Mayıs 2013
Sultan Abdülaziz

30 MAYIS 1876 / SULTAN ABDÜLAZİZ'İN ŞEHİD EDİLİŞİ

Son iki asırlık tarihimizde birçok defa çeşitli güçler tarafından şaşırtıcı benzerliklerle "siyasî iradeye müdahale" edildi. Bu coğrafyada yaşananları daha iyi idrak etmemizi kolaylaştıran hâdiselerden biri de, Sultan Abdülaziz'in askerî bir darbe ile tahttan indirilmesi ve katledilmesidir.

Batılı devletlerin baskısı ve içerideki muhalefetin de tesiriyle, Meşrutiyet'i ilân etmesi için 1870'li yıllarda Sultan Abdülaziz'e büyük bir baskı yapılmıştı. Devletin etnik yapısını ve gün geçtikçe tesirini artıran milliyetçilik düşüncesini göz önüne alan Sultan Abdülaziz, rejimin değişmesi taleplerine sıcak bakmıyordu. Fakat bu tavrı, adım adım onun sonunu hazırlıyordu. Güç kullanarak padişahı tahttan indirmeye karar veren Yeni Osmanlılar, bunun için bir cunta teşkil etmişti. Cuntanın, Meşrutiyet'in ilânını beklemeye tahammülü yoktu. Aslına bakılırsa, Mithat Paşa'dan başka Meşrutiyet'i dert edinen pek kimse de yoktu. Mithat Paşa ve Yeni Osmanlılar için asıl mesele, iktidar gücünü ele geçirmekti. Sultan Abdülaziz'in devlete vermeye çalıştığı çeki düzenden ve güçlü bir donanma kurmasından rahatsız olan İngiltere de, onları menfaatleri doğrultusunda kullanıyordu.

Mithat Paşa'nın köşkü, cuntacıların karargâhı olmuştu. İdarî ve askerî bürokraside mühim vazifelerde bulunan ihtilâlin beyin takımı için burası gözden uzak bir mekândı. Devletin önde gelenlerinin, bu hareketin içinde yer almaları, birçok kararsız insanı da cesaretlendiriyordu. Merkez Komutanı Süleyman Paşa, darbeden sadece bir hafta evvel Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından razı edilerek kadroya dâhil edilmişti. Fetvâ emini Filibeli Kara Halil Efendi de, Mithat Paşa ve Şeyhülislâm Hayrullah Efendi'nin gayretleriyle darbeden üç gün evvel ikna edilebilmişti. Paraya ihtiyaç duyan darbeciler, bunun da bir çaresini bulmuş; tahta çıkarmaya karar verdikleri ve destek aldıkları Veliaht Şehzâde Murad'ın borsacısından "mesârif" gerekçesiyle bir hayli para sızdırmışlardı. Üstelik bu parayı, darbeden sonra Sultan Abdülaziz'in mal varlığına el koyarak ödemeyi vaat etmişlerdi. Şehzâde Murad, taht değişikliğinin kan dökülmeden yapılması taraftarıydı ve amcası Sultan Abdülaziz'e bir zarar gelmesini katiyen istemiyordu.

Cunta evvelâ darbeye zemin hazırlamak için faaliyetlerde bulundu. Mithat Paşa ve yandaşlarının kışkırtmaları neticesinde medrese talebeleri tarafından 10 Nisan 1876'da bir protesto yürüyüşü düzenlendi. Mahmud Nedim Paşa kabinesinin istifası için yapılan bu yürüyüş hedefine ulaştı. Üç gün sonra gerçekleşen kabine değişikliğiyle tarihe "hal' erkânı" diye geçen ekip, devletin mühim makamlarına geldi. Mütercim Rüştü Paşa "sadrazam", rüşvet aldığı ortaya çıkan Hüseyin Avni Paşa "serasker", Mısır Hidivlerine dış borçlanma yetkisi vererek Mısır'ı İngilizlere bir nevi satan Mithat Paşa "devlet nazırı" ve Hasan Hayrullah Efendi "şeyhülislâm" oldu.

Hazırlıklarını tamamlayan cunta 30 Mayıs 1876 Salı günü sabaha karşı harekete geçti. Dolmabahçe Sarayı, Serasker Hüseyin Avni Paşa ve Süleyman Paşa komutasındaki askerler tarafından basıldı. Kansız bir şekilde tahtından indirilen ve Topkapı Sarayı'na götürülen padişah için "aklını kaybetti" diye hakkında bir hal' fetvası hazırlandı. Ama hâdiseler bununla sınırlı kalmadı ve saraydaki birçok kıymetli eşya yağmalandı. Fakat Sultan Abdülaziz'in güçlü bir istihbarat teşkilâtı olsaydı ve her şeyi göze alarak darbecilere direnseydi, belki de tarihin akışı bambaşka olabilirdi.

Gözetim altında tutulduğu üç gün içerisinde Topkapı Sarayı'nda kendisine pek de iyi davranılmayan Sultan Abdülaziz, karşılaştığı incitici muameleler sebebiyle yeğeni 5. Murad'a bir mektup yazdı. Saltanatını tebrik ettikten sonra, şartların daha müsait olduğu başka bir mekâna nakledilmesini istedi. Ancak güç kullanarak Abdülaziz Han'ı tahttan indirenler, onu öldürmeyi kafalarına koymuşlardı. Halk tarafından sevilen bir padişahın mahpus da olsa, yaşamasını kendi varlıkları açısından tehlikeli buluyorlardı. Darbeciler tedirgin olmaya başlamıştı. İhtilâlin lideri Hüseyin Avni Paşa, endişe duyanların başında geliyordu. Yalanlarla ihtilâle âlet edilen ordu ve sahih olmayan bir fetvâ ile kandırılan halk uyanmadan, Abdülaziz Han ortadan kaldırılmalıydı. Böylece tekrar padişah olması önlenecekti. Zîrâ 5. Murad'ın ruh sağlığının devleti idare edecek vaziyette olmadığı görülmüştü. Onun başarısız olması hâlinde, tahta tekrar Sultan Abdülaziz gelebilirdi.

Abdülaziz Han ve ailesi, yeni padişahın emriyle 2 Haziran Cuma sabahı Ortaköy'deki Feriye Sarayı'na nakledilirken, yine incitici muamelelere maruz kaldı. Esasında o tarihlerde tahttan indirilmiş olsa bile, hiç kimse padişaha ve ailesine böyle davranmaya cesaret edemezdi. Bu durum, geçmişten bugüne darbeci zihniyetin sergilediği cüretkârlığı ve hukuksuzluğu göstermesi bakımından önemlidir.

Bir tabur askerle koruma altına alınan sarayda geçirdiği iki gün içerisinde, Abdülaziz Han âdeta "şehadete" hazırlandı; ibadet ve Kur'ân'la meşgul oldu. Başına gelecekleri hissetmişçesine, annesi Per­tevniyal Valide Sultan'la dertleşip helâlleşti. Kuzguncuk'taki yalısından Ortaköy'ü gözetleyen Hüseyin Avni Paşa'nın gözü kulağı, saraydan gelecek haberdeydi. Bütün plânlar hazırlanmıştı. Cinayet sonrası ortalığı velveleye verecek saraylı hazinedar kalfaların çığlık seslerinin Kuzguncuk sahillerinde yankılanması, ân meselesiydi. Ve acı haber 4 Haziran 1876 Pazar günü evvelâ Feriye Sarayı'nda, ardından bütün bir İstanbul'da duyuldu. O sabah Abdülaziz Han, saraydaki odasında bilekleri kesilmiş bir vaziyette bulunmuştu. Bahçıvan süsü verilerek saraya sokulan ve içeriden destek aldıkları anlaşılan katiller, işlerini birkaç dakika içinde bitirmiş ve kendilerine karşı direnen padişahın kol damarlarını intihara benzeyecek bir şekilde kesmişlerdi. Pertevniyal Valide Sultan ve Mabeynci Fahri Bey odaya girdiklerinde, bileklerinden kanlar akan Abdülaziz Han, "Allah, Allah!" diye inliyordu. Çok geçmeden Hüseyin Avni Paşa da, gösterişli Serasker kayığıyla saraya geldi. Saray halkının feryatları arasında Donanma Kumandanı Arif Paşa ile birlikte odaya girdiğinde, Abdülaziz Han son ânlarını yaşıyordu. Emir komuta zinciri içinde padişahın hall'ine giden yolu açan Avni Paşa, her zamanki soğukkanlı tavrıyla otoritesini ortaya koydu. Evvelâ kadınları ve saray erkânını odadan çıkardı. Sonra da onun emriyle Abdülaziz Han, askerler tarafından yandaki karakol binasına götürüldü ve alt katta, kahve ocağının karşısında erlerin oturduğu minderlerin üzerine yatırıldı. Sadrazam Rüştü Paşa ve Mithat Paşa'nın da karakola geldiği, hâdisenin sıcaklığını koruduğu o dakikalarda Avni Paşa: "Sultan Aziz vefat etti. Makasla bileklerini kesmiş. Şimdi doktorlar gelip rapor tutacak. Padişahımız nereyi irade buyururlarsa oraya gömeceğiz. İşi uzatmamak lâzımdır." dedi. Ardından kendi elleriyle karakol pencerelerinden bir tanesinin perdesini kopardı ve Sultan Aziz'in cesedini örttü.

Feriye Karakolu'na gelen doktorların ceset üzerinde inceleme yapmalarına müsaade edilmedi. Hazırlanan rapora imza atan doktorlardan sadece birkaçı padişahın kesilmiş bileklerini görebildi. Ölüm raporunu imzalamak istemeyen doktorlardan biri, derhal Trablusgarp'a sürüldü, diğer doktorun da apoletleri söküldü. Cenazeyi yıkayan imam efendilerin sonradan, "Sultan Abdülaziz'in iki dişinin kırık olduğunu, sakalının sol tarafının yolunduğunu, sol memesinin altında büyük bir çürüğün bulunduğunu" söylemeleri, aslında o sabah sarayda nelerin yaşandığını ortaya koyuyordu.

Şehit padişahın cenazesi, ertesi gün Enderun ağalarının ve vükelânın hazır bulunduğu mütevazı bir merasimle babası Sultan 2. Mahmud'un Divanyolu'ndaki türbesine alelacele defnedildi. Halktan çok az insan cenazeye iştirak edebildi. Zîrâ insanlar, Serasker Avni Paşa'nın gazabına uğramaktan korktukları için, evlerine kapanmışlardı. Hazin ve yürek yakıcı bir hâlde hayata veda eden bu dindar padişahı, geniş halk kitleleri hiçbir zaman unutmadı. Modernleşme çalışmalarına ehemmiyet veren Abdülaziz Han'a, ikinci bir "Yavuz" gözüyle bakılıyor ve ondan çok şey bekleniyordu. Tahttan indirildikten sonra içine düştüğü durum karşısında milletin yüreği yanmış ve hakkında türküler söylenir olmuştu.

"Seni tahttan indirdiler
Beş çifteye bindirdiler
Topkapı'ya gönderdiler
Uyan Sultan Aziz uyan
Kan ağlıyor bütün cihan."

mısraları halk arasında dalga dalga yayılıyordu.

Tarih kitaplarında yıllarca Sultan Abdülaziz'in, tahttan indirildikten sonra, sarayda hapis hayatı yaşamaya dayanamadığı ve sakalını düzeltmek için istediği söylenen makasla iki bilek damarını keserek intihar ettiği yazıldı. Tarihçiler arasında münakaşa mevzuu olan bu hâdise, kesin bir hükme bağlanamadı; ama birçok tarihçiye göre Sultan Abdülaziz, intihar etmemiş, öldürülmüştür. Pertevniyal Valide Sultan da, oğlunun saraya gizlice sokulan üç pehlivan tarafından öldürüldüğünü söylemiş ve intihar ettiğine hiçbir zaman inanmamıştı. Zaten bir insanın iki bileğini keserek intihar etmesi mantıken mümkün değildi.

Sultan Abdülaziz'in, hal' edildikten sonra saray fotoğrafçılarından Vasilaki Kargopulo tarafından çekilen ve yıllar sonra ortaya çıkan fotoğrafı, ölümü üzerindeki sır perdesini tam olarak kaldırmasa da, bir Osmanlı sultanına revâ görülen "aşağılayıcı" tavrı gözler önüne seriyordu. Ahşap bir sandalye üzerine oturtulan ve endişeli gözlerle etrafa bakan hüzünlü padişahın iki yanında düşük rütbeli subaylar durmuş ve bunlar, sultanın omzuna dirsek dayayarak lâubali bir şekilde poz vermişlerdi.

Abdülaziz Han'ın şehadeti sırasında üzerinde bulunan pantolonu, gömleği, hırkası, atkısı, dizliği ve iç kıyafeti, ölümünün üzerinden 131 yıl geçtikten sonra kamuoyu ile paylaşıldı. "Her şeyi, affederim. Oğlumun kanını helâl etmem!" diyen Valide Sultan, kıyafetleri sandıkta saklayarak, oğlunun ölümüyle alâkalı tarihî hakikatlerin er veya geç ortaya çıkmasını istemişti. Eşyalar arasında Sultan'ın bileklerini kestiği iddia edilen bir de "makas" vardı. Topkapı Sarayı'nın depolarında ortaya çıkan giysilerin, hâdisenin üzerinden geçen zamana rağmen kan kokması, padişahın cenazesini yıkayan imamların, "Hâlâ bileklerinden kanlar süzülüyordu, vücudunda darp izleri vardı." şeklindeki ifadelerini doğruluyordu.

Koskoca devletin bir numaralı idarecisinin otopsi yapılmadan alelacele defnedilmesi, hâdisenin delilleri ve şahitleri ortadayken adlî bir tahkikat açılmaması, hâdisenin intihar değil, bir cinayet olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. 5. Murad'ın 93 günlük saltanatının ardından padişah olan Sultan 2. Abdülhamid, amcasının ölümünün "intihar" olmadığını, tam aksine plânlı bir "cinayet" olduğunu düşünüyordu. Hâdisenin karanlıkta kalan noktalarının ortaya çıkarılmasını arzu ediyor ve bunu amcasının ruhuna karşı bir vefa olarak telâkki ediyordu. Neticede Sultan Abdülaziz'in "intihar edip etmediğini" tespit etmek, şayet bir cinayet işlenmişse faillerini ve azmettirenleri ortaya çıkarmak için 27 Haziran 1881'de meşhur "Yıldız Mahkemesi" kuruldu. Yapılan derin tahkikatlar sonrasında, İngilizlerle işbirliği yapan bazı şahısların, Abdülaziz Han'ın katlinde rol oynadıkları ortaya çıktı. Aralarında Mithat Paşa'nın da bulunduğu dokuz sanık hakkında idam kararı verildi; ama Sultan 2. Abdülhamit insaflı davranarak bunların hiçbirini tatbik ettirmedi ve idam cezalarını müebbet hapse çevirdi.

Murat DUMAN / Darbeci Zihniyet ve Sultan Abdülaziz'in Katli

MUHAFAZAKAR AKP MİZİN(!) TARİH TALANI


Her fırsatta muhafazakar kimliklerini ön plana çıkararak bunu siyasi bir rant olarak da kullanan AKP, bu kimlikle çelişen politikaları da icra etmekten geri durmuyor. İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü, eşine az rastlanan bir restorasyona imza attı. Mimar Sinan'ın 400 yıl önce yaptığı İstanbul Kabataş'ta bulunan Süheyl Bey Camii'ni yeniden inşaa ve restorasyon adı altında cam giydirme yapıldı.
50 yıl önce Taksim'de yıkılan Topçu Kışlası için, İstanbul'un az sayıdaki ağaçlık alanlarından biri olan Taksim Gezi Parkı'na gözünü diken hükümet, bunu "tarihi kışlayı günümüze yeniden kazandırma" adı altında yapıyor. Kışla aslına uygun olarak yapılarak, AVM rantçılarının pençesine teslim edilecek. Peki ya, Sheyl Bey Camii bu yeni ve çağdaş(!) haliyle kime veya kimlere rant kaynağı olacak önümüzdeki günlerde göreceğiz.
1591 yılında Mimar Sinan tarafından yapılan daha sonra ise Abdülaziz'in baniliğinde yeniden ihya edilen Süheyl Bey Camii, cam giydirme yöntemiyle aslına uymayan bir UCUBE görünümünde yeniden inşaa ediliyor.
Kabataş SGK İl Müdürlüğü'nün hemem yanında, bulunan cami 1957 yılında yol yapımı için yıkılmış. Vakıflar Bölge Müdürlüğü, İSAŞ İnşaat ve Hasan Altıntaş'ın sponsorluğunda camiyi yeniden inşaa ediyor. Ama nasıl?
Görenler şaşırıyor. İnşaatın önüne gerilen afişte caminin eski resmi bulunuyor. Eski ile yeniyi kıyasladığınızda gözlerinize inanamıyorsunuz.
Tamamen yeni bir tarzda inşaa edilen caminin dış cephesi de günümüz modasına uygun; CAM GİYDİRME yapılıyor.

BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN GÖREVE...

DİKKAT: 
BU YAZI 2013 YILINDA KALEME ALINDIKTAN SONRA GİRİŞİMLERİMİZ SONUCU CHP TARAFINDAN TBMM'DE GÜNDEME GETİRİLMİŞ, SORU ÖNERGESİ VERİLMİŞTİR. LAKİN HİÇBİR SONUÇ ALINAMAMIŞTIR. O TARİHTE DEVAM EDEN CAMİ İNŞAATI DURDURULMAMIŞ, 2015 YILINA GELİNDİĞİNDE CAMİ İNŞAATI FOTOĞRAFLARDA GÖRÜLDÜĞÜ ŞEKİLDE TAMAMLANMIŞTIR.
MİMAR SİNAN'IN YAPTIĞI SÜHEYL BEY CAMİİ YOL GENİŞLETME ÇALIŞMALARI
SIRASINDA MENDERES DÖNEMİNDE YIKILMIŞ  CAMİİ
SÜHEYL BEY CAMİİ'NİN YENİ HALİ. YANLIŞ GÖRMÜYORSUNUZ BURASI BİR CAMİ.

 
 
 


"Türkiye bir ağaçtır. Gürlediği zaman budanacak, ölmeye yüz tuttuğu zaman da sulanacak. Eğer Amerika, Avrupa, Rusya, Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçerlerse Türkiye'deki terör bıçakla pastayı kesmiş gibi biter. Eğer emellerinden vazgeçmezlerse, ASALA biter, PKK başlar, PKK biter, bir başka bela başlar. "


Türkiye’nin 30 yıldır başına bela olan; yaklaşık 30 bin insanın canına, milyarlarca dolara mâl olan PKK belasından kurtuluyoruz. Sevinmeli miyiz?
Yıllarca TSK ve emniyet güçlerinin her türlü silah ve teçhizatla ve binlerce personelle bertaraf edemediği terör örgütünü, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında ABD, “bitsin” dedi ve terör bitiyor.

Abdullah Öcalan, hapse girdiğinden itibaren örgütü yönetmeye devam etti. Türkiye Cumhuriyeti dünyada eşine rastlanmayan bir olaya seyirci kaldı. Dünyanın hiçbir ülkesi yoktur ki, yakaladığı örgüt liderine, hapisten örgütünü yönetme imkânı tanısın. Yoksa her şey bir oyun muydu? Yoksa Türk halkı 30 yıldır kandırıldı mı?

Öncelikle film şeridini biraz gerilere saralım ve PKK’nın kuruluş yıllarına dönelim.
PKK 1984 yılındaki ilk eylemini gerçekleştirmeden önce, Türkiye’nin başında başka bir bela vardı: ASALA.


ASALA 1973 yılında, sözde Ermeni soykırımını dünyaya duyurmak amacıyla kurulmuş bir terör örgütüdür. Eylemlerine son verdiği 1984 yılına kadar; 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda Türkiye'nin 42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır.
ASALA-PKK ilişkisinin temeli 1980’lerin ilk yarısında Filistin’de atılır. İlişkilerin başlamasında en önemli rolü ASALA’yı eğiten George Habbaş üstlenir. Kürdistan News and Commet Dergisi’nde ASALA ve PKK ortak bir deklarasyon yayınlayarak “Türkiye’deki yönetimin faşist olduğunu Ermeni ve Kürt halkı adına faşist Türkiye’ye karşı ortak eylem kararı aldıklarını” bildirir. 
1984 yılından sonra ASALA’da  kopmalar başlar, üçe bölünür. ASALA’nın başındaki Agop Agopyan’ın faili meçhul bir cinayete kurban gitmesiyle ASALA tarihe karışır. 1984 yılında PKK ilk kanlı eylemini Eruh’da gerçekleştirir.
ASALA’nın eğitildiği Lübnan’ın Bekaa kamplarında artık PKK militanları eğitilmeye başlar. Dağılan ASALA’dan ayrılan Ermeni teröristler, PKK içinde kendilerine yer bulurlar. Özellikle 1990’lı yıllarda ölü veya diri ele geçirilen PKK militanlarının büyük kısmının sünnetsiz ve üzerlerinde Ermeni sembolleri olduğunu yetkililer gözlemler. Fakat PKK içinde Ermeni unsuları bulunması, bir süre sonra bölge halkı tarafından kabul görmeyince Ermeniler PKK içinden tasfiye edilir.

DHKP-C SAHNEDE   

21 Mart’taki Diyarbakır Nevruz kutlamalarında Apo’nun mesajı okunur ve birkaç gün sonra da, örgütün eş başkanı Murat Karayılan eylemsizlik kararını açıklar.
Hükümet zaten bir süreden beri Apo ile görüşmekte ve PKK’lıların bir başka ülkeye gitmelerine izin vereceklerini açıklamaktadır.

Tam da bu sırada; Ankara’da iki eylem gerçekleşir. Biri AKP merkezine diğeri ise, Adalet Bakanlığı’na. Eylemi  DHKP-C üstlenir. Örgüt eylemle ilgili bir bildiri hazırlar ve bildiride eylemden dolayı Türk halkından özür diler. İlginç değil mi?

Peki nereden çıktı bu örgüt?
Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi yani kısa adıyla DHKP-C’nin kuruluşu 90’lı yıllara dayanıyor. Ama kökleri 70’lere uzanıyor. Dev-Yol’a kadar…
 Dev-Yol’dan ayrılan Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ve arkadaşları Dev-Sol’u kurarlar. Dev-Sol, PKK’dan bile daha büyük ve önemli cinayetlere imza atar daha sonra adını DHKP-C olarak değiştirir. O dönemde ASALA’nın , PKK ve Dev-Sol ile irtibat içinde olduğu Türk istihbaratçıları tarafından ortaya çıkarılmıştır.

ŞAİBELİ(!) TERÖR ÖRGÜTÜ

PKK’dan sonra en çok tartışılan ve bağlantılarının açığa çıkarılamadığı örgüt olan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (DHKP-C), işlediği cinayetler ve eylemler hâlâ çözülememiştir.
1978 yılında mensup oldukları Dev-Yol’u pasiflikle suçlayan, Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ile Bülent Uluer ve Paşa Güven, Mahir Çayan’ın THKP-C’siyle sancılı bir süreçten sonra birleşerek Dev-Sol’u kurarlar. 12 Eylül 1980’den sonra birçok örgüt yurtdışına kaçarken Dev-Sol Türkiye’de kalır. Bu kalış öyle plansız ve sıradan bir tercih değildir. Zira art arda işlenen “kilit” cinayetler bu yapının neden dışarı çıkmadığını gösterir. Tabii bir de başka bir güç adına çalıştığını da. Şüphesiz bu cinayetlerde ismi öne çıkan isim Dursun Karataş’tır. Ancak kendisi her defasında (tam 29 kez) polisin elinden kurtulmayı başarır.
Örgütün kurucularından Paşa Güven, 1 Mayıs 1976 gecesi silahla yakalanır ve cezaevine konur. Burada ülkücü mafya babası Dündar Kılıç ile birlikte kalır. Kılıç, kendisi için her zaman “delikanlı çocuktur” diye bahseder. Mahpus hayatı, uyuşturucu ticareti ve devlet için bazı eylemler gerçekleştirmesine kadar devam eden olaylar zincirinin ilk halkasını oluşturur. Paşa Güven, dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ile eski Başbakan Nihat Erim’in suikastla öldürülmelerinin ardından Lübnan’a kaçar. 1983’te de buradan Fransa’ya geçer. İsmi “derin devlet” ile birlikte anılır. 1991 yılında örgüt içi hesaplaşma nedeniyle Fransa’da öldürülür.
SORU: Marksist örgütün, ülkücü mafya babasıyla ortak paydaları ne olabilir?

AKIL ALMAZ SUİKASTLER

DHKP-C’nin “kirli ilişkiler” ağını ortaya çıkaran bir başka ayrıntı ise liderleri Dursun Karataş’ın Ekim 1989’da Bayrampaşa Cezaevi’nden Bedri Yağan ile birlikte firar etmesidir. Kısa bir zaman sonra aralarında Aslan Tayfun Özkök, İbrahim Erdoğan, Aslan Sener Yıldırım, Sinan Kukul gibi örgütün önemli isimlerinin de yer aldığı on kişi de Bayrampaşa’dan ellerini kollarını sallayarak kaçar. Bu kaçışların planlı ve bir amaca matuf olduğu 4 ay sonra anlaşılır. Önce ünlü MİT’çi Hiram Abas cinayeti işlenir, ardından Bayrampaşa Savcısı Fikret Niyazi Aygan öldürülür.

1991 ve 1992 yılları içindeki bir buçuk yıllık zaman dilimi içinde Dev-Sol; Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk, Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz, emekli Korgeneral İsmail Selen, MİT eski müsteşarı emekli Orgeneral Adnan Ersöz, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç, İstanbul DGM Başsavcısı Yaşar Günaydın, emekli Oramiral Kemal Kayacan gibi önemli görevler yapan kişileri öldürür. Bu cinayetleri Dev-Sol’un nasıl işlediği halen en büyük soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira bu eylemlerin yapıldığı dönemde örgütte bulunanların çeşitli zamanlarda verdikleri ifadelerde örgütün böyle bir eylem planı olmadığı üzerinde durmaları oldukça manidar. Örgüt mensuplarının ortak düşüncesi büyük istihbarat ve bilgi gerektiren bu cinayetlerin örgüte ısmarlandığı yönünde. Çünkü tanıklar DHKP-C’nin o dönemde söz konusu cinayetler için istihbarat toplama gücünün olmadığını belirtiyor.

Bu eylemlerden sonra 1994’te örgütün adı DHKP-C olarak değiştirilir. Örgütün lideri Dursun Karataş bu sırada 175 ülkede kırmızı bültenle aranmaya başlamıştı. Örgüt yeni ismiyle ilk eylemini eski Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ı öldürerek yaptı. İkinci olarak ise, örgütü 1995 yılında Gazi Mahallesi Olayları’nda görüyoruz. Olayların provakasyon olduğu sonraki yıllarda belirlenmiş hatta Ergenekon bağlantılı olduğu iddiaları ortaya atılmıştı.

DHKP-C başbakan Tansu Çiller’e yapacağı suikast girişimiyle 1995 yılında bir kez daha gündeme oturacaktır. Roketatarlı, suikast silahlı, eylemin tüm ayrıntıları krokileri hazırlanmış olmasına suikastten vazgeçilir. Nedeni muamma…

Örgüt 9 Ocak 1996 tarihinde en popüler eylemini gerçekleştirecekti. Sabancı Suikasti.
Örgüt mensubu oldukları ve suikasti düzenledikleri söylenen, Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un bu eylemi gerçekleştirdiğine kimse inanmadı. Mustafa Duyar daha sonra teslim oldu.
Veli Küçük tarafından emir verilerek Afyon Cezaevi’nde Karagümrük Çetesi tarafından öldürüldü. Çete lideri Nuri Ergin, 2000 yılında Uşak Cezaevi’nde çıkan bir isyanda pencereden dışarı çıkarak, “Bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü, ben öldürttüm. Şimdi canlı söylüyorum. Devlet için mermi sıktık. Veli  ağabeyi ara, Veli Küçük’ü ara. Bizi sor! Başka bir şey söylemiyorum.” Diyerek cinayeti üstlenmiştir.
SORU: Dünyada hangi terör örgütü bu kadar kısa sürede, bu kadar çok siyasi suikast gerçekleştirmiştir?



 30 BİN KİŞİNİN KATİLİ MİT’E Mİ ÇALIŞIYORDU?

PKK’nın ve kurucusu Abdullah Öcalan’ın devlet ile ilişkisini tartışmaya açan en önemli kişi merhum Uğur Mumcu’dur. Mumcu, konuyla ilgili ulaştığı bilgileri açıklamadan kısa bir süre önce bombalı saldırı sonucu 1993 yılında hayatını kaybetmişti.

Abdullah Öcalan’ın MİT görevlisi olduğu ve örgütü bu şemsiye altında kurduğu söylenmektedir. Öcalan’ın öğrencilik yıllarında yaşadığı bazı olaylar iddiayı kuvvetlendirmektedir. Abdullah Öcalan’ın uzun bir süre Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki kaydının silinmemesi, sekiz sene boyunca askerliğini tecil ettirebilmesi, bursunun kesilmemesi, onun sanki gizli bir el tarafından korunduğunu göstermektedir.
Eski milletvekili Abdülmelik Fırat anılarında, gazeteci Avni Özgürel’in kendisine, “Öcalan öğrenci iken MİT’te ofis-boy’du” dediğini öne sürmüş ardından açıklama yapan Özgürel, o tarihlerde Öcalan’ı MİT’in bir yan kuruluşu Fikir Ajansı’nda ofis-boy’luk, yani getir götür işleri yaparken gördüğünü açıklamıştır.
AKP milletvekili gazeteci-yazar Şamil Tayyar ise 2011 yılında yaptığı bir açıklamada, 1972 yılında bir eylemde yakalanan Öcalan’ın serbest bırakılması için dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Turgut Sunalp’ın etken rol oynadığını belirterek şunları söylüyor: “Abdullah Öcalan, 1971 muhtırasından sonra öğrenci eylemi yaptığı gerekçesi ile gözaltına alındı. 8 Nisan 1972 yılında 6 ay cezaevinde kaldı. Ekim 1972'de serbest bırakıldı. Savcı, iddianamesinde ağır ifadeler kullanmıştı. O iddianame esas alınsa yıllarca içerde kalırdı. Sonra bir anda Baki Tuğ mütalaasını değişirdi. İsim, Ramazan Özcan diye yazılmış, sekreter isimleri karıştırmış. Abdullah Özcan yazılmış, sonra Abdullah Öcalan olmuş. Öcalan'a haksızlık edilmiş. Operasyonu yöneten değil, katılan biriymiş. 3 ay yatıp çıkıyor. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Turgut Sunalp arıyor ve Öcalan adamımızdır, serbest bırakın diyor ve iddianame değiştiriliyor.”

Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olan ve Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetlerini deşifre den Bülent Orakoğlu çok daha vahim iddialar ortaya koyuyor: “Türkiye’de PKK olayı derinden kanayan bir yaradır. Biz önemli bir dönemde istihbarat daire başkanlığı yaptık. Abdullah Öcalan’la ilgili bir Meclis araştırma komisyonu kurulsun diyoruz. Niye kurmuyorlar? Nedir Öcalan’ın özelliği? Onu dünyada kim desteklemiş? Türkiye’de, Türk devletinin içinde kimler yetkilerini aşarak bunları desteklemiş? PKK propagandası yaptı diye bir sürü insanı, yazarı cezalandırıyorsunuz. Eeeee, siz devletin içinde yetkinizi aşarak görevinizi belki kötüye kullandınız. PKK’yla kimler, niçin irtibata geçti? Bunlar ortaya çıkarılamadı. Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin yarısının arkasında PKK’yla ilişkiler vardır.”

Kayınpederi Ali Yıldırım’ın MİT adına çalıştığı da ortaya çıkan Öcalan’la gazeteci Hakan Aygün’ün 90’lı yıllarda yaptığı röportajda Öcalan, Aygün’ün, “kayınpederiniz yoluyla MİT tarafından kullanılmış olamaz mısınız?” sorusuna bakın nasıl cevap veriyor: “Şöyle söyleyeyim. Olabilir... MİT'in bizi bizim de MİT'i kullanmışlığımız vardır. Yani karşılıklıdır...”

PKK’DAN SONRA…

Okuduğunuz veriler ve sorduğumuz sorular neticesinde kafalarda sanırız bazı silüetler, belirgin hale gelmeye başlamıştır. ASALA, PKK, DHKP-C veya adı ne olursa olsun. Türkiye Cumhuriyeti’nin başında her zaman bir bela olacaktır. ABD’nin iradesiyle tasfiye olan PKK, yerini illa ki bir başka örgüte bırakacaktır. Bu örgütü de, zamana ve şartlara göre, başta ABD, İsrail, Rusya, Almanya ve üzerimizde hegemonya kurmaya çalışan başka devletler kullanacaklar, ülkemiz rahat nefes alamayacaktır.

Ekonomik ve siyasi anlamda dizginlerimiz başkalarının elinde olduğu sürece kısır döngüden kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Başladığımız sözleri yeniden hatırlatarak bitirelim:
Uzun yıllar ASALA ile ilgili araştırma ve haberler yapan Gazeteci Tokay Gözütok, terör konusunda şunları söylüyor: "Türkiye bir ağaçtır. Gürlediği zaman budanacak, ölmeye yüz tuttuğu zaman da sulanacak. Eğer Amerika, Avrupa, Rusya, Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçerlerse Türkiye'deki terör bıçakla pastayı kesmiş gibi biter. Eğer emellerinden vazgeçmezlerse, ASALA biter, PKK başlar, PKK biter, bir başka bela başlar. "

(Bu yazıyı hazırladıktan sonra Murat Karayılan basın toplantısı düzenledi. Ve PKK'nın silahlarıyla birlikte Türkiye'yi terk edeceğini açıkladı. Bundan da anlaşılacağı gibi. PKK, K. Irak'ta kızağa alınacak. ABD ve diğer egemenler, istediği zaman PKK'nın düğmesine yeniden basabilecek.)


Aldığı krediyi ödeyemeyen çiftçilerin haczedilen binlerce dönüm tarlası bankaların eline geçti. Bankacılık yasasındaki boşluklar yüzünden kıskaca alınan köylüye hak etmediği halde kredi veriliyor. Neredeyse her köylünün cebinde 3-4 kredi kartı bulunuyor. Türkiye’deki ekonomik durumun, bankacılık sistemiyle uyumlu olmadığını söyleyen uzmanlar, “Önümüzdeki yıllarda köylüyü daha zor günler bekliyor” diyor. 

10 yıl içinde büyüyen ekonomi tarımı da kapsıyor. 2002 yılında tarımda dünya 11. olan ülkemiz, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Teşkilatı’nın (OECD) 2011 raporuna göre, 61,8 milyar dolarlık tarım cirosuyla dünyanın 7. büyüğü oldu. Tarımdaki hızlı büyüme bankaların da gözünden kaçmadı. Tarım ve birçok isim altında çiftçi kredileri cazip hale getirilerek, Türk köylüsünün kredi batağına saplanmasına neden oldu.

Özel bankaların kuşatması altında kalan çiftçi kredi borcunu ödeyebilmek için, tarlasını, hayvanını veya traktörünü satmaya başladı. Tarım kredileri, 2002-2012 arasında 529 milyon lira iken bugün yaklaşık 32 milyar liraya yükseldi. Takipteki kredi tutarı 1 milyar lira. Takipteki miktarın düşük olması ise bir yanılsamaya sebep oluyor. Zira, köylü kredi borcu takibe girmemesi için veya kefil olduğu kişiyi zor durumda bırakmamak için, elinde avucunda ne varsa satıyor. Durum vahim…
Son yıllarda köylü Ziraat Bankası ve Türkiye Tarım Kredi Kooperatifi’nden kredi alma imkânı buluyordu. Ziraat Bankası köylüye dönüm başına yaklaşık 400 lira kredi veriyor. Oysa özel bankalarda oran çok daha yüksek. Başlangıçta köylüye cazip gelen bu durum, sonrasında mahvına neden oluyor.
Özel bankalar televizyon reklamlarıyla, köyleri dolaşan banka memurlarıyla ve hatta otobüslerle köylüyü düzenledikleri toplantılara götürerek, nakde sıkışan köylü tuzağa düşürüyorlar.

KREDİ KARTI BATAĞI

Ülke insanı olarak kredi kartı ve banka kredileriyle ilgili bir alt yapıya sahip değiliz. Kredi kartı kullanmak bir kültür gerektiriyor. Kredi kartı henüz kazanmadığın paranı harcamak demek, fakat bu bilinçte olan çok az kart sahibi bulunuyor.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerine göre, Türkiye'de bireysel kredi kartı sayısı 4 yılda yüzde 100'ün üzerinde artarak 68 milyon 152 bine ulaştı.

Türkiye'de 2008'de 32 milyon 942 bin 272 kredi kartı bulunuyorken, söz konusu rakam bu 2012 sonunda  yüzde 100'ün üzerinde artış kaydederek 68 milyon 152 bin 963'e yükseldi. Söz konusu rakam geçen yıl 52 milyon 446 bin 627 kart düzeyinde bulunuyor.

2008 yılı takipteki kredi kartı sayısı 2 milyon 120 bin iken, söz konusu bu rakam, 2012 sonuna kadar yüzde 90'ın üzerinde artarak 4 milyon 200 bine yükseldi.

BORÇTAN KURTULAMIYOR

Eskiden harcamalarını hasat zamanında yapan, parası olmasa bile aldığı bir malı alıcıdan hasat zamanı vadesiyle alabilen köylü, bugün borç batağından kurtulamıyor. Global ekonominin nakit paranın pabucunu dama atmasıyla, kredi kartlı yaşama Türkiye’de uyum sağlamaya çalışıyor fakat Türkiye’nin ekonomik yapısı ve bankacılık sistemi batı ülkelerinden çok farklı.
Köylü ihtiyaç duyduğu makinayı veya ev eşyasını eskiden senet karşılığında alabiliyordu. Fakat borç senetlerinin yerini kredi kartlarının alması köylüyü de kredi kartına mahkûm bıraktı. İki baş hayvanı bulunan bir köylünün cebinde 10 bin lira limitli kredi kartı bulunuyor.

KÖYLERDE HUZUR YOK

Trakya ve Anadolu’nun birçok köyünde birbirine kefil olarak kredi alan birçok köylü bulunuyor. Bir köylünün kredi borcunu ödememesi, zincirleme olarak tüm kefilleri etkiliyor. A şahsına kefil olan B, A’nın borcunu ödeyememesinden dolayı borçlu durumuna düşünce bu defa kendi borcunu aksatıyor. Böyle olunca da, B’ye kefil olan C de dolaylı etkilenmiş oluyor. Kredi borçları yüzünden birçok köyde çeşitli kavgalar meydana geliyor. Köyde kredi borçları yüzünden birçok insan birbiriyle konuşmuyor.
Borcunu ödeyemeyen köylü her türlü yola başvuruyor: Tüm malını eşinin üzerine geçirdikten sonra anlaşmalı olarak boşanıyor. Veya arkadaşına borç senedi yapıyor ve mallarını ona hacz ettiriyor. Kredi borcu yüzünden intihar eden köylüler de yok değil.

BANKACI KUMPASI

Mahkemelere kadar uzanan bazı olaylar köylüye kurulan “kredi kumpasını” daha net bir şekilde ortaya çıkarıyor. Devam eden davaların birinde; sahte imzayla babasının tarlasını ipotek ederek bankadan kredi alan çiftçiyle, banka memurlarının birlikte hareket ettiği ortaya çıkarılmıştı.
Kredi alması mümkün olmayan köylülere, kredi veren ve verdiği kredi karşılığında komisyon alan banka çalışanları da mevcut.

Bunların yanında tarlası haczedilen köylü borcunu ödese bile bazen tarlasını geri alamıyor. Yakın gelecekte değerlenmesi öngörülen tarlaları banka köylüye geri iade etmiyor, çeşitli bahaneler göstererek oyalıyor. Örneğin bir tarlanın dönümünü 3 bin liraya hacz eden banka, aynı tarlanın baraj suları altında kalacağını ve devletin daha çok para vereceğini öğrenince köylüye tarlasını iade etmiyor.

KÖYLÜ TARLASINI KAYBEDİNCE…

Kaç bankanın, kaç bin dönüm tarlayı haczettiği bilinmiyor. Bununla ilgili herhangi bir kurumun herhangi bir çalışması da bulunmuyor. Bankacılık Denetleme Kurumu ise hacizlerle ilgilenmiyor.
Uzmanlar önümüzdeki yıllarda tarla hacizlerinin daha da artacağını söylüyor. Tarlasını kaybeden köylünün ayakta kalması ve geçimini sağlaması imkansızlaşıyor. Hükümeti her konuya müdahale edip, istediği yasayı istediği şekilde çıkarabilen bir ülkenin, vatandaşlarının kaderinin bankaların elinde olması manidar görünüyor.