Ağustos 2012





Geçtiğimiz günlerde Vakit/Akit Gazetesi’nde Cengiz Çandar’a ve Ali Bayramoğlu’na yönelik çok ciddi iddialar ortaya atıldı.  Söylenenlerin doğruluğunu haberi veren gazeteye endeksli olarak değerlendirmek gerekiyor. Zira Vakit geçmiş dönemlerde de, birçok insan hakkında hakaret ve iftira dolu haberler yaptığı için milyonlarca lira tazminata mahkûm edilmişti. Türk basın tarihinde Vakit kadar mahkûm edilen başka bir yayın olduğunu zannetmiyorum.

Öncelikle Cengiz Çandar, Ali Bayramoğlu ve aşağıda vereceğim örnekten dolayı Doğu Perinçek’i tanımam… Gözlemlerimden Ali Bayramoğlu’nun; son derece isabetli yorumları, entelektüel bir duruşu ve saygın bir kişiliği olduğunu, Cengiz Çandar’ın; çok uzun yıllardır yazarlığı ve liberal görüşü, Turgut Özal’a danışmanlığı, zaman zaman Amerikan eğilimi olduğunu, Doğu Perinçek’in ise; eskiden devrimci, solcu, maocu gibi eğilimleri bulunurken, bugün ateşli bir Atatürkçü oluşu… gibi sınırlı bilgilere sahip olmakla beraber, tüm insanlar gibi onların da kişilik haklarının korunması gerektiğine inanıyorum.

Yazmanın son derece güçleştiği ülkemizde, yazarken böyle bir açıklama yapmak ve yanlış anlaşılmaktan kaygılanmak yazar için Çin işkencesinden farksız.

Adını defalarca değiştirmiş olmasına rağmen söz konusu gazete için ‘Vakit’ ismini kullanacağım. Çünkü gazetenin doğuşu ve misyonu bu isim üzeredir.

Vakit Gazetesi ve ona bağlı internet sitesi Cengiz Çandar için kısaca, “PKK için çalışıyor” diyor. Ve bununla ilgili bir belge yayınlıyor. Ali Bayramoğlu’na ise, Ermeni asıllı…

Adanalı olmamakla birlikte o bölgede çok kullanılan bir söz vardır: “Bakmaz kıçının samsağına, çıkar dağın yükseğine” Vakit için cuk oturan bir söz.

**********

Vakit’in yayınladığı Cengiz Çandar belgesi ve Çandar’ın başına gelenlerin bir benzeri de 1998 yılında yaşanmıştı.

Olayı Köstebek-Tuncay Güney ile 240 gün adlı kitabımdan alıntıyla anlatmayı daha uygun gördüm. (Sayfa70/71):

“…Bunların içinde en ilginç olanı PKK itirafçılarıydı. Çeşitli dönemlerde çıkarılan “eve dönüş” yasalarından faydalanmış olan bu insanlar, ne yapacaklarını bilemez durumda etrafta adeta serseri mayın gibi dolaşıyorlardı. İşleri yoktu. Devlet onların itiraflarından yararlanmış sonra da ortada bırakmıştı. Kimi bazı mafya gruplarının avı olmuş, kimi de “nasıl para kazanırız”ın peşine düşmüştü. Tuncay bunları nerede tanımış, nasıl tanışmış bilmiyordum.
İtirafçıların içinde adını hatırladığım tek kişi Sami Demirkıran’dı. Demirkıran enteresan biriydi. İlginç tavırları ve yaşama bakışı vardı. Uzun yıllar PKK’nın dağ kadrosunda yer almıştı. Televizyonlarda da o dönem boy gösteren Demirkıran, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e kafayı takmıştı. Sebebi neydi? Perinçek’ten ne alıp-veremediği vardı? Bilmiyorum.
Aydınlık grubuyla aramızın iyi olmasına, Tuncay’la beraber Aydınlık’a sık sık ziyaretler yapmamıza rağmen, Tuncay’da Demirkıran’ın dolduruşuna gelmiş. Perinçek’e kumpas hazırlamışlardı.
Sami bir gün Doğu Perinçek aleyhine hazırladığı mektubu, bize getirdi. Mektup, PKK’nın sözde sorumlularından biri tarafından yazılmış ve Perinçek’in örgüte verdiği destekten dolayı teşekkürü içeriyordu. Altında bir de PKK’nın mührü vardı. Tuncay mektubu okuduktan sonra, “Harika süper yazmışsın” dedi.
Demirkıran, “Mektubu Ankara’ya götüreceğim. Nuh Mete Yüksel’e vereceğim. Perinçek görsün bakalım” dedi.

Sami’nin anlattığına göre, dönemin Ankara DGM başsavcısı olan Nuh Mete Yüksel’le arası çok iyiydi. Perinçek’in mektup sayesinde tutuklanacağından emindi.

Nuh Mete Yüksel, Sami Demirkıran’ın verdiği mektuba istinaden, Perinçek’i tutuklatmış, 24 Eylül 1998 tarihinde cezaevine giren Doğu Perinçek 10 ay cezaevinde yatmıştı.
Ülkemde iftira kampanyaları çok kolay tutar. “Çamur at izi kalsın” değil “Çamur at, nasıl olsa yapışır, üzerinde kalır” anlayışı hâkim.”

Doğu Perinçek bugün hangi davadan yargılanırsa yargılansın, görüşlerine, ideolojisine katılsam da, katılmasam da, geçmişte yukarıda okuduğunuz olaydan dolayı iftiraya uğramıştır. Sezar’ın hakkını Sezar’a…

Bugün Cengiz Çandar’ın başına da gelen aynı şey olabilir. Çünkü haberin yayınlandığı gazetenin bu konuda sicili bozuktur.

**********



“Bakmaz kıçının samsağına, çıkar dağın yükseğine” sözüne gelelim.

12 Eylül 1993 tarihinde yayın hayatına ‘Beklenen Vakit’ olarak başlayan gazete, 19 yıllık geçmişi boyunca, nefret, ayrıştırma, hedef gösterme ve iftira suçlarını binlerce kez işlemiştir. Bunlarla ilgili hatıram pek fazladır.

Bir örnek vermek gerekirse:

1995 yılında öldürülen Gümüşhane baro başkanı Ali Günday’ın ölümü: Vakit'e Ali Günday'ın, duruşmaya başörtülü avukatların girmesini engellediği yönünde haberler gelir. Cahit İkbal müstearlı kişi başlar haberi döşemeye ilk gün haber yayınlanır. Bunun üzerine Ali Günday gazeteye telefon eder haberi yapan kişiyle görüşmek ister, Cahit İkbal telefona çıkmaz. Olayları anlatan fakslar çeker fakat nafile. Vakit gazetesinin yaptığı haberler nedeniyle galeyana gelen İzzet Kıraç isimli bir meczup kılıklı herif, Osmaniye’den kalkar İstanbul’a gazeteye gelir, Kıraç aleyhine haberleri yapan Cahit İkbal müstear isimli kişiyle görüşür. Cahit İkbal (adı bende saklı) Kıraç'a gazı vermiş, Ali Günday'ın Ebu Cehil olduğunu, onunla savaşmak gerektiğini söylemiştir. Zaten dolmuşa binmeye müsait olan İzzet Kıraç, bundan sonra Gümüşhane’ye gidip baro başkanını öldürmüştür.

Taktik şudur: Vakit hedef gösterdiği kişi veya kuruluşla ilgili haber yaparken haberin içinde hedefin açık adresini verir. Bu uygulama birçok defa tutar ve gazete okuyucularının hedefe ulaşmasını sağlar. Sonuç; eylem, taciz veya cinayete kadar uzanır.

Gazete, haklarında iftira ve yalan haber yapanların açtıkları davaların neredeyse tamamını kaybetmiştir. Milyonlarca kira tazminat ödemesi gerekirken, sürekli isim ve adres değiştirir. Künyelerindeki sorumlu kişiler asgari ücrete çalıştırdıkları gariban, kimsesi olmayan tiplerdir.
Bunlardan bazılarını çok sıkıştıkları zaman yurtdışına bile kaçırmışlar ve orada p.ç gibi ortada bırakmışlardır.
‘312 general davası’nı kaybetmişler, generallere tazminat ödemek için gazete, “Ey Müslümanlar, biz bu parayı ödeyemeyiz. Bankada vadeli paralarınızın faizlerini bize gönderin, bu ödemeleri onlarla yapalım” demişlerdir.
Sonuçta kaç lira geldi ve bunların ne kadarını generallere ödediler veya ödemediler mi, sorulması lazım gelir. Merak konusu…

Kendilerini İslam’ın savunucusu ve bayraktarı gören bir gazete, Kur’an (Yalan söyleyenler, iftira edenler, ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlardır. İşte onlar, yalancıların tâ kendileridir. [Nahl 105]) hükmünü yerine getirmiyorsa durup düşünmekte fayda var.

Haberlerdeki uydurma profesörlerin açıklamaları, müstear imzalı haberler, künyedeki adresle gazete merkezinin adresinin farklı olması, yapılan haberler neticesinde insanların öldürülmesi, bazı kuruluşların bombalanması, provokasyona yönelik bir yayın politikası, gazete patronunun kendini saklaması (Balçiçek İlter’in programına çıkıp milyonların yüzüne baka baka, yalan söyleyip, gazete patronunun bir başkası olduğunu söyledi), tüm bunların illegal bir gazete görünümü vermesi gazetenin güvenilirliğini şüpheye düşürmektedir.

Saklanmalar, yalanlar neden? Nedir bu gazetenin ardındaki sır?

Türk basın tarihinde, adını bu kadar çok değiştiren, yaptığı yalan ve iftira dolu haberler yüzünden yüzlerce davayı kaybederek milyonlarca lira tazminat ödeme cezasına çarptırılan ve bunları ödemeyen başka bir basın kuruluşu biliyorsanız Allah rızası için söyleyin de öğrenelim.




no image
ÇALDIRAN SAVAŞI - 23 Ağustos 1514

Osmanlı pâdişâhı Yavuz Sultan Selîm Han ile İran şahı İsmâil arasında, 23 Ağustos 1514’de, Çaldıran ovasında yapılan târihin en büyük meydan muhârebelerinden biri. 

Akkoyunlu Devleti’ni ortadan kaldıran, Azerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun nehrine kadar hududunu genişleten Şâh İsmail, 1510’da doğudaki sünnî Özbekleri de yendikten sonra Anadolu’ya yönelmişti. Gönderdiği dâî ve halîfeleri vasıtasıyla Osmanlı hududları içinde yaşayan şiîleri kendisine bağlamaya, fırsat buldukça da isyânlar çıkarmaya başlamıştı. 

Yavuz Sultan Selîm Han ise, Şâh İsmail’in bu tehlikeli teşebbüslerini önlemenin tek çıkar yolunun, Anadolu’da Şiîliğin gelişmesini önlemek, hattâ kökünü kazımak olduğunu biliyor, İslâm’ı bütün dünyâya hâkim kılabilmek için Osmanlı Devleti’nin dünyânın en büyük ve kudretli devleti hâline gelmesi zaruretine inanıyordu. Bunun için İran yaylasında teşekkül eden şiî devletlerin ikide bir Osmanlı Dsvleti’ni tehdîd etmesine ve batıya açılan her seferde Osmanlı’yı arkadan vurmasına son vermek emelinde idi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin en büyük asker kaynağı Türk ve müslüman nüfûsun yaşadığı Anadolu idi. Buranın emniyette olmaması, devletin başına her an büyük gaileler açabilirdi. Sultan Selîm, bütün bunları düşünerek Trabzon vâliliğinden beri Şâh İsmail’in Osmanlı ülkesindeki faaliyetlerini yakından tâkib etmiş, İran içlerine seferler düzenleyerek Şiîlerin Anadolu’daki faaliyetlerine mâni olmaya çalışmıştı. Pâdişâh olduktan sonra bu faaliyetlerin önüne bütünüyle geçmek için köklü tedbirler almaya başladı. Topladığı olağanüstü dîvânda, Şâh İsmail’in İslâm’a verdiği zarar ve Ehl-i sünnete yaptığı saldırıları inceden inceye bir bir anlattı. Dîvânda yapılan uzun müzâkerelerden sonra, İran’a sefere karar verildi. Bunun üzerine Yavuz Sultan Selîm Han; “İnşâallahü teâlâ, kılıcımız İran toprakları üzerinde şerefle dolaşacaktır. Vezirlerim benimle beraber gelecektir. Âlimlerim, Tebriz’de edâ edeceğimiz Cuma namazı için hazır olsunlar. Yalnız Eshâb-ı kirama söverek dil uzatan, cemâatle namaz kılmayı men eden, câmilerdeki minberleri yıktıran, Ehl-i sünnet âlimlerini öldüren, Şeybek Han’ın kafatasında şarab içen Şâh İsmâil ve tarafdarlarının küfrüne ve kanlarının helâl olduğuna dâir ulemâ ne buyurur?” diye sordu. 

Osmanlı tarihçilerinden Hoca Sâdeddîn Efendi’nin yazdığına göre; dîvânın bu karârı üzerine görüşleri alınan o devrin âlimlerinden; Molla Arab lakabıyla meşhur Muhammed bin Ömer, Sarı Gürz lakabıyla meşhur Nûreddîn Hamza, Zenbilli Ali Cemâli Efendi, Ahmed ibni Kemâl Paşa ve daha pek çok âlim böyle bir cihâdın farz olduğuna, Şâh İsmail’e haddinin bildirilmesi lâzım geldiğine dâir fetva verdiler. Ayrıca verilen bu fetvalarda, Şâh İsmâil ile askerlerine karşı açılacak savaşların, diğer din düşmanları ile yapılacak savaşlar gibi cihâd sayılacağı belirtiliyor, umumiyetle bu gibilerin öldürülmelerinin caiz olup, mallarının helâl, nikâhlarının ise bâtıl olduğu açıklanıyordu. 

Dîvândan sefer karârını ve âlimlerden de fetvasını alan Yavuz Sultan Selîm Han, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe sûresinin yetmiş üçüncü âyetinin; “Ey sevgili Peygamberim (aleyhisselâm)! Kâfirlerle ve münafıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!” emrine uyarak İran’a sefer karârını verdi. 

Bu yıllarda Şâh İsmail, Anadolu’ya sapık inanışlarını yaymak için şeyh kılığında gönderdiği dâîler vasıtasıyla geniş bir propagandaya girişmiş, safiyetini kaybeden bektâşî tekkelerini ele geçirerek, bâzı saf kimseleri kendi tarafına çekmişti. Şehzâdeliğinden beri bu şiî dâîlerini tâkib ve bir kısmını tesbit eden Yavuz Sultan Selîm Han, İran’la yapılacak harpte, memleket içinde bulunan şiî itikadını benimsemiş kişilerin isyânlar çıkarabileceklerini ve bunun devletin başına büyük gaileler açabileceğini düşünmüştü. Bu sebeple Anadolu’ya, beylerbeyi ve sancakbeylerine nâmeler göndererek, bölgelerindeki Şâh İsmâil tarafdârları listesinin kendisine gönderilmesini istedi. Tesbit edilenleri şiddetle cezalandırıp faaliyetlerine son verdi. 

Yavuz Sultan Selîm Han, devletin birlik ve beraberliğini sağladıktan sonra, savaş için gerekli hazırlıkları bitirdi. Edirne’den İstanbul’a geldi. Manisa’da bulunan oğlu Süleymân’a nâme gönderip, onu Edirne’nin muhâfazasına me’mur etti. Eyyûb semtinin Fil çayırında ordugâhını kuran Sultan Selîm, Eyyûb Sultan hazretlerini ve diğer Sahâbe-i kirâmın (r. anhüm) ve ecdadının kabirlerini ziyaret etti. Onlardan manevî yardım istedi. 

20 Nisan 1514’de Üsküdar’a geçti. Evvelce hareket eden orduya aynı gün Maltepe’de yetişen Selîm Han, Bosna vâlisi Hadım Sinân Paşa’yı Anadolu beylerbeyliğine tâyin etti. 23 Nisan’da İzmit’e geldiğinde, daha önceden esir edilip orduyla beraber götürülen şiî halîfelerinden Kılıç ismindeki biri vasıtasıyla Şâh İsmail’e bir mektup göndererek, üzerine yürüdüğünü resmen bildirdi. Tâcîzâde Cafer Çelebi’nin kaleme aldığı bu mektupta Selîm Han, Şâh İsmail’in Hulefâ-i râşidîni kötülemesi ile zulümlerini şiddetle tenkid ediyor; dînin emri gereğince üzerine yürüyüp mazlumların âhını dindireceğini beyân buyuruyordu. 

Yavuz Sultan Selîm Han, İzmit’den Yenişehir’e geldiğinde, Anadolu ve Rumeli beylerbeyileri de kuvvetleriyle orduya katıldılar. Ordu, on gün sonra Seyyidgâzi’ye geldi. Bu mevkide, 20.000 tımarlı sipahiden meydana gelen öncü ordusuna vezir Dukakinzâde Ahmed Paşa’yı tâyin eden Selîm Han, Sinop vâlisi Karaca Ahmed Paşa’yı 500 süvârî ile keşfe ve akıncı kuvvetlerini de Nihaloğlu Mehmed Bey emrinde sefere me’mûr etti. Bundan sonra Konya’ya gelen Selîm Han; burada, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddîn-i Konevî, Şems-i Tebrîzî (r. aleyhim) gibi evliyânın türbelerini ziyaret etti. Şâh İsmail’e karşı muzaffer olması, müslümanları bu belâdan kurtarması için o mübarek zâtların ruhları vasıtasıyla Allahü teâlâdan yardım talebinde bulundu. Fakirlere sadaka dağıttı. 

Konya’dan hareketle Kayseri’ye gelen Sultan, 2 Haziran’da Sivas’a ulaştı. 140.000 asker, 5.000 zahireci ve 60.000 deveye yükselen orduyu yoklamaya tâbi tutup, muhtemel bir şiî ayaklanmasını önlemek ve yiyecek tedâriki yapmak üzere İskender Paşa kumandasındaki 40.000 askeri burada bıraktı. Çünkü, Şâh İsmail’in kumandanlarından Ustaclı Mehmed Han, Osmanlı ordusunun ileri harekâtını duymuş, burada oturan halkı daha içlere sürerek, geride kalan her yeri ateşe vermişti. Bunun için uzun süre İran topraklarında kalacak olan Osmanlı ordusunun beslenmesi zor olabilir. 

Osmanlı ordusu mütemadiyen harâb edilmiş topraklarda ilerlerken, gemilerle Trabzon’a ve oradan da develerle orduya ulaştırılan zahireler yeterli olmuyordu. Bu sebeple Gürcü hükümdarına da, orduya yiyecek gönderilmesi için nâmeler gönderildi. 

Ordu, Erzincan Yassıçeşme’de Hasanbey çayırı mevkiine geldiğinde, Şâh İsmail’in cevabî’nâmesi geldi. Şâh İsmâil bu mektubunda muhârebeye hazır olduğunu bildirmekle beraber; gerek sultan Bâyezîd zamanındaki ve gerek Yavuz Selîm’in Trabzon vâliliği zamanındaki dostluklarından (!) bahsederek aradaki düşmanlığın nereden çıktığını anlayamadığını söylüyordu. Bir kargaşalığa sebeb olmak istemediğini belirterek adetâ göz dağı vermekten geri kalmayan Şâh İsmail, Yavuz’un karşısına da çıkmıyordu. 

Bir müddettir İran topraklarında ilerleyen ordunun hiç bir karşı harekât görmeden yoluna devam etmesi, bu uzun yolculuğu ve Şâh İsmail’in vadine rağmen hâlâ ortaya çıkmaması, yeniçeriler arasında hoşnutsuzluğa sebeb oldu. Aylarca yol yürümekten, seferin zorluklarından, şikâyete başladılar. Bununla beraber, sancakbeyleri gibi bâzı vezirler, başlangıçta ileri gitmenin aleyhinde olmalarına rağmen bunu açıklamakdan çekindiler. Ancak Sultan Selîm’in askerin hareketini tanzim ile Azerbaycan’ın merkezi Tebriz’e kadar gidileceği karârında sebat etmesi üzerine, fikirlerini Sultan’a açmaya karar verdiler. Bunu da bizzat kendileri yapmayıp, Pâdişâh’ın çok sevdiği mahremlerinden en yakın nedimi Karaman vâlisi Hemden Paşa’dan, Pâdişâh’ı geri dönmeye ikna etmesini rica ettiler. Her hususta Pâdişâh ile konuşabilen Hemden Paşa, daha ileri gitmeye muhalefet eden bu vezirlerin ricasını kabul ederek Sultan Selîm’in huzuruna girdi. Askerlerin durumunu anlattı. Sonunda da geri dönmenin daha uygun olduğunu söyleyince, Sultan Selîm onu derhal öldürttü. Şeyhülislâm Zenbilli Ali Cemâlî Efendi; “Pâdişâhım! Hangi hükme dayanarak katlettirdiniz?” diye sorduğunda, sultan Selîm; “Ayet-i kerîmeye muhalefet ettiği için öldürttüm. Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki: “(Ey peygamberim! Eshâbının) iş hususunda fikirlerini al (müşavere et). Müşavereden sonra da bir şeyi yapmağa karar verdin mi, artık Allahü teâlâya güven ve dayan. Gerçekten Allahü teâlâ tevekkül edenleri sever” (Âl-i İmrân sûresi: 159). Biz bu cihâda çıkarken, vezirler, âlimler ve komutanlarımızla müşavere ettik. Karar verdik. Allahü teâlâya tevekkül ederek yürüdük. Hemden’in yerinde oğlum Süleymân bile olsa, onun da boynunu vurmaktan kıl kadar çekinmezdim” dedi. Hemden Paşa’nın öldürülmesini ve Sultân’ın bu sözlerini işiten vezirler ve yeniçeriler, yaptıkları hatânın büyüklüğünü anladılar. Bir müddet şikâyetleri bıraktılar. Sultan Selîm Han, Erzincan’dan Şehsuvaroğlu Ali Bey’i, düşman hakkında bilgi toplamak için ileriye, Ferahşad Bey’i Tercan, Faik Bey’i de Bayburt üzerine gönderdi. Ordu Erzurum’a yaklaştığında, alınan iki esirden mühim bilgiler öğrendi. Şâh İsmail’e bir mektup daha gönderdi. Bu mektupta da şöyle yazıyordu: “Hükümdarların toprakları, onların nikâhlısı gibidir. Bu itibârla erkek ve merd olanlar, ona başka birinin elinin değmesine dayanamazlar. Hâlbuki günlerden beri askerlerimle topraklarının üzerinde yürüdüğüm hâlde, hâlâ senden bir eser yok. Aslında şimdiye kadar senin, merdlikle ve celâdetle ilgili bir hareketin görülmemiştir. Bütün hareketlerin sâdece hîleye dayanmaktadır. En seçkin askerimden kırk binini buraya getirmeyerek korkunu gidermeye çalıştım. Buna rağmen gizlenmeye devam edersen, erkeklik sana haramdır. Zırh yerine çarşaf, miğfer yerine yaşmak kullanarak, serdârlık ve şahlık dâvasından vazgeçmelisin.” Selîm Han bu mektubdan başka, bir de kadın elbisesi gönderdi. Böylece Şâh İsmail’i tahrik edip meydana çıkmasını sağlamaya çalıştı. 

Ordu 14 Ağustos’da Eleşkirt civarına geldiğinde, yeniçerilerin yeniden isyânkâr konuşmaları başladı. “Pâdişâh bizi nereye götürür? Daha ne kadar gideceğiz? Askerde savaşacak hâl mi kaldı? Bu şekilde, kaşan düşman kovalanır mı? Üç aydır yol alan askere yapılanlar reva mıdır? Merhamet bu mudur? Geri dönülmezse yapacağımızı biliriz!” gibi ileri geri fısıltılar duyuluyordu. Nihayet Ağustos ayının ortasında, beş yüz kadar yeniçeri, konaklanan bir yerde, Pâdişâh’ın otağına ok atıp ateş açmaya başladılar. Bu sırada Sultan Selîm, Hersekzâde Ahmed Paşa ile konuşuyordu. Silâh seslerini duyan Sultân, Ahmed Paşa’ya; “Bre bu nedir?” diye gürleyince, vezîriâzam Ahmed Paşa sapsarı kesildi. Suskun bir hâlde; “Yeniçeri kullarınız silâh ta’limi yaparlar Sultân’ım!” diyebildi. Sultan Selîm Han; “Paşa Paşa!... Sen uykudasın herhalde. Baksana asker isyân üzeredir. Edebsizliğe billahi rızâmız yoktur” diyerek dışarı çıkıp, Karabulut ismindeki atına bir sıçrayışta bindi. İsyan eden yeniçerilerin üzerine yıldırım gibi atını sürdü. Önlerine geldiğinde, şimşek çakan gözlerini askerin üzerinde dolaştırdıktan sonra, atını şaha kaldırdı ve; “Bre câhiller! Karar verdik, i’lâ-yı kelimetullahı yaymak ve yüceltmek için yola çıktık. Hedefimize henüz ulaşmış değiliz. Düşmanla karşılaşmadan da geri dönmemiz mümkün değildir. Ne gariptir ki, Şâh’ın adamları bâtıl inanışları uğrunda efendileri için can verirlerken, içimizdeki bâzı gayretsizler bizi hak yoldan döndürmeye uğraşıyorlar. Fakat biz yolumuzdan asla dönmeyecek, emre itaat edenlerle birlikte hedefimize kadar gideceğiz. Bâzıları hanımını hayâl edip, yol yorgunluğunu bahane ederek; “Bundan öte gidemeyiz” derler. Bunun gibiler, kendileri bilirler. Geri dönerlerse, dîn-i mübîn yolundan dönmüş olurlar. Onların bahaneleri düşman gelmediği ise, düşman ileridedir. Eğer er iseniz benimle geliniz. Yoksa Şâh oğlunun karşısına tek başımıza çıkarız” diyerek atını ileri sürdü. Bu acı sözlerden sonra, artık niç kimse muhalefet etmedi ve Sultân’ın arkasından yürümeye başladılar. 

Sultan Selîm Han, ordusuyla Kazlıgöl mevkiine geldiğinde, Şehsuvaroğlu Ali Bey’in verdiği habere göre, Şâh İsmâil ordusuyla Hoy şehrine gelmişti. Bu habere sultan Selîm çok sevindi. Ali Bey’e hediyeler verdi. Şâh İsmail, ordusuyla Çaldıran’da toplanacağı haberi kesinlik kazandı. Sonra gelen haberler, Şâh’ın ordusunun Çaldıran’da olduğunu bildiriyordu. 

Osmanlı ordusu, yirmi iki Ağustos günü Çaldıran’ın Akçay vadisi tepelerinde konakladı. Şâh’ın ordusu ile aralarında beş-altı km.lik bir mesafe kalmıştı. O güne kadar iki bin beşyüz km. yol alan yorgun askere, her an hücuma hazır olacak şekilde istirahat etmeleri bildirildi. Akşam, sultan Selîm komutanlarını toplayarak; “Hücum hakkında ne düşünürsünüz?” diye sordu. Veziriazam Hersekzâde Ahmed Paşa; “Sultân’ım’! Uzun yoldan geliriz, askerimiz yirmi dört saat dinlense iyi olur diye düşünürüm” deyince, sultan Selîm Han celallenerek; “Paşa Paşa! Sen daha, Osmanlı gâzilerini tanıyamamışsın. Hele sancaklar açılsın, kösler vurulup mehter çalsın, ne yorgunluk ne de uykusuzluk kalır. Bir daha böyle mütâlâa istemem” dedi. Vezirler ve paşalar ne söyleyeceklerini düşünürlerken, defterdâr Pîrî Mehmed Çelebi heyecanını yenemeyerek; “Şevketlü Sultân’ım! Eğer derhâl muhârebeye başlamaz, bir müddet daha gecikirsek, ordumuzdaki şiî casusları, askerimizi aldatırlar. Ne kadar zaman kaybedersek, o kadar adamımızı kandıracaklardır. Orduda Şâh’a meyledenlerin, düşmanla temas ederek o tarafa geçmeleri veya harbe isteksiz girmeleri ihtimâli de vardır. Buna meydan vermeden, sabah erkenden muhârebeye girmek gerekir” dedi. Sultan Selîm Han ile Sinân Paşa ve diğer komutanlar da bu görüşde olduklarından, sabah erkenden muhârebeye girme karârı alındı. Sultan; “Cenâb-ı Hak mu’înimiz, yardımcımız olsun” diye duâ ettikten sonra harp dîvânı dağıldı. 

O gece sultan Selîm sabaha kadar uyumadı. Allahü teâlâya göz yaşları arasında ibâdet eyledi. Otağ-ı hümâyûnun yere serili halılarını kaldırıp, pâk toprağa mübarek alnını koyarak secdeye kapandı. Gözlerinden akan yaşlar toprağı ıslatırken; “Yâ Rabbî! Buralara kadar yüce dînini yaymak ve ism-i şerifini yüceltmek için geldim. Hâtem-ül-enbiyâ olan şerefli Peygamberin sallallahü aleyhi ve sellem ile, Ebû Bekr, Ömer, Osman, Ali (r. anhüm) efendilerimizin hâtır-ı şerifleri için, Kur’ân-ı kerîmde överek bahsettiğin Eshâb-ı kiramın hatırı için, Ehl-i sünnet düşmanlarını kahrederek, ordumu muzaffer eyle! evliyânın ruhlarını bizimle beraber et!” diye niyazda bulundu. Sonra atına binerek istirahat hâlindeki ordusunun arasında gezindi. Yâsîn sûresini okuyarak, askerlerine duâ etti. 

23 Ağustos Çarşamba sabahı Osmanlı ordusu harb nizâmı aldı. Sultan Selîm’in emri üzerine, devlet ricali ve askerî erkân birliklerinin başına geçti. 

Ordunun sağ kolunu Anadolu beylerbeyi Sinân Paşa ile Zeynel Paşa’nın emrindeki Anadolu ve Karaman kuvvetleri, sol kolunu ise, Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa kumandasındaki Rumeli askeri teşkil ediyordu. Sultan merkezde, her zamanki gibi sipâhî, silâhdâr, ulûfeci ve gurebâ bölükleri ile çevrilmiş olup, yanında sadrâzam Hersekzâde Ahmed Paşa, vezir Dukakinoğlu Ahmed Paşa, vezir Mustafa Paşa, Ferhad Paşa, Karaca Paşa gibi devlet ricali, kazasker ve âlimler bulunuyordu. Pâdişâh’ın ön kısmında mevki alıp, ağaları Ayas Paşa’nın emrinde sayıları 12.000’i bulan tüfekçi yeniçeriler, araba ve develerden meydana gelen bir siper gerisinde bulunuyorlardı. Bunların her iki yanındaki sağ ve sol cenahlarda biri 10.000, diğeri ise 8.000 kişiden ibaret Anadolu ve Rumeli azabları ve hedeflerini bir mil içinde vurmakda usta topçuların nezâretindeki birbirlerine zincirle raptedilmiş 500 topun önünde dizilmişlerdi. 

Şâh İsmail, şimdiye kadar devletini Hazar denizinden Umman denizine, Ceyhun nehrinden Dicle nehrine kadar genişletmişti. On dört hükümdarla savaşmış, hep galip gelmiş ve hepsini öldürmüştü. Gençti, gözüpekti. Hedefi, Osmanlı Devleti’nin topraklarını elde etmekti. Sultanlarını öldürüp, devleti işgal edecekti. Yirmi iki Ağustos günü Çaldıran ovasının en müsâid yerine ordusunu yerleştirmişti. Yüz bin kişilik ordunun büyük bir kısmı süvari idi. Şâh’ın plânı; yorgun Osmanlı piyadelerini bu atlı askerleri ile imha etmekti. 

23 Ağustos sabahı Şâh İsmail, ordusunu tekrar gözden geçirdikten sonra, hücum emrini verdi. Askerleri “Şâh, Şâh!” diyerek saldırdılar. 

Yavuz Sultan Selîm Han atından yere indi, ellerini açarak; “Yâ ilâhî! Ordumu muzaffer eyle, günâhlarım sebebiyle onları kahreyleme...” diyerek duâ etti. Sonra atına bindi. Askerinin savaş düzenini son bir defa gözden geçirdikten sonra; “Yâ Allah!... Bismillah! Allahü ekber!...” diyerek hücum emrini verdi. Osmanlı ordusu; “Allah Allah!” diyerek çığ gibi Şâh’ın ordusuna yüklendi. Gemleri salınan atlar, ok gibi ileri atıldı. Sağ cenahın kumandanı Sinân Paşa, Şâh’ın ordusunun sol kanadıyla önce müthiş bir çarpışmaya, sonra da plân gereği geri çekilmeye başladı. Şâh’ın kumandanı Ustaclıoğlu; “Osmanlı ordusunu bozdum, geri çekilmeye başladılar” zannıyle ileri atıldı. Bir müddet geri çekilen Sinân Paşa, bir anda birliklerini ikiye ayırarak sür’atle yanlara çekildi. O anda, daha önce oraya yerleştirilen Osmanlı topları gürlemeye başladı. Topların önünde kalan ne kadar İran süvarisi varsa, kaçmaya fırsat bulamadan, en güzîde kuvvetlerini bir anda kaybediverdiler. 

Bu arada İran ordusunun sağ cenahına kumanda eden Şâh İsmail, Osmanlı ordusunun sol cenahına yüklenmişti. Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa ilk anda şehîd oldu. Osmanlı ordusu sol cenâhındaki plânı tam tatbik edemeden, bozularak karışık bir şekilde geriye çekilmeye başladı. Bu hâli gören Yavuz Sultan Selîm Han; “Allah Allah” diyerek yeniçerilerle, sol kanada yardıma koştu. Bir anda Sultânlarının; “Vurun şahbazlarım! Koman yiğitlerim! Vurun ha, arslan yürekli gâzilerim!” diyen gür sesini işitince, dağılan askerler yeniden canlandılar. Pâdişâhları ile birlikte, yalın kılınç düşmanın üzerine yüklendiler. Askerin maneviyâtı düzelince geri çekilen sultan Selîm, yüksek bir tepeden harekâtı tâkib etmeye başladı. Sinân Paşa’nın plânı tatbik ederek, yıldırım gibi” Şâh’ın ordusunun arkasına dolandığını görünce, ona ve askerlerine duâ etti. Şâh İsmail, ordusunun sarıldığını çok geç anladı. Askerinin tükendiğini gören Şâh, durumun kendisi için çok tehlikeli olduğunu anlayınca, atıyla hamle yapıp cenk meydanından kaçmak istedi ve kolundan yaralandı. Atı da çamura saplandı. Nihayet yaralı bir vaziyette taht ve hanımını harb meydanında bırakarak kaçmak mecburiyetinde kaldı. Şâh’ın kaçtığını gören İran ordusu da, firara başladı. Savaş, Osmanlıların galibiyeti ile bitti. O gün Çaldıran ovası on binlerce şiîye mezar oldu. Târihin en büyük meydan muhârebelerinden birini, Allahü teâlanın izniyle kazandığını gören Yavuz Sultan Selîm Han, şükür secdesine kapandı, sevinç gözyaşları dökerek, Allahü teâlâya hamd etti. 

Şâh’ın paha biçilmez tahtını ve yakalanan zevcesini Pâdişâh’ın huzuruna getirdiler. Sultân’ın gözünde bunlar yoktu. O, şehîd olan askerini düşünüyordu. Âlimler ve komutanları ile savaş meydanını dolaştı. Şehîdleri için Fatihalar okudu. Şehîdler arasında; Rumeli beylerbeyi Hasan Paşa, Sofya sancak beyi Malkoçoğlu Ali Bey ve kardeşi Selanik sancak beyi Malkoçoğlu Tur Ali Bey, Pirizren sancak beyi Süleymân, Kayseri sancak beyi Üveys, Niğde beyi İskender, Beyşehir beyi Sinân, Mora sancak beyi Hasan Ağa gibi pek namlı kumandanlar vardı. Şehîdlerin defin işleri yapıldıktan sonra, askerin dinlenmesi emredildi. 

Yavuz Sultan Selîm Han bu zaferi ile; Anadolu’da müslümanlar arasında yayılan, kendilerini gizliyerek tekkelere sızan ve Eshâb-ı kiram düşmanlığını körükleyen, Türk dünyâsının inanç birliğini bozmaya çalışan sapık inanç sahiplerini temizledi. Bu bozuk inancın yayılmasını önledi. Böylece Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirerek, İslâm’a büyük hizmeti oldu. 

DOĞRU YOLDAN AYRILANLAR!
Yavuz Sultan Selîm tahta çıktığı sırada, İran’ın teşvik ve tahriki ile Anadolu’da şiî faaliyetleri devletin bünyesini sarsacak bir durumdaydı. Osmanlı ulemâsı şiîliği red eden risaleler kaleme alıyor ve İran üzerine sefere çıkılmasını istiyordu. Bunlardan Sarı Gürz Nûreddîn Hamza Efendi’nin şiîler hakkında verdiği fetva şöyledir: 

“Hüvelmu’în Bismillâhirrahmânirrahîm. Sevdiği kullarına yardım eden, düşmanlarını da kahreden Allahü teâlâya hamdolsun. Peygamberlerinin en üstünü olan Muhammed aleyhisselâma ve O’nun âline ve Eshâbına (r. anhüm) salât ü selâm olsun. Ey müslümanlar! Biliniz ve anlayınız ki, Eshâb-ı kiram düşmanı râfızîlerin reisleri, Erdebiloğlu Şâh İsmail’dir. Onlar, Peygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem yolunu ve sünnetini beğenmezler. Kur’ân-ı kerîm ile alay ederler. Allahü teâlânın “Haramdır” buyurduğuna “Helâldir” derler. Kur’ân-ı kerîmi ve diğer din kitaplarını tahkir edip yakarlar. Bütün Ehl-i sünnet âlimlerine ve sâlih müslümanlara ihanet edip, öldürürler. Mescidleri yıkarlar. Bu taifeye mensûb olanlar, reisleri Şâh İsmail’i ilâh yerine koyup secde ederler. Hazret-i Ebü Bekr’e ve hazret-i Ömer’e sövüp, hilâfetlerini inkâr ederler. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin hanımı hazret-i Âişe vâlidemize iftira edip söverler. İslâmiyet’i yıkmak için uğraşırlar. Onların bunlara benzer dîn-i İslâm’a aykırı daha pek çok bozuk îtikâdları ve hareketleri vardır ki, benim ve diğer âlimlerin katlarında tevatür derecesinde bilinmektedir. Onlar, görünen bu hareketleri ile, dînimizin hükmüne ve kitaplarımızın bildirdiğine göre fetva verdik ki; kâfirdirler, mülhiddirler. Herhangi bir kimse dahi onların bâtıl dinlerini beğense ve rızâ gösterse kâfir olur. Bunları öldürüp cemaatlarını dağıtmak bütün müslümanlara vâcibdir, farzdır. Müslümanlardan ölenler, sa’îd ve şehîd olup, Cennet-i a’lâdadır. Ötekilerden ölenler ise, hor ve hakîr olup, Cehennem’in dibindedirler. Zîrâ bunların boğazladıkları ve avladıkları, okla, doğanla ve köpek ile de olsa murdardır. Nikâhları bâtıldır... Netice olarak, Eshâb-ı kiram düşmanı olan bu râfızîler, hem kâfir, hem mülhid ve hem de fesâd ehlidirler. İki cihetten de katledilmeleri vâcibdir. Yâ Rabbî! Dînine yardım edenlere yardım eyle, müslümanlar arasında fitne çıkaranları kahreyle! Âmîn. 

Kulların en fakiri Sarı Gürz lakabıyla tanınan Nûreddîn Hamza.”

ZIRHIMI GİYİP, KILICIMI KUŞANDIM... 
Yavuz Sultan Selîm Han, Anadolu’da yıllarca yaptığı şiîlik propagandası ile Osmanlı ülkesini parçalama gayesini güden Şâh İsmail’e karşı harekete geçerken, kendisine de; “Zulmünü, müslümanlar üzerinden kaldıracağını” belirten şu mektubu gönderdi: 

“Bilesin ve anlıyasın ki, ilâhî hükümlerden yüz çevirenlerin, Allahü teâlânın dînini yıkmaya çalışanların bu hareketlerine, bütün müslümanların ve adâletsever hükümdarların kudretleri nisbetinde mâni olmaları farzdır. Sen ki, müslümanların memleketlerine saldırdın; şefkat ve utanmağı bir tarafa bırakarak, zulm kapılarını açtın. Günahsız müslümanları incittin. Fitne ve fesadı kendine gaye edindin. Nefsinin kötü arzularına ve fıtratındaki bozukluklara uyarak, dîn-i İslâm’ın emirlerini değiştirmeye kalktın. Haramlara helâl diyerek nice müslümanları ifsâd ettin. Mescidleri, türbeleri ve mezarları yıktın. Âlimleri ve Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin neslinden gelen mübarek seyyidleri öldürdün. Kur’ân-ı kerîmi hela çukurlarına attın. Hazret-i Ebû Bekr’e ve hazret-i Ömer’e söverek hakaret ettin. Bu saydıklarım senin kötü hâllerinden sâdece bir kaçıdır. Dillerde dolaşan bunlar ve bunlara benzer hareketlerinden dolayı, âlimlerim, kesin delillere dayanarak; senin kâfirliğine, dinden çıkıp, mürted olduğuna fetva verdiler. Bu durum karşısında Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmek, zulm görenlere yardım etmek için merasimlerde kullandığım pâdişâhlık elbiselerimi çıkardım. Zırhımı giyip, kılıcımı kuşandım. Atıma binerek Safer ayının başında Anadolu yakasına geçtim. Maksadım; Allahü teâlânın inâyetiyle senin şahlığını yok etmek ve bu suretle, âcizler üzerinden zulmünü ve fesadını kaldırmaktır. Ancak, kılıçtan önce sana, Sünnet-i seniyye icâbı sünnî îtikadı teklif ederim. Eğer yaptıklarına pişman olup cân ü gönülden istiğfar eder ve aldığın kaleleri geri verirsen, tarafımızdan, dostluktan başka bir şey görmezsin. Fakat kötü hâllerine devam ettiğin takdirde; zulümlerinle simsiyah yaptığın yerleri nura kavuşturmak ve elinden almak üzere, Allahü teâlânın izniyle yakında geleceğim. Takdir ne ise öyle olacaktır.”

Kaynaklar:


1) Tâc-üt-Tevârih; cild-2, sh. 268

2) Selîmnâme (Hoca Sâdeddin Efendi)

3) Tevârih-i Âli Osman (İbn-i Kemâl, Millet Kütüphânesi, Ali Emîrî kısmı, No: 32); defter-8

4) Îzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi (Danişmend); cild-2, sh. 6

5) Osmanlı Târihi (Uzunçarşılı); cild-2, sh. 253

6) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; cild-15, sh. 36

7) Osmanlı İmparatorluğu Târihi (Z. Danışman); cild-5, sh. 177

8) “Yeni Kaynak ve Vesikaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selîm’ın İran Seferi” (Şehâbeddîn Tekindag, İ.Ü. Ed. Fak. Târih Dergisi, XVII. cild, 22. sayı, İstanbul-1968)

9) Devlet-i Osmaniye Târihi (Hammer); cild-4, sh. 1066

10) Rehber Ansiklopedisi; cild-3, sh. 270

Türkiye Gazetesi - Osmanlı Tarihi Ansiklopedisi 


Arama sözcükleri: ÇALDIRAN SAVAŞI - 23 Ağustos 1514, çaldıran savaşı hakkında ansiklopedik bilgi makale, çaldıran savaşının önemi, çaldıran savaşı kimler arasında oldu tarihi ne zaman, Osmanlı Tarihi, Makaleler, 


Safeviler (1502–1736) haritasi
Safeviler (1502–1736)
>1502’de Şah İsmail tarafından Akkoyunlu Devleti’ne son verilerek Tebriz merkezli olarak kurulmuştur.
>Anadolu’da Şiiliğiyaymaya çalışan Safeviler, Anadolu’da isyanlara neden olmuştur. Yavuz Sultan Selim Çaldıran Savaşı’ndaŞah İsmail’i yenmiş (1514), devlet sürecine girmiştir.
>Safevilerin ardından İran’da Avşar ve Kaçar Türk hanedanları egemen olmuştur. Fars asıllı Pehlevi Hanedanı 1925 yılında bugünkü İran Devleti’ni kurmuştur.

Arama sözcükleri: safeviler hakkında kısa bilgi, safeviler kim tarafından ne zaman nerede kuruldu, safeviler başkenti, safeviler kime son vererek kuruldu, Şiilik yaymak safevi Osmanlı savaş yavuz sultan selim, çaldıran savaşı kimler arasında ne zaman oldu, safevilerden sonra kurulan devletler/hanedanlar, iran ne zaman kurulu kim kurdu.


Timurlular (1369–150)
Timurlular (1369–150)
>Çağatay Hanlığı’ndaki karışıklıktan yararlanan Timurtarafından Semerkant’ta kurulmuştur.
>Timur, Orta Asya ve Hindistan’a hâkim olmuş, Altın Orda ve Osmanlı Devleti’nin zayıflamasında (Ankara Savaşı) etkili olmuştur.
>Cihan imparatoru olmak isteyen Timur, Çin seferi sırasında öldü.
>Timur’un ardından tahta Uluğ Bey çıktı.
>Uluğ Bey medreseve rasathane açarak astronomi alanında çalışmalar yaptı.
>Timur Devleti’nde Hüseyin Baykara yazdığı Türkçe şiirlerle ün kazanırken Ali Şir Nevai Muhakemetü’l-Lugateynadlı eseri ile Türkçenin Farsçadan üstün olduğunu kanıtlamaya çalıştı.
>Timur Devleti Hüseyin Baykara’nın ölümünden sonra Şeybaniler tarafından yıkılmıştır.

Arama sözcükleri:Timurlular hakkında kısa bilgi, Timur devleti hakkında, Timurlular nerede kuruldu ne zaman kuruldu kim kurdu, kimler tarafından yıkıldı, kim yıktı Timurluları, Timurlular türkmü, Timur kimdir, Ankara savaşı Osmanlı Timur, uluğ bey kimdir çalışmaları, Hüseyin Baykara hangi devlet zamanında şair şiir Türkçe, ali şir Nevai eseri hangi devlet zamanında yaşadı kimler, muhakemtül lüügateyn nedir ne için yazılmıştır, Şeybaniler kimler ne yaptılar.




Doğduğu köyden çok uzaktaydı. Çoktan beridir unutmuştu zaten. Amcasının himayesiyle uzun zaman önce kopmuştu o topraklardan. Geniş odasının denize bakan balkonundan güneşin batışını seyrederken, gücünün farkındaydı imparator I. Jüstinyen. Tahttan indirilmesi için çıkarılan isyanı güç bela da olsa bastırmış, hipodroma topladığı isyancıları kadın, erkek demeden kılıçtan geçirtmişti. Ölmektense, öldürmeyi tercih etmişti. Tarihe Nika İsyanı olarak geçecek olan isyan onun için yeni bir başlangıç olacaktı.

Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen adını tarihe yazdırmanın peşindeydi. İmparator olduktan sonra, büyük bayındırlık hizmetlerinde bulunmuş, yeni medeni kanun hazırlatmış olmasına rağmen yaptıklarını tatmin edici bulmuyordu. Gücüne güç katacak. Doğuda ve batıda adını herkese duyurabilmeyi sağlamak ve eski tanrıları gibi ölümsüz olmak istiyordu.

Bitmeyen iktidar mücadeleleri ve imparatorluğun büyüyen sınırları nedeniyle Roma İmparatorluğu’nu iki merkezden yönetme kararı alınınca, Roma gibi ikinci merkezin de yedi tepeli bir bölgede kurulması fikri ortaya çıktı. Yedi rakamı pagan inanışta kutsaldı. Truva ve İzmit dâhil birçok yer elendikten sonra, Konstantinopolis Roma’nın eşzamanlı ikinci başkenti olarak kabul edildi. Şehrin daha önceki adı byzantion iken, ilk imparator Doğu Roma İmparatoru Konstantin’in adı verildi. Yıl: 395.

İşte bu yedi tepenin biri üzerine kurulmuş olan Büyük Roma Sarayı’nın tahtında oturan I. Jüstinyen, Nika ayaklanmasıyla yıkılan Ayasofya Kilisesi’ni yeniden inşa etmek için iki mimar görevlendirdi. Jüstinyen mimarlarına istediği yapıyı tarif ederken, Hıristiyan dünyası için simge olacak bir yapıyı da anlatıyordu.

5 yıl gibi- rekoru hala kırılamayan- bir sürede yapımı biten Ayasofya Kilisesi’nin muazzam kubbesi gökyüzüne yükselirken, takvimler 537’yi gösteriyordu. Ayasofya o zamana kadar en büyük yapı olan Süleyman Mabedi’nden daha da büyüktü.  Jüstinyen kiliseyi gördüğünde öyle bir kibir denizinde yüzüyordu ki, Ey Süleyman! Seni yendimdiyerek tarihe geçecek sözünü söyledi.

Ayasofya bin yıl boyunca - 1520’de İspanya’daki Sevilla Katedrali yapılana kadar- en büyük katedral olma özelliğini taşıdı. Kilise şehrin her yerinden rahatlıkla görüldüğü gibi, karşı kıyıdan bile izlenmesi mümkündü.

Roma İmparatoru I. Jüstinyen tarihe adını yazdırmayı başardı.

I. Jüstinyen’in muhteşem mabedi, bin yıl kilise, beş yüz yıl cami ve seksen yıl müze olarak kullanılan Ayasofya bugün halen ayakta.

ÖLÜMSÜZLEŞMENİN İLK ADIMI

Yıl 2012. Jüstinyen’in Büyük Saray’ın üzerinde çağdaş(!) çarpık binalar yükselirken, denizin karşı tarafında, Roma Sarayı kadar gösteriş ve şâşâlı olmayan mütevazı bir villada, 9 yıldır başbakan koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan düşünceli, düşünceli çalışma odasında bir ileri bir geri turluyordu.

İstanbul’a damgasını vurmuş sabık imparatordan geriye kalan Ayasofya’yı, penceresinden göremiyordu ama en az Jüstinyen kadar hırslıydı. Adını tarihe yazdırmalıydı. İstanbul için düşündüğü “çılgın proje”yi hayata geçirmek en azından şimdilik bir hayaldi. O takdirde bir yenisi devreye girmeliydi.

Büyük imparatorlar şehre yüzlerce-binlerce yıl sürecek damgalar vurmuştu. Kral Byzas, kenti kurmuştu. Konstantin adını vermiş, Thedoisus şehrin efsane surlarını yaptırmıştı. Bin 500 yıllık Ayasofya’yı Jüstinyen, şehri yeniden dünya şehri yapan ise Fatih idi. 4 yıl İstanbul Belediye Başkanlığı yapan Tayyip Erdoğan, 9 yıldır da ülkeyi yönetiyordu. Bu şehre damgasını vurmanın, ölümsüzleşmenin de vakti gelmişti. Gelenek buydu. İstanbul tarihi böyle yazılmıştı.

Ayasofya şehrin her yerinden görülebilecek şekilde eski şehrin yedi tepesinden birinde kurulmuştu. Jüstinyen’in sarayının hemen yanı başındaydı.

Çamlıca tepesi yeni şehrin yedi tepesinden biri olmasıyla Tayyip Erdoğan’ın evinin yanı başı sayılırdı. Buraya yapılacak muhteşem bir mabed, şehrin her yerinden görülürdü.

Belki dünyanın en büyük camisi olmayacak, belki Tayyip Erdoğan’ın adını tarihe yazdıracak nitelikleri de taşıyamayabilirdi. Ancak Çamlıca Camii, tarihe vurulacak Recep Tayyip Erdoğan damganın ilk adımı olabilirdi…

DEVLET KASASINDAN CAMİ YAPTIRILIR MI?

20 Temmuz 2012 Yer: Ataşehir. Gökdelenlerin gölgesinde 10 bin kişilik Mimar Sinan Camii yükseliyordu. Anadolu yakasının en büyük camisi olan bu cami, Tayyip Erdoğan’ın isteğiyle yapıldı. Ayasofya ve camiye adı verilen Mimar Sinan’ın Selimiye’siyle kıyaslandığında sadece yapım süresi olarak onlardan ayırt ediliyordu. İki yılda tamamlanmıştı. Fakat Türk mimarisinin son dönem yapıtı olarak önem taşıyordu. Ataşehir gibi bir yerde o kadar büyük bir camiye gerek var mıydı orası tartışılır. Fakat caminin yapım sebebi ihtiyacı karşılamaktan öte bir şeydi.

Caminin açılışında konuşma yapan Erdoğan, Mimar Sinan Camii’nden ‘Selâtin Camii’ olarak söz ediyor. Anadolu yakasında bu tanımlamadaki camilerin yapımına devam edileceğini söylüyordu. Caminin girişinde bir de Erdoğan’ın estetik fakiri kitabesi bulunuyordu.

Erdoğan’ın fazlasıyla sözlerini önemsiyorum. Erdoğan söylediği hiçbir lafı iş olsun diye söylemeyen, konuşmalarının satır aralarında, mesajlar veren bir siyasetçi. Belki gelecek planlamasını bile konuşmalarından anlamak mümkün.

Cami açılışında yaptığı konuşmada kullandığı ‘Selâtin Camii’lerinin ne olduğunu ve neyi temsil ettiğini Erdoğan çok iyi biliyor.

Selâtin Camileri, padişah camileridir. Bu camileri başlangıçta, zafer kazanan padişahlar tarafından yaptırılıyordu. Camiler sultanın kişisel servetinden inşa edilir, devlet kasanından katkı yapılmazdı. Daha sonra I. Ahmed’in Sultanahmet Camiini yaptırmasıyla bu gelenek bozuldu. Sefere gitmeyen ve zafer kazanmayan padişahlar da cami yaptırır oldu.

Başbakan’ın Mimar Sinan Camii’ne Selâtin Camii demesinin altında ne gibi bir anlam yatıyor bunu anlamaya çalışacağız.
(Camiler halkın bağışlarıyla yapılıyor. Bugüne kadar ki teamül budur. Mimar Sinan Camii yapımında devlet yardımı oldu mu bilmiyorum-benim bilgi eksikliğim-Çamlıca Camii hangi bütçeyle inşa ettirilecek bunu da bilmiyorum. Önemli gördüğüm bir noktayı vurgulamak istiyorum. Erdoğan Selatin Camileri yaptırmak istiyor. Bunu yaparken lütfen, camilere vakfiyeler kazandırmaya baksın. Zira camilerin halka el açması, son derece iç burkucu ve onur kırıcı bir durum. Bugün kanıksamamıza rağmen, camilerin sosyal hayatın içine girememelerinin sebeplerinden biri olarak bu sorunu görüyorum.)

AYIYA ‘DAYI’ MI DİYOR

Tayyip Erdoğan, parti içinde kendine tam biat edilen bir genel başkan olmakla beraber aynı zamanda ülkeyi de tek adam mantığıyla yönetme güdüsü yüksek bir şahsiyet. Karizması ve “racon kesme” üslübu uluslararası arenada da dikkat ve şaşkınlıkla izleniyor. Türk siyasetinde bir ekol. Birçok alanda yaptığı devrim niteliğindeki yeniliklerle, tartışmalara neden olsa da, üç dönem iktidarda kalarak oyunu yükselten tek partinin sarsılmaz lideri. Yüzde 48’lik oy onun rahat hareketinin en büyük sebebi.
Ortadoğu’da zıp zıp zıplaması, her planın içinde olması onun ‘ağır abi’liğine ters, fakat dominant karakteriyle uyuşan bir durum.
Geçen yıl Tahrir Meydanı’nda yaptığı konuşmayla İslam âlemini de kanatları altında toplamak isteyen tavrı, alkış topladı.

Her ne kadar “BOP eşbaşkanıyım” dese de ve yaptıklarını öyle değerlendirip belki de su-i zanda bulunsak da; ‘köprüyü geçene kadar ayıya, dayı diyor’ tezi de hüsnü kabul görüyor.

Bu tez üzerinden gittiğimizde ve 2014’te cumhurbaşkanlığına oynayarak, sonra ki süreçte de, yarı başkanlık/başkanlık sistemi isteyeceğini sağır sultan bile biliyor. Peki ya daha sonra ki adım ne olacak.

‘HİLAFET’

11 yıl ülkeyi tek başına yönettikten sonra, küçük bir hamleyle cumhurbaşkanı olan, hele hele başkanlık koltuğuna da oturursa Tayyip Erdoğan gibi bir insanın tek bir arzusu kalır: HALİFE OLMAK.

Selâtin Camileri yaptıran ve Kemalist kurumları alt-üst ederek, yeni anayasa ile devletin kuruluş ideolojisini baştanbaşa değiştirmeyi hedefleyen, attığı her adım olay olan bir siyasi şahsiyetin ulaşacağı son nokta ne olurdu sizce…

GÜNDÜZ NİYETİNE…

Belki bu da BOP kapsamında…  Ancak hilafetin bize bu bölgede belki de kazancı olabilir. 1924 yılında kaldırılan hilafet, dünya Müslümanlarının bir noktada lidersiz kalmasına neden olmuştu. Tüm dünyada uzun yıllardır tartışma konusu olan ‘hilafet’, 1517’de Yavuz’un Mısır seferi ve ardından Memluklara son vermesiyle Osmanlı hanedanına geçti. Son Abbasi halifesi 3. Mütevekkil ile İslam Sancağı ve Kutsal Emanetler İstanbul’a getirildi. Mütevekkil’in ölümünden sonra, Abbasi hanedanından halife çıkmasını engelleyen Yavuz, halifeliğin kendisine geçmesini sağladı.

Cumhuriyetin ilanı ve saltanatın kaldırılmasından sonra, TBMM tarafından seçilen son halife II. Abdülmecit’in varlığı, devrimlerin önünde engel addedilince, hilafet 3 Mart 1924 tarihinde meclisin aldığı bir karar ve çıkarılan bir kanunla tümden ortadan kaldırıldı.

Devrimler açısından son derece elzem görünen hilafetin kaldırılmasının, İslam dünyasında elbette olumsuz yansımaları oldu. İnanan kitle açısından dünyada ikinci semavi din olan İslamiyet’in kişi ve kurum olarak ‘hilafet’e bağlı olması ve dünya Müslümanlarının, tek merkeze bağlı kalmalarının-hele hele bir Türk halifenin olmasının-önemi günümüzde daha çok ortaya çıkıyor.

Osmanlı’nın son dönemlerinde Sultan II. Abdülhamid Han’ın, hilafet makamından yararlanıp, ‘İslam birliği’ stratejisini çok iyi kullanmasıyla, topraklarında yangın olan bir imparatorluğun ömrünü uzatmayı başarmıştı.

Bu yangın imparatorluğun eski topraklarında bugün yeniden tezahürüyle; emperyalist güçlerin fiili ve siyasi işgali altında kalan eski Osmanlı halkları, kendisine sunulan, ‘baharın’ kanlı çiçeklerine kanarak, ateşe koşuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, İsrail’e ‘van minüt’ü ve Tahrir konuşması gibi bölgenin yakın takibi altındaki tavırları, fecaat içinde bulunan eski Osmanlı halklarını kucaklamaya yönelik siyaseti, büyük ölçüde karşılık görmekte.

Böyle bir makama şimdiye dek, dünya üzerinde kimsenin cüret edememesi, hilafetin ilelebet zuhur etmeyeceği anlamına gelmiyor. Kanımca dünya Müslümanları, Türklerden 500 yıl boyunca ona halel getirmeden ellerinden düşürmedikleri Hilafet Sancağı’nı, yeniden yüceltecekleri günü bekliyor.

Laik Türkiye Cumhuriyeti tarafından ilga edilen bir kurumun yeniden hayat bulması, Kemalizme vurulacak en büyük darbelerden biri olacağı gibi, hilafet doğru kullanıldığında, Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye adına büyük koz olacaktır.

Şunu iddia ediyorum: Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olduktan sonra, medya ve siyasi arenada ‘Hilafet Tartışmaları’ başlayacaktır.

Yeniden hatırlatma gereği duyuyorum: Her ne kadar bu gelişmeler, emperyalist güçlerin politikalarına uygun sürdürülüyor gibi görünse de…

Kemalist cumhuriyet kurumlarının reorganizasyonu, belki de laikliğin yeni anayasayla artık tarih olması, Jüstinyen’in Ayasofyası’na muadil Çamlıca’da cami projesi, eski imparatorluğu yeniden diriltme çabaları, başkanlık sistemi, Tayyip Erdoğan’ı Özal’dan da öteye taşıyor. Belki Özal’ın yarım kalan misyonu üzerinden devam ediyor. Belki de kendine verilen rolü oynuyor. Zaman gösterecek.

Tayyip Erdoğan’ın ‘Hilafet Rüyası’ gündüz niyetine…



Babürler devleti haritasi
Babürler
Timur hanedanı soyundan gelen Babür tarafından, Bugünkü Afganistan, Pakistan ve Hindistan coğrafyasında 1526’dakurulan bir Türk devletidir. Bu devlet en güçlü dönemini Şah Cihan zamanında yaşamıştır. Babür Devleti 17. yüzyıla kadar devam etmiştir. 1858 yılında Hindistan’da egemenlik kuran İngilizler Babür Devleti’ne son vermiştir.
>Not: Babürname, Babür Şah tarafından Türkçe olarak yazılmış bir eserdir.
>Not: Tac Mahal Babürlüler tarafından inşa edilmiştir.

Arama sözcükleri:Babürler hakkında kısa bilgi, Babürler devleti ne zaman kuruldu nerede kuruldu kim kurdu, Babürlerin en parlak dönemi kim zamanında, Babürler ne zaman yıkıldı, Babürleri kim yıktı, Babürler nerelerde hüküm sürdü, babürname nedir kim yazmıştır, Babür şah kimdir, şah cihan kimdir, tac mahal nedir kim tarafından yaptırılmıştır nerede.

Moğollar Haritası indir
Moğollar
            Orta Asya’nı doğusunda Türklerle komşu olarak yaşayan Moğollar, Türklerden ayrı bir millettir. Ancak aynı coğrafyada yaşamaları nedeniyle aralarında uzun dönem siyasi, ticari, kültürel ilişkiler gelişmiştir. Bu ilişkiler sonucu Türkler ve Moğollar birbirlerinin kültürlerini etkilemiş ve benzer bir kültür oluşmuştur. Moğollar Türkler gibi birçok devletinin kuruluşuna imza atan, teşkilatçı bir yapıya sahip değildi. Moğollar tarih sahnesine ilk defa asıl adı Temuçin olan Cengiz Han döneminde çıkmıştır. Harzemşahlar, Türkiye Selçukluları, Abbasiler, Zengiler gibi devletler Moğol saldırıları ile yıkılmışlardır. Cengiz Han’ın ölümünden sonra Moğollar dörde bölünmüştür.
>Moğolların Yıkılmasıyla ortaya çıkan devletler:
>Altın Orda Devleti
>İlhanlılar
>Çağatay Hanlığı
>Kubilay Hanlığı
            Yukarıdaki devletlerden sadece Kubilay HanlığıÇinlileşirken, diğerleri Müslüman olmuşlardır.
>Not:İslamiyeti kabul eden Moğollar zamanla Türkleşme özelliği gösterirken İslam dinine girmeyen Moğollar kendi milli özelliklerini korumuşlardır. Müslüman olan Moğollar yoğun Müslüman-Türk nüfusu içerisinde zamanla erimişlerdir.
>Not:Moğolların kurmuş oldukları devletler tek başına Moğol karakteristiği oluşturmamakta, bu devletler üzerinde Türk etkisi de gözükmektedir. Moğol devletlerinde Türk etkisinin bulunmasında, bu devletler içerisindeki yoğun Türk nüfusunun yanında, Moğollara göre daha gelişmiş olan Türk kültürünün büyük etkisi vardır.

Arama sözcükleri:Moğollar hakkında kısa bilgi, Moğollar türk müdür, Moğollar Müslüman mıdır, Moğollar yıkıldıktan sonra yerine hangi devlet/devletler kurulmuştur, altın orda devleti nasıl kuruldu, ilhanlılar kimdir, Çağatay hanlığı Müslüman mıdır, Kubilay hanlığı türk müdür çin mi, Moğollar saldırılarıyla hangi devletlere son verdiler, vermiştir. Temuçin kimdir Cengiz han. Müslüman Türk devletleri. 
Memlükler Devleti haritası
MISIR’DA KURULAN TÜRK-İSLAM DEVLETLERİ
Memlükler (1250–1517)
            Eyyubi Devleti’ne son veren Aybeg Mısır’da Memlük Devleti’ni kurdu. Memlükler hem Haçlılarla hem de Moğollarla başarılı savaşlar yaptılar.
            Sultan Kutız döneminde Moğollar Ayn-CalutSavaşı’nda mağlup edilerek Mısır istiladan kurtarılmıştır. 1277’de Sultan Baybars Moğolları Elbistan’da bir kez daha yendi.
            Haçlı kalıntılarına son veren Memlükler, Moğollar tarafından ortadan kaldırılan Abbasilerdeki halifeliği Mısır’da yeniden başlattılar.
            Fatih zamanında Memlük Devleti ile Osmanlı Devleti’nin arası açıldı. Yavuz Sultan Selim, Memlüklerle 1516 Mercidabık ve 1517 RidaniyeSavaşlarını yaparak bu devlete son verdi.
>Not:Memlükler Türkçeyi resmi dil ilan etmişlerdir. Memlüklerde kut anlayışı olmadığı için bazen güçlü ordu komutanları tahta geçmekteydi. Bu durum onları diğer Türk devletlerinden ayırır.

Arama sözcükleri:memlükler devleti hakkında kısa bilgi, memlükler nerede kuruldu, mısırda kurulan ilk türk devletleri hangileridir, memlükleri kim kurdu nerede kurdu ne zaman kuruldu ve yıkıldı, sultan kutız kimdir, ayn Calut savaşı kimler arasında neden yapılmıştır, sultan baybars kimdir, Moğollara dur diyebilen ilk türk devleti kimler, Moğolları yenen ilk türk devleti, mercidabık ve ridaniye savaşları kimler arasında kaç yılında oldu, Türkçeyi resmi dil ilan eden devletler. Memlüklerin diğer türk devletlerinden farkı nedir?.




KEMÂL KAPLAN
4 Ağustos 2012

Gazetecinin en büyük sermayesi haber kaynakları, bağlantılarıdır. Mesleğe başlayan herkes kısa sürede bunu kavrar ve ilişkilerini buna göre düzenler.
Her gazeteci gibi ben de, haber kaynağı edinme ve bunları uzun yıllar muhafaza etme derdinde olduğum dönemlerde, tanımıştım Cem Başar’ı. Hiçbir zaman yüzünü görmemiştim. Hatta hâlâ bir fotoğrafı bile mevcut değil bende. Üzücü aslında.

Bir arkadaşım tarafından adı ve telefon numarası verilmişti. “Kıbrıs ve Yunanistan’la ilgili azami istifade edersin” demişti.

Bugünlerde Ortadoğu gündemden düşmüyor. Yunanistan’ın pabucu dama atıldı. 90’lı yıllarda, gün geçmiyordu ki Yunanistan ile bir kriz yaşanmasın. Dış politikada en popüler meselemiz Kıbrıs ve Yunanistan idi o yıllarda.
Cem Başar, hızır gibi yetişmişti imdadıma. 17 yıl Yunanistan’da TRT, Milliyet ve Hürriyet muhabiri olarak görev yapan Başar; 1958-1963 ve 1970-1982 yılları arasında Türk-Yunan ilişkilerinin en sıcak günlerinde Atina`da bulunmuştu. Başar, yazdığı haberler nedeniyle, 1982 Mart ayında Andreas Papandreu hükümeti tarafından ‘istenmeyen adam’ ilan edilerek sınır dışı edilmesinin ardından KKTC`ye yerleşmişti.
Onunla irtibat kurduğum yıllarda Lefkoşa’da kendi kurduğu INAF adlı bir haber ajansını yönetiyordu. Kıbrıs’ta yaprak kıpırdasa, telefona sarılır onu arardım. Kıbrıs meselesine hâkim olduğundan olaylara derinlemesine analiz yapar, arka plandaki ayrıntılarını anlatırdı. Benim için bulunmaz bir ‘kaynak’tı.

2006’da 73 yaşında vefat ettiğini öğrendiğimde, adeta telefon arkadaşı olduğum Cem Başar’ın meslek hayatımda önemli bir yer teşkil ettiğini geç anlamıştım.

Yunanistan ve Kıbrıs konusunda çok sayıda kitap ve çalışması bulanan Başar’la, yine bir telefon görüşmesi yapıyorduk. Konu:  Lefkoşa’da yeşil hat Rumlar'In eylemine sahne oluyordu.

KAFASINDAN VURULAN RUM ASKERİ

Bir taraftan TV’den canlı yayınlanan eylemi izliyor diğer taraftan da, Başar’la konuşuyordum. Ajansın bulunduğu bina eylem mahalline çok yakın olduğundan o da, penceresinden izliyordu. Konuşmamız devam ederken Rum bir göstericinin sınırı geçerek bayrak direğine tırmandığını gördük. Türk bayrağını indirmek için direğe tırmanan göstericiyi Türk askeri başından vurmuştu.
Başar olayları Lefkoşa’daki odasının penceresinden canlı, ben ise yüzlerce kilometre ötede İstanbul’da aynı anda gazetedeki haber merkezinde bulunan TV’den izliyordum.
Olay günlerce uluslararası kamuoyunda tartışıldı.


KIVRIKOĞLU’NA SUİKAST GİRİŞİMİ

28 Şubat’ın ağırlığı üzerimizde karabasan gibi devam ederken, REFAHYOL’dan sonra kurulan ANASOL-D hükümeti, asker gölgesi altında icraatlarına başlamıştı. Kasım ayında düzenlenen TOROS askeri tatbikatının ikinci ayağı KKTC’de sürüyordu. 5 Kasım 1997’de tatbikatı izlemek üzere çok sayıda yüksek rütbeli asker ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da, tatbikat bölgesindeydi.

Gözlemciler tatbikatı kendileri için kurulan sahra çadırlarından izliyordu.  Tatbikat alanına birkaç kilometre mesafedeydi. Düz alanda icra edilen savaş oyunları dürbünle izlenebiliyordu.
Çadırda askeri protokol uygulandığından Hüseyin Kıvrıkoğlu ön sıradaydı. Tatbikatın en ateşli ve bol patlamalı bölümünde Kıvrıkoğlu’nun tam arkasında bulunan Albay Vural Berkay birden irkilerek oturduğu sandalyeden yere yığıldı. Yardım için herkes seferber oldu. Oradakiler Albay Berkay’ın fenalık geçirip kendini kaybettiğini düşünürlerken, yardım için albaya müdahale edenler göğsünden vurulduğunu dehşetle müşahede ettiler. O esnada Kıvrıkoğlu da olanları anlamaya çalışıyordu.

Ertesi gün, Albay Vural Berkay’ın seken bir kurşunla Toros-2/97 adlı tatbikatta şehit olduğu haberi ajanslara düştü. Haberi okur okumaz, vakit kaybetmeden Cem Başar’ı aradım ama ofisinde yoktu. Yardımcısı Mutlu Beye not bıraktım. Öğleden sonra haber merkezinin telefonu benim için çalıyordu. Arayan Başar idi. Hâl-hatırdan sonra tatbikattaki olayı sordum kendisine.

Başar, olay esnasında orada bulunduğunu söyleyerek şunları anlattı: “Yandaki çadırda basın mensuplarıyla beraber tatbikatı izliyorduk. Patlamaların gürültüsü bize kadar ulaşıyordu. Birden protokol çadırından sesler yükseldi. Çadıra giriş-çıkış trafiği arttı. Olağanüstü bir durum yaşandığını anlayarak hemen oraya gittim. Kıvrıkoğlu’nun tam arakasında oturan bir albaya acil sağlık müdahalesi yapılıyordu. Adının sonradan Vural Berkay olduğunu öğrendiğim albay ne yazık ki daha olay anında ölmüştü. Göğsünden vurulmuş. Allah rahmet eylesin.”

Kara Kuvvetleri Komutanı ve geleceğin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun hemen arkasındaki birinin vurulmasının son derece manidar olduğunu söylediğimde ise: “Kemalciğim, kurşun sekmesi diyorlar. Ben oradaydım. Kurşunun sekeceği bir yer yok kilometrelerce düzlük. Kıvrıkoğlu oturduğu yerde hafif kıpırdamış ve o anda albay vurulmuş. Kıvrıkoğlu bir yıl sonra genelkurmay başkanı olacak. Bence başarısız bir suikast girişiminde bulunuldu. Onun ölümü komuta kademesinde değişikliğe neden olacaktı. Başaramadılar...”

Cem Başar’ın, son derece önemli bağlantıları vardı. Kara Kuvvetleri karargâhında görevli olan bir kurmay albayın ismini vererek, “Onu ara, selamımı söyle. Sana bilgi verir” dedi. Albayı aradım ama bilgi vermek bir yana, telefonla görüşebilmem bile bir haftayı buldu. Albay herhangi bir bilgisinin olmadığı, Ankara’ya gidersem kendisini ziyaret etmemi istedi.
Son derece muammalı bir olayda albayın telefonda bilgi vermesi mümkün değildi.

Yaklaşık iki yıl sonra vatani görev ifamın ilk ayağında yolum Ankara’ya düştü. İlk çarşı iznimde albay ile Tunalıhilmi’deki bir kafede buluştuk. Olayın üzeri soğumuş, ortalık sakinleşmişti albay, askerlik boyunca görüp göreceğim en 'fit' albay idi. Sakin ve soğukkanlı olduğu daha ilk dakikalarda anlaşılmıştı. İki yıl önceki olayı sorduğumda, gayet serin bir bakışla anlatmaya başladı: “Kemâl kardeşim, bak sende şimdi bu üniformayı giydin bizim psikolojimizi az çok anlıyorsundur. İki yıl önce sana telefonda bilgi vermem mümkün değildi. Bugün şartlar değişti. Komutanımız çok şükür genelkurmay başkanı oldu. Her türlü beladan kurtuldu. Onun terfi etmemesi için ne dümenler döndü. Az daha hayatından oluyordu. Çevik Bir ordu içinde öyle bir sulta kurmuştu ki inanamazsın. O zinciri hâlâ kırabilmiş değiller, fakat zayıflattılar.  Kıbrıs’taki olay tüm açıklığıyla bir suikast girişimidir. Komutanımız her şeyin bilincindedir ve ordu içinde herhangi bir kaos yaratmadan meseleyi zaman içinde çözmüştür. Silahlı Kuvvetler kimsenin babasının malı değildir. Buna izin verilemez. Bir ve ekibi tasfiye edildi.”

Olayın bir suikast girişimi olduğunu etkili ve yetkili bir ağızdan duymuştum. O dönem bunu yazamamış olsam da gerçeği biliyordum. Cem Başar sayesinde...

BESİM TİBUK’UN İSRAİL SEVDASI

Sahibi olduğu NET Holding ile ticari hayatta hızını alamayan Besim Tibuk, 1994 yılında Liberal Demokrat Parti’yi kurmuştu. Tibuk farklı söylemleriyle kısa sürede medyanın ilgi odağı oldu. Tibuk, Laleli’deki eski adı Tayyare Apartmanı olan NET Holding’e ait Ramada Otel’de, Filistin meselesiyle ilgili bir panel düzenlemişti. Şef basın bültenini elime tutuşturdu. Doğru otele… Panelin başlamasına kısa bir süre vardı. Hemen ön sıradan kendime bir yer seçtim ve panel başlayınca konuşmacıları dinlemeye bir taraftan da kayıt cihazıma konuşmaları kaydetmeye başladım. Panelde İsrail İstanbul Başkonsolosu, Filistin temsilcisi (adlarını hatırlamıyorum) ve Besim Tibuk konuşmacıydı.

İki ülke temsilcisi de kendi bakışlarına göre Filistin meselesini dilleri döndüğünce anlattı. Her iki konuşmacı da birbirini suçlayarak panel belli bir tava gelmiş oldu. Sonra Sıra Tibuk’a geldi. Atmosferin biraz serinlemesi için birkaç cümle sarf ettikten sonra, ağzındaki baklayı çıkardı: “Filistin’de yıllardır kan dökülüyor. İsrail, yeni yerleşim bölgesi açmak için Filistin topraklarına giriyor. Oysa bu sorunu çözmek için benim son derece etkin bir projem var. KKTC’nin özellikle Karpaz bölgesinde çok büyük boş araziler bulunuyor. Burayı İsrailli kardeşlerimize versek, onlar burada yerleşim bölgesi kursalar, hem Filistin’de akan kan durur. Hem de Kıbrıs’ın ekonomik kalkınmasına büyük fayda sağlar.”

Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Ama salonda bulunan diğer muhabirlerin tepkisi benim gibi olmamıştı. Birçoğu mayışmış, kendi arasında fısıldamaya başlamış, bir kısmı ise zaten 'malum' medyanın muhabirleri olduğu için bu haberi yapsalar bile yayınlanmayacağını biliyorlardı. Panel biter bitmez gazeteye koşup haberi parlatıp, cilalayıp verdim yayın yönetmenine, haber ertesi gün yayınlandı yayınlanmasına ama, çalıştığım kurumun etkisizliğinden tesir göstermedi.

Haberi hazırlarken bizim yaşlı kurt Cem Başar’a telefonla ulaşarak, Besim Tibuk’un haddini aşan cüretkârlığını bir bir anlattım. Yılların getirdiği bilgi ve birikimle, dış güçlerden çok içimizdeki hainlerle uğraşmanın çok daha zor olduğunu söylemiş, “Canım kardeşim, Besim Tibuk denen insan, KKTC’nin Dip Karpaz bölgesinde çok büyük araziler satın aldı. Almaya da devam ediyor. Bazılarının dini imanı para olmuş. Para için memleketini satılığa çıkaranlar var” demişti.

FKÖ’NÜN KAYIP SİLAHLARI VE 500 YILLIK AYASOFYA HAYALİ

Ayasofya’nın Yunanlılar tarafından yapılmış minaresiz ve kilise olarak restore edilmiş planlarını, FKÖ’nün kayıp silahlarının Kıbrıs Rum kesimindeki PKK kamplarında bulunduğunu, o tarihlerde Rusya’dan aldıkları S300 füzelerini Rumların konuşlandırdığı üslerle ilgili haberleri ve daha birçok önemli haberi Cem Başar’dan aldığım bilgi ve belgelerle yapmıştım.

Hayatını Kıbrıs’a adayan gazeteci ve yazar olmanın dışında, bir dava adamı olan Cem Başar, Kıbrıs ve Yunanistan konusunda yaptığı propagandalar ve çalışmalarla her zaman Rum ve Yunanlıları rahatsız etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Yavruvatan’daki menfaat ve çıkarları uğruna üstlendiği görevi büyük bir başarıyla sürdürmüş,  5 Ocak 2006 tarihinde Lefkoşa’da 73 yaşında iken gözlerini bu dünyaya kapamıştır.

Geçirdiği rahatsızlık sonucu bir süre felçli olarak hayatını sürdüren Başar, hasta yatağında bile ‘Yunan Gerçeği’ isimli son kitabını tek eliyle yazarak bitirmeyi başarmış, sarsılmaz bir azmin abidesidir. Bir vatanseverlik hikâyesidir Cem Başar’ın hayatı…

Bu yazı geç de olsa Cem Başar’a ithafen yazılmış bir vefa yazısıdır.

Allah nur içinde yatırsın.