Articles by "Melih Gökçek"
Melih Gökçek etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



KEMÂL KAPLAN
2 Eylül 2018

Yangınlar tarih boyu İstanbul'un kaderini değiştirmiştir. Bazı yangınlar ise birilerinin kaderini...
Aksaray Yeraltı Çarşısı Yangını da bunlardan biri.

Türkiye'nin ilk AVM'si olarak tarihe geçen Aksaray Yeraltı Çarşısı'nın yapımına 1969 yılında başlanmıştı. 31 Mart 1973 yılında tamamlanmasına rağmen, dönemin belediye başkanı Fahri Atabey tarafından 1 Kasım'da açılışı yapıldı. 60 milyon liraya mâl olan çarşı yeraltı otoparkı dahil 20 dönüm arazi üzerine kurularak, 140 dükkândan oluşmaktaydı.

1969 yılında inşaat halindeki çarşı.

Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı'ndan sonra İstanbul'un üçüncü büyük çarşısı olan Aksaray Yeraltı Çarşısı, açılışından 2 yıl sonra 24 Aralık 1975 tarihinde çıkan yangınla adeta kül oldu. Ne garip bir rastlantıdır ki, olaydan iki gün sonra henüz çarşının külleri soğumamışken, yine İstanbul tarihinde önemli bir yeri olan Gürün Han yangını çıkacaktı.  

 

Sait Halim Paşa Yalısı yangını, Gürün Han yangını gibi Aksaray Yeraltı Çarşısı yangını da tesadüf veya kaza değildi. Onun da yanmasının ardında bir şeyleri örtbas etme kastı vardı.

Terzi Nuri Kaymaz 2016 yılında yaptığı çalışma ile Gürün Han Yangını'nın ardında yatan sebeplerini ortaya çıkarttığı gibi, yangına sebep olan mafya babasını da açıklamıştı. (Onunla ilgili ortaya çıkarttığımız gerçeği daha önce yazmıştık:  GÜRÜN HAN'I HAMALLARA HANGİ MAFYA BABASI YAKTIRDI ...

Kaymaz bir süreden bu yana yakın tarihte meydana gelen İstanbul yangınlarını araştıyor. Ortaya çıkan gerçekler ürkütücü olduğu gibi düşündürücü de...

 

Lafı fazla uzatmadan Terzi Nuri'nin araştırmaları sonucu ortaya çıkardığı bulgulara geçelim.


İstanbul Belediye Başkanı Dr. Fahri Atabey Aksaray Yeraltı Çarşısının açılışını yaparken.

 

Açılışın onuruna verilen yemekte
İsmet İnönü, Bülent Ulusu, Cevdet Sunay ve protokol.


 

"KAR MI YAĞMIŞ ŞU HARPUT'UN BAŞINA"


302 Mercedes otobüsün içi dumandan göz gözü görmüyordu. 20 yıllık Magirus otobüslerden sonra Elazığ-İstanbul arasına Mercedes'ler geleli çok olmamıştı. Sigara içmek bugünkü gibi yasak değildi şehirler arası otobüslerde. İki Gakkoş el sarımı sigaralarını tüttürürken, cam tarafından oturanın kucağındaki küçük valiz dikkati çekmiyor değildi. Çünkü koltuk üstü raflar  bunun için yapılmıştı. Kucaktaki bagaj da neyin nesi..?

Hüseyin 40, Abdullah 35'inde idi. Hüso iri yarı gövdeli kumral iki çocuk sahibi rençberlik yapıyordu. Abdo daha kısa ve narin yapılı esmerdi, onun da iki çocuğu vardı ve kaportacıydı. Otobüs Sivas'a girip mola verdiğinde, karınları acıkmış otogarın hemen dışında bulunan bir esnaf lokanlatasında karınlarını doyururken, küçük valiz yine Hüso'nun kucağında idi.

İki yıllık uğraş ve çabaları o küçük valizin içinde duruyordu. İkisinin de kalbi orada atıyor, uzun yıllar dostluklarına rağmen, birbirlerine olan güvensizlikleri gözlerinden okunuyordu.

Definecilik insanın ruhuna kadar işleyen, onunla yatıp onunla kalktığınız madde bağımlılığından da beter bir illetti. 10 yıldan uzun süredir iki arkadaş bu illetin müptelası olmuştu. Harput ve çevresinde gizli gizli kazmadıkları yer kalmamış, define haritası diye aldıkları haritalara az para kaptırmamış, az varta atlatmamışlardı. Lakin bu defa iş tamamdı. Öyle bir eser çıkarmışlardı ki, ikisinin de yedi ceddine yeterdi.

Definecilikte gömü çıkarma, hazine bulma tutku ötesi bir durum olmakla birlikte, ona sahip olmakla iş bitmiyordu. Bir de bunun elden çıkarılması, satılması gerekiyordu. Defineyi bulmaktan belki çok daha riskli bir olaydı bu.

İki arkadaş bu riskin farkında idiler. İstanbul defineciliğin her iki aşaması için de cennet bir merkezdi. Gömünün burada satılması dışında başka alternatifleri yoktu. Otobüs Topkapı otogarına girdiğinde ikisininde yorgunluk yüzlerinden okunmasına rağmen, ellerindeki küçük valiz onları ayakta tutan yegâne sebebi barındırıyordu. Hüso ve Abdo daha önce defalarca İstanbul'a gelmişti. Elbette define için. Balat'taki Defineciler Kahvesi bu işin Oxford'u gibiydi. Topkapı Kaleiçi'ndeki her defasında kaldıkları otele gittiler. 
Saat 9'u geçmişti. Emektar resepsiyon görevlisi iki yataklı bir oda vermişti onlara. Küçük valiz dışında hiçbir eşyaları yoktu. Üzerlerindeki kıyafetle yatağa uzandılar. İkisi de fazla konuşmayan tiplerdi. İçe kapanık olmaları definecilik için iyi bir özellik sayılabilirdi. Çok konuşan açık vermeye mahkumdu. 

Valiz iki yatak arasındaki boşluğa bırakıldı. Yorgunluğa daha fazla dayanamayan iki arkadaş, zengin olduktan sonra yaşayacakları hayatın hayali ile uykuya daldılar.

Kahverengi valizin üzerine perdeden sızan aralık ayının soluk sabah güneşi vuruyordu. Köhne otel odasının iki yatağı iki gakkoşun ağır bedeni altında ezilirken, ter kokusu her yanı kaplamıştı. Hüso gözlerini açtı. Valize elini uzattı, onu adeta okşadıktan sonra, yere düşen sekiz köşeli kasketini alarak, ayağa kalktı. Abdo horultu içinde uykunun sarhoşluğuna teslim olmuştu. Hüso sarsarak uyanmasını sağladı. Abdo bir an panikledi ne olduğunu anlayamadı. 
Valizi görünce  kendini toparladı. İçini kemiren güvensizlik duygusu bu defa minnete dönüşerek, kısık gözleriyle Hüso'yu selamladı.

Otelin hemen yan tarafındaki lokantada çorba içip, sigara tellendirdiler. Saat epey geç olmuştu. Yeraltı Çarşısı çoktan açılmış, dükkanların sabah temizliği yapılmış, ilk müşteriler bekleniyordu siftah için.

Hüso ve Abdo otelin karşısındaki durağa giderek Taksim-Topkapı yazan otobüse arka kapıdan bindiler. Kapının hemen yanında kendine ayrılan bölümde oturan biletçiden iki tam abonman kestirdiler. Ön kapıya yakın bir yere oturarak, otobüsün hareket etmesini beklediler. Valiz bu defa Abdo'nun kucağındaydı. Beş dakika sonra kalkan otobüs Millet Caddesi'ne girerek, Şehremini, Çapa, Fındıkzade, üzerinden Yusufpaşa durağına gelince, iki arkadaş burada indi.

İSKİ tarafındaki kapıdan Yeraltı Çarşısı'na girerek, 17 numaradaki Behram'ın sadece erkek gömleği sattığı dükkanına girdiler. Elazığ'dan hemşehri Behram aynı zamanda Abdo'nun uzaktan akrabasıydı. Mert bir adamdı İstabul'da ondan başka kimseye güvenemezlerdi. 

Tezgahtar Behram'ın henüz gelmediğini söyleyerek, arkada yeni demlediği çaydan onlara ikram etti. Tezgahtar  ile verdiği, Samsun'u tüttürmeye başladıkları esnada 45'ini geçmiş saçları tepeden epey açılmış Behram selam vererek içeri girdi. İki kafadarı görünce biraz tedirgin oldu. Zira onların ne tür maceralar peşinde koştuğunu çok iyi bilirdi. Yine de severdi onları, bir zararları yoktu, hayalperestlikleri dışında. 

oşbeş faslından sonra Behram tezgahtarı Yeşildirek'e gömlek siparişi için gönderdi. Abdo'nun kucağındaki valiz onu işkillendirse de, bir şey sormadı. Nasıl olsa neden geldiklerini anlatacaklardı.

VALİZİN İÇİNDEKİ TANRIÇA

Abdo, Behram'ın meraklı bakışları altında yıllardır hayal peşinde koştuktan sonra bu defa turnayı gözünden vurduklarını anlatırken, valizin kilitlerini açmaya başladı. İçinden çıkardığı bir tutam amerikan bezini evire-çevire açmaya başlamadan önce, Behram'a dükkanın kapısını kapatmasını söyledi. Amerikan bezin içinden yirmi santim uzunluğunda altın bir heykel çıktı. Abdo heykeli Behram'a uzattı. Heykeli sağ eliyle kavrarken titrediğini hisseden Behram başına geleceklerden habersiz, iki hemşehrisinin hazinesine zaten iri olan yeşil gözlerini daha da belerterek bakmaya başladı.

İlk şaşkınlıktan sonra Behram, bu heykeli ellerinden nasıl çıkartacaklarını sordu. İkisinin de İstanbul'da güvenebileceği kimse yoktu. Behram'dan onlara bunu satacak birilerini bulmalarını ve karşılığında yüzde yirmi vereceklerini söylediler.

Doğru kişileri bulunca milyonlarca lira edebilecek bu küçük tanrıça, başlarını belaya da sokabilir, polise yakalanabilirler veya birileri haber alırsa her türlü musibeti yaşayabilirlerdi. Behram müdereddit bakışlarını iki kafadarın üzerinde gezdirdi. Sonra elindeki heykele bakmaya başladı. Korktuğu gibi, para kazanma düşüncesiyle rahatlıyordu. Duygusal hezeyanları atlattıktan sonra, Kapalıçarşı'da birini tanıdığını söyledi.

KAPALIÇARŞI'DA KAPALI(!) İŞLER

Döviz serbestisi yoktu. Dolar veya mark almak için merkez bankasında birtakım prosedürleri yerine getirmen gerekiyordu,  yurtdışına gideceklere mahsustu. Tekel tüketilen milyonlarca paket sigaranın piyasadaki tek hakimiydi. Marlboro, Kent kaçak gelirdi. Merkezi Tahtakale olan piyasadan Türkiye'ye sigara sevkedilirdi.

Malatyalı Mehmet hem Kapalıçarşı hem Tahtakale'de döviz ve sigara işi yapıyordu. Ve imkana göre her türlü illegalite...

Behram Kapalıçarşıda bir yere telefon ederek Mehmet'i sordu. Yarım saat sonra çalan telefonun diğer tarafındaki kişi Malatyalıydı. Behram çarşı kapanmadan Mehmet'in Aksaray'a gelmesini istedi. Mehmet kaçın kurasıydı. Hiç sorgulamadı. Saat 5 gibi dükkana geldi. Behram bir saat kadar önce dönen tezgahtarını erken paydos ettirdi. Genç tezgahtar bütün gün müşteri ile uğraşmaktan bezdiği için erken çıkmak onun için nimetti.

TANRIÇA'NIN LANETİ

Mehmet'e durumu anlattılar, heykelciği gösterdiler. Mehmet'in ağzının suyu aktı. Lakin bir hafta önce Mali Şube tarafından sorguya alınmıştı. Ve takip edildiğini biliyordu. Bu iş için uygun zaman değildi. Mehmet izin isteyerek ayrıldı. Bizimkiler hüsrana uğradılar.

Behram nerede kalacaklarını sordu. Heykelciği ellerinde taşımalarının sakıncalı olduğunu, terör olayları yüzünden polisin yollarda sık sık kimlik sorup, üst araması yaptığını, kıyafetlerinin ve ellerindeki valizin de dikkat çektiğini, heykeli dükkanın arka taraftaki küçük depoda gömleklerin arasında saklanmasının daha güvenli olduğunu söyledi. Hüso ve Abdo yapacakları bir şey olmadığının bilinciyle kabul ettiler. Heykel itina ile gömleklerin arasına kamufle edildikten sonra, dükkanı kapatıp Behram'ın misafiri olarak Kumkapı'nın yolunu tutular. Rakılar içildi, mezeler yendi, sohbetler edildi, kafalar ziyadesiyle dumanlandıktan sonra, bir taksi iki kafadarı otele, Behram'ı Merter'deki evine bıraktı.

Ertesi gün ağrılı başlar, bulanan midelere rağmen bizimkiler çarşı açılmadan giriş kapısında bekliyordu. Akşamdan kaldıkları aşikar iki kişiyi çarşının kapılarını açmaya gelen bekçi hemen fark etti. Biraz da şüphelendi. Kıyafetlerinden İstanbullu olmadıkları belliydi. Merdivenleri hızla inip 17 numaranın önünde beklemeye başladılar. Bekçi de arkalarından seyirterek uzaktan durumu kesiyordu. Az sonra Behram kafasını oğuşturarak, çarşının koridorunda göründü. Dükkanı açtıktan sonra bizimkiler de içeri daldı. Bekçi şimdi dükkana daha da yaklaşmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir güvenlik sorunu olabilirdi. Sonra üçünün de oturup sohbete başladığını görünce, hemşehri ziyareti diye düşünüp uzaklaştı.

Üç Elazığlı heykeli yerinden çıkarıp, elden ele gezdirip tekrar zulaya koydular. Çaylar içildikten sonra, Behram'ın aklına Yusufpaşa'daki Nihat geldi. Nihat çarşıda tanınan bir tipti. Kürd İdris'in çek-senet işlerini yapardı. Sıkışan esnafın senetlerini bozdurur yolunu bulurdu. Nihat'a telefon ettiler. Bir saat sonra Nihat dükkana geldi. Tezgahtar yeniden Yeşildirek'e gönderildi. Zuladan heykel çıkarılıp, Nihat'a gösterildi. Heykel yeniden yerine kondu. Nihat bir görüp bir kaybolan heykelin etkisine girerek, bir alıcı bulabileceğini söyledi. Sonra gitti.

Çarşıda çok dikkat çeken bir olay yaşanmıştı. Uğur Mumcu iki gün arka arkaya Aksaray Yeraltı Çarşısı'nda dolaşırken ve alış-veriş yaparken görüldü. Ankaralı bir gazetecinin burada alış-veriş yapması pek rastlanır bir şey değildi. Yoksa bir haber üzerinde miydi?

Tarihler  23 Aralık 1975'i gösteriyordu. Hüso ve Abdo dükkan kapandıktan sonra Behram'dan ayrıldılar. Kaleiçindeki bir meyhane'de kafaları demlendirdikten sonra, gidip yattılar.

Gece yarısından sonra İstanbul'un gökyüzünü bir duman kapladı. Bu duman Yeraltı Çarşısı'ndan çıkıyordu. Yerin altı cayır cayır yanıyor. İtfaiye dumandan içeri giremiyordu. Yaklaşık  yüz dükkan kül oldu tabii 17 numara da...

Beş gün boyunca kimse içeri sokulmadı. Dükkanlarının akıbetini merak eden esnaf izin verildikten sonra gördükleri manzara karşısında şoke oldular. Yangında 3 kişi hayatını kaybetti. elektrik kontağı olarak raporlar düzenlendi.

Heykel mi?

Elbette ortadan kayboldu.

Nihat da...

Bir süre sonra Nihat'ın Kıbrıs'a yerleştiği kumarhane işlettiği ve gayrimenkuller aldığı söylentileri yayıldı. 

Behram bir daha ortaya çıkmadı. 

Hüseyin 2015 yılında Harput'ta hakkın rahmetine kavuştu. Abdullah Harput'ta halen yaşıyor.

Yangın esnasında asfaltın delinerek yangını söndürme çalışmaları.



*******

Konumuz yangından açılmışken, geçmişte yaşanan HALKBANK yangınında ortadan kaybolan kredi dosyalarını ve  Melih Gökçek'in olayla ilgili tutumunu daha önce yazmıştım. 

Meraklısına:




KEMÂL KAPLAN
7 Temmuz 2012

Türkiye için önem arz eden olayların yıl dönümünde “unutma unutturma” der, bazen eylemlerle, bazen de panellerle anma yapılır. Bazen de polis copları ve biber gazları eşliğinde… Amaç; ülke için vahim olayın yeniden zihinlerde yer bulması, toplumsal bir farkındalık yaratmak, ilgiyi bu yöne çekmek vs. vs. vs. Sivas olayları, Kanlı 1 Mayıs, Maraş Olayları, Uğur Mumcu, Hrant Dink suikastleri gibi olaylara bu pencereden bakılır. Yıl dönümlerinde.

Doğru yaklaşımlar, doğruyu bulma yolundaki çalışmalar takdire şayandır.

Bu tür olaylara getirilen hassasiyet de takdire şayandır. Ancak ilaveler yapılmalıdır. Hem de sadece sol zihniyet çatısı altında değil tüm toplum katmanlarıyla yapılmalıdır bu anmalar.

İlavelerden kastım şudur: Sadece faili meçhul ve kanlı olayların yanında, bazı siyasi ve ekonomik olayların da yıl dönümleri anılmalı, toplumsal hafızaya dâhil edilmelidir.

7 Temmuz, bugün bu tür bir olayın yıl dönümü: 7 Temmuz 1998 tarihinde Halk Bankası yangını meydana geldi. Yangında sadece bankanın çok önemli kredi dosyaları yanmadı. Türk halkının milyarlarca doları da yandı.

Olayın ekonomik olarak büyüklüğünü anlamak için bir örnek verelim: 2001 krizinden önce ve sonra batık bankaların fona devredilmesiyle devlet özel bankalardan 10 milyar dolar zarara uğradı. Ancak iki kamu bankası olan Ziraat ve Halk Bankalarının zarar toplamı ise 20 milyar dolardı. Sadece iki bankanın zararı.

Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik krizini oluşturan bu yangınların meydana getirdiği etki o kadar büyüktü ki, ülke tarihinde ilk kez esnaflar polislerle çatıştı; binlerce insan işini, kalanlar da ümitlerini kaybetti. Ortaya çıkan finansal enkazın faturası gerçekten çok kabarıktı: 60 milyar dolar borç.
Hatırlarsanız, başbakanlık binası girişinde bir esnaf başbakan Bülent Ecevit’e yazar kasasını fırlatarak durumun vahametini gösterdi.

Geçtiğimiz ay Mesut Yılmaz’ın annesinin cenazesine gelen Hüsamettin Özkan’ı TV’de görünce bu yangın olayını hatırladım.
Dönemin 'derin siyasetçi'lerinden iki figür yan yanaydı. Birinin annesi ölmüştü. Diğeri ise yakın arkadaşının annesine insanlık görevini ifâ etmeye gelmişti. 

YANGIN VARRR!!!

28 Şubat fırtınasından sonra ortalık siyaseten durulmaya başlıyor gibi görünmesine rağmen, asıl tufan kendini ufak ufak göstermeye başlıyordu. Özel bankaların birer ikişer fona devredilmesi, gözleri kamu bankalarına çevirdi. 1998 yılında ANASOL-D hükümeti iktidarı döneminde, Halk Bankası başbakan yardımcısı ve devlet bakanı Hüsamettin Özkan’a bağlı bir kamu bankası idi. Fakat banka ile ilgili usulsüzlükler ve iddialar ayyuka çıkmış durumdaydı.

7 Temmuz 1998 tarihinde TBMM KİT komisyonu bu iddiaları değerlendirmek üzere toplanacak ve bankanın genel müdürü Yenal Ansen’i dinleyecekti. Dinledi. Ansen suçlamaları reddetti. Batık kredilerinin olmadığını açıkladı.

Aynı günkü yani 7 Temmuz 1998 tarihli Hürriyet Gazetesi olayın ciddiyetini anlatan haberde şöyle diyordu: "Yüksek Denetleme Kurulu'nun (YDK) Halkbank için hazırladığı rapor, Ansen'in epey terleyeceğini ortaya koydu. Raporla, DYP il başkanının babasına sahte fatura gösterdiği halde Halkbank'tan kredi verildiği anlaşıldı. Halk Bankası'nın geçmiş yıla ilişkin hesapları bugün TBMM KİT Komisyonu'nda ele alınıyor. KİT Komisyonu'na sunulan Yüksek Denetleme Kurulu (YDK) raporunda, alınan yurt dışı kredilerin amaç dışı kullanımından, yönetim kurulunun kredi vermek için gerekli olan bazı kuralları uygulamamak için aldığı kararlara, bu karar neticesinde verilen bazı kredilerde doğan sıkıntılara kadar birçok eleştiri yeraldı. YDK'nın yoğun eleştirilerine hedef olan ve dönemin iktidar partisi DYP'ye yakın kişilere verilen kredilerin de ağırlıkla yer aldığı dönemde Halk Bankası Genel Müdürlüğü'nü, halen görevde bulunan Yenal Ansen yapıyordu.”

Aynı gün yani Yenal Ansen’in TBMM’de ifade verdiği sırada Halk Bankası’nın hukuk müşavirliğinin bulunduğu binanın beşinci katında bir yangın çıktı.

Çok ilginçtir ki, yangında hiçbir dosya kurtarılamadı. Bırakın yanmış dosya bulmayı hepsi kül olmuştu. Oysa hepimiz biliriz ki, hele o yıllarda, hele kamu kurumlarında; çelik dosya dolapları bulunurdu. Ve üzerinde “yangından ilk kurtarılacak” diye bir ibare bulunurdu. Haydi diyelim ki kurtarılamadı. Çelik dolaptaki dosyaların ne kadarı yanabilirdi.

Halk Bankası yetkilileri yangın günü ‘‘önemli bir şey olmadığı’’ yönünde açıklama yaparken, mahkemeye tespit için başvurulduğunda, çok önemli dosyaların yangında yok olduğu görüldü. Mahkemenin atadığı bilirkişinin yaptığı incelemede, yandı denilen dosyalardan ‘‘bir tek parçanın bile’’ bulunamaması dikkat çekiciydi.

Ankara 13. Sulh Hukuk Mahkemesi tarafından atanan Dr. Faruk Güçlü'nün yazdığı bilirkişi raporunda olay mahallinde tespite konu belge ve bilgilerden, yangın sonrası kalan bir döküm ya da kalıntı mevcut olmadığını kaydederken, ‘‘Tespite konu belge ve bilgiler tamamen yanmıştır.’’ ibaresine yer verdi.

 MELİH GÖKÇEK MUAMMASI

Yangın olayının peşini bırakmayan bir gazeteci arkadaşım, kendisini şaşırtan bir olayla karşılaşıyor. Ondan dinleyelim: “Ankara İtfaiye Müdürlüğü, yangın tutanağını vermekten kaçındı. İtfaiye Müdürü Faruk Kurutuz, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e sormadan tutanağı veremeyeceğini söyledi. Gökçek hazretleri de, tüm ısrarlara ve hatırlı aracılara rağmen her nedense, bu şaibeli yangının tutanağını “devlet sırrı” gibi saklamayı tercih ediyor. Evet; Gökçek, Hüsamettin Özkan dönemiyle ilgili bir yangının tutanağını niye vermesin? Niye elinde tutsun? Bu soruların cevabını düşünürken, 34 askerimizin şehit olduğu CASA felaketinin ertesinde ilginç bir tablo ile karşılaştım. Kocatepe’de, şehitler için cenaze töreni vardı. Bütün devlet erkânı oradaydı. Hükümet ortakları Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz da şehit tabutlarının önünde saf tutmuşlardı. Ecevit’in hemen yanı başında her zaman olduğu gibi Özkan vardı. Törenin başlamasına saniyeler kala Gökçek sahneye çıktı. Bütün kalabalığı yararak, onca devlet büyüğü dururken kendisini Hüsamettin Özkan’ın yanına attı.”

Çok ilginç bir tespit. Melih Gökçek’in olayla ne ilgisi var bilemiyorum ama ilgisi olduğu, yangın tutanağını vermemesinden belli.

2000 yılında Aksiyon Dergisi’nin batık bankalar haberi için görüştüğü, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün açıklamaları da düşündürücü: “Devletin kendi bankasının içini boşalttığını söyleyerek bu bankalardan kredi alanların tek tek açıklanmasını istiyor ve ekliyor: "Hükümet yanlısı işadamlarının Halk Bankası'ndan ve Ziraat Bankası'ndan aldığı krediler açıklansın sonra görev zararlarının sebebini daha iyi anlarız."

Güngör Uras ise daha da ürkütücü bir iddia atıyor ortaya, 23 Eylül 2003 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki yazısında: “Bu kamu bankalarından biri olan Halk Bankası'nda batan paranın yüzde 70'i, 50 işadamının kursağına girmiş. Kim vermiş bu paraları? Nerede bu 50 işadamı?”

UNUTMA UNUTTURMA…

Demokratik hukuk devleti olabilmek için, Ergenekon, Balyoz, faili meçhuller, kanlı olayların yıl dönümleri nasıl hatırlanıyorsa, Beyaz Enerji Operasyonu, Karadeniz Otoyolu Yolsuzluğu,  Banka Hortumlamaları, İhale Yolsuzlukları, Önemli İşadamlarına Verilen Usulsüz Krediler, gibi olayların da birtakım etkinliklerle, eylemlerle hatırlanması ve gündeme getirilmesi gerekiyor. Sorumluları hakkında yeniden-bugünkü veriler ışığında davalar açılmasını sağlamak için kamuoyu oluşturmalı. Toplumsal farkındalık mekanizmasını bu olayların üzerinde de çalıştırmamız gerekiyor.
Geçmişiyle siyasi hesaplaşma sürecine giren Türkiye, iktisaden de hesabını görmelidir.

(“Yangın var” diye feryat ederken, aklıma Çiller döneminde yanan Sait Halim Paşa yalısı geldi. ANAP'lı Halit Dumankaya  içinde bulunan tarihi eserlerin sahteleriyle değiştirildiğini ve yalının yakılacağını söylemişti. Dikkate alan olmadı. 9 ay sonra yalı yandı. Bu ülke yangınlarla neleri kaybetmedi ki...)

FON TARAFINDAN ÜSTLENİLEN VE HALKIN CEBİNDEN ÖDENEN YURTDIŞI KREDİLER

Demirbank yurtdışı bankalarından 3,9 milyar dolar, 1,3 milyar İngiliz Sterlini, 1.81 milyar İtalyan Lireti, 234,6 milyon Euro, 89,7 milyon Alman Markı ve 4,6 milyon İsviçre Frangı kredi kullandı. 153,3 milyon Euro, 59,5 milyon dolar ve 19,8 milyon Alman Markı kredi kullanan Erol Aksoy’un İktisat Bankası en çok kredi kullanan ikinci banka oldu. Bayındırbank 203,4 milyon dolar, 2,4 milyon Alman Markı ve 31 bin Euro kredi kullanarak en çok kredi kullanan üçüncü banka olurken, 192,3 milyon dolar, 147 milyon İspanyol pezatası, 8,7 milyon mark kredi kullanan Çağlar’ın bankası İnterbank dördüncülüğe yükseliyordu. Mehmet Emin Karamehmet’in fona alınan Pamukbank’ı 176,6 milyon dolar, 2,8 milyon Euro ve 658 bin İsviçre Frangı borcunu kamuya ödetiyordu. Mustafa Süzer’in bankası Kentbank’ın Hazine’ye yüklediği borçlar ise 68,4 milyon dolar, 45,64 Euro, 500 milyon Japon yeni ve 342 bin 300 marklık bir bilânço içeriyor. Korkmaz Yiğit’in sahibi olduğu Bankeskpres’in 71,9 milyon dolar, 6,3 milyon mark, 109,7 milyon Japon Yeni, 487 bin İsviçre Frangı, 288 bin 285 İngiliz Sterlini borcu bulunuyordu. Yurtdışına borcu bulunan bir diğer banka da kötü yönetim ve özelleştirme kurbanı Türk Ticaret Bankası. Bankanın sadece 40 milyon dolarlık borcu bulunuyordu. Hayyam Garipoğlu’nun Sümerbank’ı borçlu bankalar sıralamasında son sıralarda yer alıyor. 26,8 milyon dolar, 4 milyon mark ve 3 milyon Euro borcu bulunan banka batık bankalar içinde kötünün iyisi kategorisinde yer alıyor. Cıngıllıoğlu ailesinin bir diğer bankası olan Ulusalbank 17,04 milyon dolar,43,834 milyon Yen, 3 milyon Mark, 165 bin sterlin borcuyla fona devredilir. Halis Ağa’nın Toprakbank’ı 11,8 milyon dolar, Bank Kapital 7,4 milyon dolar, Yaşarbank 4,7 milyon dolar, Etibank 2,7 milyon dolar, Esbank 900 bin dolarlık borcunu kamuya ödeten bankalar olur. Egebank 700 bin dolar bir diğer Ege Bankası EGSBank ise 3 bin dolar borç yükler.