Articles by "kemal kaplan"
kemal kaplan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


KEMÂL KAPLAN
6 Aralık 2018

1994 yılında başladığım Vakit Gazetesi’ne gelen birİ – daha doğrusu çalışmaya başlayan – oldukça dikkatimi çekmişti. Heybetli, heyecanlı, kıpır kıpır bir adam, Köşe yazısı yazmaya başladı. Aksaray Langa’daki üç katlı bir evden bozma gazete binasında Ahmet Kekeç ile aynı odayı paylaşıyorlardı. Adı: Yılmaz Yalçıner.

Önce yazılarını okumaya başladım. Sonra muhabbete…

Gençliğin verdiği deli kan damarlarda çılgın atarken, Yılmaz abinin sohbetleri zihin açıcı geliyordu bize. Hapiste uzun yıllar yattığını ve uçak kaçırdığını, İrancı eğilimlerinden sonra öğrenmiştim.
İran İslâm devriminde bizim İslâmcıları bir heyecan bürümüştü. Model ülke olarak düşündükleri İran’a ve Humeyni’ye hayranlıkları her geçen gün artarken, bir gün Humeyni’nin radyo konuşmasında, “Şah’ın zulmü Ömerinki’ni geçmişti.”Deyince bizimkiler Humeyni’ye yüz çevirmiş, âkâidlerine uygun olmayan bir anlayışın hâkimiyetine sempati kesilmişti. 90’larda İran ile görüş ayrılıkları çoktan çizgilerini belirlemişken, Yalçıner’in eskilere dayanan taraftarlığını devam ettirmesi benim için hayal kırıklığı idi.

Davasına olan inancı ve dürüstlüğü ve dobralığından dolayı ona saygım devam ediyordu.  

Mahmutbey’deki gazete binası inşa edildiğinde sanırım yıllardan 96 idi. Daha geniş odalar ferah koridorlar içimizi rahatlatmıştı. Yalçıner köşesinde ateşli yazılarına devam ederken, bir gün heyecanla bizi binanın üst katında boş bulunan geniş bir odaya çağırdı: “Çocuklar gelin, gelin de bir tarihi burada belgeleyin.”
Odaya girdiğimizde iki deste gazete balyası masanın üzerinde duruyordu.
‘Dürüst Gazete’
İsim Yalçıner ile bağdaştığı gibi ilk sayısının ilk manşeti de onun hayatını kökten değiştiren;
‘Diyarbakır Uçağı Kaçırıldı’
Haberi idi.

Aklıma ilk gelen; Hüseyin Üzmez’in Vakit’te Ahmet Emin Yalman’ı nasıl öldüremediğini(!) anlatıp 40 gün boyunca tam sayfa yaptığı tefrikasıydı. 16 yıl önce kaçırdığı uçağın haberini ilk sayıda manşete koyduğuna göre o da öyle mi yapacaktı?

Dürüst Gazete’nin uzun soluklu olmayacağını onun dışında herkes anlamıştı. Sanırım patron Yalçıner’in ikinci bir gazete çıkarma ısrarına dayanamayıp tatmin amaçlı bir gazete çıkarmıştı. Hem de sadece bir sayı

Doğrusu üzülmüştüm…

Önceleri Vakit, bugün Akit olarak bilinen ve hiçbir zaman künyede imtiyaz sahibi olarak bulunmayan gazetenin tek sahibi ve hakimi Mustafa Karahasanoğlu inanılmaz bir ticari zekâya sahipti. Müthiş bir etki ve politika ile yönettiği gazetede herkesin ağzına bir parmak bal çalmayı çok ama çok iyi biliyordu. Yalçıner’e de bol kepçe ile vermişti.

Devlet kurumlarına, TSK’ya, hükümete, Kemalist ve laiklere saldırılarda ön safta Yılmaz Yalçıner ve Hasan Karakaya bulunuyordu. Müstear isimlerle yazılan asparagas haberler uçuşurken, Yalçıner’e her nasılsa bir gazete peydah edildi.

Gazete bir sayı yayınlandı yayınlamasına da, dağıtımı dahi yapılmadı. Deneme baskısı olarak yok oldu gitti.

Haklarında artan tazminat davaları sonrasında Yalçıner bir süre yazmadı, gazeteden ayrıldı. Belki de küsmüştü. Daha sonra Abdullah Birisi müsteharıyla ‘arşiv’ adlı sayfayı hazırlamaya başladı.
Ben gazeteden ayrıldıktan sonra bir daha görmedim kendisini…



Uçak kaçıran gazeteci – “Herkes başını örtsün”

Önceleri ateşli bir ülkücü sonrasında, 1978-1980 arası iki gazete çıkaran Yılmaz Yalçıner kendi deyimi ile “Humeyni’nin sözcüsü” gibiydi. 1980 askeri darbesinden sadece bir ay sonra uçak kaçırma olayı tertip edecekti arkadaşlarıyla.  

12 Eylül’le sağ ve soldan tutuklama, sorgulama ve işkenceler tüm hızıyla devam ederken, dört kişinin uçak kaçırarak İran’a gitmek istemesinin yerine uçak kaçırarak tutuklanan arkadaşlarının serbest bırakılmalarını talep etmeleri daha akılcıl geliyor bana. Bir röportajında “herkes ülkeyi terk ediyordu, bize pasaport vermediler. Biz de uçak kaçırdık”demişti. Oysa  olaylara karışan pek çok insan doğu ve batı sınırlarından pasaportsuz ülkeyi terk ediyordu. Onlar da bu yolu seçebilirler, Humeyni yanlısı yayınlardan dolayı İran’a kolayca giriş yapıp orada devlet tarafından korunurlardı. (Nitekim Türkiye’de bunu yapmış Şii İran yanlısı İslamcılar bulunmaktadır. Haklarındaki davalar düşmese bile, mahkemenin tutuklanmama güvencesi verdiği Star Gazetesi yazarı Selahaddin Eş Çakırgil buna bir örnek teşkil ediyor. Çakırgil 78-80 döneminde Yalçıner ile birlikte çalıştılar. 12 Eylül darbesiyle İran’a kaçarak uzun yıllar burada yaşadı. 90’lı yılların ortalarında İran yanlısı Selam Gazetesi’nde köşe yazıları yayınlanıyordu.)

Yılmaz Yalçıner, Mekki Yassıkaya, Hasan Güneser ve Ömer Yorulmaz 14 Ekim günü İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere kalkan THY’nın Diyarbakır adlı uçağına binerler. Bir süre sonra kokpite girerek pilotları etkisiz hale getirirler dört kişide sadece küçük bir tabanca bulunmaktadır. Pilot anons yaparak durumu yolculara iletir, ikinci anonsu Yalçıner dualarla başlatır, uçağı kaçırdıklarını İran’a gideceklerini ve kadın yolcuların başlarını örtmelerini söyler.

Yalçıner ile daha önce yaptığımız sohbetlerde hostesleri başlarını örtmeleri yönünde ikaz ettiklerini,  örtecek bir şey bulamayınca koltukların baş koyma yerlerinde bulunan kumaşları vererek örtünmelerini sağladıklarını söylemişti.

Korsanlar uçaktaki kadınlara başlarını örttürüyorlar.  (Uçak içi fotoğraflar Coşkun Aral)

Civangate Skandalının kilit ismi SELİM EDES ve SUSURLUK RAPORU'nda uyuşturucu kaçakçılarıyla aynı bölümde geçen TURGAY CİNER kaçırılan Diyarbakır Uçağı'nda bulunuyordu.

Uçakta iki ilginç işadamı

Diyarbakır Uçağı korsanların yanı sıra içinde bulunan ünlü(!) yolcularından dolayı ayrıca ele alınması gerekir diye düşünüyorum.

Ankara’ya gidecek bir uçakta elbette tanınmış simalar olması mümkündür. Bunlar olayla ilgili veya olayın gerçekleşmesine sebep olabilecek kişiler ise durum değişir.

Yolculardan ilki;
TURGAY CİNER: AKP döneminin gözde işadamı… Susurluk Raporu'nda adı uyuşturucu kaçakçılığına ilişkin suçlamaların yer aldığı bölümde geçen Turgay Ciner hakkında Susurluk olayına kadar Oflu Osman’ın dağıtım şebekesi içinde yer aldığı, Almanya ve İngiltere ile bağlantılı olduğu ve örgütlü bir şekilde uyuşturucu ticareti yaptığı hakkında, ciddi iddialar bulunmaktadır. (atin.org) Ciner’in, Mehmet Ağar, Çevik Bir, Mesut-Turgut Yılmaz gibi daha pek çok siyasi figür ile yakın ilişki içinde olduğu bilinmektedir.

İkincisi;
SELİM EDES: Asrın skandalı olarak 1994 Civangate olarak adlandırılan olayın aktörü olan Edes, dönemin Emlak Bankası Genel Müdürü Engin Civan’a 5 milyon dolar rüşvet vermek ve Civan’ı  öldürtmeye azmettirmekten hüküm giymiştir. Özallı ANAP döneminin öne çıkan müteahhidi olarak değerlendirilen Edes, başta Özal ailesi olmak üzere dönemin birçok siyasi ve askeri önde geleni ile ilişkileri bulunmaktadır. Edes günümüzde Amerika’da eski bir CIA ajanı ile uluslar arası şirketlere danışmanlık yapmaktadır. İddiasına göre; Ataşehir’de bulunan araziler nedeniyle Engin Civan ile yaşadığı sorunu Özal ailesine iletmiş, onlar da Civan’a rüşvet verilmesini önermiştir. Verilen rüşvetten sonra genel müdür değişikliği olmuş, bu defa Edes rüşveti geri istemiş vermeyince tekrar Özallara gitmiş bu defa işi Alaattin Çakıcı’ya devredildiğini öğrenmiştir. Civan Çakıcı’nın adamı tarafından vurulmuştur.

Burada bir nokta koyalım.

Korsan, pilot, gazeteci kahkahaya boğulmuş

Yolcular panik içinde kadınlar başlarını örtmek için iki karış kumaş arıyor, erkekler kıpırdamadan oturuyor. Uçak “yakıt ikmali yapılacak” bahanesiyle Diyarbakır’a indirilmiş. Uçakta genç bir foto muhabiri bulunuyor. Henüz 24 yaşındaki Coşkun Aral kimse görmeden küçük dokunuşlarla denklanşörüne basarak yolcuların fotoğrafını çekiyor. “Böyle bir olayın içinde olmayı hep hayal etmiştim” diyen Aral, korsanlarla röportaj yapma istediğini bildiriyor. Dünya tarihinde o döneme kadar böyle bir habercilik yapılmamış, eşi benzeri yok.

Korsanlar röportaj teklifini kabul ediyorlar. Aral’ı kokpite götürüyorlar. Kokpit kapısı açıldığında, birinin - polisten önce - içeriye bir kahkaha bombası attığı görülüyor. Herkes gülüyor, sebebi sonra ortaya çıkıyor. Aral’ın anlatımına göre; Yılmaz Yalçıner pilotun ensesine silahı doğrultunca pilot gıdıklanmış. Yanlış yazmadım evet kıdıklanmış ve gülmeye başlamış, kokpitte hosteslerden birinin yolcu olan kocası da bulunuyormuş, Yalçıner’e demişki, “Silahı benim esmeme daya bakalım ben de gıdıklanacak mıyım?”  (Hostesin yolcu olan kocası korsanların isteğiyle kokpite çağrılmış, polis baskınında ölenlerden biri de o.)

Coşkun Aral kokpite girince şaşkınlık içinde denklanşöre basıyor. 
Kokpittekiler gülmekten kopmuş. Hava korsanı Yılmaz Yalçıner pilotun ensesine silahı dayayınca...

Herkes basmış kahkahayı… Anlayacağınız ‘dekman’ oynuyorlarmış.

Aral kokpitte asılmış denklanşöre şakır şakır çekmiş.

Sonra uçağa operasyon başlamış, iki yolcu emniyet güçleri tarafından öldürülmüş, korsanların tabancası ise bir kez dahi ateşlenmemiş.

Yine söylediğine göre Coşkun Aral’ı da eylemcilerden sanarak yakalamışlar, darp etmişler ve sorgulamışlar.

Dört hava korsanını Diyarbakır cezaevine atmışlar. Yılmaz Yalçıner 11 yıl 7 ay hapiste yatmış.

Paris’te son tango

Diyarbakır’a inen uçakta gergin bekleyiş sürerken, Paris’te bir ofis odasında SIPA ajansın telefonları susmuyordu. Dünyanın dört bir tarafından haberi alan yayın organları, ajansın sahibi Gökşin Sipahioğlu’ndan aldığı garanti ile mutlu oluyordu.

Neden mi?

Coşkun Aral SIPA için çalışıyor, Sipahioğlu da onun o uçakta olduğunu biliyordu.
Aslında SIPA bu tür başarılara alışmıştı. SIPA muhabirleri dünyanın neresinde olursa olsun, olaylar başlamadan orada bulunmaları ile meşhurdu. Diyarbakır uçağında da öyle olmuştu. Aral henüz fotoğrafları göndermeden fotoğraflar satılmıştı.

1977 yılında Savaş Ay ile Paris’e giderek çektikleri Türkiye fotoğraflarını Gökşin Sipahioğlu’na satmaya çalıştıktan sonra reddedilen Coşkun Aral, artık dünyaca SIPA muhabiri olarak tanınacaktı. (Aral bir röportajında 77 yılı nisan ayındaki Sipahioğlu görüşmesinden sonra acele İstanbul’a geldiklerini çünkü 1 mayısın kanlı geçeceğini daha önceden öğrendiklerini söylemişti.)

Dünyanın en büyük fotoğraf ajanslarından bir olan SIPA’nın kurucusu Gökşin Sipahioğlu kimdir? Kısaca bir de ona bakalım.

6-7 Eylül olaylarının başlamasına sebep olan asparagas haberi yayınlayan kişi Sipahioğlu’dur.  Çalıştığı İstanbul Expres Gazetesi’nde 6 Eylül 1955 tarihinde attığı ‘Atamızın Evi Bomba ile Hasara Uğradı’ manşeti olayların fitilini ateşlemişti. Gazetenin patronu Mithat Perin yıllar sonra Sipahioğlu tarafından kandırıldığını söyleyecekti. Oysa Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve sadece ses bombası atılmış, bunu yapan iki kişi yakalanmış ve Türk oldukları ortaya çıkmıştı.

Komplo mu?

Yukarıda koyduğumuz noktadan devam edelim.

Eskiden Beyazıd Meydanı’na özellikle pazar günü kitapçılar sergi açardı. Bir gün bu kitapçılardan biriyle tanışmıştım. Eski ülkücülerden biriydi. Epey hapis yatmış sol ve sağ mevzusundan gençliğin kandırılıp kullanıldığını idrak etmiş bir adamcağız idi. Yıllar süren cezaevi hayatı sonrasındaki atlatamadığı travmalardan hayatının hêba olduğu ortadaydı. Konu nasıl oraya geldi ise, Diyarbakır Uçağı’nın kaçırılma hadisesinde korsanlardan birinin ağabeyini tanıdığını onun bir başkomiser olduğunu ve olayın bir komplo olduğunu söyledi. Daha fazla detay istemiş olsam da vermedi.

Uçaktaki iki ilginç işadamı, Yalçıner ve grubu, Coşkun Aral ve Osman Arolat medya ikilisi aynı uçakta bulunmasından nasıl bir sonuç çıkarılması – veya çıkarılmaması – gerektiğini doğrusu kestiremiyorum. Bu kadar tesadüfün aynı uçakta birleşmesi Allah’ın bir hikmeti mi? Yoksa kuantum fiziğinin rastlantısal döngüsü mü?

İçkili iftarın görgü tanığı veya bozacının şahidi...

2014 yılında bir televizyon programında Kadir Mısıroğlu, Gülen cemaatinin Çırağan Sarayı’nda verdiği bir iftar yemeğinde alkollü içki içildiğini iddia etmiş, bunu da Yılmaz Yalçıner’in şahitliğine dayandırmıştı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın iftar yemekleri çok meşhurdu, her kesimden gazeteci ve siyasi orada bulunurdu. Ben de defalarca gitmişimdir. Böylesi büyük katılımlı bir davette, iftar yemeğinde alkollü içecek içilmesinin iddiası gülünçtür ve iftiradan öte gitmez. Oradaki gayrimüslüm misafirlerin bile böyle bir girişimde bulunmaları mümkün değildir. Mısıroğlu bir adım daha ileri giderek, Yalçıner’in iftar akşamı Çırağan’da işi soruşturduğunu söyleyerek, “Yalçıner gecenin bitiminde otel görevlilerine giderek alkollü içeceklerin hesabını kim ödedi diye sormuş, ‘Hüseyin Gülerce’ cevabını almıştır.” demişti. Gülerce bu iddiayı yalanlamış olmasına rağmen, Yalçıner’den hiçbir açıklama gelmemiştir.

90’lı yıllara yeniden dönecek olursak; Gülen ile Vakit’in arası hiç iyi değildi. Vakit ile Gülen cemaatinin arası, AKP döneminde 17/24 Aralık olaylarına kadar bal-kaymaktı öncesinde ve sonrasında Vakit saldırılarını hiç bırakmadı. Hatta bunu bir olayda fiiliyata döktü. Sanırım 1997 yılıydı MÜSİAD ‘İslami basın’ı haftada bir kez bir araya getiriyordu. Her hafta bir yayın organında yemek düzenleniyordu sıra Vakit’e gelmişti. Organizasyon MÜSİAD basın danışmanı Fahri Sarrafoğlu (kitap ve makalelerde adını ne zaman kullansam bana hep sitem eder.) tarafından yapılıyordu. Vakit’teki toplantı epey gümbürtülü geçtiğini sonradan öğrendik. Yılmaz Yalçıner ve patronun büyük kardeşi Nuri Karahasaoğlu, Zaman Gazetesi adına toplantıya katılan kişiyi epey hırpalamış. Nedeni ise;  Hürriyet ve birçok basın kuruluşunun ortak kurduğu Zaman’ın da dâhil olduğu dağıtım şirketinin Vakit’i dağıtmaması.

Mülkiyeyi birbirine katmış

Yalçıner 67-68 döneminde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kayıt yaptırdıktan sonra sağ ve sol görüşlü öğrenciler arasında taşlı-sopalı kavgalar başlıyor. O tarihte okulda bulunan Sudi Kocaimamoğlu, çatışmanın Yılmaz Yalçıner’in provakatif davranışları neticesinde olduğunu söylüyor. 1965-66 döneminde okuldaki panoların yanında Ülkü Derneği panosunun da bulunduğunu dernek başkanı  Nazım Dumlu’nun yazılarını panoda paylaştığını, 66’da Dumlu mezun olduktan sonra, yerine gelen Mehmet Şahin’nde panoya yazı yazdığı ancak bu yazıların hiçbir şekilde çatışmaya sebep olmadığını söyledikten sonra: “1967-1968 yılında Yılmaz Yalçıner adlı öğrencinin birinci sınıfa kaydını yaptırmasıyla Ülkü Derneğinde bir hareket görülmeye başladı. Panoda saldırgan yazılar çıkmaya başlamıştı. Şiddetli sol ve komünist düşmanlığı yanında, zaman zaman “Sahte milliyetçiler” diye Hür Düşünce Kulübü mensuplarına da bindiriyorlardı. Yılmaz Yalçıner bir röportajında Ülkü Ocağını kendisinin kurduğunu söylemesine karşın, dernek ondan önce kurulmuştu. Ancak Yılmaz Yalçıner zamanında Ülkü Derneği, Ülkü Ocağı adını alıp diğer Fakültelerde de örgütlenmeye başlamıştı.”  Diyor.

Dönemin Hür Düşünce Kulübü içinde yer alan Mehmet Keçeciler ve Hasan Celal Güzel, Yılmaz Yalçıner’i uyarmalarına rağmen, saldırgan yazılarına devam eder. Keçeciler ve Güzel Türkeş’in bir konuşma için gittiği salona giderek Türkeş’e Yalçıner’i şikâyet ederler. Türkeş onu ikaz edeceğini söylediği halde Yalçıner yapacağından geri durmaz. Sonunda arkadaşlarıyla kendi yurdunu basarak ele geçirmeye çalışır. Taşlı-sopalı saldırıdan sonra, yurdun camı-çerçevesi inmiş pek çok öğrenci yaralanmıştır. Sol görüşlü öğrenciler durumu önceden haber aldığından baskın başarısız olur. Yalçıner göreceği tepkiyi bildiğinden okula bir süre ara verir.

Olayın devamını yine Sudi Kocaimamoğlu’ndan dinleyelim: “Yılmaz’ın bu yurt baskını olayı okul ve yurtta büyük bir tepki ile karşılanmış ve sağcı ve solcusuyla tüm okul, Yılmaz Yalçıner’e nefret duymaya başlamışlardı. Kimse öğrencisi olduğu okulun yurdunu bastırmayı kabullenemiyordu. Yılmaz, bir süre okula gelemedi. Zaten okula geldiğinde, linçle karşılaşabileceği haberleri kendisine de ulaşıyordu. Deli cesareti derler ya, bir gün Yılmaz çıkar, ders saatinde okula gelir ve derse girer. Ders büyük anfide yapılmaktadır. Kürsüde Anayasa’ya Giriş dersini anlatan Prof. Muammer Aksoy vardır. Sınıfta bir anda homurtular başlamıştır. Bu arada derse girdiğini gören birkaç kişi diğer sınıflara haber verirler. Ders zili çalmadan büyük anfinin önü öğrencilerle dolmuştur. Kapı açılır, Muammer hocanın şaşkın bakışları arasında içeri girmeye başlarlar. Yılmaz’ı dışarı çağırırlar. Yılmaz başına gelecekleri anlar, yerinden kalkarak hızla Muammer Aksoy’a doğru koşmaya başlar. Bu sırada sağdan soldan koşan öğrenciler vurmaya başlamışlardır. Bir hayli darbe alarak Muammer Aksoy’un ayaklarına kendini atar, ”Hocam beni öldürecekler” der.”

Muammer Aksoy Yalçıner’in kürsünün altına sokarak ona siper olur. Bu arada Aksoy Öğrencilere “Ona vurmayın bana vurun, beni ezmeden, ona bir şey yapamazsınız” diye bağırmaktadır. O da yumruk ve tekmelerden nasibini almıştır. Okul görevlileri gelip Yalçıner’i oradan çıkararak hastaneye götürüler.  İki gün sonraki Milliyet Gazetesi’nde çıkan haberin başlığı şöyledir: “Beni Muammer Aksoy dövdürdü.”

Yılmaz Yalçıner bu olaydan sonra okulu bırakmak zorunda kalmış, Ülkü Ocağı’da kapanmıştır. O günden sonra her yerde Türkeş’in yanında görülmektedir. Yalçıner MHP ile kan uyuşmazlığı nedeniyle ayrıldığını söylese de, Kocaimamoğlu’na göre MHP’den atılmıştır.

Macera devam ediyor

Bir ‘iflah olmaz vak’anın’ profilini çizmeye çalışırken macera burada bitmemeli deyip flahsback yaparak yeniden 14 Ekim 1980 tarihine geri dönelim. Dört hava korsanı dönemin insanlık dışı işkencelerle ün yapan Diyarbakır Cezaevi’ne kapatılmıştır. Cezaevi sol görüşlü Kürtlerle dolu, sadece dört hava korsanı İslamcı-sağ eğilimlere sahip olduğundan yönetimin onlara tavrı farklıdır.  Kenan Evren tarafından bizzat Diyarbakır Cezaevine gönderildiği söylenen yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran(*) iç güvenlik komutanı olarak görev yapıyordu.  

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde 2016 yılında kurulan alt komisyon raporlarında Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan işkencelerden Yıldıran’ın sorumlu olduğu ifade verenler tarafından kayda geçirilmiştir.

İşkenceci Yıldıran’ın cezaevinde hava korsanlarının arkadaşı olduğu söylenmektedir.  Yılmaz Yalçıner, Yıldıran tarafından kurduran çocuk koğuşunun sorumlusu olarak görevlendirilir. Yalçıner o tarihte 34 yaşındadır. Serbestî adlı derginin 2003 tarihli 14. Sayısında ‘Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’ adlı haberde çocuk koğuşunda yatan bir mâhkumun anlattıkları oldukça ilgi çekicidir:
“Hizbullah konusu ile Diyarbakır Cezaevi’nin ilişkisi ise bugüne kadar çok da fazla göz önüne çıkmamış, görece daha geri planda durmuştur. Çocuk koğuşunda kalan K.Y. anlatıyor: “Çocuk koğuşunun açılması aslında normal değildi. Herhalde kolordunun, askeriyenin, devletin bilinçli bir politikasıydı. Ayrıca o dönem Diyarbakır’da uçak kaçıran dört hava korsanın da katkılarıyla (Biliyorsunuz o korsanlar İslami Cihat patentliydiler) Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde Çocuk Koğuşu kuruldu. Bu hava korsanları, Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeydiler ve Esat Oktay Yıldıran’ın da çok yakın dostlarıydılar, dolayısıyla işkencelerden ve diğer uygulamalardan muaftılar. Korsanların başı olarak bilinen Yılmaz Yalçıner’i ise, Çocuk Koğuşu’na sorumlu yaptılar. O dönem yakalanan birçok insan çocuk yaştaki oğlu ya da kardeşiyle beraber tutuklanmıştı. Bunların sayısı da az değildi. Çocuk Koğuşu şöyle bir anlayışla kuruldu: ‘Eğer bu çocukları ağabeylerinden, babalarından ayırırsak, hem bölücü fikirlerden uzak tutmuş oluruz, hem de kendi isteğimiz doğrultusunda onların kafasını şekillendiririz’…”  

 “Belirtmek gerekir ki burada bahsedilen anlayış daha sonra PKK ile mücadele etmek için bölgede Hizbullah’ın güçlendirilmesi fikriyle ciddi paralellikler taşır. K.Y.’nin anlatısının devamı ise bir cezaevinin kocaman bir coğrafyanın kaderini nasıl çizdiği ile ilgili ciddi fikirler verir: “İşte bütün çocuklara uzun, tesettürlü don (ailelerine aldırtarak) giydiriyorlardı, yoğun bir şekilde Kuran okutuyorlardı. Özellikle şeriat uygulamalarının anlatıldığı yayınları okutuyorlardı. Radikal İslamcı örgütlerin yetiştirdiği insan tipinin aynısını orada yetiştiriyorlardı. Mesela Türkiye’nin bir Darülharb olduğunu, Türkiye’nin bir şeriat devleti olması gerektiğini söylüyorlardı; tamamıyla şeriat anlayışına ve duygularına uygun bir gençlik yetiştirdiler. Nitekim o koğuşta yetişen çocukların bir kısmının, daha sonra Hizbullah’ın karıştığı faili meçhul cinayetlerde de kullanıldıklarını dolaylı yollardan öğrendik.” Burada da özellikle 90’larda bölgede gerçekleştirilen faili meçhul cinayetlerden bahsedilmektedir.”

Ertuğrul Mavioğlu’nun ‘Apoletli Adalet-Bir 12 Eylül Hesaplaşması’ adlı kitabının 147 ve 148. Sayfalarında aynı iddialar bulunuyor:
“Yılmaz Yalçıner yakalandığında Akıncılar olarak bilinen İslamcı örgütün liderlerindendi.... Bu kişi 31. koğuşa toplanan genç tutuklurı, Kürtlükten, devrimcilikten uzaklaştırıp İslâm’ın kaidelerine göre yetiştirmekle önemli bir rol üstlendi. Bir süre sonra bu gençler mahkemeye çıktıklarında şaşırıyorduk. Daha beş ay önce aynı koğuşta kalmışız, çok iyi tanıyoruz. Ama bir bakıyorsun eski düşüncelerinin tamamını inkar etmiş... 31. Koğuş zamanla Hizbullah'ın eylemci kesimine kadro yetiştiren bir yer haline dönüştü. Kendi içlerinde öyle bir sistem kurmuşlardı ki, koğuşun yöneticisi olan kişinin iç çamaşırları dahi diğer tutuklular tarafından yıkanıyordu. 31. Koğuş Türk-İslam sentezinin öğretildiği bir yerdi.”

Ahmet Hakan ‘Vakit’ten İki Arıza Tip’ adlı yazısında Yalçıner için “Hapisten çıktıktan sonra ise Vakit Gazetesi’nde müşahede altına alınmıştır.”  Yorumunu yapmıştır. Yalçıner’in uzun süren hapis hayatı boyunca dışarıdaki dünyada eylemsel anlamda yeni liderler türemişti. En az onun kadar cevval bu adamlar devletin sağ çarklarının tıkır tıkır işlemesinde roller üstlenmişti.

İedolojik anlamda üstlendiği rolü fazlasıyla yerine getiren Vakit, Yalçıner faktörünü çok iyi değerlendirmesini bilmiştir. Müşahede altında tutulmasına rağmen Yalçıner, Vakit’in ideolog kadrosunda parlayan bir yıldızdır.

Bir itiraf!

Yılmaz Yalçıner 2011 yılında Yeni Şafak Gazetesi’ne verdiği mülakatta geçmişi değerlendirerek özeleştiri yapıyor. Bir nevi günah çıkarma..:
“Ben uçak kaçıran adam değilim. Şura'yı, Tevhid'i çıkaran adam da değilim. Arkadaşlarım zaman zaman beni teselli etmek için, “Onlar o günlerde yapılması gereken şeylerdi” diyorlar. Ben de “Keşke yapmasaydım” diyorum. Çünkü iyi niyetle de olsa yanlışlıkla başarılı olsaydık, mazallah Türkiye'yi de İran misali bir diktatörlüğe sürüklemiş olacaktık. Adı İslami bir diktatörlük olacaktı. Bu İslam'a da bühtandır, halka da zulümdür. Vebal altına girecektik. Bugünkü düşüncemde özgür bir ülkeyi düşlüyorum. Hâlâ özgürlük istiyorum.”



(*) Yıldıran'ın Diyarbakır cezaevinde mahkumlara dışkı yedirmekten, kadınlara tecavüz edilmesine, mahkumların cinsel organlarına elektrik verilmesine kadar pek çok işkencede azmettirici olduğu yönünde oek çok görgü şahidi bulunmaktadır. 



KEMÂL KAPLAN
2 Eylül 2018

Yangınlar tarih boyu İstanbul'un kaderini değiştirmiştir. Bazı yangınlar ise birilerinin kaderini...
Aksaray Yeraltı Çarşısı Yangını da bunlardan biri.

Türkiye'nin ilk AVM'si olarak tarihe geçen Aksaray Yeraltı Çarşısı'nın yapımına 1969 yılında başlanmıştı. 31 Mart 1973 yılında tamamlanmasına rağmen, dönemin belediye başkanı Fahri Atabey tarafından 1 Kasım'da açılışı yapıldı. 60 milyon liraya mâl olan çarşı yeraltı otoparkı dahil 20 dönüm arazi üzerine kurularak, 140 dükkândan oluşmaktaydı.

1969 yılında inşaat halindeki çarşı.

Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı'ndan sonra İstanbul'un üçüncü büyük çarşısı olan Aksaray Yeraltı Çarşısı, açılışından 2 yıl sonra 24 Aralık 1975 tarihinde çıkan yangınla adeta kül oldu. Ne garip bir rastlantıdır ki, olaydan iki gün sonra henüz çarşının külleri soğumamışken, yine İstanbul tarihinde önemli bir yeri olan Gürün Han yangını çıkacaktı.  

 

Sait Halim Paşa Yalısı yangını, Gürün Han yangını gibi Aksaray Yeraltı Çarşısı yangını da tesadüf veya kaza değildi. Onun da yanmasının ardında bir şeyleri örtbas etme kastı vardı.

Terzi Nuri Kaymaz 2016 yılında yaptığı çalışma ile Gürün Han Yangını'nın ardında yatan sebeplerini ortaya çıkarttığı gibi, yangına sebep olan mafya babasını da açıklamıştı. (Onunla ilgili ortaya çıkarttığımız gerçeği daha önce yazmıştık:  GÜRÜN HAN'I HAMALLARA HANGİ MAFYA BABASI YAKTIRDI ...

Kaymaz bir süreden bu yana yakın tarihte meydana gelen İstanbul yangınlarını araştıyor. Ortaya çıkan gerçekler ürkütücü olduğu gibi düşündürücü de...

 

Lafı fazla uzatmadan Terzi Nuri'nin araştırmaları sonucu ortaya çıkardığı bulgulara geçelim.


İstanbul Belediye Başkanı Dr. Fahri Atabey Aksaray Yeraltı Çarşısının açılışını yaparken.

 

Açılışın onuruna verilen yemekte
İsmet İnönü, Bülent Ulusu, Cevdet Sunay ve protokol.


 

"KAR MI YAĞMIŞ ŞU HARPUT'UN BAŞINA"


302 Mercedes otobüsün içi dumandan göz gözü görmüyordu. 20 yıllık Magirus otobüslerden sonra Elazığ-İstanbul arasına Mercedes'ler geleli çok olmamıştı. Sigara içmek bugünkü gibi yasak değildi şehirler arası otobüslerde. İki Gakkoş el sarımı sigaralarını tüttürürken, cam tarafından oturanın kucağındaki küçük valiz dikkati çekmiyor değildi. Çünkü koltuk üstü raflar  bunun için yapılmıştı. Kucaktaki bagaj da neyin nesi..?

Hüseyin 40, Abdullah 35'inde idi. Hüso iri yarı gövdeli kumral iki çocuk sahibi rençberlik yapıyordu. Abdo daha kısa ve narin yapılı esmerdi, onun da iki çocuğu vardı ve kaportacıydı. Otobüs Sivas'a girip mola verdiğinde, karınları acıkmış otogarın hemen dışında bulunan bir esnaf lokanlatasında karınlarını doyururken, küçük valiz yine Hüso'nun kucağında idi.

İki yıllık uğraş ve çabaları o küçük valizin içinde duruyordu. İkisinin de kalbi orada atıyor, uzun yıllar dostluklarına rağmen, birbirlerine olan güvensizlikleri gözlerinden okunuyordu.

Definecilik insanın ruhuna kadar işleyen, onunla yatıp onunla kalktığınız madde bağımlılığından da beter bir illetti. 10 yıldan uzun süredir iki arkadaş bu illetin müptelası olmuştu. Harput ve çevresinde gizli gizli kazmadıkları yer kalmamış, define haritası diye aldıkları haritalara az para kaptırmamış, az varta atlatmamışlardı. Lakin bu defa iş tamamdı. Öyle bir eser çıkarmışlardı ki, ikisinin de yedi ceddine yeterdi.

Definecilikte gömü çıkarma, hazine bulma tutku ötesi bir durum olmakla birlikte, ona sahip olmakla iş bitmiyordu. Bir de bunun elden çıkarılması, satılması gerekiyordu. Defineyi bulmaktan belki çok daha riskli bir olaydı bu.

İki arkadaş bu riskin farkında idiler. İstanbul defineciliğin her iki aşaması için de cennet bir merkezdi. Gömünün burada satılması dışında başka alternatifleri yoktu. Otobüs Topkapı otogarına girdiğinde ikisininde yorgunluk yüzlerinden okunmasına rağmen, ellerindeki küçük valiz onları ayakta tutan yegâne sebebi barındırıyordu. Hüso ve Abdo daha önce defalarca İstanbul'a gelmişti. Elbette define için. Balat'taki Defineciler Kahvesi bu işin Oxford'u gibiydi. Topkapı Kaleiçi'ndeki her defasında kaldıkları otele gittiler. 
Saat 9'u geçmişti. Emektar resepsiyon görevlisi iki yataklı bir oda vermişti onlara. Küçük valiz dışında hiçbir eşyaları yoktu. Üzerlerindeki kıyafetle yatağa uzandılar. İkisi de fazla konuşmayan tiplerdi. İçe kapanık olmaları definecilik için iyi bir özellik sayılabilirdi. Çok konuşan açık vermeye mahkumdu. 

Valiz iki yatak arasındaki boşluğa bırakıldı. Yorgunluğa daha fazla dayanamayan iki arkadaş, zengin olduktan sonra yaşayacakları hayatın hayali ile uykuya daldılar.

Kahverengi valizin üzerine perdeden sızan aralık ayının soluk sabah güneşi vuruyordu. Köhne otel odasının iki yatağı iki gakkoşun ağır bedeni altında ezilirken, ter kokusu her yanı kaplamıştı. Hüso gözlerini açtı. Valize elini uzattı, onu adeta okşadıktan sonra, yere düşen sekiz köşeli kasketini alarak, ayağa kalktı. Abdo horultu içinde uykunun sarhoşluğuna teslim olmuştu. Hüso sarsarak uyanmasını sağladı. Abdo bir an panikledi ne olduğunu anlayamadı. 
Valizi görünce  kendini toparladı. İçini kemiren güvensizlik duygusu bu defa minnete dönüşerek, kısık gözleriyle Hüso'yu selamladı.

Otelin hemen yan tarafındaki lokantada çorba içip, sigara tellendirdiler. Saat epey geç olmuştu. Yeraltı Çarşısı çoktan açılmış, dükkanların sabah temizliği yapılmış, ilk müşteriler bekleniyordu siftah için.

Hüso ve Abdo otelin karşısındaki durağa giderek Taksim-Topkapı yazan otobüse arka kapıdan bindiler. Kapının hemen yanında kendine ayrılan bölümde oturan biletçiden iki tam abonman kestirdiler. Ön kapıya yakın bir yere oturarak, otobüsün hareket etmesini beklediler. Valiz bu defa Abdo'nun kucağındaydı. Beş dakika sonra kalkan otobüs Millet Caddesi'ne girerek, Şehremini, Çapa, Fındıkzade, üzerinden Yusufpaşa durağına gelince, iki arkadaş burada indi.

İSKİ tarafındaki kapıdan Yeraltı Çarşısı'na girerek, 17 numaradaki Behram'ın sadece erkek gömleği sattığı dükkanına girdiler. Elazığ'dan hemşehri Behram aynı zamanda Abdo'nun uzaktan akrabasıydı. Mert bir adamdı İstabul'da ondan başka kimseye güvenemezlerdi. 

Tezgahtar Behram'ın henüz gelmediğini söyleyerek, arkada yeni demlediği çaydan onlara ikram etti. Tezgahtar  ile verdiği, Samsun'u tüttürmeye başladıkları esnada 45'ini geçmiş saçları tepeden epey açılmış Behram selam vererek içeri girdi. İki kafadarı görünce biraz tedirgin oldu. Zira onların ne tür maceralar peşinde koştuğunu çok iyi bilirdi. Yine de severdi onları, bir zararları yoktu, hayalperestlikleri dışında. 

oşbeş faslından sonra Behram tezgahtarı Yeşildirek'e gömlek siparişi için gönderdi. Abdo'nun kucağındaki valiz onu işkillendirse de, bir şey sormadı. Nasıl olsa neden geldiklerini anlatacaklardı.

VALİZİN İÇİNDEKİ TANRIÇA

Abdo, Behram'ın meraklı bakışları altında yıllardır hayal peşinde koştuktan sonra bu defa turnayı gözünden vurduklarını anlatırken, valizin kilitlerini açmaya başladı. İçinden çıkardığı bir tutam amerikan bezini evire-çevire açmaya başlamadan önce, Behram'a dükkanın kapısını kapatmasını söyledi. Amerikan bezin içinden yirmi santim uzunluğunda altın bir heykel çıktı. Abdo heykeli Behram'a uzattı. Heykeli sağ eliyle kavrarken titrediğini hisseden Behram başına geleceklerden habersiz, iki hemşehrisinin hazinesine zaten iri olan yeşil gözlerini daha da belerterek bakmaya başladı.

İlk şaşkınlıktan sonra Behram, bu heykeli ellerinden nasıl çıkartacaklarını sordu. İkisinin de İstanbul'da güvenebileceği kimse yoktu. Behram'dan onlara bunu satacak birilerini bulmalarını ve karşılığında yüzde yirmi vereceklerini söylediler.

Doğru kişileri bulunca milyonlarca lira edebilecek bu küçük tanrıça, başlarını belaya da sokabilir, polise yakalanabilirler veya birileri haber alırsa her türlü musibeti yaşayabilirlerdi. Behram müdereddit bakışlarını iki kafadarın üzerinde gezdirdi. Sonra elindeki heykele bakmaya başladı. Korktuğu gibi, para kazanma düşüncesiyle rahatlıyordu. Duygusal hezeyanları atlattıktan sonra, Kapalıçarşı'da birini tanıdığını söyledi.

KAPALIÇARŞI'DA KAPALI(!) İŞLER

Döviz serbestisi yoktu. Dolar veya mark almak için merkez bankasında birtakım prosedürleri yerine getirmen gerekiyordu,  yurtdışına gideceklere mahsustu. Tekel tüketilen milyonlarca paket sigaranın piyasadaki tek hakimiydi. Marlboro, Kent kaçak gelirdi. Merkezi Tahtakale olan piyasadan Türkiye'ye sigara sevkedilirdi.

Malatyalı Mehmet hem Kapalıçarşı hem Tahtakale'de döviz ve sigara işi yapıyordu. Ve imkana göre her türlü illegalite...

Behram Kapalıçarşıda bir yere telefon ederek Mehmet'i sordu. Yarım saat sonra çalan telefonun diğer tarafındaki kişi Malatyalıydı. Behram çarşı kapanmadan Mehmet'in Aksaray'a gelmesini istedi. Mehmet kaçın kurasıydı. Hiç sorgulamadı. Saat 5 gibi dükkana geldi. Behram bir saat kadar önce dönen tezgahtarını erken paydos ettirdi. Genç tezgahtar bütün gün müşteri ile uğraşmaktan bezdiği için erken çıkmak onun için nimetti.

TANRIÇA'NIN LANETİ

Mehmet'e durumu anlattılar, heykelciği gösterdiler. Mehmet'in ağzının suyu aktı. Lakin bir hafta önce Mali Şube tarafından sorguya alınmıştı. Ve takip edildiğini biliyordu. Bu iş için uygun zaman değildi. Mehmet izin isteyerek ayrıldı. Bizimkiler hüsrana uğradılar.

Behram nerede kalacaklarını sordu. Heykelciği ellerinde taşımalarının sakıncalı olduğunu, terör olayları yüzünden polisin yollarda sık sık kimlik sorup, üst araması yaptığını, kıyafetlerinin ve ellerindeki valizin de dikkat çektiğini, heykeli dükkanın arka taraftaki küçük depoda gömleklerin arasında saklanmasının daha güvenli olduğunu söyledi. Hüso ve Abdo yapacakları bir şey olmadığının bilinciyle kabul ettiler. Heykel itina ile gömleklerin arasına kamufle edildikten sonra, dükkanı kapatıp Behram'ın misafiri olarak Kumkapı'nın yolunu tutular. Rakılar içildi, mezeler yendi, sohbetler edildi, kafalar ziyadesiyle dumanlandıktan sonra, bir taksi iki kafadarı otele, Behram'ı Merter'deki evine bıraktı.

Ertesi gün ağrılı başlar, bulanan midelere rağmen bizimkiler çarşı açılmadan giriş kapısında bekliyordu. Akşamdan kaldıkları aşikar iki kişiyi çarşının kapılarını açmaya gelen bekçi hemen fark etti. Biraz da şüphelendi. Kıyafetlerinden İstanbullu olmadıkları belliydi. Merdivenleri hızla inip 17 numaranın önünde beklemeye başladılar. Bekçi de arkalarından seyirterek uzaktan durumu kesiyordu. Az sonra Behram kafasını oğuşturarak, çarşının koridorunda göründü. Dükkanı açtıktan sonra bizimkiler de içeri daldı. Bekçi şimdi dükkana daha da yaklaşmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir güvenlik sorunu olabilirdi. Sonra üçünün de oturup sohbete başladığını görünce, hemşehri ziyareti diye düşünüp uzaklaştı.

Üç Elazığlı heykeli yerinden çıkarıp, elden ele gezdirip tekrar zulaya koydular. Çaylar içildikten sonra, Behram'ın aklına Yusufpaşa'daki Nihat geldi. Nihat çarşıda tanınan bir tipti. Kürd İdris'in çek-senet işlerini yapardı. Sıkışan esnafın senetlerini bozdurur yolunu bulurdu. Nihat'a telefon ettiler. Bir saat sonra Nihat dükkana geldi. Tezgahtar yeniden Yeşildirek'e gönderildi. Zuladan heykel çıkarılıp, Nihat'a gösterildi. Heykel yeniden yerine kondu. Nihat bir görüp bir kaybolan heykelin etkisine girerek, bir alıcı bulabileceğini söyledi. Sonra gitti.

Çarşıda çok dikkat çeken bir olay yaşanmıştı. Uğur Mumcu iki gün arka arkaya Aksaray Yeraltı Çarşısı'nda dolaşırken ve alış-veriş yaparken görüldü. Ankaralı bir gazetecinin burada alış-veriş yapması pek rastlanır bir şey değildi. Yoksa bir haber üzerinde miydi?

Tarihler  23 Aralık 1975'i gösteriyordu. Hüso ve Abdo dükkan kapandıktan sonra Behram'dan ayrıldılar. Kaleiçindeki bir meyhane'de kafaları demlendirdikten sonra, gidip yattılar.

Gece yarısından sonra İstanbul'un gökyüzünü bir duman kapladı. Bu duman Yeraltı Çarşısı'ndan çıkıyordu. Yerin altı cayır cayır yanıyor. İtfaiye dumandan içeri giremiyordu. Yaklaşık  yüz dükkan kül oldu tabii 17 numara da...

Beş gün boyunca kimse içeri sokulmadı. Dükkanlarının akıbetini merak eden esnaf izin verildikten sonra gördükleri manzara karşısında şoke oldular. Yangında 3 kişi hayatını kaybetti. elektrik kontağı olarak raporlar düzenlendi.

Heykel mi?

Elbette ortadan kayboldu.

Nihat da...

Bir süre sonra Nihat'ın Kıbrıs'a yerleştiği kumarhane işlettiği ve gayrimenkuller aldığı söylentileri yayıldı. 

Behram bir daha ortaya çıkmadı. 

Hüseyin 2015 yılında Harput'ta hakkın rahmetine kavuştu. Abdullah Harput'ta halen yaşıyor.

Yangın esnasında asfaltın delinerek yangını söndürme çalışmaları.



*******

Konumuz yangından açılmışken, geçmişte yaşanan HALKBANK yangınında ortadan kaybolan kredi dosyalarını ve  Melih Gökçek'in olayla ilgili tutumunu daha önce yazmıştım. 

Meraklısına:


KEMÂL KAPLAN
30 Aralık 2017

Hava korsanları genellikle uçağa biner ve pilotun kafasına bir silah dayarlar, gitmek istediği yeri söylerler. Bizim her şeyimiz anormal olduğu gibi ilk hava korsanımız da anormal bir kişilikti. Kendisi pilot olduğundan, uçağı kendi havalandırdı ve kaçırdı. Adı mı: FEVZİ GÖKDENİZ. Adamın hayatı roman... Fevzi Gökdeniz askeri bir pilot iken, talimatlara uymamış, uçağının pervanesi ile henüz havalanmadan öndeki filo komutanını ve uçağını biçip geçmişti. Sonrasında ceza aldı hapis yattı. Çıktı. Suriye'nin pilot ihtiyacı olduğunu öğrenince, Suriye'ye gitti. Yüksek bürokrat çocuklarından kendisine sıra avagelmeyeceğini görünce Türkiye'ye geri döndü. Bir arkadaşından Vecihi Hürkuş'un pilot aradığını öğrendi. Nuri Demirağ'ın verdiği sermaye ile ilk uçağı üreten havacılık tarihimizi başlatan, kalbi gökyüzü için atan Hürkuş, Türkiye'nin ilk sivil hava taşımacılık firmasını kurmuştu. Gökdeniz, Hürkuş'un firmasında işe başlar. Bir maç esnasında Bursa stadyumundaki izleyicilere, bir bankanın reklamları atılacaktır. Gökdeniz uçağı kullanırken, arkadaşı el ilanlarını aşağıya atmaya başlar. Gökdeniz'İn gözü stadyumun ön sıralarında oturan lisedeki kız arkadaşına takılır. Kıza kendini göstermek için alçaktan uçmaya ve türlü numaralar yapmaya başlar. Alçak irtifayı o kadar abartır ki, 3-4 metre kadar yere yaklaşır. Sonrası. Sonrası elbette hüsran olur. Uçak elektrik tellerine takılır. Uçak bert olur, Gökdeniz komalık... Hürkuş zaten firmayı borçlanarak kurmuş, uçakları borçlanarak almıştır. Gökdeniz de bu durumu biliyor maaş almamaktadır. Bir uçak telef olmuş, firma büyük zarar görmüştür. Hastane görevlilerinden Gökdeniz hakkında bilgi alan Hürkuş, hastanın iyileşmesinin zor olduğunu duyunca, Gökdenizi bırakıp gitmiştir. Bizim çılgın pilot günden güne iyileşmeye başlamış, verdiği zararı unutarak, Hürkuş'un ona borçlu olduğunu düşünüp, günbegün ondan nasıl intikam alacağının hesabını yapar olmuştu. Hastaneye gelen Bulgar asıllı berberden Bulgaristan'ı dinlemiş, Hükuş'tan intikam için uçaklarından birini Bulgaristan'a kaçırmayı kafasına takmıştı. Daha önce Hürkuş'a aldırdığı arkadaşı eski bombardıman uçağı pilotu Sadık Sagun da işten ayrılmıştı. Meseleyi ona anlattı. Birlikte kaçış planı yaptılar. Dolu bir depo ile uçaklar 4 saat havada kalabiliyorlardı. Yunanistan veya Bulgaristan'a inebilirlerdi. Yunanistan onları Türkiye'ye teslim edebilirdi. Zira Yunanistan ile Türkiye arasında o dönem dostluk rüzgarı esiyordu. Berberin anlatıkları da kafasına yatmış, Gökdeniz Bulgaristan'da karar kılmıştı. Sadık Sagun da teklifi kabul etti. Gökdeniz hastanede alçılı-sargılı yatmakta olduğundan havaalanına Sagun gidecek uçağı hazırlayacak, yakıt ikmali yapacaktı. Hem şirketten yeni ayrıldığı için dikkat de çekmezdi. Her şey hazır olunca Gökdeniz alçılı kol ve pijamalarla hastaneden kaçarak, sabahın erken saatlerinde havaalanına geldi.

Uçağı havalandıran iki hava korsanı rotayı Bulgaristan'a çevirdiler. Sınırı geçer geçmez, Bulgar hava sahasında makineli tüfek mermileri bekliyordu onları. Ardından Bulgar uçakları peşlerine düştü. Varna havaalanına indiklerinde bir ordu bekliyordu onları. Gözleri bağlanarak, sorguya alınan korsanlar daha sonra büyük bir izzeti ikram ile karşılanır. Ve siyasi iltica olarak dünya basınına haberler geçilir. Sofya'ya götürüp İçişleri Bakanlığı'nın misafirhanesinde konuk edilen iki maceraperest, işin aslını çok sonra öğreneceklerdir: Daha önce bir Bulgar pilot yolcularıyla birlikte uçağı İstanbul'a kaçırmıştır. Gerek Türk makamları, gerek medya pilota medhiyeler düzdüğünden, bu olay Bulgarların rövanşıdır.

Gökdeniz Bulgaristan'da yeni bir hayata başlar. Devlet bir ev verir. Üniversitede makina bölümüne kaydolur. Bir Bulgar kadın ile evlenir. 5 yıl geçtikten sonra, 1960 darbesi ile Gökdeniz umutlanır. "Türkiye'de beni unutmuşlardır" diyerek yurda geri döner. Sınırda polise " ben uçak kaçırdım" diyerek teslim olur. Gökdeniz sorgudan sonra serbest bırakılır.

İFLAH OLMAZ VAK'A

Hikaye burada bitti mi sanıyorsunuz? Fevzi Gökdeniz Baba Zula'nın 'özgür ruh' şarkısını 60 yıl önce hayatıyla yazmıştır. Bir iflah olmaz 'cins kafa'yı kim durdurabilir? Gökdeniz'i bu defa Sovyetler çağırmaktadır. Her nasılsa Sovyetler'e kaçmayı kafasına koymuştur. Bilecik'te askeri okulda okuyan oğlunu ikna eder. Kızını da yanına alarak, oğlu ile birlikte Suriye'ye geçerler. Sonra Malatya'ya gelirler. Malatya'da kızı Tülay'ı bırakır, oğluyla Samsun oradan Borçka. Karlı dağları aşarak Sovyet sınırına gelirler. Askerler bunları aldığı gibi doğru kodese, günlerce sorgu sualden sonra oğlu Turgay serbest bırakılır.

Gökdeniz iki yıl hapse mahkum edilir. Hapisten çıktıktan sonra, 1963 yılında yetkililere Türkiye'ye gitmek istediğini söyler. Sınırda Türk yetkililere teslim edilirler. Birkaç ay hapisten sonra serbest bırakılırlar. Bir süre sonra Ankara'ya gelerek, meclise affı iççin başvuran Fevzi Gökdeniz'e 1972 yılında af çıkar ve TSK'dan emekliliği onaylanır. 

Fevzi Gökdeniz 1972 yılındaki TBMM kararı ile affedilir.



Yazarın notu: Fevzi Gökdeniz 1998 yılına kadar İzmir'de Üçkuyular'daki evinde yaşıyordu.