Articles by "Dursun Karataş"
Dursun Karataş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

(Aşağıdaki yazıyı 2014 şubat ayında İsmail Akkol'un Yunanistan'da yakalandığında yazmıştım. Bugün yani 2 Şubat 2016 tarihinde Akkol'un Söke'de silah ve patlayıcılarla siyasetçilere suikast yapacağı esnada yakalandığı haberini aldık. 20 yıldır Sabancı Suikastı zanlısı olarak aranan İSMAİL AKKOL NEDEN TÜRKİYE'YE GELDİ? İSMAİL AKKOL KİMDİR? ÖZDEMİR SABANCI SUİKASTINDA GERÇEKTEN ROL ALMIŞ MIDIR? cevaplar aşağıda.)

Atina'da 10 Şubat 2014 tarihinde ele geçen SABANCI SUİKASTI ZANLISI İSMAİL AKKOL, Sabancı suikastının yeniden gündeme gelmesine neden oldu.
1996 yılında Sabancı Center'e girerek 25. kata kadar çıkıp ellerinde otomotik silahlarla SAKIP SABANCI'NIN kardeşi ÖZDEMİR SABANCI'YI öldürdükleri iddia edilen, İsmail Akkol ve Mustafa Duyar, DHKP-C üyesiydiler.

Zanlılardan Mustafa Duyar Suriye sınırında teslim olmuş, herşeyi anlatacağını söyledikten kısa bir süre sonra, cezaevinde iken 1999 yılında Nuri Ergin tarafından öldürülmüştü. İsmail Akkol'dan ise hiçbir zaman haber alınamadı.

Baştan sona düzmece bir suikast planıyla naylon katiller üretildi. Gerçek zanlılar sır perdesinin ardında kaldı taaki o güne kadar...

Tuncay Güney 1998 yılında Özdemir Sabancı'nın gerçek katillerini ve suikast gerekçesini detaylıca bana anlatmıştı.

Buyrun okuyun efenim....

SABANCI SUİKASTİNDEN GEÇEN YOL
SUSURLUĞA MI ÇIKAR?

(KÖSTEBEK - JİTEM MİT VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN - KEMAL KAPLAN / kitabından alınmıştır)

Faşist diktatörlükler veya komünist ülkelerde bile eşine az rastlanır faili meçhullere alışan Türkiye, 9 Ocak 1996’da bir yenisine tanık olacaktı. Bu defa diğerlerinden çok farklıydı. Kurban, gazeteci, akademisyen, kürt asıllı değildi. Ülkenin en büyük sermayelerinden birini elinde bulunduran Sabancı ailesinin en önemli fertlerinden biri Özdemir Sabancı, kendi ofisinde bir suikaste kurban gitti. Faili belli dense de, kimse inanmadı. Nedenini ise kimse tahmin edemiyordu. Birkaç düşünce hasıl olsa da Özdemir Sabancı’nın öldürülmesi için yeterli sebep görünmüyordu.

Türkiye’nin en güçlü ailesine mensup birinin öldürülmesine kim-kimler, nasıl cesaret edebilirdi?
Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Sabancı Holding’in başında bulunan ve toplumun büyük kesimi tarafından sempati duyulan Sakıp Sabancı da, kardeşinin öldürülmesinde yeterli tepkiyi vermemişti.
Emekli Amerikan ve Türk istihbaratçılarından bir ekip kurduğu söylenen Sakıp Sabancı’nın sonuca ulaşması bekleniyordu.
Suikasti işlediği söylenen 3 kişi de ortalıkta yoktu. Dünyanın en güçlü adamları içinde yer alan Sabancı’nın sanki eli kolu bağlıydı. Kamuoyu karşısında sakin görünen Sakıp Ağa’nın, olayın aydınlanması için büyük paralar harcadığı söyleniyordu.

Sabancı Suikasti sanıkları olarak lanse edilen, Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un DHKP-C üyesi oldukları, suikasti örgüt adına işledikleri gazetelerde çarşaf çarşaf yeralıyor, öldürme emrini ise örgütün elebaşlarından Ercan Kartal’ın verdiği yazıyordu.

Bir yıl sonra 6 Ocak 1997’de faillerden Mustafa Duyar, Türkiye’nin Şam Büyükelçiliği’ne giderek teslim oldu. Hakkındaki iddiaları da doğruladı. Türkiye’ye getirilen Duyar yargılanmak üzere Kırklareli E Tipi Cezaevi'nde özel hücreye, daha sonra da öldürüleceği, Afyon Kapalıcezaevi’ne gönderildi.
Duyar’ın ardından Fehriye Erdal’da tesadüf eseri Belçika’da yakalandı. Olayın üçüncü ismi olan İsmail Akkol’dan ise kitabı yazmaya devam ettiğim 2009 yılına kadar herhangi bir haber yoktu.

Mustafa Duyar Pişmanlık Yasası’ndan faydalanacağını umut ederek cinayeti itiraf etmiş, yasadan faydalanamayacağını öğrenince de, “Tüm bildiklerimi anlatacağım” demişti.
Can Dündar’la görüşmek isteyen Duyar, Dündar’ın görüşme talebinden iki hafta sonra 15 Şubat 1999'da cezaevinde kurşunlanarak öldürülmüştü.
Fehriye Erdal ise, Türk makamlarının girişimlerine rağmen Türkiye’ye iade edilmemiş, daha sonra da izini kaybettirmişti.

Mustafa Duyar’n ölümünden 5 gün sonra Can Dündar Sabah Gazetesi’ndeki köşesinde kaleme aldığı “Duyar Konuşacaktı” başlıklı yazısında olayla ilgili çarpıcı tespitlerde bulunuyordu:

Biliyorum, Türkiye Apo'dan başka bir şey görecek halde değil. Ama yine de Apo'nun tozu dumanı arasında kaynayıp giden çok önemli bir olaya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Önceki gün, Özdemir Sabancı suikastinin sanığı Mustafa Duyar'la birlikte nasıl bir sırrı toprağa gömdüğümüzün farkında mısınız?

"Komplo teorileri"ni sevmem ama bu konuda şu son birkaç ayda yaşadıklarım, bana artık sevmem gerektiğini söylüyor.
5 hafta önce Mustafa Duyar'la görüşmek üzere Adalet Bakanlığı'ndan izin aldım.
     Benim soracaklarım vardı, onun da söylemek istedikleri...

Bir süre önce büroyu telefonla arayan bir kişi, Sabancı suikastini üstlenen örgütten olduğunu söylemiş ve kanıtlaması zor, ancak son derece önemli iddialar ortaya atmıştı. Telefondaki kişi, olayın ayrıntılarını, yurtdışında bizzat suikastin tetikçilerinden dinlemiş ve suikast sonrasında rahatça kaçmayı, bir polisin yardımı sayesinde başardıklarını öğrenmişti. Aldığı diğer bilgiler, suikaste ilişkin kafalardaki soru işaretlerini pekiştiriyordu.

Telefonu kapatırken, kendi zihninde vardığı sonucu, iki cümleyle özetledi:
"Bunu yapan, devlet örgütlenmesi içinde bir kol... Bir iç hesaplaşma vardı ve işi bize çözdürdüler."

Bu iddiaları, daha önceki ipuçlarıyla bir araya getirince tablo hepten ilginç bir hal alıyordu:

* Eyüp Aşık'ın Susurluk Komisyonu'nda verdiği ifadeye göre, suikastten sonra kendisini arayan (Mustafa Duyar olduğunu tahmin ettiği) bir genç, "Binada 4 kişiydik, ama ben silah kullanmadım" demiş ve iki önemli bilgi daha vermişti: "Olaydan 3 gün sonra birileri bizi öldürmeye çalıştı. Bize verilen silahları cinayetten sonra geri aldılar. Bana verilen Baretta marka silah, daha sonra Bucak'ın Susurluk'ta kaza yapan otomobilinden çıktı."

* O arabada Çatlı ve Bucak'ın şoförlüğünü, İstanbul eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ yapıyordu ve suikastin "içerdeki ayağı" Fehriye Erdal'ı Sabancı Center'a 6 ay önce onun bağlantılı olduğu temizlik şirketinin yerleştirdiği öne sürülüyordu.

* Sabancı Center santralinden dışarı hangi numaraların arandığını kaydeden bilgisayar, suikast günü "arızalanmış", Türk Telekom'daki kayıtlar da silinmişti.

* Bir yıl önce, eski Adalet Bakanı Şevket Kazan, Duyar'ın devlet adına bazı eylemlerde kullanıldığına dair iddialardan sözetmişti. Zaten Duyar daha önceki örgütünden de "polisle işbirliği yaptığı" gerekçesiyle atılmıştı. Sabancı suikastinden sonra, örgütünün "kendisini kullanıp paçavra gibi attığını" görünce belki de Suriye'ye geçip PKK'ya sığınmak istemiş, ancak bu yol da kapanınca Şam'da Türkiye Büyükelçiliği'ne gidip teslim olmuştu.

* Jitem'ci Astsubay Hüseyin Oğuz'un, Susurluk Komisyonu'ndaki ifadesine bakılırsa Duyar'ı Şam'dan Türkiye'ye getiren ekibin başında ünlü "Yeşil" vardı.

Suikastteki Susurluk bağlantısını çözecek anahtar, Afyon Cezaevi'nde bir hücredeydi. İdamla yargılanıyordu. Daha önce suçu üstlenen ifadesini değiştirmek istiyordu. İtirafçı affından yararlanmak için "Bildiğim bütün sırları açıklamaya hazırım" diyordu. Ancak pişmanlık talebi, yasadaki başvuru süresi dolduğundan kabul edilmemiş, o da üç kez "intihar teşebbüsünde bulunmuştu.


ATV için görüşme talebiyle Adalet Bakanlığı'na başvurduk. Bakan, "Sanığın açıklayacaklarının yargıya yardımcı olabileceği" gerekçesiyle izin verdi.

Afyon Cezaevi yönetimiyle görüşüldü. Duyar'ın yazılı oluru da alındı. Kendisi de görüşmeyi arzu ediyordu. Her şey hazırdı.

Fakat Duyar'ın konuşmak için öne sürdüğü bazı koşullar, bürokrasiye takıldı. Bakan'ın açık emrine rağmen, bakanlıktaki bir bürokrat, şifahen verilen görüşme izninin geri alınması için özellikle uğraştı.

Şimdi öğreniyoruz ki, bizim Duyar'la görüşme izni aldığımız, fakat resmi izin yazısı bir türlü çıkmadığı için gidemediğimiz Afyon'a, aynı günlerde Karagümrük çetesi, aynı bürokratın verdiği izinle nakledilmiş; gittikten iki hafta sonra da, gelen "vur emri" üzerine bizden önce Duyar'ı "ziyaret etmiş" ve 4 kurşunla cezasını infaz etmiş.


Komplo teorilerini sevmiyorum. Ancak "tesadüf"ün bu kadarına inanmayı da saflık sayıyorum.
Duyar kilit isimdi.
Konuşsa belki Susurluk skandalının bir düğümü daha çözülecekti.
Belki hep sağ eliyle vurduğunu sandığımız çetenin sol elini de görecektik. Sabancı'nın neden hedef seçildiğini öğrenebilecektik.
Duyar, sırlarını hücre komşusu Selçuk Parsadan'la paylaşmış olmalıydı. Belki Parsadan'a sıkılan kurşunun nedeni de buydu.
Belki de pişmandı karıştığı işten... Kendisi de 2 aylıkken babasını kaybetmiş, annesi ise o 13 yaşında iken, üvey babası tarafından öldürülmüştü.

Cezaevinde evlendiği karısından, bir ay önce bir oğlu olmuştu.
Adını "Özdemir" koymuştu.
Hangi katil, oğluna kurbanının adını verirdi ki?


******

Özdemir Sabancı’nın cenaze törenine bende katılmış, ailenin üzüntüsüne tanık olmuştum. Tören sırasında, nedenler ve nasıllar kafamın içinde birbirini kovalarken, Sakıp Sabancı’yla bir an göz göze geldim. Gözlerindeki üzüntünün ardında sakladığı büyük öfkeyi hissetmek zor değildi.
“Bunu yapanların yanına kâr kalmaz. Sakıp Ağa, intikamını alır” diye düşünmüştüm ona bakarken...

Sabancı’nın kurduğu ekip de herhangi bir sonuca ulaşamamış veya öyle görünüyordu. Güç ve para sahibi Sakıp Sabancı, acz içinde görünüyordu.
Sakıp Sabancı’nın ölümünden sonra da olay tam olarak kapandı. Taa ki, Ergenekon Davası’na kadar...

Tuncay Güney, 2001 yılında verdiği ifade de, Sabancı suikastiyle ilgili bilgiler de vermişti.
21 Temmuz 2008 tarihli Star Gazetesi’nde yayınlanan haberde Tuncay Güney, 3 Şubat 2001'de gözaltına alındığında İstanbul Organize Suçlar Şubesi'nde verdiği Ergenekon ifadesinde Sabancı Suikasti’nden söz ediyordu:

“Mustafa Duyar ve İsmail Akkol, DHKPC'deyken polise çalışıyorlardı. Fehriye Erdal'ın örgütle ilgisi hiç yoktu. Erdal'ı Sabancı Center'da işe Susurluk kazasında ölen Polis Müdürü Hüseyin Kocadağ yerleştirmişti. Önce bir senaryo hazırlandı. Çocuklar (Duyar ve Akkol) James Bond çantalarla cicili bicili giydirilip Sabancı Center'a gönderildi. Duyar ve Akkol, cinayetlerin işlendiği kata asla çıkmadılar. Sadece kameralara yakalanmak için binaya giriyorlarmış gibi yapıp geri döndüler. Cinayetler işlenirken aşağıda kırtasiyenin yanında bekliyorlardı. Fehriye Erdal da bu sırada aşağı inerken kamerada görülüyordu”

“Oysa daha önceden resmi bir görevli hiç kimsenin dikkatini çekmeyecek şekilde, susturuculu tabancayla binaya yerleştirildi ve Özdemir Sabancı ile Haluk Görgün ve Nilgün Hasefe'yi öldürüp, sessizce ayrıldı. Operasyon yapılırken Çatlı, Sabancı Center'in tam karşısında bulunan İETT garajında, bir minibüsün içinde, 'yanındaki bir kişiyle birlikte' bekliyor ve operasyonu oradan yönetiyordu. Cinayetler işlendikten sonra, hem suikastı gerçekleştiren resmi görevli hem Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol, hem de Abdullah Çatlı, olay bölgesinden ayrıldı. Mustafa ve İsmail, örgüt tarafından yurtdışına çıkarıldı. Fehriye örgütten olmadığı için yurtdışına çıkışı cinayeti organize edenler tarafından sağlandı”

Suikastın ihalesi, DHKPC'nin polisle ilişkileri iyi olan lideri Dursun Karataş'a verilmişti. Suikast, DHKPC tarafından üstlenildi. Böylece bütün dikkatler örgüte yöneldi. Karataş'ı, polisin içinde bir grup destekliyordu. Özellikle DHKPC'nin MKYK üyeleri, Polis Müdürü Hüseyin Kocadağ tarafından belirleniyordu. Dev Sol'dan DHKP/C'ye geçişte, örgüt tamamen polis kontrolünde bir örgüt haline gelmişti.

Tuncay Güney'in iddialarına göre, Sabancı Ailesi, suikasttan sonra bir dedektif ekibi kurdu. Eski Amerikan istihbaratından ve eski MİT'çilerden bazı kişilerle istihbarat grubu kuruldu. Cinayetle ilgili dokümanlar toplanıyordu. Aynı günlerde, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek'in sahibi olduğu Aydınlık dergisi ve Tuncay Güney'in yönetici olduğu Strateji dergisinde Veli Küçük'ün talimatıyla manipülatif haberler yapılıyordu. Veli Küçük'ün 10 yıllık arkadaşı ve muhbiri Yalçın Tanfer de Sabancı suikastıyla ilgili bilgi topluyordu. Veli Küçük suikastın nasıl gerçekleştirildiğini Sabancı Center'a gidip Sakıp ve Şevket Sabancı'ya anlatmıştı

Tuncay ifadesinde, Sabancı Suikasti’nin sorumlusu olarak Hüseyin Kocadağ ve Abdullah Çatlı’yı gösteriyor.

Sıkı durun!

Tuncay Sabancı suikastıyla ilgili olarak, 1998 yılında bana şunları anlatmıştı: “Önemli bazı siyasetçi ve emniyetçiler, Sakıp Sabancı’dan öyle bir şey istediler ki, vermeyince kardeşini öldürdüler. İstedikleri neydi biliyor musun? Uyuşturucu!”
Kulaklarıma inanamamıştım. Sakıp Sabancı’nın uyuşturucuyla ne ilgisi olabilirdi. “Tuncay galiba saçmalıyor” diye geçti içimden.

"Uyuşturucu mu? Sabancı’nın ne işi olur ki?..."
"Onun işi olmaz."
"Eeee. Peki o zaman..."
"Polisin yaptığı uyuşturucu operasyonlarından ele geçirilen uyuşturucu, Sabancı’nın çimento fabrikası olan Akçimento’da yakılıyordu. Birileri, bunların yakılmayıp kendilerine verilmesini istedi. Yakma işlemi resmi görevlilerin gözetiminde gerçekleştiriliyordu. Adamlar görevlileri ayarlamıştı. Yakıldı gibi belge düzenlenecek, sonra uyuşturucu el değiştirecekti. Sabancı reddedince... Malum olay"
"İyi ama Özdemir’i neden öldürdüler?"
"Sakıp ağaya gözdağı için. Neden olacak?"
"Sonra ne oldu peki?"
"Ne oldu? Sakıp Sabancı korkup uyuşturucuları vermeyi kabul etti mi?"
"Belki bir süre..."
"Eeee, sonra."
"Hatırlasana."
"Neyi?"
"Susurluk... Hangi tarihte oldu?"
"Kasım 1996"
"Sabancı ne zaman öldürüldü?"
"Hatırlayamadım. 96’nın ocak ayında galiba."
"9 Ocak 1996’da Sabancı öldürüldü. Aynı yılın 3 kasımında da Susurluk Kazası oldu. Kazada Kocadağ ve Çatlı öldü. Veya olay yerinde öldürüldü. Bucak’ı son anda bıraktılar. Sabancı neden sakin ve huzurlu sanıyorsun? Parçaları birleştir Kemâl hocam parçaları..."

Herkese Levent’te oturduğunu söylemesine rağmen, Tuncay’ın evi Gültepe’deydi. İsmail Akkol’da Gültepe’de ikamet ediyordu. Akkol’u önceden tanıdığını söyleyen Tuncay, “İsmail’i eskiden beri tanırım. Adam öldürecek biri değil. Şimdi kayıp nerede olduğu bilinmiyor. Bana göre öldürüldü. Mustafa Duyar’da yakında öldürülürse hiç şaşırmam” demişti.

Öngörüsünde haklı çıktı! Mustafa Duyar 1999 yılında tutuklu bulunduğu cezaevinde Nuriş Çetesi diye adlandırılan çete tarafından kurşunlanarak infaz edildi. Çete infazın gerçekleştirilmesi için Afyon Cezaevi'nde isyan çıkarmış, daha sonra da ortaya çıkan güvenlik zafiyetinden faydalanarak Duyar’ı öldürmüştü.

 Nuri Ergin daha sonra, Mustafa Duyar'ı Veli Küçük'ün emriyle öldürdüğünü iddia edecekti.

Nuri Ergin ve adamları Afyon Cezaevinde çıkardığı isyan sırasında Mustafa Duyar'ı öldürdüğünü koğuş penceresinden çıkarak itiraf etmişti. "Bu devlet bana Mustafa Duyar'ı öldürttü. Veli (Küçük) abiye sorun."

Kitabın son bölümünde Strateji Dergisi’nin bazı sayılarından derlenen haberlere yer vereceğim. Bunların içinde Sabancı Suikasti’yle ilgili de bir haber bulunuyor: “SABANCI CİNAYETİNDE NAYLON KATİL!”
Haberde, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un Özdemir Sabancı’nın öldürüldüğü 25. kata hiçbir zaman çıkmadığı, video görüntülerinin ise cinayetin işlendiği tarihe ait olmadığı iddia ediliyor.

Uğur Mumcu suikastı zanlısı olarak tutuklanan Abdullah Argun Çetin, 23 ay cezaevinde yattıktan sonra, gizli celse talebinde bulunmuştu. Mahkemede yaptığı açıklamalarda; “başka ülke adına ajanlık yaptığını” itiraf etmiş, Mumcu suikastinde herhangi bir bağlantısı bulunamayan Çetin serbest bırakılmıştı.
Abdullah Argun Çetin, 2000 yılında Aksiyon Dergisinin 301. sayısına verdiği röportaj’da Sabancı suikastiyle ilgili şunları söylüyor:

“...Burada iki önemli nokta var. Sabancı suikastinde Fehriye Erdal’ı o binaya sokan temizlik şirketi eski Dev—Yol itirafçısı. İkincisi hiç basına hareketli görüntü vermediler. Halbuki o katta da güvenlik kamerası vardı.
Girişte verdikleri görüntüde tarih yanlıştı. Güvenlik kamerasını görüntüleyen eleman daha sonra ortadan kayboldu. Susturdular adamı. Herşey bir tarafa. Bir suikast düzenlenecek ise gerçek kimlik bırakılır mı? Birkaç hafta evvel de Fehriye Erdal ve Mustafa Duyar basit bir gösteride yakalanıp fişleniyorlar, gözaltına alınıyorlar.
Ne büyük tesadüf! Normalde bu adamlar böyle bir gösteriye katılmasa, DHKP—C’li militan oldukları bilinemeyecek! Ve gerçek kimliklerini bırakıyorlar. Böyle bir salaklığı akıllı bir örgüt yapmaz.
Ya da o şahısların kim olduğunu açıkça bırakmak istiyorsanız, açık adres vermek istiyorsanız ancak bırakırsınız”


"Türkiye bir ağaçtır. Gürlediği zaman budanacak, ölmeye yüz tuttuğu zaman da sulanacak. Eğer Amerika, Avrupa, Rusya, Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçerlerse Türkiye'deki terör bıçakla pastayı kesmiş gibi biter. Eğer emellerinden vazgeçmezlerse, ASALA biter, PKK başlar, PKK biter, bir başka bela başlar. "


Türkiye’nin 30 yıldır başına bela olan; yaklaşık 30 bin insanın canına, milyarlarca dolara mâl olan PKK belasından kurtuluyoruz. Sevinmeli miyiz?
Yıllarca TSK ve emniyet güçlerinin her türlü silah ve teçhizatla ve binlerce personelle bertaraf edemediği terör örgütünü, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında ABD, “bitsin” dedi ve terör bitiyor.

Abdullah Öcalan, hapse girdiğinden itibaren örgütü yönetmeye devam etti. Türkiye Cumhuriyeti dünyada eşine rastlanmayan bir olaya seyirci kaldı. Dünyanın hiçbir ülkesi yoktur ki, yakaladığı örgüt liderine, hapisten örgütünü yönetme imkânı tanısın. Yoksa her şey bir oyun muydu? Yoksa Türk halkı 30 yıldır kandırıldı mı?

Öncelikle film şeridini biraz gerilere saralım ve PKK’nın kuruluş yıllarına dönelim.
PKK 1984 yılındaki ilk eylemini gerçekleştirmeden önce, Türkiye’nin başında başka bir bela vardı: ASALA.


ASALA 1973 yılında, sözde Ermeni soykırımını dünyaya duyurmak amacıyla kurulmuş bir terör örgütüdür. Eylemlerine son verdiği 1984 yılına kadar; 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda Türkiye'nin 42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır.
ASALA-PKK ilişkisinin temeli 1980’lerin ilk yarısında Filistin’de atılır. İlişkilerin başlamasında en önemli rolü ASALA’yı eğiten George Habbaş üstlenir. Kürdistan News and Commet Dergisi’nde ASALA ve PKK ortak bir deklarasyon yayınlayarak “Türkiye’deki yönetimin faşist olduğunu Ermeni ve Kürt halkı adına faşist Türkiye’ye karşı ortak eylem kararı aldıklarını” bildirir. 
1984 yılından sonra ASALA’da  kopmalar başlar, üçe bölünür. ASALA’nın başındaki Agop Agopyan’ın faili meçhul bir cinayete kurban gitmesiyle ASALA tarihe karışır. 1984 yılında PKK ilk kanlı eylemini Eruh’da gerçekleştirir.
ASALA’nın eğitildiği Lübnan’ın Bekaa kamplarında artık PKK militanları eğitilmeye başlar. Dağılan ASALA’dan ayrılan Ermeni teröristler, PKK içinde kendilerine yer bulurlar. Özellikle 1990’lı yıllarda ölü veya diri ele geçirilen PKK militanlarının büyük kısmının sünnetsiz ve üzerlerinde Ermeni sembolleri olduğunu yetkililer gözlemler. Fakat PKK içinde Ermeni unsuları bulunması, bir süre sonra bölge halkı tarafından kabul görmeyince Ermeniler PKK içinden tasfiye edilir.

DHKP-C SAHNEDE   

21 Mart’taki Diyarbakır Nevruz kutlamalarında Apo’nun mesajı okunur ve birkaç gün sonra da, örgütün eş başkanı Murat Karayılan eylemsizlik kararını açıklar.
Hükümet zaten bir süreden beri Apo ile görüşmekte ve PKK’lıların bir başka ülkeye gitmelerine izin vereceklerini açıklamaktadır.

Tam da bu sırada; Ankara’da iki eylem gerçekleşir. Biri AKP merkezine diğeri ise, Adalet Bakanlığı’na. Eylemi  DHKP-C üstlenir. Örgüt eylemle ilgili bir bildiri hazırlar ve bildiride eylemden dolayı Türk halkından özür diler. İlginç değil mi?

Peki nereden çıktı bu örgüt?
Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi yani kısa adıyla DHKP-C’nin kuruluşu 90’lı yıllara dayanıyor. Ama kökleri 70’lere uzanıyor. Dev-Yol’a kadar…
 Dev-Yol’dan ayrılan Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ve arkadaşları Dev-Sol’u kurarlar. Dev-Sol, PKK’dan bile daha büyük ve önemli cinayetlere imza atar daha sonra adını DHKP-C olarak değiştirir. O dönemde ASALA’nın , PKK ve Dev-Sol ile irtibat içinde olduğu Türk istihbaratçıları tarafından ortaya çıkarılmıştır.

ŞAİBELİ(!) TERÖR ÖRGÜTÜ

PKK’dan sonra en çok tartışılan ve bağlantılarının açığa çıkarılamadığı örgüt olan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (DHKP-C), işlediği cinayetler ve eylemler hâlâ çözülememiştir.
1978 yılında mensup oldukları Dev-Yol’u pasiflikle suçlayan, Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ile Bülent Uluer ve Paşa Güven, Mahir Çayan’ın THKP-C’siyle sancılı bir süreçten sonra birleşerek Dev-Sol’u kurarlar. 12 Eylül 1980’den sonra birçok örgüt yurtdışına kaçarken Dev-Sol Türkiye’de kalır. Bu kalış öyle plansız ve sıradan bir tercih değildir. Zira art arda işlenen “kilit” cinayetler bu yapının neden dışarı çıkmadığını gösterir. Tabii bir de başka bir güç adına çalıştığını da. Şüphesiz bu cinayetlerde ismi öne çıkan isim Dursun Karataş’tır. Ancak kendisi her defasında (tam 29 kez) polisin elinden kurtulmayı başarır.
Örgütün kurucularından Paşa Güven, 1 Mayıs 1976 gecesi silahla yakalanır ve cezaevine konur. Burada ülkücü mafya babası Dündar Kılıç ile birlikte kalır. Kılıç, kendisi için her zaman “delikanlı çocuktur” diye bahseder. Mahpus hayatı, uyuşturucu ticareti ve devlet için bazı eylemler gerçekleştirmesine kadar devam eden olaylar zincirinin ilk halkasını oluşturur. Paşa Güven, dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ile eski Başbakan Nihat Erim’in suikastla öldürülmelerinin ardından Lübnan’a kaçar. 1983’te de buradan Fransa’ya geçer. İsmi “derin devlet” ile birlikte anılır. 1991 yılında örgüt içi hesaplaşma nedeniyle Fransa’da öldürülür.
SORU: Marksist örgütün, ülkücü mafya babasıyla ortak paydaları ne olabilir?

AKIL ALMAZ SUİKASTLER

DHKP-C’nin “kirli ilişkiler” ağını ortaya çıkaran bir başka ayrıntı ise liderleri Dursun Karataş’ın Ekim 1989’da Bayrampaşa Cezaevi’nden Bedri Yağan ile birlikte firar etmesidir. Kısa bir zaman sonra aralarında Aslan Tayfun Özkök, İbrahim Erdoğan, Aslan Sener Yıldırım, Sinan Kukul gibi örgütün önemli isimlerinin de yer aldığı on kişi de Bayrampaşa’dan ellerini kollarını sallayarak kaçar. Bu kaçışların planlı ve bir amaca matuf olduğu 4 ay sonra anlaşılır. Önce ünlü MİT’çi Hiram Abas cinayeti işlenir, ardından Bayrampaşa Savcısı Fikret Niyazi Aygan öldürülür.

1991 ve 1992 yılları içindeki bir buçuk yıllık zaman dilimi içinde Dev-Sol; Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk, Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz, emekli Korgeneral İsmail Selen, MİT eski müsteşarı emekli Orgeneral Adnan Ersöz, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç, İstanbul DGM Başsavcısı Yaşar Günaydın, emekli Oramiral Kemal Kayacan gibi önemli görevler yapan kişileri öldürür. Bu cinayetleri Dev-Sol’un nasıl işlediği halen en büyük soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira bu eylemlerin yapıldığı dönemde örgütte bulunanların çeşitli zamanlarda verdikleri ifadelerde örgütün böyle bir eylem planı olmadığı üzerinde durmaları oldukça manidar. Örgüt mensuplarının ortak düşüncesi büyük istihbarat ve bilgi gerektiren bu cinayetlerin örgüte ısmarlandığı yönünde. Çünkü tanıklar DHKP-C’nin o dönemde söz konusu cinayetler için istihbarat toplama gücünün olmadığını belirtiyor.

Bu eylemlerden sonra 1994’te örgütün adı DHKP-C olarak değiştirilir. Örgütün lideri Dursun Karataş bu sırada 175 ülkede kırmızı bültenle aranmaya başlamıştı. Örgüt yeni ismiyle ilk eylemini eski Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ı öldürerek yaptı. İkinci olarak ise, örgütü 1995 yılında Gazi Mahallesi Olayları’nda görüyoruz. Olayların provakasyon olduğu sonraki yıllarda belirlenmiş hatta Ergenekon bağlantılı olduğu iddiaları ortaya atılmıştı.

DHKP-C başbakan Tansu Çiller’e yapacağı suikast girişimiyle 1995 yılında bir kez daha gündeme oturacaktır. Roketatarlı, suikast silahlı, eylemin tüm ayrıntıları krokileri hazırlanmış olmasına suikastten vazgeçilir. Nedeni muamma…

Örgüt 9 Ocak 1996 tarihinde en popüler eylemini gerçekleştirecekti. Sabancı Suikasti.
Örgüt mensubu oldukları ve suikasti düzenledikleri söylenen, Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un bu eylemi gerçekleştirdiğine kimse inanmadı. Mustafa Duyar daha sonra teslim oldu.
Veli Küçük tarafından emir verilerek Afyon Cezaevi’nde Karagümrük Çetesi tarafından öldürüldü. Çete lideri Nuri Ergin, 2000 yılında Uşak Cezaevi’nde çıkan bir isyanda pencereden dışarı çıkarak, “Bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü, ben öldürttüm. Şimdi canlı söylüyorum. Devlet için mermi sıktık. Veli  ağabeyi ara, Veli Küçük’ü ara. Bizi sor! Başka bir şey söylemiyorum.” Diyerek cinayeti üstlenmiştir.
SORU: Dünyada hangi terör örgütü bu kadar kısa sürede, bu kadar çok siyasi suikast gerçekleştirmiştir?



 30 BİN KİŞİNİN KATİLİ MİT’E Mİ ÇALIŞIYORDU?

PKK’nın ve kurucusu Abdullah Öcalan’ın devlet ile ilişkisini tartışmaya açan en önemli kişi merhum Uğur Mumcu’dur. Mumcu, konuyla ilgili ulaştığı bilgileri açıklamadan kısa bir süre önce bombalı saldırı sonucu 1993 yılında hayatını kaybetmişti.

Abdullah Öcalan’ın MİT görevlisi olduğu ve örgütü bu şemsiye altında kurduğu söylenmektedir. Öcalan’ın öğrencilik yıllarında yaşadığı bazı olaylar iddiayı kuvvetlendirmektedir. Abdullah Öcalan’ın uzun bir süre Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki kaydının silinmemesi, sekiz sene boyunca askerliğini tecil ettirebilmesi, bursunun kesilmemesi, onun sanki gizli bir el tarafından korunduğunu göstermektedir.
Eski milletvekili Abdülmelik Fırat anılarında, gazeteci Avni Özgürel’in kendisine, “Öcalan öğrenci iken MİT’te ofis-boy’du” dediğini öne sürmüş ardından açıklama yapan Özgürel, o tarihlerde Öcalan’ı MİT’in bir yan kuruluşu Fikir Ajansı’nda ofis-boy’luk, yani getir götür işleri yaparken gördüğünü açıklamıştır.
AKP milletvekili gazeteci-yazar Şamil Tayyar ise 2011 yılında yaptığı bir açıklamada, 1972 yılında bir eylemde yakalanan Öcalan’ın serbest bırakılması için dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Turgut Sunalp’ın etken rol oynadığını belirterek şunları söylüyor: “Abdullah Öcalan, 1971 muhtırasından sonra öğrenci eylemi yaptığı gerekçesi ile gözaltına alındı. 8 Nisan 1972 yılında 6 ay cezaevinde kaldı. Ekim 1972'de serbest bırakıldı. Savcı, iddianamesinde ağır ifadeler kullanmıştı. O iddianame esas alınsa yıllarca içerde kalırdı. Sonra bir anda Baki Tuğ mütalaasını değişirdi. İsim, Ramazan Özcan diye yazılmış, sekreter isimleri karıştırmış. Abdullah Özcan yazılmış, sonra Abdullah Öcalan olmuş. Öcalan'a haksızlık edilmiş. Operasyonu yöneten değil, katılan biriymiş. 3 ay yatıp çıkıyor. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Turgut Sunalp arıyor ve Öcalan adamımızdır, serbest bırakın diyor ve iddianame değiştiriliyor.”

Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olan ve Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetlerini deşifre den Bülent Orakoğlu çok daha vahim iddialar ortaya koyuyor: “Türkiye’de PKK olayı derinden kanayan bir yaradır. Biz önemli bir dönemde istihbarat daire başkanlığı yaptık. Abdullah Öcalan’la ilgili bir Meclis araştırma komisyonu kurulsun diyoruz. Niye kurmuyorlar? Nedir Öcalan’ın özelliği? Onu dünyada kim desteklemiş? Türkiye’de, Türk devletinin içinde kimler yetkilerini aşarak bunları desteklemiş? PKK propagandası yaptı diye bir sürü insanı, yazarı cezalandırıyorsunuz. Eeeee, siz devletin içinde yetkinizi aşarak görevinizi belki kötüye kullandınız. PKK’yla kimler, niçin irtibata geçti? Bunlar ortaya çıkarılamadı. Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin yarısının arkasında PKK’yla ilişkiler vardır.”

Kayınpederi Ali Yıldırım’ın MİT adına çalıştığı da ortaya çıkan Öcalan’la gazeteci Hakan Aygün’ün 90’lı yıllarda yaptığı röportajda Öcalan, Aygün’ün, “kayınpederiniz yoluyla MİT tarafından kullanılmış olamaz mısınız?” sorusuna bakın nasıl cevap veriyor: “Şöyle söyleyeyim. Olabilir... MİT'in bizi bizim de MİT'i kullanmışlığımız vardır. Yani karşılıklıdır...”

PKK’DAN SONRA…

Okuduğunuz veriler ve sorduğumuz sorular neticesinde kafalarda sanırız bazı silüetler, belirgin hale gelmeye başlamıştır. ASALA, PKK, DHKP-C veya adı ne olursa olsun. Türkiye Cumhuriyeti’nin başında her zaman bir bela olacaktır. ABD’nin iradesiyle tasfiye olan PKK, yerini illa ki bir başka örgüte bırakacaktır. Bu örgütü de, zamana ve şartlara göre, başta ABD, İsrail, Rusya, Almanya ve üzerimizde hegemonya kurmaya çalışan başka devletler kullanacaklar, ülkemiz rahat nefes alamayacaktır.

Ekonomik ve siyasi anlamda dizginlerimiz başkalarının elinde olduğu sürece kısır döngüden kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Başladığımız sözleri yeniden hatırlatarak bitirelim:
Uzun yıllar ASALA ile ilgili araştırma ve haberler yapan Gazeteci Tokay Gözütok, terör konusunda şunları söylüyor: "Türkiye bir ağaçtır. Gürlediği zaman budanacak, ölmeye yüz tuttuğu zaman da sulanacak. Eğer Amerika, Avrupa, Rusya, Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçerlerse Türkiye'deki terör bıçakla pastayı kesmiş gibi biter. Eğer emellerinden vazgeçmezlerse, ASALA biter, PKK başlar, PKK biter, bir başka bela başlar. "

(Bu yazıyı hazırladıktan sonra Murat Karayılan basın toplantısı düzenledi. Ve PKK'nın silahlarıyla birlikte Türkiye'yi terk edeceğini açıkladı. Bundan da anlaşılacağı gibi. PKK, K. Irak'ta kızağa alınacak. ABD ve diğer egemenler, istediği zaman PKK'nın düğmesine yeniden basabilecek.)


BİRİ PİSLİĞE O KADAR BATMIŞTI Kİ, ÇAMURLUYU GÖRÜNCE YIKANMIŞ SANDI.
BİRİ BENLİĞİNİ O KADAR SATMIŞTI Kİ KİRALAYANI GÖRÜNCE DÜŞMANIM SANDI.

..........

KEMAL KAPLAN - 23 Temmuz 2012

Olumsuz etkilerini zaman zaman hissetsem de, meslek hayatıma İslamcı bir gazetede başlamak, bazı ilişkilerin farkındalığı açısından her zaman faydalı olmuştu. Bir dönemin çok tartışılan olaylarının bu gazetede görev yaptığım esnada zuhur etmiş olması mesleki açıdan gelişimimi de hızlandırmıştır. Bu da artılarından biri.

İşte bu dönemde gazeteye; "Murat abi" olarak hitap ettiğimiz, ama ilişkimizin nasıl başladığını bugün hatırlayamadığım, bir karış sakalı bulunan bir zad gelir-gider oldu.

90’lı yıllarda Cezayir’de İslamcı parti FIS’in iktidar olması ve ardından da askeri cuntanın yönetime el koymasıyla patlak veren iç savaş, Türk basınının da yakın takibindeydi. Ancak haber alma sıkıntısı vardı. Bir tarafta cunta güçleri, diğer tarafta radikal İslamcı örgüt GIA Cezayir’i kana buluyordu. Haber akışı her zaman mümkün olmuyor, bu durumda olaylardan da haberdar olamıyorduk. İşte Murat abi böyle bir dönemde çıka geldi gazeteye ve Cezayir ile haber akışını sağlamaya başladı. İlginç bir şekilde…

Başlangıçta hiçbir sorgulamaya gerek duymuyorduk. Getirdiği bilgileri derleyip haber şablonu altında yayına hazırlıyorduk. Haberler cuntanın yaptığı katliamlar üzerinde yoğunlaşıyordu. İslamcı örgüt GIA’nın ise sadece cuntaya yönelik eylemlerini haber yapıyorduk. Bir süre sonra Murat abinin gazeteye ziyaretleri yoğunlaşmaya başladı. Beni ve bir arkadaşımı gözüne kestirmişti. Her defasında kapıda ismimizi verir, bizi çağırtırdı. Sohbeti saatler sürer, Cezayir’de GIA’nın zafer kazanacağını ve oradan açılan İslam sancağının Türkiye’ye ulaşacağını söylerdi. Sohbetler bizi sıkma noktasına gelmişti. Bir gün telefonla arayıp ofisine gelmemizi elinde süper bir haber olduğunu söyledi.

Gazeteci refleksiyle, zaman kaybetmeden Murat abinin Bahçelievler’deki emlak ofisine gittik. Ofiste Arap kıyafetli biri daha vardı. Adam Türkçe bilmiyordu. Bize onu, GIA’nın üst düzey komutanlarından biri olarak tanıttı. Röportaj talebimizi reddetti. Can güvenliği tehlikeye girermiş… Adamın bir arap ülkesine ait pasaportunu gösteren Murat abi, onun Türkiye’den çıkmak istediğini, fakat elindeki bu pasaportla mümkün olmadığını, bizim sahte pasaport temin edip edemeyeceğimizi sordu.

Afallayıp kaldık. Saf saf birbirimize baktık. Sonra: “Sahte pasaportu nereden bulacağız. Biz gazeteciyiz abi sen bizi başkalarıyla karıştırdın” dedik ve hemen sıvıştık. O güne kadar pek de sorgulamadığımız Murat abinin ne ayak olduğunu anlayamamıştık, lakin uzaklaşmamış gerektiğini idrak edebiliyorduk.

Bir süre bizi aramayan Murat abi, gazeteye gelmeye devam etti. Biz “yok dedirttik. Israr ediyor, bu defa telefonla arıyor, görüşmezsek, not bırakıyordu. Adam sülük gibi yapışmıştı bize. En sonunda pes edip ofisine gitmeye karar verdik. Bir iki kez daha görüştük. Bu görüşmelerimizde daha bir radikal olmuş; Türkiye’de artık şeriatın gelmesi gerektiğini, Atatürkçü laik düzenin yıkılması gerektiğini söylüyor, bizim gibi vatanını seven inançlı gençlerin harekete geçmesinin zamanının geldiğini işaret ediyordu. İpleri kopardığımız son görüşmemizde bize şunu teklif etti: “Haydi gece buluşalım. Şu arka tarafta bir okul var. Ben gözcülük yapayım siz de, okul bahçesindeki Atatürk heykelini kırın. Sizin gibi genç olsam beni kimse tutamaz. Ne eylemler yaparım.”

Bir süre sonra, emniyet istihbaratından tanıdığım birine, Murat abiyi sordum. “Araştırayım” dedi. Adam polis muhbiri çıktı.

Bir olay daha anlatacağım. Örnekler aslında bugün tartıştığımız ve çözüm bulamadığımız sorunların başlangıç noktalarını oluşturuyor. İkinci bölümden sonra sunacağım diğer örnekler ise taşların yerine oturmasına yardımcı olacak. Bu derin paradoksu anlamanıza yardımcı olacak.

ŞEYH-POLİS EL ELE

70’li yıllar sıkıyönetimin astığı astık kestiği kestik dönemler. Yer: Adıyaman. Bir grup İslamcı zevat, şeyhinin de kışkırtmasıyla, sokağa çıkıp, “Şeriat isteriz” diye slogan atmaya başlıyor.

Polis ehl-i tarik müridleri derdest edip, emniyetin yolunu tutuyor. Hepsi nezarete…

Sırası gelen, sorgulanıp, falakaya çekiliyor. İflahları kesiliyor dayaktan. İçlerinden biri tuvalete gitmek için izin istiyor. Polis eşliğinde nezaretten çıkarılan mürid, ayak yoluna giderken, emniyet müdürünün yarı açık kapısından, içeride oturan şeyhlerini görüyor. Emniyet müdürü ve şeyh koyu sohbete dalmış, kahvelerini höpürdetirken, bizim dayaktan ayakta duramayan enayinin farkına bile varmıyorlar.

Ertesi gün serbest bırakılan müridler bir daha şeyhe selam bile vermiyor.

Olayı anlatan, emniyet müdürüyle şeyhini kahve keyfinde basan mürid; “Aman” diyor bana. “Sen sen ol. Akıllı ol. Yıllarca kandırılmışız. Sağcısı, solcusu, müslümanı, laiki, maocusu, herkes kandırılmış”

ÇİLLER'DEN VAZGEÇTİLER(!) SABANCI'YI ÖLDÜRDÜLER

PKK’dan sonra en çok tartışılan ve bağlantılarının açığa çıkarılamadığı örgüt olan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (DHKP-C), işlediği cinayetler ve eylemler hâlâ anlaşılamamıştır.

1978 yılında mensup oldukları Dev-Yol’u pasiflikle suçlayan, Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ile Bülent Uluer ve Paşa Güven, Mahir Çayan’ın THKP-C’siyle sancılı bir süreçten sonra birleşerek Dev-Sol’u kurarlar. 12 Eylül 1980’den sonra birçok örgüt yurtdışına kaçarken Dev-Sol Türkiye’de kalır. Ancak bu kalış öyle plansız ve sıradan bir tercih değildir. Zira art arda işlenen 'kilit' cinayetler bu yapının neden dışarı çıkmadığını gösterir. Tabii bir de başka bir güç adına çalıştığını da... Şüphesiz bu cinayetlerde ismi öne çıkan isim Dursun Karataş’tır. Ancak kendisi ne hikmetse her defasında (tam 29 kez) polisin elinden kurtulmayı başarır.

Sinan Kukul ve Bedri Yağan polis operasyonlarında öldürülmüş olmasına rağmen, 
Dursun Karataş tam 29 kez polisin elinden kurtulmayı başarmıştı.


Örgütün kurucularından Paşa Güven, 1 Mayıs 1976 gecesi silahla yakalanır ve cezaevine konur. Burada ülkücü mafya babası Dündar Kılıç ile birlikte kalır. Kılıç, kendisi için her zaman “delikanlı çocuktur” diye bahseder. Mahpus hayatı; uyuşturucu ticareti ve devlet için bazı eylemler gerçekleştirmesine kadar devam eden olaylar zincirinin ilk halkasını oluşturur. Paşa Güven, dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ile eski Başbakan Nihat Erim’in suikastla öldürülmelerinin ardından Lübnan’a kaçar. 1983’te Fransa’ya geçer. İsmi 'derin devlet' ile birlikte anılır. 1991 yılında örgüt içi hesaplaşma nedeniyle Fransa’da öldürülür.

DHKP-C’nin 'kirli ilişkiler' ağını ortaya çıkaran bir başka ayrıntı ise liderleri Dursun Karataş’ın Ekim 1989’da Bayrampaşa Cezaevi’nden Bedri Yağan ile birlikte firar etmesidir. Kısa bir zaman sonra aralarında Aslan Tayfun Özkök, İbrahim Erdoğan, Aslan Sener Yıldırım, Sinan Kukul gibi örgütün önemli isimlerinin de yer aldığı on kişi de Bayrampaşa’dan ellerini kollarını sallayarak kaçar. Bu kaçışların planlı ve bir amaca matuf olduğu 4 ay sonra anlaşılır. Önce ünlü MİT’çi Hiram Abas cinayeti işlenir, ardından Bayrampaşa Savcısı Fikret Niyazi Aygan öldürülür.

Örgüt kurucularından Paşa Güven, hakkında ülkücü mafya lideri Dündar Kılıç, 
“delikanlı çocuktur” diye bahsetmiştir.

1991 ve 1992 yılları içindeki bir buçuk yıllık zaman dilimi içinde Dev-Sol; Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk, Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz, emekli Korgeneral İsmail Selen, MİT eski müsteşarı emekli Orgeneral Adnan Ersöz, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç, İstanbul DGM Başsavcısı Yaşar Günaydın, emekli Oramiral Kemal Kayacan gibi önemli görevler yapan kişileri öldürür.
Bu cinayetleri Dev-Sol’un nasıl işlediği halen en büyük soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira bu eylemlerin yapıldığı dönemde örgütte bulunanların çeşitli zamanlarda verdikleri ifadelerde örgütün böyle bir eylem planı olmadığı üzerinde durmaları oldukça manidar.
Örgüt mensuplarının ortak düşüncesi büyük istihbarat ve bilgi gerektiren bu cinayetlerin örgüte ısmarlandığı yönünde. Çünkü tanıklar DHKP-C’nin o dönemde söz konusu cinayetler için istihbarat toplama gücünün olmadığını belirtiyor.

Son derece sofistike bu suikastlardan sonra, 1994’te örgütün adı DHKP-C olarak değiştirilir. Örgütün lideri Dursun Karataş bu sırada 175 ülkede kırmızı bültenle aranmaya başlamıştır. Örgüt yeni ismiyle ilk eylemini eski Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ı öldürerek yapar. İkinci olarak ise, örgütü 1995 yılında Gazi Mahallesi Olayları’nda görüyoruz. Olayların provakasyon olduğu sonraki yıllarda belirlenmiş hatta Ergenekon bağlantılı olduğu iddiaları ortaya atılmıştı.

DHKP-C başbakan Tansu Çiller’e yapacağı suikast girişimiyle 1995 yılında bir kez daha gündeme oturacaktır. Roketatarlı, suikast silahlı, eylemin tüm ayrıntıları, krokileri hazırlanmış olmasına rağmen suikasttan vazgeçilir. Nedeni muamma…

Örgüt 9 Ocak 1996 tarihinde en popüler eylemini gerçekleştirecekti. Sabancı suikastı.

Mensubu oldukları ve suikastı düzenledikleri söylenen, Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un bu eylemi gerçekleştirdiğine kimse inanmadı. Mustafa Duyar daha sonra teslim oldu. Afyon Cezaevi’nde Karagümrük Çetesi tarafından öldürüldü. Çete lideri Nuri Ergin, 2000 yılında Uşak Cezaevi’nde çıkan bir isyanda pencereden dışarı çıkarak, “Bu devlet bana Mustafa Duyar'ı öldürttü, ben öldürdüm. Şimdi canlı söylüyorum. Devlet için mermi sıktık. Veli abiyi ara, Veli Küçük'ü ara. Bizi sor! Başka bir şey söylemiyorum.” Diyerek cinayeti üstlenmiştir.

Sabancı suikastından 2 yıl sonra Ergenekon deşifrecisi Tuncay Güney’le The Marmara lobisinde otururken, aslında cinayeti bu iki kişinin işlemediği sadece kameralarda görüntülerinin olması için o binaya girdiklerini ve binaya da suikasttan önceki gün girdiklerini yani kamera görüntülerinin cinayet gününe ait olmadığını öğrenecektim. Tuncay cinayeti son derece eğitimli ve profesyonel kişilerin işlediğini söylemekle kalmamış, nedeninin uyuşturucuya bağlı bir takım girift ilişkilere dayandığını anlatmıştı. 

ÜLKÜCÜ-SOLCU POLİSİN ANATOMİSİ

Ne olduğu, kime/kimlere hizmet ettiği, hangi fraksiyona mensup olduğu, ölümünün ardından bu kadar yıl geçmesine rağmen hâlâ sogulanan emniyet tarihinin belki de en muammalı adamı eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, 3 Kasım 1996’da Susurluk kazasında yaşamını yitirmişti. Yitirmişti, yitirmesine ancak, ardında 9 takdirname ve 322 maaş mükafatlandırmasıyla birlikte sorular yumağı ve girift ilişkiler bırakmıştı.

Susurluk kazasıyla yeni bir döneme giren Türkiye’de, hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve birçok karanlık nokta aydınlığa kavuşacak denilse de, öyle olmadı. Derin adam Mehmet Ağar’ın, “Bir tuğla çekilirse, duvar yıkılır altında kalırız” şeklindeki itiraf gibi tehdidi karşılık buldu ve kimse elini o duvara yaklaştırmadı.

Allevi/Solcu polis müdürü Hüseyin Kocadağ 3 Kasım 1996'da Susurluk 
kazasında öldüğünde aynı araçta, firari ülkücü Abdullah Çatlı ve 
Kürt aşiret lideri Sedat Bucak bulunuyordu.

80 öncesi emniyet içinde solcu yapılanma olan POL-DER kurucusu olan Hüseyin Kocadağ  ile birlikte hakkın rahmetine(!) kavuşan isimlerden biri de firari ülkücü Abdullah Çatlı’ydı. Unutmadan; Kürt düşmanı olarak tanınan Kocadağ ile aynı arabada olan fakat ne hikmetse kazadan burnu bile kanamadan kurtulan kürt aşiret lideri Sedat Bucak da bulunuyordu.

DHKP-C lideri Dursun Karataş ile ilişkisi olduğu bilinen Kocadağ, Sabancı suikastı faillerinden Fehriye Erdal’ın, Sabancı Center’da işe alınmasını da sağlamıştı.

Kocadağ, 1984 tarihinde ‘Babalar Operasyonu’ sırasında Ankara’da ünlü uyuşturucu kaçakçısı Behçet Cantürk ile ilişkili olarak sorgulandı. Yeraltı dünyasının önde gelen isimleri ile ilişkisi olduğu iddiasıyla 1985 yılında polislikten uzaklaştırıldı; daha sonra mahkeme kararı ile mesleğine geri döndü. 1986 yılında kesin olarak meslekten ihraç edilmiş; ancak Danıştay kararı ile geri dönen Hüseyin Kocadağ’ın, 19 Aralık 1994 tarihinde Ömer Lütfü Topal’ın adamlarınca öldürülen Bülent Fırat ile ilgili dosyanın kapatılması için 40 bin Alman Markı rüşvet aldığı da ileri sürülmüştü.

Kocadağ 1995 yılında Gazi Mahallesi olaylarında DHKP-C ile görüşerek, olayların durmasını da sağlamıştır.

Yukarıda kısaca anatomisini çizmeye çalıştığımız kişi, üst düzey bir emniyet mensubuydu. İlişkilerinin hangisini görevi gereği, hangisini kişisel çıkar sağlamak için veya hangisini derin bir devlet yapılanması için sağladığını bilemiyoruz. Ölümüyle birlikte hepsi sır oldu gitti.

DHKP-C’Lİ İSLAMCI MİT ELEMANI

18 Nisan 2007 tarihinde misyonerlik faaliyeti yürüttükleri gerekçesiyle Malatya’daki Zirve Yayınevi'nde, Alman uyruklu Tilman Ekkehart Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel boğazları kesilerek öldürülmüştü. Zanlılar Emre Günaydın, Salih Gürler, Abuzer Yıldırım, Hamit Çeker, Cuma Özdemir yakalanarak tutuklandı. (28 Eylül 2016 tarihinde dava sonuçlandı.) Bu tutuklulara sonradan, azmettirici olarak yeni bir isim daha eklendi: Varol Bülent Aral.

Zirve Yayınevi davasının en renkli ismi Varol Bülent Aral idi. Aral daha önce 
DHKP-C militanı olarak yakalanmış, MİT devreye girerek serbest bırakılmıştı. 
Ayrıca Aral'ın cebinden Vakit Gazetesi kupürleri çıkmıştı.

Aral tutuklandıktan sonra, mahkeme araştırmasında 1995 tarihli bir emniyet dosyasına ulaşıldı. Belgeye göre: Varol Bülent Aral, 5 Aralık 1995’te DHKP/C içerisinde faaliyet gösteriyordu ve polis, Malatya’daki DHKP/C örgütlenmesini çökertmek amacıyla Aral’ın da içerisinde olduğu DHKP/C hücresini takip ediyordu. Tam da bu dönemde DHKP-C hücresinde faaliyet gösteren iki kişi, örgüt adına silahlı eylem yapmak için bir av bayisini soymak isterken polis tarafından suçüstü yakalandı. Örgüt üyelerinin polisteki sorgusu sürerken, Malatya MİT Bölge Başkanlığı’ndan ilginç bir talep geldi. MİT görevlileri, gözaltında bulunan DHKP/C üyesi Aral’ın 'MİT’e çalışan haber kaynağı' olduğunu söyleyerek Aral’ın serbest bırakılmasını istediler. Bu talep karşısında sorguyu yapan ekip ile MİT’çiler arasında tartışma yaşandı. Ancak tartışma, Ankara’dan Malatya Emniyeti’ne gelen bir telefonla son buldu ve silah çalmak isterken suçüstü yakalanan iki DHKP/C’li böylece serbest bırakıldı.

Aral, 14 Şubat 2007’de Adıyaman’da şüphe üzerine durdurularak arandı. Aral’ın üzerinde bir seyyar dipçikli kalaşnikof, on yedi dolu fişek, 21 Ocak 2007 tarihli Vakit Gazetesi'nin kapak sayfası, 16 Haziran 2006 tarihli Vakit Gazetesi'ne ait, yırtılmış dokuzuncu sayfa ve çok sayıda kartvizit bulundu. Gözaltına alındı ve tutuklandı. 27 Ocak 2008’de tutuklu bulunduğu Adıyaman E Tipi Cezaevi’nden tahliye oldu.

18 Nisan’da Zirve katliamı yapılmıştı. Varol Bülent Aral olaydan iki ay önce tesadüfen üzerinde kalaşnikofla yakalandı ve hapse mahkûm edildi. Yakalanmasa Zirve katliamında bizzat bulunacak mıydı? Ya da yakalanması tesadüf eseri miydi, yoksa planın parçası mı?

30 BİN KİŞİNİN KATİLİ MİT'E Mİ ÇALIŞIYOR?

PKK’nın ve kurucusu Abdullah Öcalan’ın devlet ile ilişkisini tartışmaya açan en önemli kişi merhum Uğur Mumcu’dur. Mumcu, konuyla ilgili ulaştığı bilgileri açıklamadan kısa bir süre önce bombalı saldırı sonucu 1993 yılında hayatını kaybetmişti.

O tarihten sonra PKK-devlet ilişkisi sorgulansa da, Ergenekon operasyonuna kadar çok da kayda değer veriler bulunamadı. Bu tür ilişkilerin belgesinin olması ise imkânsıza yakındır zaten. Hâl böyle olunca şüpheler ve iddialar üzerine teoriler geliştirilebilir. Veya küçük bilgi kırıntılarından yola çıkılarak, bütüne ulaşılabilir.

Burada benim sorgulamak istediğim ve kafama takılan başka bir mesele var. PKK devlet ilişkisine değinmeden önce kafamı kurcalayan meseleye değinmek istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ve belki de Türk tarihinin en kanlı terör örgütü ve 30 bin insanın ölümüne sebep olan PKK’nın kurucularının aileleri bu ülkede elini kolunu sallayarak dolaşabilmeleri ve devletin kurumlarında görev alabilmeleri ve hatta milletvekili olabilmeleri oldukça düşündürücü ve ürkütücü geliyor bana:

Öcalan ile örgütü kuran ve kurucuların içinde bugüne kadar aktif olan tek isim Cemil Bayık’tır. 'Cuma' kod adlı Cemil Bayık'ın Elazığ'ın Keban İlçesi'nde yaşayan 82 yaşındaki babası Mustafa Bayık, Milli Savunma Bakanlığı Elazığ Askeri Bakım Onarım Fabrikası'ndan 1996 yılında emekli olmuştur.

Halen Diyarbakır Cezaevinde bulunan ve örgütün en önemli isimlerinden biri olan 'Parmaksız Zeki' kod adlı Şemdin Sakık, kardeşlerinin ismini kullanarak milyon dolarlara sahip olduğunu söylüyor. Şemdin Sakık, Namık, Görgü, Haluk ve Sırrı Sakık’ın aynı zamanda babasının mirasını da haksız olarak üstlerine geçirdiğini iddia ediyor. "Dağda olduğum dönemde benim sırtımdan ihalelere giren bu ahlaksızların milyon dolarlarla oynayarak kendilerine rant sağlarken, ve yine ben dağda olduğum için bir kahraman diye adımdan söz eden bu insanların şimdi cezaevinde olduğum dönemde beni yaltaklık yapmakla suçlamaları iğrençliktir" diyen Sakık, kardeşleri hakkında ağır ithamlarda bulunuyor. Bilindiği gibi, Şemdin Sakık’ın kardeşi, olan Sırrı Sakık BDP milletvekili olarak, meclis zırhına bürünmüş, hatta TBMM idare amiri olarak görev de yapmıştır.
Ayrıca Şendin Sakık'n kardeşi Namık Sakık, 2015'de AKP'ye üye olarak, genel seçimlerde aday adayı olmuştur.

Abdullah Öcalan’ın yeğeni Dilek Öcalan HDP milletvekili seçilmiş ve TBMM Başkanlık Divanı'nda görev almıştır.

30 yıldır ülkede Türk-Kürt akıtmadık kan bırakmayan PKK'nın üst düzey yöneticilerinin akrabaları bu ülkede istedikleri gibi at koşturabiliyor. Siyaset yapabiliyor, hatta devlet kurumlarında bile çalışabiliyor.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu anlamda yapacağı neden bir şey bulunmuyor. Aileleri rahat içinde yaşarken, evlatları dağda can alıyor. Devlet duruma seyirci kalıyor. Eşkıyanın ailesine hiçbir zarar gelmiyor, ölüm tehlikesi altında yaşamıyorlar. Kimse tavuklarına ‘kışt’ demiyor.  Demokratik bir ülkede ne yapılabilir demeyin. Eşkıyanın karısı, anası, babası, kardeşi gece rahat uyuyacak, onlar dağda kan kusturacak. Vicdana sığar mı? Özel bir yasa çıkarılabilir. Terörist ailesi vatandaşlıktan çıkarılıp sınır dışı edilebilir, türlü rahatsızlık verilebilir. Sülalesi sürülebilir. Devletin önünde engel mi var. Geceleri ben rahat uyuyamıyorsam, eşkıyanın da ailesi rahat uyumamalıdır. Ben bedel ödüyorsam, eşkıyanın ailesi de bedel ödemelidir.

1999 yılında ABD tarafından Türkiye'ye teslim edildikten, bugüne kadar terör örgütünü kapatıldığı İmralı'dan yönetmeyi başardı.

Gelelim PKK-MİT ilişkisine veya devlet ilişkisine adına ne dersek diyelim, PKK’nın kuruluşundan bu yana içinde MİT, emniyet ve JİTEM ajanları olmuştur. Şayet bunun aksini söyleyen bir devlet görevlisi varsa, ben bu devletin, devlet olma vasıflarının sorgulanmasını isterim. Terör örgütü içinde devletin istihbaratçılarının olması gayet normal ve doğal bir hadisedir. Doğal olmayan: 1- Devletin bazı görevlilerinin terör örgütünü, bazı amaçlar uğruna kullanmalarıdır. 2- Bu kadar istihbarata, silah, ekip/ekipman gücüne rağmen terör örgütünün halen yok edilmemesi.

Abdullah Öcalan’ın MİT görevlisi olduğu ve örgütü bu şemsiye altında kurduğu da söylenmektedir. Öcalan’ın öğrencilik yıllarında yaşadığı bazı olaylar iddiayı kuvvetlendirmektedir. Abdullah Öcalan’ın uzun bir süre Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki kaydının silinmemesi, sekiz sene boyunca askerliğini tecil ettirebilmesi, bursunun kesilmemesi, onun sanki gizli bir el tarafından korunduğunu göstermektedir.

Eski milletvekili ve Şeyh Said’in torunu olan Abdülmelik Fırat anılarında, gazeteci Avni Özgürel’in kendisine, “Öcalan öğrenci iken MİT’te ofis-boydu” dediğini öne sürmüş ardından açıklama yapan Özgürel, o tarihlerde Öcalan’ı MİT’in yan kuruluşu olan Fikir Ajansı’nda ofis-boy’luk, yani getir götür işleri yaparken gördüğünü açıklamıştır.

AKP milletvekili gazeteci-yazar Şamil Tayyar ise 2011 yılında yaptığı bir açıklamada, 1972 yılında bir eylemde yakalanan Öcalan’ın serbest bırakılması için dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Turgut Sunalp’ın etken rol oynadığını belirterek şunları söylüyor: “Abdullah Öcalan, 1971 muhtırasından sonra öğrenci eylemi yaptığı gerekçesi ile gözaltına alındı. 8 Nisan 1972 yılında 6 ay cezaevinde kaldı. Ekim 1972'de serbest bırakıldı. Savcı, iddianamesinde ağır ifadeler kullanmıştı. O iddianame esas alınsa yıllarca içerde kalırdı. Sonra bir anda Baki Tuğ mütalaasını değişirdi. İsim, Ramazan Özcan diye yazılmış, sekreter isimleri karıştırmış. Abdullah Özcan yazılmış, sonra Abdullah Öcalan olmuş. Öcalan'a haksızlık edilmiş. Operasyonu yöneten değil, katılan biriymiş. 3 ay yatıp çıkıyor. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Turgut Sunalp arıyor ve Öcalan adamımızdır, serbest bırakın diyor ve iddianame değiştiriliyor.”

Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olan ve Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetlerini deşifre den Bülent Orakoğlu çok daha vahim iddialar ortaya koyuyor: “Türkiye’de PKK olayı derinden kanayan bir yaradır. Biz önemli bir dönemde istihbarat daire başkanlığı yaptık. Abdullah Öcalan’la ilgili bir meclis araştırma komisyonu kurulsun diyoruz. Niye kurmuyorlar? Nedir Öcalan’ın özelliği? Onu dünyada kim desteklemiş? Türkiye’de, Türk devletinin içinde kimler yetkilerini aşarak bunları desteklemiş? PKK propagandası yaptı diye bir sürü insanı, yazarı cezalandırıyorsunuz. Eeeee, siz devletin içinde yetkinizi aşarak görevinizi belki kötüye kullandınız. PKK’yla kimler, niçin irtibata geçti? Bunlar ortaya çıkarılamadı. Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin yarısının arkasında PKK’yla ilişkiler vardır.”

Kayınpederi Ali Yıldırım’ın MİT adına çalıştığı da ortaya çıkan Öcalan’la gazeteci Hakan Aygün’ün 90’lı yıllarda yaptığı röportajda Öcalan, Aygün’ün, “kayınpederiniz yoluyla MİT tarafından kullanılmış olamaz mısınız?” sorusuna bakın nasıl cevap veriyor: “Şöyle söyleyeyim. Olabilir... MİT'in bizi bizim de MİT'i kullanmışlığımız vardır. Yani karşılıklıdır...”

"GELECEĞİZ TÜRKİYE'Yİ ALACAĞIZ"

 90’lı yıllarda halkın çok da alışık olmadığı bir giyim tarzıyla ortada dolaşan adamlar kendilerine 'Aczmendi' olarak tanımlıyor, medyada boy göstermeye başlıyorlardı. Sarık, cübbe, uzun saç ve sakal, ellerinde bir de âsâ, Aczmendiler'in aksesuarlarını oluşturuyordu.

Yazının başında belirtmiştim; “Mesleğe İslamcı bir gazetede başlamamın iyi yanları da vardı...” diye.

Çalıştığım Vakit gazetesine Aczmendiler'in gelmemesi imkânsızdı. Arada bir gelirler, patronla görüşürlerdi. Çalışanlardan bazıları benimsemiş olsa bile büyük çoğunluk için,  Aczmendiler'in “devletin adamı” olduğu hâkim anlayıştı.

Devleti açıkça tehdit ediyorlar. Şeriat rejiminin hâkim olması gerektiğini dile getiriyorlar. Cami çıkışlarında tefli, zikirli protestolar yapıyorlardı. Türkiye için yeni, yepyeni bir İslamcı modeldi bunlar. Fakat hiçbir cemaat ve tarikat bunları desteklemiyordu.

Tarikatin kurucusu ve lideri Müslüm Gündüz, 12 Haziran 1996 akşamı HBB televizyonunda laik demokratik rejime karşıtlığını açıklamıştı. Gündüz bu programda, “Kemalizm bir dindir. Allah'ı Mustafa Kemal, peygamberi İsmet İnönü'dür. Demokrasi dinsizliktir. Laiklik de öyledir. Geleceğiz Türkiye'yi alacağız. Hiç Merak etmeyin” demiştir. 5 Ekim 1996 tarihinde Milliyet'e verdiği mülakatta ise laik ve demokratik rejimin sonunda yıkılacağını ve şeriatın getirileceğini, ordunun günü geldiğinde bunu durdurmaya gücünün yetmeyeceğini, çok kan aksa da bir aşamadan sonra İran'da olduğu gibi istenilen sonucun elde edileceğini açıkladı. Bu açıklamalar oldukça cüretkâr olmasıyla birlikte halkın büyük tepkisine maruz kalırken, medyanın da “şeriat geliyor” çığırtkanlığına kapı aralamıştı. Bunun bir başlangıç olduğunu, bir dizi benzeri olaylardan sonra ‘bin yıl bitmeyecek’ sürece girileceğini ise çok sonraları anlayacaktık.

Aczmendiler nereye gitse, ne yapsa, ne söylese medyada haber oldu. O tarihe kadar tanınmayan bu grup artık herkes tarafından çok iyi bilinir olmuştu. Yani Müslüm Gündüz ve avanesi tam anlamıyla medyatik hale gelmişlerdi. Bundan sonra ne yapsalar, ne söyleseler etkili olacak, vatandaş dikkat kesilecekti.

28 Aralık 1996 tarihinde öyle bir dikkat kesildik ki…

Türk Polis Teşkilatı ve Türk Basın Teşkilatı ortak bir operasyona imza attılar. Yer:Erenköy. Mekân: İslamcı/Ülkücü, çocuk tacizcisi, ne olduğu tam belli olmayan Vakit Gazetesi yazarı ünlü Hüseyin Üzmez’in evi.

Apartmanda gürültü patırtı, onlarca polis, bir o kadar gazeteci, televizyoncu, kapılar kırılıyor. Baskın basanındır…

Müslüm Gündüz-Fadime Şahin-Ali Kalkancı olayının yıllar sonra bir komplo 
olduğu ortaya çıktı. Dönemin figüranları görevlerini yerine getirmiş, tarihe 
postmodern darbe olarak geçecek olan 28 Şubat'a kapı aralamışlardı.

Karşımızda yarı çıplak halde Müslüm efendi, yanında Fadime Şahin. Türkiye, Türkiye olalı böyle baskın, böyle operasyon görmedi.

Fadime Şahin kanal, kanal gezdirilip tüm Türkiye’ye yaşadığı mağduriyeti salya sümük anlatırken, Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı arasında nasıl orta malı olduğuna feryat ederken, sakallılar sakalından, başörtülüler ise başörtüsünden utanmaya başladı. Bu baskın dindar ve mütedeyyin insanlara öyle bir darbe vurdu ki, yıllarca kurtulması mümkün olmadı.

Bir siyasi partiyi, iktidardan indirmek uğruna 'İslam' alet edildi.

28 Aralık’taki bu operasyon’dan tam 2 ay sonra meşhur 28 Şubat, ‘bin yıllık’ süreç başlayacaktı.

O günün figüranları: Sahte şeyh Ali Kalkancı, resmi nikâhlı karısı Emire Kalkancı, imam nikahlı karısı Fadime Şahin ve nasıl oluyorsa Fadime Şahin’in imam nikahlı kocası Müslüm Gündüz.

Kadın figüranlar her gece bir başka TV kanalında kinlerini kusarken, erkekler hapse atıldı. Bununla ilgili bir tekerleme var ama burada yazmam uygun olmayacak. Bilenler için küçük bir hatırlatma yapayım. Tekerlemenin sonunda: "A.. hasteneye, S… hapishaneye"diye bitiyor. Buradaki ‘S’ kısaltması erkeği, 'A' kadını temsil ediyor.

Kadınlar; bu olaydan sonra başlarını açtı. Fadime kayıplara karıştı. Emire Kalkancı resmen boşandı. Bir yıl sonra kendisiyle tanışma fırsatım oldu. Çalıştığım derginin patronuyla babasının ortak yatırımları vardı. Aynı dergide çalışan Tuncay Güney’i sık sık ziyarete gelirdi. Oturur sohbet ederdik, ama TV’de gördüğünüz Emire’den eser yoktu. Kafa gitmiş, haplanmış gibi bir hali vardı.

Erkekler; bir süre yatıp ‘Rahşan Affı’yla çıktılar.

Sahte şeyh Ali Kalkancı, 2009 yılında polisin Haramidere’de bulunan fabrikasına yaptığı operasyonda 2 milyon adet captagon hap ele geçirilmesi ve tutuklanmasının ardından uyuşturucu operasyonu nedeniyle gözaltındayken Ergenekon soruşturması kapsamında da sorgulandı.

Ergenekon Davası Savcısı Fikret Seçen'e verdiği ifadesinde Kalkancı, Fatih'teki İsmailağa Cemaati'ne gidip geldiğini, 28 Şubat sürecinde borç batağında olduğunu bu dönemde tuğgeneral Veli Küçük'ün kendisine para yardımı yaptığını söyledi. Kalkancı ifadesinde, Küçük'ten gelen para nedeniyle istediklerini yapmak zorunda kaldığını ve bu nedenle Fadime Şahin'i nikâhına aldığını iddia etti.

Uyuşturucu kaçakçısı ve derin devlet bağlantılı tarikat şeyhi(!)…

Ayrıca Müslüm Gündüz baskına gelen polislere çıkışmış, “nerede kaldınız” demişti.  Bu iddiayı ortaya atan kişi ise Zaman Gazetesi yazarı Tamer Korkmaz.   

DOMUZ BAĞLARININ ARDINDAKİ GERÇEK

 17 Ocak 2000’de televizyon karşısında oturanlar, canlı yayında aksiyon filmlerine taş çıkaran polis ve Hizbullah çatışmasını izliyordu. Beykoz’daki hücre evi (villası) sarılmış, özel tim eve mermi yağdırıyor. Örgüt üyeleri de boş durmuyor ateşe, ateşle karşılık veriyordu. Bir süre devam eden çatışma polisin eve girmesiyle bitti. Örgüt lideri Hüseyin Velioğlu, öldürülmüş iki kişi ise yakalanmıştı. Evde ele geçirilen bilgisayar kayıtları, kamera görüntüleri ve yakalananların ifadesiyle, polis ülkenin çeşitli bölgelerinde operasyonlar düzenledi ve herkesi dehşete düşüren mezar evler bulundu. Evlerin zeminine gömülmüş ve domuz bağı ile bağlanmış onlarca ceset bulundu. Hizbullah dehşeti gözler önündeydi.

Hizbullah operasyonundan sonra bir bir mezar-evler ortaya çıkarıldı. İnsanlara önce çeşitli işkenceler yapılıyor, öldürüldükten sonra da, evlerin bodrumlarına gömülüyorlardı.

Peki kimdi bunlar nereden gelmiş, nereye gidiyorlardı…

Güneydoğu’da PKK’ya karşı devlet tarafından kurdurulduğu söylenen Hizbullah, bölgede 2 binden fazla faili meçhul cinayetin sorumlusu olarak gösteriliyor.

1992 yılında zamanın MİT Müsteşarı Teoman Koman, Türkiye'de Hizbullah isimli bir örgüt olmadığını, PKK'ye karşı kendini savunan inançlı bölge halkının var olduğunu iddia etmişti. Muhittin Fisunoğlu da, Kara Kuvvetleri Komutanlığı yaptığı dönemde Hizbullah için, “PKK’nın baskınlarına karşı kendini koruyan, dini inançları kuvvetli vatandaşlar”demişti. 1993'te Batman Emniyet Müdürü Öztürk Şimşek ise, TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu'na verdiği bilgide, Batman-Gercüş'te Hizbullah kampı olduğunu, kampın JİTEM'e yakın kurulduğunu, bu sebeple bir operasyon yapamadıklarını, kampta askeri-siyasi eğitim verildiğini açıkladı. Emniyet Müdürü, ayrıca şu bilgiyi vermişti:Hizbullah mensupları bir dönem güvenlik makamlarından yardım gördüler.” Bu açıklamanın ardından Batman emniyet müdürü, pasifize edildi.

TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu ise, 12 Ekim 1995'te yayınladığı raporda, Hizbullah'ın JİTEM kurucusu Binbaşı Cem Ersever ile olan bağlantısına, ordudan yardım aldıklarına, devletin çeşitli kurumlarıyla ilişkili olduklarına dikkat çekildi.

Batman'da altı yıl görev yapan Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Faruk Cömert de, o zaman oralarda PKK'ya karşı Hizbullah'ın kullanıldığı söyleniyordu. “Kullanmak isteyenler oldu. Valiye gidip bunun yanlış olduğunu söyledim” dedi.

Komisyon başkanı Mehmet Elkatmış da, yaptığı açıklamalarda Hizbullah'ın devletçe yetiştirildiğini, olayı araştırmakta zorlandıklarını, işin ucunun asker ve üst düzeydeki bürokratlara dayandığını belirtmişti.

Ergenekon sanığı Albay Arif Doğan, ‘JİTEM’i Ben Kurdum’ adlı kitabında, Hizbullah’tan gurur duyarak bahsediyor: “Biz de karşı propaganda faaliyetlerinde bulunmak amacıyla o sıralarda Batman bölgesinde ajan ve muhbir olarak kullandığımız Hüseyin Velioğlu adlı çok akıllı bir kişiyi görevlendirdik. Çok dindar ve donanımlı bir kişiydi. Ülkücü tandanslıydı. Milliyetçiydi. Bunun üzerine Velioğlu’nun kendi seçtiği adamlardan oluşan bir kadro ile faaliyetlerine başlamasına imkân verdik. Gercüş bölgesinde istihdam edilmeye başlandılar, eğitimlerini de Hüseyin Velioğlu veriyordu... Gittikleri yerde çalışırken emniyetlerini Geçici Köy Korucuları yürütüyordu. O zaman Hizbulkontr içinde GKK’nın da olması gerekiyordu. Çünkü biz onları oraya gönderip ayrıca koruyamazdık ama onların içinde silahlı unsur olursa bir iki defa karşılık verirse onun üzerine GKK da Hizbulkontr’un içine katıldı, bunu kimse bilmez.”

Özellikle 1991-1995 yılları arasında PKK ile çatışmalara giren Hizbullah’ın, Abdullah Öcalan’ın yakalanması ve PKK’nın eylemsizlik ilan etmesinden hemen sonra bitirilme operasyonu manidar görülüyor.

Bölgede güçlü olan örgütün, tüm arşivini İstanbul’a taşıması, Beykoz’daki eve 3 kişiyi kaçırması ve bunların kredi kartlarıyla kapıya kadar yemek sipariş verilmesi, Hizbullah’ın asla işlemeyeceği hatalar olarak gösteriliyor. Operasyon sırasında sadece Velioğlu’nun ölü ele geçirilmesi ve diğer militanların sıyrık bile almadan yakalanması ile Velioğlu’nun yüzünde yirmi kurşun izi bulunarak, tanınmayacak duruma gelmesi de bir başka kuşku duyulan veri.

Hatta bu konuda eski istihbaratçı Bülent Orakoğlu, Velioğlu’yla 1991 yılında Adana’da jandarma komutanlarıyla yedikleri bir yemekte tanıştığını ve öldürülen kişinin o olmadığını söylemiştir.


Hizbullah cinayetlerini ve işkencelerini kamera ile kayda almış, polis tarafından ele geçirilen video kasetler, dönemin hükümet üyelerine izlettirilmişti. Başbakan yardımcısı Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz görüntüleri 10 dakika izleyebilmişlerdi.

2000 yılında başlayan ve 188 cinayetle suçlanan 15 sanıklı Hizbullah ana davası, aradan geçen 10 yıl içinde bitirilememiş, zaman aşımı ve CMK 122’deki değişiklikle sanıklar serbest bırakılmıştır. Daha sonra yakalama kararı çıkarılmış olsa dahi bir bir kısmının izine rastlanmamıştır.

Hizbullah’ın ilişkilerinin nerelere dayandığı noktasında ise şu küçük bilgi sanırım fikir vermeye yetecektir: Operasyonda bulunan kasetlerde, tefeci Nesim Malki cinayeti davası sanığı Mehmet Sümbül’ün sorgulanıp Hizbullah tarafından öldürüldüğü anlaşılmıştır.

Şunu da ifade ederek konuya noktayı koyalım: Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu ile PKK lideri Abdullah Öcalan, Ankara Siyasal’da sınıf arkadaşıdır.

RADİKAL İSLAMCILAR, ULUSALCI VE SOLCULARLA EL ELE!

Bilgim ve müşahedelerim sonucunda edindiğim İBDA-C izlenimi: ‘İslam’ adına eylem yaptıklarını iddia eden, ama tanıdıklarımdan hiçbirinin İslamı yaşamadığı, özellikle Vakit gazetesi haberleriyle eylem yapan, her türlü fraksiyon tarafından kullanılmaya müsait, işsiz, güçsüz, zavallılar grubudur.

Örgütün alt kadroları kumandan dedikleri Salih Mirzabeyoğlu’na körü körüne inanmışlardır. 90’lı yıllarda Vakit gazetesine bomba konulması onların eseridir. Şaşırtma ve medyanın ilgisini Vakit’e çekmekten ibarettir. O zaman yeni kurulan Vakit’in sansasyona ihtiyacı vardı.

28 Şubat’a giden dönemde halkın irtica tehlikesini(!) görmesinde İBDA-C önemli rol oynamıştır. Sinema, meyhane ve Atatürkçü Düşünce Derneklerine attıkları bombalarla ortamı hazırlamışlardır.

25 Ağustos 2001’de Eyüp Sultan mezarlığında öldürülen Musevi işadamı Üzeyir Garih cinayetinin İBDA-C militanlarına işletildiği iddia edilmektedir. Eski MİT’çi Mehmet Eymür ‘atin’ adlı internet sitesinde olayla ilgili şunları yazmıştır: "Esasında bu yazıyı cinayeti yorumlamak için değil, tereddütle yaklaştığımız; ancak yine de resmi görevlilerin bilmesinde yarar gördüğümüz bir hususu iletmek amacıyla kaleme aldık. Özel olarak iletilen bir bilgiye göre; cinayetin olduğu günün sabahı saat 07.00'de, Kütahya veya Eskişehir'de öğrenci olan bir İBDA–C militanı, resmi kişilerce uçak veya helikopter ile Bursa'dan alınarak İstanbul'a götürülmüş ve aynı gün öğleden sonra yine aynı vasıta ile ve amir pozisyonundaki bir kişinin refakatinde Bursa'ya bırakılmış. İBDA–C mensubu genç, Bursa'ya giderken, 'bundan böyle artık bir şey yapmak istemediğini ve midesinin bulandığını' söylüyormuş.”

Ergenekon 2. iddianamesinin eklerinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nca İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderdiği belgeler içinde yer alan bir raporda şu ifadeler yer alıyor: “İBDA-C örgütünün yayın organları Aylık, Kaide ve Baran isimli dergilerin basımını yapan Kuşak Ofset isimli matbaanın sahibi Veli Avcı isimli şahsın, dergilerin aylık basım masrafını 2.5 milyar civarında olduğunu, ücretin ödenip ödenmediğini her ay Ankara'dan kamu görevlisi olduğunu değerlendirdiği bazı şahıslarca sorulduğu yönünde açıklamalarda bulunduğu istihbar olunmuştur.” Raporda Veli Avcı'nın ulusalcı olduğuna dikkat çekilerek, “MHP İstanbul eski il sekreteri olduğu, 2005 yılı Ramazan iftarı verdiği, Prof. Dr. Zekeriya Beyaz, Türk Ocağı Başkanı Prof. Dr. Turan Yazgan, MİT mensubu ve asker şahısların katıldığı, Veli Küçük'ün son anda işi çıkması nedeniyle gelmediği ve zaman zaman kendisiyle görüştüğü gibi hususları da gündeme getirdiği öğrenilmiştir.”

Vakit/Akit Gazetesi İBDA-C için oldukça önem taşır. Gazetede zaman zaman örgüt mensupları çalışmıştır. Geçmişte Vakit'in yaptığı provakatif haberler karşısında haberde hedef gösterilen yerlere İBDA-C tarafından eylem düzenlenmiştir.

Raporda ayrıca Ergenekon davası tutuklu sanıkları Behiç Gürcihan ve Ergün Poyraz ile yakın temas halinde olan SESAR Başkanı İsmail Yıldız'ın aynı zamanda İBDA-C mensupları ile irtibatının bulunduğuna dikkat çekilerek, “7 Mart 2006 tarihinde örgüt mensupları Fazıl Duygun ve Ali Rıza Yaman ile örgüt Aylık dergisinde yayınlanmak üzere SESAR Merkezi'nde bir röportaj yaptığı öğrenilmiştir.” deniyor.

Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Yukarıda adı geçen Veli Avcı, Vakit gazetesi sahibi Mustafa Karahasanoğlu’nun eski dostudur ve yakın ilişki içindedir.

'Açık İstihbarat' adlı sitenin sahibi ve Ergenekon tutuklu sanığı Behiç Gürcihan’ın, adı geçen sitede bir mektubu yayınlandı: “Sevgili Gladio; Gerçek LOBİ'yi gizleyip; 2005'ten beri narko-kaçak kaynaklardan beslediğin bir kaç meczup ve şaibeli ismin yanına; AKP-Genelkurmay mutabakatı ile tasfiyesine karar verilmiş küresel planla senkron kadrolara karşı alt kadroların bilinçlenmesini/direncini arttıran bir kaç nitelikli ismi ekleyip torba yapmışsın. Torba'nın üzerine de "Ergenekon" yazmışsın ya yeter.”  Bu mektup İBDA-C’nin yayın organı Baran Dergisi’nde yayınlandı. Tuhaf değil mi?…

“İnançlı Vatansever Behiç Gürcihan gözaltında”başlığıyla kapaktan duyurulan şu haberi okuyun: “Aldığımız sıcak bilgilere göre, sabah saatlerinde evine İstanbul Terörle Mücadele Ekipleri (Vatanseverlerle Mücadele Ekipleri) tarafından yapılan operasyonla Behiç Gürcihan gözaltına alınmıştır...” Bu satırları yazan ulusalcı bir dergi değil, radikal İslamcı bir örgütün yayın organı Baran dergisine ait.

Baran Dergisi 2008 yılında bir iftar yemeği veriyor. Yemeğe kim davetli tahmin edin. Dayısı Yassıada savcısı Ömer Egesel olan, Dev-Genç kurucusu Sarp Kuray.

Nasıl iyi mi?..        

Dergi Kuray’ın katılımını şöyle duyuruyor: “Devrimci Sol hareketin önderlerinden olan, günümüzde de aktif mücadelesine SHP Parti Meclisi Üyesi olarak devam eden Sarp Kuray’da iştirak etti.”

Ulusalcı/İBDA-C dayanışmasının ardından şimdi de, İBDA-C/Sol dayanışması: 2014 yılında Salih Mirzabeyoğlu hapisten çıktıktan sonra Haliç Kongre Merkezi'nde bir konferans düzenliyor. Davetlilerden biri Türk Solu Dergisi başyazarı eski İşçi Partili Gökçe Fırat idi. Konferans sonrası dergideki köşesinde, "Salih Mirzabeyoğlu’nu Dinlerken…" adlı bir yazı kaleme aldı. Yazısında Mirzabeyoğlu'nu anlamaya çalışıyor ve durumuyla alakalı empati yapıyor.

İBDA-C'nin yayınladığı Adımlar Dergisi'ne 25 Mart 2015 tarihinde düzenlenen bombalı saldırıdan sonra Fırat, hayatını kaybeden derginin yazarı Ünsal Zor'un cenaze törenine katılıyor.

30 Mayıs 2015 tarihinde 'Tayyip Erdoğan’a hakaret' suçlamasıyla tutuklanan Gökçe Fırat'a, İBDA-C'nin yayın organı Adımlar Dergisi sahip çıkıyor ve "Vatansever İnanan Gökçe Fırat" başlıklı haber yapılıyor. Ve İBDA-C Fırat'a destek için Çağlayan Adliyesi'ne gidiyor.  

Gökçe Fırat 2016 yılında Adımlar Dergisi'nin bombalanmasının birinci yıldönümünde Türk Solu Dergisi çalışanları ile Adımlar Dergisi'ni ziyarete gidiyor.

2016 yılında Gökçe Fırat Türk Solu Dergisi çalışanları ile 
İBDA-C yayını Adımlar Dergisi'ni ziyarete gitti.

Bu ilişkiler bildiğim tüm ezberleri bozuyor. Bugüne kadar İslamcılar; solcuları, Kemalistler'i "ateist, kafir" olarak, solcular ve Ulusalcılar da; İslamcılar'ı "yobaz, gerici, irticacı" olarak nitelendirir, her platformda gırtlak gırtlağa gelirlerdi. Şaşırmamak elde değil!

İBDA-C dışında hiçbir sağ fraksiyonun sol ve ulusalcılarla bu denli seviştiğini ne gördüm, ne işittim.

AT İZİ Mİ, İT İZİ Mİ?

Ergenekon operasyonundan sonra, art arda gelen dalgalarla tutuklu çeşitliliği Veli Küçük’ü sinirlendirir, “At izi, it izine karışmış” der.

Yukarıdaki örgütleri, olayları, bağlantıları, alt alta koyduğumuzda, at-it, sap-saman, hepsi birbirine karışmış görünüyor. Fakat bunlar belli bir sistem ve düzen içinde zaman ve duruma göre idealize edilmişler.

Sistem insanların fıtratına göre, herkesi ayrı potada eritmeyi başarmış. Şendinli’deki Maho’yu PKK potasına atarken, üniversiteliyi Dev-Genç, ÜGD, DHKP-C potasında eritmiş. Şehirli avamı da; televole, evlen benimle, aşk-ı memnu, bungün ne giysem, futbol vs. potasına atmış.

İçler dışlar çarpımı, herkes herkesle çarpılmış, toplanmış, bölünmüş.
Bir derin paradoks, bir çatışkı, bir çelişki devam ediyor.

Çarklar tıkır-tıkır işliyor.