahati için memleketinden ayrıldığı ve bu seyahat esnasında Şeyh Evhad'ud-Din Kirmanî ile tanıştığı ve ona murîd olduğu bilinmektedir.
Ahî Evren, şeyhi olan Evhad'ud-Din Kirmanî'nin kızı Fatma ile evlenerek aynı zamanda damadı olmuştur. Ahî Evren kayınpederi ve şeyhi olan Kirmanî ile beraber Abbasî Halifesi Nasır Lidinillah tarafından Anadolu'ya gönderilmiştir(5).
Anadolu'ya gelen Ahî Evren ilk önce Kayseri'ye yerleşmiş ve burada bir debbağlık atölyesi kurmuş, Şeyhi ile beraber Anadolu'nun şehir, kasaba ve köylerini dolaşarak Ahîlik anlayışının yayılmasına ve teşkilatlanmasına öncülük etmiştir(6).
Ahî Evren devrin Selçuklu sultanı I. Alaaddin Keykubat tarafından sevilmiş ve sultana yakın olmuştur. Bu devirde tarikat pirlerinin, siyasî faaliyetlere iştirak ettikleri, hatta bazen sultanların üzerlerindeki nüfûzlarının hissedildiği bilinen bir gerçektir(7).
Ahî Evren, Mürşidu'l-Kifaye ve Yezdân Şınaht isimli eserlerini Konya'da sultan Alaaddin Keykubad'a sunmuş ve onun isteği ile İbn Sîna'nın "Risale fi'n-Nefs'in Natıka" isimli eserini Farsça'ya çevirmiştir. Sultanın oğlu tarafından (II. Gıyaseddin) zehirlenerek öldürülmesinden sonra, Ahî Evren'in devrin sultanı ile münasebeti azalmıştır. Çünkü, devrin sultanı II. Gıyaseddin'e karşı komplo hazırlamakta olan sadrazam Sadettin Köpek tarafından kurulan bir teşkilata yardım etmekle suçlanan Ahî Evren ve birçok Ahî tutuklanarak, işkencelere maruz kalmışlardır. Aslında Ahîler II. Gıyaseddin'e karşı oldukları gibi, Ahî dostu olan Kemalettin Kamyar'ı öldürten Sadettin Köpek'e de karşı idiler.
II. Gıyaseddin'in ölümü üzerine yerine geçen oğlu II. İzzeddin Keykavus, babası zamanında tutuklanan Ahî ve Türkmenleri serbest bırakmıştır. Beş sene tutuklu kalan Ahî Evren de serbest bırakılmış ve Denizli'ye gitmesine müsaade edilmiştir. Menakıb-nâmelere göre burada bahçıvanlık yapmış, Denizli'de belirli bir müddet kaldıktan sonra yerine talebesi ve müridi olan Ahî Sinan'ı halife bırakarak Konya'ya dönmüştür.
Ahî Evren'in Konya'ya dönüşü özellikle Mevlevîler tarafından hoş karşılanmamış, Moğol yönetimini benimseyen Mevlevîlerle Ahîler arasında çekişmelerin yeniden şiddetlenmesine zemin oluşturmuştur. Mevlevîlerle Ahîlerin arasında cereyan eden çekişmenin bir diğer sebebi de; Türkmenlerin, devlet yönetiminde bulunan Fars unsuruna karşı çıkmaları ve yönetimi ele geçirme arzusundan kaynaklandığı ifade edilmektedir(8).
Mevlevîlerin Moğol yanlısı bir tavır takınmaları ve Ahîlerle olan çekişme ve mücadeleleri Mevlânâ'nın şeyhi Şems-i Tebrizî'nin öldürülmesine kadar devam etmiş, Şems-i Tebrizi'nin öldürülmesi üzerine Ahî Evren Hz. Mevlânâ'nın oğlu Ala'ud-Din Çelebi ile beraber Kırşehir'e gidip oraya yerleşmiştir(9).
Bir kısım Ahî ileri gelenleri de Moğol baskısının ulaşamadığı uçlara gitmişlerdir ki, bunlar ileride Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda önemli rol oynayacaklardır.
Başta Ahî Evren olmak üzere bütün Ahî müritleri diğer Türkmenlerle birlikte putperest Moğol istilasına ve Moğol yönetimini benimseyenlere karşı direnmişlerdir. Özellikle Kayseri şehrinde olan Ahîler bu direnişlere öncülük etmişler, fakat ihanete uğramaları neticesinde kılıçtan geçirilmişlerdir. Ahî Evren'in o sırada tutuklu oluşu katliamdan kurtulmasını sağlamıştır(10).
II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rukneddin Kılıçaslan arasında cereyan eden saltanat kavgası ve Moğolların Kılıçaslan'ı desteklemesi sonucu, Kılıçaslan tahta oturmuş, bunun üzerine II. İzzeddin Keykavus'u tutan Ahî ve Türkmen ileri gelenleri tekrar katliama tâbi tutulmuşlardır. Bu arada Kırşehir Emirliğine Nureddin Caca tayin edilmiştir.
Kırşehir'de ikâmet etmekte olan Ahî Evren ve diğer büyükler, bu tayine karşı çıkarlar ve ayaklanırlar. Ankara, Aksaray, Çankırı, Kastamonu ve Uçlarda isyanlar başlar ve en büyük isyan ve direniş Kırşehir'de olur. Kırşehir üzerine asker sevk edilir ve isyan edenler kılıçtan geçirilir. Bu isyanda Ahî Evren ve Mevlâna'nın oğlu Alaaddin Çelebi de muhtemelen öldürülmüşlerdir. 1261 yılına rastlayan bu hadise ile Ahî Evren'in hayatı son bulmuş, fakat fikirleri uzun yıllar varlığını korumuştur. Ahîlik anlayışı Osmanlı'nın sosyal hayatı vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır.
AHİ EVREN'İN ESERLERİ
Ahî Evren'e ait olduğu belirlenen eserler incelendiğinde, onun dinî ilimlere vakıf olduğu ortaya çıkar. Ahî Evren'in eserleri şunlardır(1).
1. Metâliu'l-İman
2. Menahic-i Seyfî
3. Tabsiratu'l-Mübtedi ve Tezkiretü'l-Müntehi
4. Yezdân-Şinaht
5. Murşidu'l-Kifaye
6. Ağaz u Encam
7. Medh-i fakr u Zemm-i Dünya
8. Risale-i Arş
9. Mukâtebat Beyne Sadruddin Konevî
10. Cihat-Nâme
Bu eserlerden "Menahic-i Seyfî", bir ilmihal kitabıdır(2).
2. Menahic-i Seyfî
3. Tabsiratu'l-Mübtedi ve Tezkiretü'l-Müntehi
4. Yezdân-Şinaht
5. Murşidu'l-Kifaye
6. Ağaz u Encam
7. Medh-i fakr u Zemm-i Dünya
8. Risale-i Arş
9. Mukâtebat Beyne Sadruddin Konevî
10. Cihat-Nâme
Bu eserlerden "Menahic-i Seyfî", bir ilmihal kitabıdır(2).
Ek bilgi
Ahî Evrenin hayatıyla ilgili son yıllarda yapılan araştırmalar, onun kişiliği üzerindeki sis perdelerini dağıtmış ve hayatı hakkında daha geniş bilgilere ulaşılmasını sağlamıştır(1).
Ahî Evrenin tam adı Şeyh Nasreddin Mahmut el-Hoyîdir. Hoyî nispetinden de anlaşılacağı gibi, Ahî Evren aslen Azerî Türklerinden olup, Azerbaycanın Hoy kasabasındandır. Ahî Evrenin tahminî olarak Hicri 567 (Miladi 1175)de Hoyda doğduğu ve 93 yıl yaşadığı, büyük bir ihtimalle Türkmenlerin devrin Selçuklu sultanına karşı başlattıkları Kırşehir isyanında öldürüldüğü ifade edilmektedir(2).
Ahî Evren lakabı ile meşhur olan Şeyh Nasreddin Mahmut el Hoyînin çocukluğu ve ilk eğitim dönemi, memleketi olan Azerbaycanda geçtikten sonra, Horasana giderek Fahrettin Razînin eğitim halkasına katılır ve ondan feyz alır. Fahrettin Razînin büyük kelâm âlimi olması, Şeyh Nasreddin Mahmudun da eğitim halkasında Şeri ilimleri öğrendiğini ortaya koymaktadır. İlk tasavvufî terbiyesini Horasan ve Maveraunnehirde Yesevî dervişlerinden alır. Zaten adı geçen yerlerde Yesevî tarikatı yaygındır(3).
Horasandaki tasavvufî düşünceden feyz alması ve onun Horasanlı oluşu, yetiştiği ortam dolayısıyla, düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur(4). Daha sonra Hac seyahati için memleketinden ayrıldığı ve bu seyahat esnasında Şeyh Evhadud-Din Kirmanî ile tanıştığı ve ona murîd olduğu bilinmektedir.
Ahî Evren, şeyhi olan Evhadud-Din Kirmanînin kızı Fatma ile evlenerek aynı zamanda damadı olmuştur. Ahî Evren kayınpederi ve şeyhi olan Kirmanî ile beraber Abbasî Halifesi Nasır Lidinillah tarafından Anadoluya gönderilmiştir(5).
Anadoluya gelen Ahî Evren ilk önce Kayseriye yerleşmiş ve burada bir debbağlık atölyesi kurmuş, Şeyhi ile beraber Anadolunun şehir, kasaba ve köylerini dolaşarak Ahîlik anlayışının yayılmasına ve teşkilatlanmasına öncülük etmiştir(6).
Ahî Evren devrin Selçuklu sultanı I. Alaaddin Keykubat tarafından sevilmiş ve sultana yakın olmuştur. Bu devirde tarikat pirlerinin, siyasî faaliyetlere iştirak ettikleri, hatta bazen sultanların üzerlerindeki nüfûzlarının hissedildiği bilinen bir gerçektir(7).
Ahî Evren, Mürşidul-Kifaye ve Yezdân Şınaht isimli eserlerini Konyada sultan Alaaddin Keykubada sunmuş ve onun isteği ile İbn Sînanın "Risale fin-Nefsin Natıka" isimli eserini Farsçaya çevirmiştir. Sultanın oğlu tarafından (II. Gıyaseddin) zehirlenerek öldürülmesinden sonra, Ahî Evrenin devrin sultanı ile münasebeti azalmıştır. Çünkü, devrin sultanı II. Gıyaseddine karşı komplo hazırlamakta olan sadrazam Sadettin Köpek tarafından kurulan bir teşkilata yardım etmekle suçlanan Ahî Evren ve birçok Ahî tutuklanarak, işkencelere maruz kalmışlardır. Aslında Ahîler II. Gıyaseddine karşı oldukları gibi, Ahî dostu olan Kemalettin Kamyarı öldürten Sadettin Köpeke de karşı idiler.
II. Gıyaseddinin ölümü üzerine yerine geçen oğlu II. İzzeddin Keykavus, babası zamanında tutuklanan Ahî ve Türkmenleri serbest bırakmıştır. Beş sene tutuklu kalan Ahî Evren de serbest bırakılmış ve Denizliye gitmesine müsaade edilmiştir. Menakıb-nâmelere göre burada bahçıvanlık yapmış, Denizlide belirli bir müddet kaldıktan sonra yerine talebesi ve müridi olan Ahî Sinanı halife bırakarak Konyaya dönmüştür.
Ahî Evrenin Konyaya dönüşü özellikle Mevlevîler tarafından hoş karşılanmamış, Moğol yönetimini benimseyen Mevlevîlerle Ahîler arasında çekişmelerin yeniden şiddetlenmesine zemin oluşturmuştur. Mevlevîlerle Ahîlerin arasında cereyan eden çekişmenin bir diğer sebebi de; Türkmenlerin, devlet yönetiminde bulunan Fars unsuruna karşı çıkmaları ve yönetimi ele geçirme arzusundan kaynaklandığı ifade edilmektedir(8).
Mevlevîlerin Moğol yanlısı bir tavır takınmaları ve Ahîlerle olan çekişme ve mücadeleleri Mevlânânın şeyhi Şems-i Tebrizînin öldürülmesine kadar devam etmiş, Şems-i Tebrizinin öldürülmesi üzerine Ahî Evren Hz. Mevlânânın oğlu Alaud-Din Çelebi ile beraber Kırşehire gidip oraya yerleşmiştir(9).
Bir kısım Ahî ileri gelenleri de Moğol baskısının ulaşamadığı uçlara gitmişlerdir ki, bunlar ileride Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda önemli rol oynayacaklardır.
Başta Ahî Evren olmak üzere bütün Ahî müritleri diğer Türkmenlerle birlikte putperest Moğol istilasına ve Moğol yönetimini benimseyenlere karşı direnmişlerdir. Özellikle Kayseri şehrinde olan Ahîler bu direnişlere öncülük etmişler, fakat ihanete uğramaları neticesinde kılıçtan geçirilmişlerdir. Ahî Evrenin o sırada tutuklu oluşu katliamdan kurtulmasını sağlamıştır(10).
II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rukneddin Kılıçaslan arasında cereyan eden saltanat kavgası ve Moğolların Kılıçaslanı desteklemesi sonucu, Kılıçaslan tahta oturmuş, bunun üzerine II. İzzeddin Keykavusu tutan Ahî ve Türkmen ileri gelenleri tekrar katliama tâbi tutulmuşlardır. Bu arada Kırşehir Emirliğine Nureddin Caca tayin edilmiştir.
Kırşehirde ikâmet etmekte olan Ahî Evren ve diğer büyükler, bu tayine karşı çıkarlar ve ayaklanırlar. Ankara, Aksaray, Çankırı, Kastamonu ve Uçlarda isyanlar başlar ve en büyük isyan ve direniş Kırşehirde olur. Kırşehir üzerine asker sevk edilir ve isyan edenler kılıçtan geçirilir. Bu isyanda Ahî Evren ve Mevlânanın oğlu Alaaddin Çelebi de muhtemelen öldürülmüşlerdir. 1261 yılına rastlayan bu hadise ile Ahî Evrenin hayatı son bulmuş, fakat fikirleri uzun yıllar varlığını korumuştur. Ahîlik anlayışı Osmanlının sosyal hayatı vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır.
Ahî Evrenin tam adı Şeyh Nasreddin Mahmut el-Hoyîdir. Hoyî nispetinden de anlaşılacağı gibi, Ahî Evren aslen Azerî Türklerinden olup, Azerbaycanın Hoy kasabasındandır. Ahî Evrenin tahminî olarak Hicri 567 (Miladi 1175)de Hoyda doğduğu ve 93 yıl yaşadığı, büyük bir ihtimalle Türkmenlerin devrin Selçuklu sultanına karşı başlattıkları Kırşehir isyanında öldürüldüğü ifade edilmektedir(2).
Ahî Evren lakabı ile meşhur olan Şeyh Nasreddin Mahmut el Hoyînin çocukluğu ve ilk eğitim dönemi, memleketi olan Azerbaycanda geçtikten sonra, Horasana giderek Fahrettin Razînin eğitim halkasına katılır ve ondan feyz alır. Fahrettin Razînin büyük kelâm âlimi olması, Şeyh Nasreddin Mahmudun da eğitim halkasında Şeri ilimleri öğrendiğini ortaya koymaktadır. İlk tasavvufî terbiyesini Horasan ve Maveraunnehirde Yesevî dervişlerinden alır. Zaten adı geçen yerlerde Yesevî tarikatı yaygındır(3).
Horasandaki tasavvufî düşünceden feyz alması ve onun Horasanlı oluşu, yetiştiği ortam dolayısıyla, düşüncesinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur(4). Daha sonra Hac seyahati için memleketinden ayrıldığı ve bu seyahat esnasında Şeyh Evhadud-Din Kirmanî ile tanıştığı ve ona murîd olduğu bilinmektedir.
Ahî Evren, şeyhi olan Evhadud-Din Kirmanînin kızı Fatma ile evlenerek aynı zamanda damadı olmuştur. Ahî Evren kayınpederi ve şeyhi olan Kirmanî ile beraber Abbasî Halifesi Nasır Lidinillah tarafından Anadoluya gönderilmiştir(5).
Anadoluya gelen Ahî Evren ilk önce Kayseriye yerleşmiş ve burada bir debbağlık atölyesi kurmuş, Şeyhi ile beraber Anadolunun şehir, kasaba ve köylerini dolaşarak Ahîlik anlayışının yayılmasına ve teşkilatlanmasına öncülük etmiştir(6).
Ahî Evren devrin Selçuklu sultanı I. Alaaddin Keykubat tarafından sevilmiş ve sultana yakın olmuştur. Bu devirde tarikat pirlerinin, siyasî faaliyetlere iştirak ettikleri, hatta bazen sultanların üzerlerindeki nüfûzlarının hissedildiği bilinen bir gerçektir(7).
Ahî Evren, Mürşidul-Kifaye ve Yezdân Şınaht isimli eserlerini Konyada sultan Alaaddin Keykubada sunmuş ve onun isteği ile İbn Sînanın "Risale fin-Nefsin Natıka" isimli eserini Farsçaya çevirmiştir. Sultanın oğlu tarafından (II. Gıyaseddin) zehirlenerek öldürülmesinden sonra, Ahî Evrenin devrin sultanı ile münasebeti azalmıştır. Çünkü, devrin sultanı II. Gıyaseddine karşı komplo hazırlamakta olan sadrazam Sadettin Köpek tarafından kurulan bir teşkilata yardım etmekle suçlanan Ahî Evren ve birçok Ahî tutuklanarak, işkencelere maruz kalmışlardır. Aslında Ahîler II. Gıyaseddine karşı oldukları gibi, Ahî dostu olan Kemalettin Kamyarı öldürten Sadettin Köpeke de karşı idiler.
II. Gıyaseddinin ölümü üzerine yerine geçen oğlu II. İzzeddin Keykavus, babası zamanında tutuklanan Ahî ve Türkmenleri serbest bırakmıştır. Beş sene tutuklu kalan Ahî Evren de serbest bırakılmış ve Denizliye gitmesine müsaade edilmiştir. Menakıb-nâmelere göre burada bahçıvanlık yapmış, Denizlide belirli bir müddet kaldıktan sonra yerine talebesi ve müridi olan Ahî Sinanı halife bırakarak Konyaya dönmüştür.
Ahî Evrenin Konyaya dönüşü özellikle Mevlevîler tarafından hoş karşılanmamış, Moğol yönetimini benimseyen Mevlevîlerle Ahîler arasında çekişmelerin yeniden şiddetlenmesine zemin oluşturmuştur. Mevlevîlerle Ahîlerin arasında cereyan eden çekişmenin bir diğer sebebi de; Türkmenlerin, devlet yönetiminde bulunan Fars unsuruna karşı çıkmaları ve yönetimi ele geçirme arzusundan kaynaklandığı ifade edilmektedir(8).
Mevlevîlerin Moğol yanlısı bir tavır takınmaları ve Ahîlerle olan çekişme ve mücadeleleri Mevlânânın şeyhi Şems-i Tebrizînin öldürülmesine kadar devam etmiş, Şems-i Tebrizinin öldürülmesi üzerine Ahî Evren Hz. Mevlânânın oğlu Alaud-Din Çelebi ile beraber Kırşehire gidip oraya yerleşmiştir(9).
Bir kısım Ahî ileri gelenleri de Moğol baskısının ulaşamadığı uçlara gitmişlerdir ki, bunlar ileride Osmanlı Beyliğinin kuruluşunda önemli rol oynayacaklardır.
Başta Ahî Evren olmak üzere bütün Ahî müritleri diğer Türkmenlerle birlikte putperest Moğol istilasına ve Moğol yönetimini benimseyenlere karşı direnmişlerdir. Özellikle Kayseri şehrinde olan Ahîler bu direnişlere öncülük etmişler, fakat ihanete uğramaları neticesinde kılıçtan geçirilmişlerdir. Ahî Evrenin o sırada tutuklu oluşu katliamdan kurtulmasını sağlamıştır(10).
II. İzzeddin Keykavus ile IV. Rukneddin Kılıçaslan arasında cereyan eden saltanat kavgası ve Moğolların Kılıçaslanı desteklemesi sonucu, Kılıçaslan tahta oturmuş, bunun üzerine II. İzzeddin Keykavusu tutan Ahî ve Türkmen ileri gelenleri tekrar katliama tâbi tutulmuşlardır. Bu arada Kırşehir Emirliğine Nureddin Caca tayin edilmiştir.
Kırşehirde ikâmet etmekte olan Ahî Evren ve diğer büyükler, bu tayine karşı çıkarlar ve ayaklanırlar. Ankara, Aksaray, Çankırı, Kastamonu ve Uçlarda isyanlar başlar ve en büyük isyan ve direniş Kırşehirde olur. Kırşehir üzerine asker sevk edilir ve isyan edenler kılıçtan geçirilir. Bu isyanda Ahî Evren ve Mevlânanın oğlu Alaaddin Çelebi de muhtemelen öldürülmüşlerdir. 1261 yılına rastlayan bu hadise ile Ahî Evrenin hayatı son bulmuş, fakat fikirleri uzun yıllar varlığını korumuştur. Ahîlik anlayışı Osmanlının sosyal hayatı vasıtasıyla günümüze kadar ulaşmıştır.
Kaynakça:
Ahi Evran Kimdir ? BiyograFisi http://www.webhatti.com/biyografiler-hayat-hikayeleri/606364-ahi-evran-kimdir-biyografisi.html#ixzz1uHp46A00
A DAN Z YE TÜRK BÜYÜKLERİ..
ARI Mehmet - Abant İzzet Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler … - sbe.ibu.edu.tr
(ET: 29.05.2012)>>Bu makale Kayhan Tayyan tarafından yazılmıştır.
EVLİYÂ ÇELEBÎ
Hayatı
Büyük Türk gezgini Evliya Çelebi, kendisinin belirttiğine göre 25 Mart 1611’de İstanbul’da doğmuştur. Ölüm tarihi belli değildir. Son yazıları 1681 yılında kesildiğinden dolayı 1681 ya da 1682 yılında ölmüş olabildiği sanılıyor. Mezarı konusunda da kesin bir bilgiye sahip değiliz. Şişhane Karakolu yakınında Meyyit yokuşundaki aile mezarlığına gömülü olduğu söylenmektedir (Danışman, 1969). Asıl adı baba adıyla ortak, Derviş Mehmed Zıllî olan bu dünya çapında meşhur seyyaha, Evliya adı; zamanın pek maruf bir şahsiyeti olan, Derviş Mehmed Ağa ile yakın ilgisi bulunan ve daha sonra seyyahımıza hocalık eden İmam-ı Sultanî Evliya Mehmed Efendi’ye hürmeten verilmiştir (Tan, 1974)
Evliya Çelebi şeceresini Hoca Ahmet Yesevi’ye kadar ulaştırmaktadır. Ataları Kütahyalıdır. Fetihten sonra İstanbul’a gelip yerleşmişlerdir.
Babası Derviş Mehmed Zıllî’dir. Bu zât, Kanuni Sultan Süleyman’ın seferlerinin çoğuna katılmıştır. Sarayın kuyumcubaşısı idi. 2. Selim zamanında Kıbrıs’ın fethinde hazır bulunmuş, 1.Ahmet zamanında Kabe’nin altın anahtarını yapıp Hicaz’a götürmüştür.
Anası 1.Ahmet zamanında saraya getirilmiştir. Evliya Çelebi, ana tarafından Osmanlı devlet adamlarından Melek Ahmet Paşa, Defterzâde Mehmed ve İbşir Mustafa Paşalarla akraba olduğunu yazmaktadır (Danışman, 1969).
Evliyâ Çelebi’nin iyi bir öğrenim gördüğü söylenebilir. Eseri de bunu gösteriyor. Şeyhülislam Hamit Efendi Medresesinde Müderris Ahfeş Efendi’den, Enderun’da Evliya Mehmed Efendiden ve babasından yıllarca ders almıştır. Enderun’a girmiş, hafız olmuş, musiki öğrenmiştir. 1635 yılında 4.Murad’a takdim edilmiş ve saraya alınmıştır. Enderun’da iken Güğüm-başı musiki, Mehmed Efendi’den yazı, Müsahip Derviş Ömer Gülşeni’den musiki, Keçi Mehmed Efendi’den nahiv ve kafiye, Evliya Mehmed Efendi’den tecvid dersi almıştır. Çok kitap okumuştur. Asıl öğrenimini kitaplardan ve hayattan yapmış denebilir (Danışman, 1969).
Nasıl Biriydi
Senelerce at üzerinde seyâhat etmiş olması, cirit oynadığını ve iyi silâh kullandığını belirtmesi, Evliya Çelebi’nin çevik ve sağlıklı bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Birçok savaşa katılmış, ata iyi binen, sırası geldiği zaman yaman dövüşen bir savaşçı olarak birçok kez ölüm tehlikesiyle yüz yüze gelmiş, fakat ince zekâsı, hazırcevaplılığı ve güler yüzü ile bu ölüm tehlikelerinden yakasını kurtarmayı başarmış biridir. Evliya Çelebi, saray hayatını tanımış ve iyi imkânlarla bu hayatın bir parçası olabilecekken hiçbir makam hırsına kapılmamıştır. O, ömrünü gezmeye, yeni yerler ve insanlar tanımaya vakfetmiştir. Çelebi, eserinde kendisinin de bir kahramanı olduğu olaylardan anlaşıldığı kadarıyla uysal yaradılışı, zekâsı, gelişmiş mizah gücü ve kültürü sayesinde girdiği ortamların neşesi olan ve aranan sevimli bir kişidir. Ancak bütün bu özellikleri onu, gördüğü olumsuzlukları eleştirel bir dille aktarmasından geri koymamıştır. Zengin bir hayal gücüne sahip olduğu, Seyahatnamenin üslubundan anlaşılan Evliya Çelebi, serüvenci ruhunu da seyahatlerle beslemiştir. Geleneklerine bağlı ve diğer Osmanlı çağdaşları gibi, kendi kültürünün üstünlüğünden emin olan inançlı bir Müslüman olması, onu yabancı dünyaları ve becerileri tanımaktan alıkoymamıştır. Saf bir dindarlığın yanı sıra tipik bir 17. yüzyıl Osmanlısı olarak hatırı sayılır bir hoşgörüye sahiptir. Eserinde, kiliseleri ziyaret ettiğini anlatmakta ve Hıristiyan dua metinlerini aktarmakta, ayrıca konukları için evinde yasaklanmış içki ve uyarıcı hazır bulundurmakta - bu gibi maddeleri kullanmadığı anlaşılan bir kişi olarak - sakınca görmeyen Evliya’nın dar görüşlü olamayacağı ortadadır (Karamuk, 1997).
Sergüzeşt Merakı
Yaş yaşamış, gün görmüş, Kanunì Sultan Süleyman’dan İbrahim’e kadar bir çok padişahlara hizmet etmiş bir insan olan babasının macera dolu hikayeleri ve misafirlerinin konuşmaları onu uzak ülkeler görmeye tahrik eden ilk âmillerdir.
Bir gece rüyasında Peygamber’i görmüş “Şefaat ya Resulüllah” diyeceği yerde “Seyahat ya Resülüllah” demişti. Bu rüyayı devrin âlimlerine tâbir ettiren Evliya Çelebi, tutulduğu seyahat cazibesiyle içine sığmayan bir insan olmuştu.
Önce İstanbul’u kendi deyimiyle ”Piyadece Serseri” dolaşarak yazmaya başladı. Macera dolu hayata özlemi kadar muhayyilesi de son derece kuvvetli olan Evliya Çelebi; gördüklerini, işittiklerini son derece güzel bir şekilde süslüyordu. İstanbul’u adım adım geziyor, büyüklerin meclisinden, meddah kahvelerine, tekkelerden koltuk meyhanelerine kadar gitmediği yer, konuşmadığı insan kalmıyordu (Turizm ve Tanıtma Bakanlığı, 1954).
Eseri
6000 sayfaya yakın eserinin adı “Seyahatnâme”dir. 17. yüzyılın tarih, coğrafya, biyografi, mimari, dil, folklor ve ekonomisi hakkında ayrıntılı bilgilerle doludur.
Evliyâ Çelebî Seyahatname’sinin birkaç tane yazma nüshası bulunmaktadır:
Fatih Millet Kütüphanesi’nde Pertev Paşa kitapları arasında 458-462 numaralarla kayıtlı nüsha, Süleymaniye Kütüphanesi’nde Beşir Ağa kitapları arasında 448-462 numaralarla kayırlı nüsha, Topkapı Sarayı, Bağdat ve Revan Köşkleri Kütüphanelerinde olanlar. Bağdat Köşkü nüshaları 301-309 numaraları arasında kayıtlıdır (Tan, 1974).
Kaynakça
1. Danışman, Z. Evliyâ Çelebî Seyahatnâmesi. Yaylacık Mat. I.Cilt, s.5-6-7, İst.1969
2. Tan, N. Evliyâ Çelebî Seyahatnâmesi Folkvorik Dizin Denemesi. Nüve Mat. s.4-5-6, Ankara 1974
3. Turizm ve Tanıtma Bakanlığı. Evliyâ Çelebî. s.3-4-5, Ankara 1954
4. Çelik Şavk, Ü. Sorularla Evliya Çelebi -İnsanlık Tarihine Yön Veren 20 Kişiden Biri-. Hacettepe Üniversitesi Basımevi. s.2-3, Ankara 2011
MİMAR SİNAN'IN HAYATI
Türk tarihinin en büyük mimarlarından biri olan Mimar Sinan 1489 yılında Kay seride doğmuştur. O dönemin padişahı Yavuz Sultan Selim'in bir tür asker toplama yöntemi olan devşirmeyi Anadolu'da yaptırması sonucu 1512 tarihinde Kayseri'den İstanbul'a getirilmiştir. Mimar Sinan, İstanbul'da Yeniçeri Acemioğlanlar Ocağı'na katıldı. Daha önce yaşadığı yerde küçük mimari yapılarda emeği bulunan Mimar Sinan, Acemioğlanlar'ın bir zanaat öğrenmeleri kuralına uyarak dülgerliği öğrendi. Böylece ordunun yapı gereksinimini karşılayan birimlerde görev aldı. Aynı zamanda çağın iyi mimarlarının yanında çalışma fırsatı buldu. Ordu ile birlikte gittiği yerlerde değişik yapılar görmesi eğitiminin bir parçası oldu. Acemi Ocağında çalıştığı sırada 1514'te Çaldıran Savaşı'na, 1516 - 1520 tarihleri arasında ise Mısır seferlerine katıldı. Sefer dönüşünde ise Yeniçeri Ocağı'na alındı. Yeniçeri Ocağı'nda bulunduğu sırada, o dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman'ın birçok seferine katıldı.1521'de Belgrat, 1522'de Rodos seferlerine katılarak subaylığa yükseldi.1526'da katıldığı Mohaç seferinden sonra, ilk önce yayabaşılık rütbesine daha sonra zeberekçibaşılığa (başteknisyen) yükseldi.1535'te yapılan Tebriz Seferi sırasında Van Gölünün üzerinde askeri ulaşımı sağlamak için 3 gemi yaptı ve böylece Haseki Rütbesi'ni aldı.1536 yılında Reis-i Mimaran-ı Dergâh-ı Ali (Yüksek Dergâh Mimarları Başkanı) görevine geldi.1538'de Moldavya (Boğdan) seferi sırasında Prut Irmağı üzerine 13 günde kurduğu köprü ile padişahın beğenisini kazandı.1539 yılında mimar Acem Ali'nin ölümü ile boşalan saray başmimarlığına getirilen Mimar Sinan yaşamının sonuna kadar bu görevde kalmış, 1588'de vefat etmiştir.
MİMARLIK ANLAYIŞI
Mimar Sinan Osmanlı mimarisinde klasik dönemin yaratıcısıdır. Yapıtlarında güzellik ve işlev kavramını birleştirerek, mühendislik tekniğinin yaratıcılığını, sanatçı beğenisiyle birleştirip özgün yapılar ortaya koymuştur. Ancak bu yapıtlarda işlevi estetiğin altına gizleyen bir sanatçı anlayışı egemendir. Böylece, plastik değerleri ön plana çıkarmış, özellikle, yaptığı binalarda genişlik duygusu yaratmak amacıyla kare, altıgen ve sekizgen planlar kullanmıştır. Bu binalardaki birbirleriyle uyumlu olarak kullanılan mimarlık öğeleri, bir görkem duygusu yaratacak biçimde düzenlenmiştir.Kubbeyi taşıyan payelerin ince görünmesini sağlamak üzere hücre ve panolar kullanılmış, sütun başlıklarını mukarnaslarla süslemiştir. Ancak süslemede de işlevin göz ardı olmasını engelleyecek bir anlayış uygulamıştır.
Mimar Sinan'ın yapıtlarından olan Süleymaniye Camisi'nde ana mekanı örten merkez kubbe, Ayasofya'da olduğu gibi giriş ve mihrab yönlerinden iki yarım kubbe ile desteklenmiştir. Yapıda yükseltilmiş olan merkez kubbe ile yarım kubbeler daha ferah bir ortam sağlamıştır. Anıtsal avlu ve yapıya bağlı minareler ile bir bütünlüğe ulaşmıştır. Darülkurrası, darüşşifası, hamamı, imareti, altı medresesi, dükkânları ve Kanuni Sultan Süleyman ile Hürrem Sultan'ın türbeleriyle büyük bir alana yayılmış olan külliye, Türklerin dinsel yapılarla toplumsal hizmet veren yapıları iç içe düşünmelerinin örneklerindendir. Selimiye Camisi'nin 31 m’yi geçen çapı, Sinan'ın mimarlık açısından ulaştığı düzeyi gösteren en önemli örnektir. Ayrıca bu caminin eşsiz mekânı o döneme kadar yarattığı yeniliklerin toplu bir sonucu olarak görülebilir. Tasarımı, mimarlığı, çini bezemeleri, taş işçiliği ile Selimiye Camisi'nde Mimar Sinan sanatının doruğuna çıkmıştır. Kendisinden önceki Ayas, Hayrettin gibi mimarlardan yararlanan Mimar Sinan'ın klasik dönem olarak adlandırılan mimarlık anlayışı Ayas, Şecca, Acem Ali, Küçük Sinan, Davut Ağa, Ahmet Ağa, Kemalettin, Yusuf Mehmet Ağa, Süleyman Ağa, Musluhittin, Hüseyin Çavuş, Hacı Hasan, İbrahim gibi mimarlar tarafından sürdürülmüştür.
ESERLERİ
Mimar Sinan 50 yıla yakın Osmanlı Devleti'nin bayındırlık işlerinin yöneticisi durumundaki saray başmimarlığını yürüten Sinan mimarlardan, ustalardan oluşan büyük bir yardımcılar topluluğu ile çalışmıştır. Sinan'ın hayatı boyunca 363 eser yaptığı belirlenmiştir. Bunlar: 84 cami, 51 mescit, 57 medrese, 7 darülkurra (hafız yetiştiren okul), 22 türbe, 17 imaret, 3 darüşşifa, 7 suyolu ve sukemeri, 8 köprü, 18 kervansaray, 35 saray ve köşk, 8 mahzen, 46 hamam. Mimar Sinan'ın ilk yapıtı olarak Halep'te ki Hüsreviye Camisi (1563-1537) kabul edilmektedir. Sinan’ın İstanbul'daki ilk büyük yapıtı ise Haseki Külliyesi'dir (1539).Sinan'ın başmimar olduktan sonraki ilk büyük ve önemli yapıtı ise İstanbul'daki Şehzade Camisi'dir(1543-1548).Sinan, aynı yıl Üsküdar'daki İskele Camisi de denen Mihrimah Sultan Camisi'ni de tamamlamıştır. Sinan 70 yaşına ulaştığında Süleymaniye Camisi ve Külliyesi'ni tamamlamıştır (1577). Aynı zamanda Süleymaniye Camisi Mimar Sinan'ın başyapıtı kabul edilir. Sinan, 80 yaşında ise Selimiye Camisi'ni yaptı (1569-1575). Kasımpaşa'daki Kaptanıderya Piyale Paşa Camisi (1573) Mimar Sinan'ın son eserlerindendir. Sinan'ın camilerinden bazıları: İstanbul-Beşiktaş'taki Sinan Paşa Cami (1553-1555), İstanbul-Topkapı'daki Kara Ahmet Paşa Cami (1555-1558), İstanbul Tophane'deki Kılıç Ali Paşa Cami (1580), Kayseri'deki Kurşunlu Cami, İstanbul'daki Nişancı Mehmet Paşa Cami (1584)..Mimar Sinan'ın yapıtlarının bulunduğu bir diğer alan ise türbelerdir. Şehzade Külliyesi içinde bulunan Şehzade Mehmet türbesi, Hüsrev Paşa türbesi, Kanuni Sultan Süleyman'ın türbesi, II. Selim türbesi. Bazı örneklerdir. Sinan'ın yaptığı köprülerden 635 m. uzunluğundaki Büyük Çekmece Köprüsü, Silivri Köprüsü, Lüleburgaz Çayı üzerindeki Lüleburgaz (Sokullu Mehmet Paşa) Köprüsü, Ergene Irmağı üzerindeki Sinanlı Köprüsü, Yugoslav yazar İvo Andriç'in ünlü romanına adını veren Drina Köprüsü bazı önemli örneklerdir.
Sinan Osmanlı İmparatorluğunun altın çağının en büyük mimarıdır. Yalnız Türk mimari tarihinin değil dünya mimari tarihinin ufuklarında zincirlenen büyük şöhretler arasında Sinan; başı göklerle öpüşen bir şahikadır. Diğer mimarlar onun haşmetli varlığı önünde diz çökmüş tepeciklerdir.
Sinan nükteli ve hikmetli mizahın mübdii Nasreddin Hoca gibi dev bir şöhrettir. Kendinden evvel ve sonra gelen birçok mimari şöhretleri yutmuştur. Sinan’ın ünü bir iksir gibi dünyayı sarmıştır.
Türkün, Türk medeniyetinin dostları ve sevenleri kadar düşmanları ve horlayıcıları da onun füsunlu şöhreti karşısında ancak takdir hissi duyuyorlar.
Bu kitabımızda mimar Koca Sinan’ın şimdiye kadar hiçbir yerde neşredilmeyen ve bir vakfiyesi müstesna şimdiye kadar hiç bilinmeyen vakfiyeleri ile itiknâmesini (azaldık vasiyeti), Kanunî sultan Süleyman’ın “vekili mutlakı” sıfat ile yaptığı satışların ve kendisinin padişahtan satın aldığı bir arsa ile torunundan ve gelininden aldığı bir evin hüccetlerini neşrediyoruz.
Bu vesikalar Sinan hakkında şimdiye kadar bilinenlerin hepsini kökünden yıkmakta ve ortaya yep yeni bir hüviyet çıkarmaktadır. Bu bakımdan kitabımız Sinan hakkında doğru ve orijinal vesikalara dayanılarak yazılan ilk eser olacaktır. Kitabımız en az yarım asırdan beri ilim alanına kök salan muazzam yalanları ve iftiraları yıkacağı için atalet kanunu icabına göre bazı sarsıntılar yapması da çok muhtemeldir. Başlı başına ve büyük bir alem olan Sinan neşrettiğimiz vesikalarla tamamen bilinmiş ve tanınmış olmayacaktır(Konyalı,1948).
KAYNAKÇA
1. http://www.mimarsinan.gen.tr Et:03.06.2012, 23.50
2. Konyalı, İ.H. Mimar Koca Sinan. İstanbul,1948. s,1
>> Bu makale Hüseyin Koçer tarafından yazılmıştır.
Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezerî 1136'da Cizre'nin Tor mahallesinde doğmuştur. Tarihte Sibernetiğin kurucusu kabul edilen Cezeri; fizikçi, robot ve matriks ustası bir bilim adamıdır. Bir yığın keşifleri bugün dahi hayret vericidir. Robotikle ilgili en eski kayıt El Ciziri'ye aittir.
El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ'ati’l Hiyel (kısaca Kitab-ül Hiyel) adlı eserinde, mekanik hareketlerden mühendislikte yararlanmayı içeren bilgiler anlatmaktadır. 50'den fazla cihazın kullanım esaslarını çizimlerle anlattığı bu kitapta Ciziri, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır.
Kitab-ül Hiyel 6 bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde su saati (Binkam) ile kandilli su saati (Finkam) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında on şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında on şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında on şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında on şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır.
Teorik çalışmalardan çok pratik ve el yordamıyla ampirik çalışmalar yapan Ciziri’nin bazı eserlerine örnek vermek gerekirse; İlk hesap makinesinden asırlar önce aynı sistemle çalışan benzer bir mekanizmayı geliştirdiği saatte kullanan Ciziri, sadece otomatik sistemler kurmakla kalmamış, otomatik olarak çalışan sistemler arasında denge kurmayı da başarmıştır. Ciziri, otomatik kontrollü makinelerin ilki sayılan Jacquard’ın otomatik dokuma tezgahından 600 yıl önce değişik haznelerdeki suyun seviyesine göre ne zaman su dökeceğine, ne zaman meyve ve içecek sunacağına karar veren otomatik hizmetçiyi geliştirdi. Bediüzzaman El-Cizirî'nin diğer bir eseri de Diyarbakır Ulu Camii’nin ünlü Güneş Saati’dir.
El Câmi-u’l Beyn’el İlmî ve El-Amelî’en Nâfi fî Sınâ'ati’l Hiyel (kısaca Kitab-ül Hiyel) adlı eserinde, mekanik hareketlerden mühendislikte yararlanmayı içeren bilgiler anlatmaktadır. 50'den fazla cihazın kullanım esaslarını çizimlerle anlattığı bu kitapta Ciziri, “Tatbikata çevrilmeyen her teknik ilmin, doğru ile yanlış arasında kalacağını” söyler. Bu kitabın orijinali günümüze kadar ulaşamadıysa da, bilinen 15 kopyasından 10’u Avrupa’nın farklı müzelerinde, 5 tanesi Topkapı ve Süleymaniye kütüphanelerinde yer almaktadır.
Kitab-ül Hiyel 6 bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde su saati (Binkam) ile kandilli su saati (Finkam) saat-ı müsteviye ve saat-ı zamaniye olarak nasıl yapılacağı hakkında on şekil; ikinci bölümde çeşitli kap kacakların yapılışı hakkında on şekil, üçüncü bölümde hacamat ve abdestle ilgili ibrik ve tasların yapılması hakkında on şekil; dördüncü bölümde havuzlar ve fıskiyeler ile müzik otomatları hakkında on şekil; beşinci bölümde çok derin olmayan bir kuyudan veya akan bir nehirden suyu yükselten aletler hakkında 5 şekil; 6. bölümde birbirine benzemeyen muhtelif şekillerin yapılışı hakkında 5 şekil yer alır.
Su ile Çalışan Bir Makina Diyagramı |
Ulu Camii - Güneş Saati - Diyarbakır |
Sadece Türk ve İslam dünyanın değil, dünyanın en büyük bilim adamlarından biri sayılan Biruni 15 Eylül 973 tarihinde Ceyhun Nehri kıyısındaki Hive kasabasında doğmuştur. 1048 yılında Gazne'de ölmüştür.
Biruni hastalıkları tedavi konusunda uzman biriydi. Yunan ve Hint tıbbını incelemiş, o zamanki Gazne hükümdarı Sultan Mesud'un gözünü tedavi etmiştir. Otların hangisinin hangi derde şifa olduğunu çok iyi bilen Biruni ayrıca astronomi, matematik, coğrafya, tarih ve fizik alanında da çalışmalar yapmıştır. En önemli eserleri Asarül Bakiye ve Kanun-u Mesudi'dir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)