Eylül 2015

Türk Ortodoks Patriği Zeki Erenerol (Patrik Eftim I), 
1920'de meclis açılışında meclis duvarında konuşma yaparken.


KEMÂL KAPLAN
18 Eylül 2015

Sizlere gündem dışı lakin, Türkiye'nin bugüne değin yaptığı en önemli stratejik hatalarından birini anlatmak istiyorum. Geçenlerde uzun müddet Münih'te yaşamış bir arkadaşımla sohbet esnasında yıllar önce Münih'te karşılaştığım bir aileye mensup üç erkek aklıma geldi.

2002 yılıydı. Münih'te bir fuarda yaşları 15, 40 ve 70'e yakın baba, oğul ve dededen oluşan üç kuşak yan yana bir şeyler konuşuyorlardı. Kötü Türkçe aksanıyla orta yaşlı olan, ihtiyara bir şeyler söylüyordu. Yanlarından geçip gittim. Sonra onlara fuarın kafeteryasında rastladım. Yine Türkçe konuşuyorlardı.  Üçünün de yaka kartlarında isimleri ve KAPLANİS olan soy isimleri yazıyordu. 

İlgim daha da arttı.

Yanlarına giderek, kendi yaka kartımı gösterdim. "Benim soyadım KAPLAN, sizin KAPLANİS nerelisiniz" dedim.

Yunan vatandaşı olduklarını, mübadelede Karaman'dan, Yunanistan'a gönderildiklerini  soyadlarının KAPLAN iken, Yunan makamlarının bunu kabul etmeyip sonuna 'İS' eklediklerini anlattılar.
Peki nasıl oluyor da Türkçe konuşuyorlar.

"Dedemler Yunanistan'a geldiğinde Türkçe konuşmayı bırakmamışlar.  Yunanca'yı çok sonra öğrenmişler. Evde her zaman Türkçe konuşulmuş. Bugün ne yazık ki oğlum Türkçe bilmiyor. Zaman değişiyor. Dedemler Yunanistan'da sürekli dışlanmışlar. Siz Türksünüz denmiş bize. Bu doğru biz hiçbir zaman Yunan değildik. Ortodoks Türküyüz. Mübadelede ırk gözetilmeden dine göre hareket edilmiş."

Diye cavaplamıştı. Adını hatırlayamadığım oğul Kaplanis.  

Yunanistan'da dört defa başbakanlık, iki defa cumhurbaşkanlığı yapan Konstantin Karamanlis eski adı Pruti şimdiki adı Kınalıada'da doğdu. Yeğeni Kostas Karamanlis de eski başbakanlardan. Kökenleri Anadolu.

Mesele din olunca; Rumlar'ın yanında, Hristiyan Gagavuz ve Karamanlılar, Yunanistan'a gönderilmiş. 500 bin civarında bir nüfus (Rumlarla birlikte). Bunun yanında Yunanistan'dan gelen Müslümanlar sadece Türk değildi. Müslümanlaşan fakat Türkçe bilmeyen Bulgar, Ulah, Arnavut ve Pomaklar da mübadele kapsamına alındı.

ORTODOKS TÜRKLER: KARAMANLILAR

Türkçe konuşan, Grekçe yazan bir topluluk. Muhtemelen Anadolu'ya 1071'den önce gelen Türk boylarından. Alanya, Tarsus, Anamur, Sille (Konya), Ermenek, Karaman, Ereğli, Güzelyurt (Aksaray), Niğde ve ilçeleri; Bor, Kemerhisar, Ihlara, Derinkuyu ve Ürgüp, Yozgat ve bazı ilçeleri, Amasya, Kırıkkale ve Kayseri gibi geniş bir coğrafyada yaşamışlar.

1551'de Türkiye'ye gelen Fransız gezgin Nicolas De Nicolay  'Muhteşem Süleyman'ın İmparatorluğu'nda' adlı yazdığı Anadolu seyahatnamesinde, kitabın son bölümünde Karamanlılar'dan söz ediyor. (Hristiyan Türkler'e genel tanım olarak KARAMANLILAR deniyor.)

Nicolay İstanbul'daki Karamanlılar'ın Yedikule, Fener, Cibali, Kumkapı gibi semtlerde ikâmet ettiğini, ticaret ve kuyumculukla iştigal ettiklerini yazıyor. Karamanlılar'ın Ortodoks oldukları için
Rum-Ortodokspatriğine bağlı olduğunu ekliyor.

Evliya Çelebi Seyahatname'sinde,"Alanya kadim eyyamından beru Urum (Rum) keferesi bir mahallededir... Amma Urum lisanı bilmeyub, batıl Türk lisanı bilirler. Ve Antalya, dördü Urum keferesi mahallesidir. Amma keferesi asla Urumca bilmezler, Batıl Türkçe lisan üzre kelamet ederler"diyor.

Zaman geçtikçe kavramların anlamı değişiyor/değiştiriliyor.
Ortak akıl kavramlarla korunur. Oysa günümüzde kavramların içi boşaltılıyor veya anlamları saptırılıyor. 
Türk ve Araplar'ın 'Diyar-ı Rum' dedikleri Anadolu, Roma memleketi olarak tanımlanmış. Fatih Doğu Roma İmparatorluğu'na son vermesiyle, 'Kayser-i Rum' (Roma İmparatoru) unvanıyla sikke bastırmış.

Anadolu'da yaşayan Türkçe konuşmasına rağmen Ortodoksluğu benimsemiş halka 'Rum' denilmesi de ayrı bir mesele. Bugün Yunan adalarında yaşayanlar kendilerine 'Yunan' demiyor, 'Rum' yani 'Romalı' olduklarını söylüyorlar.
İyon-Yunan-Grek soyundan Anadolu'da belki pek az insan var. Roma da zaten etnik bir kimlik değil. Osmanlı gibi algılanmalı.

Yine Karamanlılar'a dönelim. Milli mücadelede Ortodoks Türkler bağlı bulundukları, Rum Ortodoks Kilisesi'nden ayrılarak bağımsız bir kilise kurmak istiyorlar. Amaçları Türk olduklarının unutulmaması ve Fener Rum Patrikhanesi'nin o dönem yaydığı fitnelere maruz kalmamaları.

1921 yılında Kastamonu Valisi Ankara'ya gönderdiği mektupta, Taşköprü Rumları'nın ayrı bir kilise kurmak istediklerinden söz ediyor. (Burada Türk Ortodokslar, Rum gibi algılanmış.) Trabzon Ortodoks cemaati de aynı istekle Ankara'ya bir telgraf çekiyor. Kayseri bölgesinde yaşayan Ortodoks tebaa da aynı istekle girişimlerde bulunuyor fakat netice alamıyor.

Kurtuluş Savaşı'nda  'Umum Anadolu Türk Ortodoksları Cemaatleri' olarak teşkilatlanıyorlar.
Ankara hükümetinden izin alarak, düzenledikleri bir kongreyle bir araya geliyorlar. 21 Eylül 1922'de toplanan Kongreye; Gümüşhane Episkoposu Yervasyos, Konya Metropoliti Prokobios, Antalya Episkoposu Meletios ile Anadolu ve Trakya'nın diğer bölgelerinden gelen 72 temsilci katılıyor. Kongre sonrasında, Türk Ortodoks Patrikliği'nin kurulması kararı alınıyor.

'Milli Mücadelede Kayseri' adlı çalışmasında Zübeyir Kars, bu toplantıya Mutasarrıf Muammer Bey, Mevki Kumandanı ve Kalem Reisi Miralay Abdullah Bey ve sonraki yıllarda TBBM'de Eskişehir Milletvekili olan Türk asıllı Ortodoks Umumi Katip Bodrumi İstimad Zihni Özdamar Efendi'nin de katıldığını belirtiyor.

1924 yılında Türk Ortodoks Patrikhanesi resmen kurulur. Pavlos Karahisarithis 'I. Eftim' ünvanı alarak patrik olur.  Sonradan adını 'Zeki Erenerol' olarak değiştiren Eftim I. meclisin açılışında dua edenlerden biridir.

ERGENEKON'UN STRATEJİSİ

Türk Ortodoks Patrikhanesi kurulması fikri Atatürk'ün bir stratejiydi. Fener'e karşı bir güç odağı oluşturulması ve Türk Urtodoksları'nın ayrı bir kilisesi bulunması Türkiye Cumhuriyeti Devleti için bir koz idi. Lakin iki büyük hata yapıldı.

Birincisi:Patrikhaneyi kurduran Atatürk, cemaatini mübadeleyle Yunan'a kaptırdı. Tüm 'suçları' Ortodoksluk olan Türkler, bir heyulanın içine atıldı. Tamamen yabancı bir kültürün kucağına gönderildi. Milletler Cemiyeti nezdinde, Türkiye'deki azınlık politikalarının her zaman başarısız olmasının altında, Anadolu'da Türkiye politikalarını savunacak bir Hristiyan tebaanın olmamasıdır. Cemaati olmayan bir kilisenin hiçbir etkinliği olmaz. Uluslararası arenada itibarı da olmaz.
(Bir kararname ile patrik ve ailesi mübadeleden muaf tutuldu.)

İkincisi: Öyle ya da böyle, az da olsa bir cemaate sahip Türk Ortodoks Patrikhanesi bugüne kadar varlığını sürdürdü. Her ne kadar Fener Rum Patrikhanesi'nin baskısı olsa da. Ergenekon operasyonu olarak başlatılan 'ucube' içinde işin ucunun Türk Patrikhanesi'ne de dayanması, çok ama çok büyük bir stratejik hata idi. (Veya strateji böyle belirlenmişti.) Dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan, operasyonun baş döndürücü etkisi altında, 'patrikhanenin silah deposu' veya 'örgüt merkezi' şeklinde yaftalanmasının, Patrik Eftim III olan Selçuk Erenerol'un, kızı Sevgi Erenerol'un tutuklanmasını bir zafer olarak gördü.

Ergenekon operasyonu kapsamında tutuklanan Türk Ortodoks Patriği
Selçuk Erenerol'un kızı Sevgi Erenerol

Fener Rum Patriği Bartholomeus'un 'emümenik' sıfatla arz-ı endam etmesi ve global arenada kabul görmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni namemnun eder. Devlet bilinci bunu kabul etmez. Hiçbir dönem kabul edilmemiştir. Türk Ortodoks Patrikhanesi'nin 'terör örgütü işbirlikçisi' olarak yaftalanması, Bartholomeus'un ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey değildir.

Devletin dini azınlıklar politikasında küçük de olsa elindeki bir koz yok edilmiştir. Bundan geri dönüşü de mümkün değildir. Ergenekon Operasyonu'nun komplo olduğu AKP hükümeti tarafından dile getirilse de, artık atı alan Üsküdar'a geçmiştir. 



Atatürk'ün ilk manevi kızıydı. 1924 yılında Amasya gezisi sırasında yetimhanede rastlamıştı. Adı: Zehra.

Sonra diğer manevi evlatlar gelmeye başladı Çankaya'ya, Sabiha, Afet, Rukiye, Zühre, Ömer, Afife, Nebile, Sığırtmaç Mustafa, Abdurrahim.

Yaşıt kardeşleriyle ilkokulu Çankaya köşkünde bitiren Zehra, İstanbul'a Robert Koleje yatılı gönderildi.

Edebiyata büyük ilgisi ve yeteneği vardı.

İstanbul'dan sonra, Londra'da yatılı Saint Hilda Koleji'ne gönderildi. Zehra Aylin uyum sorunu yaşadığı, Londra'dan sömestr tatili için Türkiye'ye dönecekti. Gemi ile Fransa'ya, ardından Paris'ten trenle İstanbul'a gelecekti.

Paris'ten trene biniyor.

İki söylentiden biri; yanında Londra Büyükelçisi Fethi Okyar’ın da bulunduğu. Diğeri; Okyar Paris'te aynı trene binen bir tanıdığına Zehra'yı emanet ediyor.

Midesinin bulandığını söyleyerek kompartmandan çıkıyor ve bir daha geri gelmiyor. Yine iki rivayet var. Birincisi; Yanında yolculuk eden hizmetçisi Zehra'nın düştüğünü görüyor ve acil butonuna basıyor. Tren duruyor. Gidip baktıklarında Zehra hayatını kaybetmiş. İkincisi; Zehra'in emanet edildiği kişi-kim olduğu hiçbir kayıtta yok-trende kızı bulamayınca, "Aman Ata'nın kızı kayıp" diyor.

Sonra yetkililer, yaptıkları tahkikat sonucu bir köy istasyonuna yakın bir yerde Zehra'nin cesedini buluyorlar.

Olayla ilgili Paris büyükelçiliğinden Firuz Kesim görevlendiriliyor. Amiens adlı şehre giden Kesim, Zehra'nın cesedini bir kilisede buluyor. Pasaportunu görevlilerden istiyor. Kendi anlatımına göre, meftanın bir müslüman olduğunu söyleyerek,  kilisedeki naaşın yanında bulunan haçları kaldırtıyor.

Fransızlar Türk pasaportu taşıyan ve adı Zehra olan birinin Müslüman olduğunu bilmeyecek kadar cahil mi bilemiyorum. Firuz Kesim'in diğer anlattıkları da bana hiç tutarlı gelmedi. Hepsini burada yazmak istemedim.

Fransız basını, Atatürk'ün manevi kızının ölümünü şöyle taşıyorlar manşetlere:

"Osmanlı Cumhuriyeti’nin vârisi trenden atladı."
“Atatürk’ün kızı ve Osmanlı tahtının varisi kendini trenden atarak intihar etti”

Yıl: Kasım 1935. Türkiye'de cumhuriyet ilan edileli, 12 yıl olmuş. Manidar mı manidar.

Sonrakiler daha da manidar.

Paris'e gönderilen telgrafta Atatürk'ün Özel kalem Müdürü Rıza Soyak, Zehra için bir tören yapılmamasını, tahnit işleminden sonra Türkiye'ye getirilmesini istemiştir. Zehra'e neden TAHNİT yapılmıştır. Bir muamma daha. (Tahnit; ölünün bozulmasını erteleyecek işlemler.)

Söylenenin aksine Amiens'te büyük bir tören düzenlenmiş, halk büyük ilgi göstermiştir. Zehra'nın naaşı önce Paris'e, ardından Marsilya'ya, oradan bir vapurla İstanbul'a getirilmiştir. Marsilya'da dahil vapurun her uğrağı limanda törenler düzenlenmiş, yabancı misyon şefleri törene iştirak etmiştir.

Galata rıhtımından alınan tabut önce Şişli Sıhhat Yurdu’na götürülür. Dört hamalın taşıdığı tabut İstanbul Valisi Muhiddin Üstündağ, nezaretinde Maçka Mezarlığı'na defnedilir. Tören yapılmaz. Atatürk cenazeye gelmez.

 Zehra'nın intihar mı ettiği, trenden mi düştüğü muammadır. Atatürk'ün neden tören yaptırmadığı, cenaze defnine neden katılmadığı da...

 Atatürk'ün sevgilisi Fikriye'nin ölümünün de, aydınlatılmamış bir başka olay olduğunu bir kez de biz hatırlatalım.

Mezar bulunamıyor*

199 yılında bir haber için Maçka Mezarlığı'na giden haberciler Zehra Aylin'in mezarını bulamazlar. 14 Temmuz 1999 tariihli Hürriyet Gazetesi'nde çıkan haberde, "Tüm aramalara rağmen Zehra Aylin'in mezarını bulamadık." denir.

2015 yılında özellikle mezar taşı ve soy kütüğü araştırmalarıyla tanınan Abdullah Baltacıoğlu da Maçka Mezarlığı'nda araştırma yapmış lakin o da mezarı bulamamıştır.

BİR SABETAYİSTİN KABRİSTAN ZİYARETİ (https://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2016/11/bir-sabetayistin-kabristan-ziyareti-ii.html) adlı makaleyi yazmak için 2016 yılında ben de mezarlığa gittim. Tıpkı diğerleri gibi mezarı bulamadım.

* Bu kısmı Kasım 2016 tarihinde Maçka Mezarlığı'nı ziyaretimden sonra ekledim.

YIL: 1994
İstanbul'a kış geç geldiği gibi yaz da geç gelir, haziran ayı olmasına rağmen sabahları epey serin olurdu. Terzi Nuri o sabah diğerlerinin aksine daha da erken kalkmıştı. Sabahın ilk saatlerinde yeni uyumaya başlaması, Beyoğlu'nun en sevdiği yanıydı.

Geceden yorgun sokakların güneş ışığından döşeklerinde, çöpçülerin süperge sesleriyle uyuması Nuri'yi öteden beri mest ederdi.

Bir sabahçı kahvenin önünde durdu. Ocakta mesaiyi devralan topal Mustafa, yeni demlediği çayını önce kendi tadıyordu her zaman ki gibi. Kapı önünde duran Nuri'ye el ederek, "Gelsene abi ne dikiliyorsun."

Aklı yine geceden bir mevzuya takılı kalmış Nuri, gülümser gibi dudağını kıvırıp gözlerini kısarak baktı ve "Ula topal bir çay ver ama geceden kalmış olmasın." Mustafa'nın en titizlendiği konuydu sabah sabah damarına basıyordu.

Mustafa altı gibi mesaiye başlar önceki ocakçıdan kalma çay varsa hepsini döker, yerine kendi bildiği usûlde demler, ardından da bir bardak illâ içerdi test bâbında.

Bir an diklenecek oldu Nuri'nin fütursuz tavrına, sonra anladı onunla maytap geçtiğini, kafasını sallayarak tezgâhın üzerindeki bardağı doldurmaya başladı demlikteki tavşan kanını.

İçeride gececi üç taksici oturmuş poğaça eşliğinde çaylarını yudumlarken, bir taraftan da tv deki sabah haberlerini takip ediyorlardı pür dikkat. İlk kadın başbakanımız Çiller kürsüden yine haykırıyordu. "Bu terör ya bitecek ya bitecek." Şoförlerden biri elindeki bardağı sertçe vurdu tabağa, "Nah bitecek. Bacı yine atıp tutuyor. Hep aynı martaval Özal da böyle demişti."

Kapının yanındaki masaya oturan Nuri'nin bu defa gülümsemesi hissediliyordu. Televizyona bakarak, gülümsemesini bir süre devam ettirdi.

Eski ama, sıkı bir KAWA'cıydı o. Terörün kitabını yazardı. Türkiye'de neyin ne olduğunu çok önce çözmüştü. Dönek devrimciler, dönek İslamcılar, dönek dönekleri çokça görmüş hüp diye içine çekmişti hepsini.

Mustafa çayını masaya bırakırken, "Ulan Nuri yine provake edecektin beni ama erken uyandım. Yemem artık." Nuri arkasından "hasstir lan" dedi. Mustafa ardına bakmadan kralığına; ocağa doğru yaklaştığında, kafasını çevirmeden, "Yemezler" diye tekrarladı.

Nuri, Yaşar Kemâl ile yıllar önce gelirlerdi bu kahvehaneye, o zaman Mustafa yoktu. Süleyman diye Malatyalı bir hemşehrisi vardı. Malatya'dan da tanıyordu zaten. Süleyman bir gün "ben gidiyorum" deyip çekip gitmiş, bir daha haber de alınamamıştı.

Nuri masaya bıraktığı gazetenin sayfalarına göz gezdirirken-her zaman böyle yapardı. Önce tüm sayfalara bir göz atar,  başa döner ondan sonra ilgisini çeken haberleri okurdu-bir taraftan da çayını karıştırmaya başladı.

Orta sayfaların birinde, orta büyüklükte bir ilan vardı. "Amerika'ya gidecek usta terziler..."
"Hııı Amarika terzi arıyor demek ki" diye mırıldandı. Çayıyla beraber haberler de bitmişti. cebinden çıkardığı bozuklukların içinden çay parasını çıkarıp bardağın yanına bıraktı. "Mustafa kolay gele" deyip bir sıçramayla dışarı çıktı.

O gün atölyede Amerika'nın aradığı terzileri düşündü. Birkaç yüz milyon nüfusu olan bir ülkede terzi mi yoktu. Diyelim ki yoktu. Başka yer yok muydu da,  Türkiye'den arıyorlardı. Kafasına iyice takıldı.

Gece bunu düşündü. Ertesi gün atölyede düşünmeye devam etti. Bir an kendisinin gidebileceğini de düşündü. Amerika'ya gitme fikri kafasında daha büyük yer kaplıyordu artık. Yıllarca emperyalist şeytana lanet okumuşlardı meydanlarda.  "Türkiye'deki kötülüklerin ana kaynağı. Faili meçhul cinayetlerin çıkış noktası görülen, kontgerilla, Seferberlik Tetkik Kurulu, Özel Harp Dairesi, ABD beslemesi" diye geçirdi aklından.

Yıllarca öğretileriyle amel ettiği Marx'ın, Mao'nun düşmanıydı ABD. Terzi Nuri nasıl giderdi Amerika'ya. "Katil ABD" derken, nasıl olacaktı bu iş. ABD halkını düşündü. Hepsi emperyalizmi savunuyor olamazdı. ABD devletinin politikaları, halka mâl edilemezdi.

Yine de...

Her şey değişmişti. 70'lerin 'devrim' ruhu yok olmuştu. Damarlarındaki devrim kanını kaybetmemiş olsa da, daha bir ağar akıyordu artık. Komünist devrimin bayrağını sallayıp, ön safta yürüyenler, artık kapitalizmin yumuşak kucağında oturuyordu. Omuz omuza verdiği, uğrunda ölümü göze aldığı insanlar devrimden söz etmiyorlardı eskisi gibi. Bir Anka kuşunun sırtına binmiş Kaf Dağı'na gitmişti devrim.

İlânda ABD'ye gidecek terziler için bir sınav yapılacağı sınavın Etap Marmara Oteli'nde olacağı yazıyordu. Tarih: 25 Haziran 1994.

İki gün kalmıştı. Yeni Dünya yeni bir hayat demek olabilirdi. Kararını verdi. Sınava gidecekti.
Taksim Meydanı'na geldiğinde bir kez daha sordu kendine, elli metreden daha az kalmıştı otele.
"Tamam" deyip devam etti yürümeye. Sınavın yapılacağı salona girince, etrafında Türkiye'nin tanınmış terzilerini gördü. Sınava eşlik edeceklerdi. Mülakatlar, uygulamalar... sınav bittiğinde yorgun düşmüştü. İki yüz kadar aday vardı. Lakin on kişi alınacaktı. İlk ona giremeyeceğini düşünmek daha rahatlatıcıydı. Karar vermiş olmasına rağmen yine de korkutuyor, ürkütüyordu Amerika onu.

Aradan bir aydan fazla zaman geçti. Zaten ümidi kesmişti. Bir telefon durumu farklı hâle getirdi. Amerikan Konsolosluğu'ndan aramışlar. Sınavı geçmiş, görüşme için konsolosluğa çağırıyorlardı Nuri'yi.

Ertesi gün Tepebaşı'ndaki konsolosluğa gitti. Kapıya  kimliğini verdi. Girişe alıp bir süre bekletildi. Birkaç telefondan sonra iki Amerikan deniz piyadesinin nöbet tuttuğu kapıdan sivil giyimli bir memur gelerek Nuri'ye yol gösterdi. Ana binada girdikleri bir odada masanın yanındaki sandalyeye oturmasını istediler. 

Yıllarca önünde gösteri yaptıkları binanın içinde olduğuna inanamıyordu.

"Bir el bombası olsaydı yanımda" diye iç geçirdi. Dünya halklarına en büyük zulmü vermiş bir devletin resmi bir binasında olmak heyecan vericiydi. Eylem yapamaması ise acı verici. Saçmaladığını anlaması uzun sürmedi. "Sen kendini ne sanıyorsun ulan. Adamların ülkesine çalışmaya gideceksin. Belki de onların vatandaşı olacaksın. Kimsin lan sen Nuri" diye kendini azarladı.

Uzun sarı saçları mavi gözleriyle bir güzellik belirdi açık kapının ardından.

"Amanın Amerikan kızları bu kadar güzel ise keşke daha önce gitseydim."

Genç kadın elini uzatarak, aksansız Türkçesi ile "Nuri bey hoşgeldiniz."

"Türkmüş. Belki de melez."

Kadın masanın diğer ucundaki koltuğa oturdu. Elinde iki dosya vardı. Gri ve kırmızı renkli.
Nuri'ye dönerek, Amerika ve Amerika'da yaşamı kısaca özetledi. Bir pencere açtı Nuri'nin kafasında Amerika'ya dair. Ama bu pencereden gördükleri, önceden bildiklerini yalanlıyordu. Amerikan rüyası tadında bir film izliyordu pencerede. Kısa süren seanstan sonra, kadın sarı saçlarını arkaya atarak, masa üzerinde duran iki dosyadan gri olanını açtı.

Dosya içinden aldığı fotoğrafları masaya serdi. Nuri'nin kısık gözleri şimdi fal taşıydı. CIA işini iyi yapmıştı. Nuri'nin bir eylemde Amerikan bayrağını yakarken çekilmiş dört kare fotoğraf duruyordu karşısında.

Kadın ılımlı bir ses ile "bu siz misiniz?"

"Evet"

"Sınavı geçtiniz. Amerika'ya çalışmaya gideceksiniz. Fakat bu önemli engeli aşmanız gerek."

Şaşırıp kaldı bizimki.

"Na, na, nasıl?"

"Amerikan devletinden özür dileyerek."

"Anlamadım."

"Özür dileyeceksiniz. Sonrasında çalışma izni verilecek ve Amerika'ya gideceksiniz. Samimiyetinize Amerikan hükümeti inanıyor."

Ne diyeceğini bilemedi. Özrü şimdi mi dileyecekti. Yoksa bir tören mi yapılacaktı. Nasıl yani?

"Nuri bey burada özür dilemeniz, Amerikan hükümeti tarafından ciddiye alınacak."

Demek ki bu güzel gözlü kadına özür dilemesi, Amerika biletiydi. Şaka mı bu?

Nuri'nin kendini toparlaması kısa sürdü.

"Siz dünyaya yaptığınız zulûmlerden dolayı özür dileyin ben de sizden özür dileyeyim."

Kadının yüzü kızardı, bir an mavi gözlerini kaçırarak pencereye doğru baktı. Hiçbir şey söylemeden yeniden mavi gözler Nuri'nin gözlerine kilitlendi.

Nuri tatlı-sert bir ses tonuyla; "Sizden, özür dileyemiyeceğim için özür dilerim." deyip koltuktan kalkarak, onu getiren görevlinin beklediği kapıya yöneldi.


Yukarıdaki anlatılanlar NURİ KAYMAZ'ın yayınlanmamış hatıratından alınmıştır.)

DİKKAT: TÜM HAKLARI SAKLIDIR. Yazının izinsiz olarak BİR KISMI VEYA TAMAMININ her türlü ortamda kullanılması, 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince yasaktır. Sanal ortamda sadece link verilerek paylaşılabilir.




ÖPÜCÜKLE KURTULAN DEMOKRASİ 
'French kiss' değil 'Özal kiss'...

Türk siyasetinde adam yetişmemesi, gelecek için en büyük tehlike. Bir siyasetçinin kolay yetişmediği bir ülkede, yetişenler de örnek alınmıyor maalesef.

Türk siyasi tarihinin en renkli siması şüphesiz ki Turgut Özal. Demirel, Erbakan diyenler olsa da, onun bir 'öpücükle' Türkiye tarihini nasıl değiştirdiğini öğrenince sezarın hakkını vereceksiniz.
Sevimli bir adam, müsamahalı, zeki ve iş bitirici...

Ha bir de 'tonton'... Demirel'in politik kurnazlığının yanında, Özal'ın sempatikliği en büyük kozuydu.

**********

Yıl: 1979 Demirel başbakan, Özal DPT müsteşarı. İTÜ'den abi-kardeşler aynı zamanda.
Elbette buhranlı dönemler siyaseten ve ekonomik yönden.

Özal bir dizi ekonomik uygulamalar içeren bir paket hazırlar. Sonradan 24 Ocak Kararları olarak tarihe geçecek paketi, askeri erkana da anlatmak isteyen (neden böyle bir gereklilik duymuş bilemiyorum. Sıkıyönetimden olabilir.)  Özal, Demirel'in izniyle generallere bir brifing verir. Ardından 24 Ocak 1980'de ekonomik paket açıklanır. Özal bir süre sonra yeniden-bu defa kararların yansımalarını sormak amacıyla-generallerle bir araya gelir. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve komutanların memnuniyetlerini görür.

Netekim 12 Eylül gelir çatar. Siyasiler Zincirbozan'a...

Lakin cunta ekonomik paketin aldığı yoldan memnundur ve devam etmesini ister. Kenan Evren, Özal ile görüşmek ister. Özal'a ekonomi paketinin uygulanması için ona başbakan yardımcılığı önerir. Milli Güvenlik Konseyi, başbakan olarak eski CHP Genel Sekreteri Turhan Feyzioğlu'nu görevlendirecektir. Özal Feyzioğlu'nun bulunduğu ortamda, onun başbakanlığındaki bir hükümette bulunmayacağını söyler. Konsey üyeleri, Özal'ı daha önce yakından tanıma fırsatı bulmuşlardır. Onun ekonomik gelişme üzerindeki kararlılığını bilmektedirler. 

"BAŞBAKAN YARDIMCILIĞI TEKLİFİNİ KABUL EDEYİM Mİ ABİ?"

Belki de bu yüzden veya başka sebeple de olabilir. Her nedense, Feyzioğlu yerine Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu başbakan olarak atanır. 
Turgut Özal başbakan yardımcılığı görevi teklif edildiğinde Evren'in müsaadesiyle, Demirel'i telefonla arar ve "Abi bana başbakan yardımcılığı teklif ediliyor. Kabul edeyim mi?" diye sorar. Demirel 'devlet görevi'nin kabul edilmesini söyler.

Özal cunta gölgesindeki hükümetin 1982 yılına kadar 22 ay başbakan yardımcılığını yürütür. Ardından ayrılır.

1982 anayasasından sonra, çok partili demokratik sisteme yeniden geçilecektir. Fakat sadecec MGK'nın onayladığı partiler kurulabilecek ve seçime gidecektir.

**********
Özal gittiği her yerde ondan parti kurmasını isteyenlerle karşılaşıyordu. Eski siyasetçilere parti kurma izni verilmeyecekti. Bunu öğrenen Özal, Demirel'e mesaj göndererek, parti kurmak için kendisinden izin ister. Demirel yeni partinin hazırlıklarını yaptığını arzu ederse Özal'ın kurucu üyeler arasında olabileceğini söyler. Özal eski tüfeklere izin verilmeyeceğini gayet iyi biliyordur.

Kafasına koymuştu bir kere. Evren'in huzuruna çıkıp, parti kurmak istediğini anlatır. Ve onlara bir de açık çek verir. "Uygun görmediğiniz bir durumda, partiyi kapatıp siyaseti bırakırım."

Kenan Evren bu öneri karşısında izni vermemezlik edemezdi.

Özal'ın ANAP'ının yanında, emekli paşa Turgut Sunalp  Milliyetçi Demokrasi Partisi'ni, uzun yıllar Cemal Gürsel, İnönü ve Bülent Ulusu'ya başbakanlık müşavirliği yapan Necdet Calp ise Halkçı Parti'yi kurmuştu.

CUNTADAN GELEN ŞOK

6 Kasım 1983 seçim tarihi olarak belirlendikten sonra, Özal yurt gezilerine soluksuz devam ediyordu. ANAP beklenmeyen bir yükseliş kaydediyordu.

Konsey durumdan oldukça rahatsızdı. Onlara göre seçimleri Turgut Sunalp kazanmalıydı. Eski silah arkadaşına bu amaçla partiyi kurduran onlardı.

4 Kasım'da beklenmeyen bir şey oldu. Kenan Evren TRT ana haber bülteninde, Özal'ı şoke edecek açıklamalarda bulundu.

Evren isim vermeden Özal'ı sert bir şekilde eleştiriyordu. Seçimlere iki günden az bir zaman kalmıştı. Amaç aba altında sopa gösterip, oyların MDP'ne kaymasını sağlamaktı.

Şok dalgası ANAP'a uzandığında herkes seçim günü olacakları merak ediyordu. Özal uykusuz iki gecenin ardından eşi ile seçim sandığının başında kameralar tarafından görüntülendi.

7 Kasım'da artık kesin sonuçlar açıklanmıştı.

Sonuçlar şaşırtıcıydı. ANAP Yüzde 44,5, Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti yüzde 30.5,  MDP ise yüzde 24.1 oy aldı. Halk Evren'in blöfünü yememişti.

Neticeye göre hükümet kurma görevini Kenan Evren Özal'a vermeliydi. Ancak iki gün önceki konuşması durumu tehlikeye sokuyordu.

Milli Güvenlik Konseyi dilerse, seçimleri iptal edebilirdi. 

Özal seçim gecesi sonuçlar açıklanırken, genel merkezde herhangi bir kutlama yapılmamasını davul-zurnayla halay çekilmemesini istedi. Temkinli olmak, cuntanın tepesini attırmamak gerekiyordu.

GÖREVİ ÖPÜCÜKLE ALDI

Gözler devlet başkanı Kenan Evren'de iken, Özal hiç beklenmeyen ve teammüllerde olmayan bir şey yaptı.

7 Kasım'da Kenan Evren'den randevu istedi. Kamuoyu nefesini tutmuş pür dikkat kesilmişti. Köşkten 8 Kasım için cevap geldi. 

8 Kasım günü köşke çıkan Özal, onlarca flaş patlarken Kenan Evren ile tokalaştığı esnada kolundan tutup kendine çekerek İKİ YANAĞINDAN ÖPTÜ.

Evren emekli olduktan sonra olayı şöyle anlatacaktı: "Benim kimseyle öpüşme adetim yoktur. Bir cumhurbaşkanı önüne gelenle öpüşmez. Ama kolumdan tutup çekince ben de kendimi geri çekmedim."

Özal bu tavrıyla Evren'e herhangi bir sorunun olmadığını, devletin işleyişinin demokratik yollarla devam etmesi gerektiği mesajını, tüm dünyanın karşısında veriyordu.

Sempatisi ve kıvrak zekasıyla ÖZAL, Kenan Evren'in ön yargısını kırmış böylelikle hükümet kurma görevini almış oluyordu.

Bir öpücüğün, ülke kaderinde yaptığı etkiye bakarken, günümüzde her gün onlarca şehit veren bu ülkenin yöneticilerinin ne şekilde bir jestle ülkeyi kaostan kurtarabileceklerini bilemiyorum.





  

6-7 Eylül 1955 yılında Beyoğlu'nda yaşananlar hakkında çok şey söylendi. Yazıldı-çizildi. Biz bugüne kadar söylenmeyenlere değineceğiz. Arka planda oyunun HEM GÖRÜNEN HEM DE GÖRÜNMEYEN KADROSUNA BAKACAĞIZ.
Bu yazıya "Bir Başka açıdan 6-7 Eylül" de diyebiliriz.
6-7 Eylül olaylarının başlamasına sebep olarak İSTANBUL EKSPRES Gazetesi'nin haberi gösterilir. Haber asparagas olmakla beraber büyük yankı uyandırdı. Yıllar sonra gazete sahibi MİTHAT PERİN ile yapılan röportajda kandırıldığını söylüyordu. Perin'e göre onu kandıran GÖKŞİN SİPAHİOĞLUydu. Sipahioğlu Fransa'da dünyanın en ünlü haber ajanslarından biri olan SIPA'nın kurucusudur.
Herkesin malumu gazete haberinde Atatürk'ün Selanik'teki evinin bombalandığını söylüyordu. Ne olduysa bundan sonra oldu. Beyoğlu'ndaki gayrimüslümlerin dükkânları yağmalandı. Yıllar sonra bunun 'sermayenin el değiştirmesi' olarak yapılan bir komplo olduğu söylendi.
Fakat 6-7 EYLÜL OLAYLARINDA BAŞROL OYNAYAN VE HALKI GALEYANA GETİREN ÖRGÜT HİÇBİR ZAMAN DEŞİFRE EDİLMEDİ.
İLK KEZ BURADA OKUYACAKSINIZ:
Araştırmacı Nuri Kaymaz uzun çalışmaları sonucu 6-7 Eylül olaylarının arkasındaki örgüte ulaştı. Kaymaz'ın HAMALLAR ile ilgili araştırma yaparken, ulaştığı bilgiler dudak uçuklatan türdendi.
Özel Harp Dairesi tarafından organize edilen olayların pratikteki uygulayıcısı HAMALLARDI. Hamallar son derece örgütlü bir meslek teşkilatı olduğundan yönetilmesi, sevk ve idaresi son derece kolaydı.
Yağmayı ilk başlatan onlardı. Halkı galeyana getiren ve ön sırada hep onlar bulunuyordu. Olaylar sonrasında Atatürkçü Düşünce Derneği başkanlığına getirilen HAMALLAR olduğu gibi, sınıf atlayan, HOLDİNG SAHİBİ olan HAMALLAR da vardı.

BOMBACI-ÖHO VE BASIN ÜÇGENİ

Başa dönelim ve olayların fitilini ateşleyen "bombalamaya" değinelim. Benzer bilgileri web üzerinde bulabileceğinizden size, hülasa vereceğim. Bağlantıları değerlendirmeniz daha sağlıklı olacak. Sonra NURİ KAYMAZ'ın araştırmalarına dönüş yapacağız.
6-7 Eylül olayları birkaç ayakta vukû buluyor. Önce bombalama meselesi var. Olayların başlamasına sebep olan FİGÜRLER çok enteresan biçimde hepsi mesleki kariyer ve ekonomik olarak 6-7 Eylül'den sonra yükselmişler.

a- Atatürk'ün Selanik'teki evine bir ses bombası atılıyor. Yunan polisi fail olarak iki kişiyi yakalıyor. İkisi de Türk; Hasan Uçar ve  Oktay Engin. Failler için Türk konsolosluğu iki avukat tutuyor. Yunan avukatlar zanlıların suçlu olduğunu görüyorlar ve savunmayı bırakıyorlar. Bu defa konsolosluktaki hukuk müşaviri bombacıları savunmaya başlıyor. 9 ay tutukluluktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılan faillerden Oktay Engin Türkiye'ye kaçar. Hasan Uçar ise 2 yıl cezaevinde kalır. fitilin ateşlenme olayı budur.

b- Bir ses bombası İstanbul'da atom bombası gibi patlayacaktır. İstanbul Eskpres Gazetesi olayı manşetten verir. Fakat evin bombalandığını yazar. Gazete sahibi Mithat Perim, gazetenin Yazı İşleri Müdürü olan Gökşin Sipahioğlu tarafından kandırıldığını iddia etmektedir. O gazetenin baskısını durdurmuş, fakat Perim'den habersiz gazete yeniden basılmıştır. Hem de matbaa da o esnada kağıt yok iken. Perim yıllar sonra, Sipahioğlu'nu MİT'in kullandığını iddia etmiştir.

c- Özel Harb Dairesi eski başkanı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, Fatih Güllapoğlu'nun 'Tanksız, Topsuz Harekat' isimli kitabında,  şunları söylemiştir: "6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve iyi bir örgütlenmeydi. Amacına ulaştı. Sorarım size bu muhteşem örgütlenme değil miydi?"

ÜÇ İSME NE OLDU?

Oktay Engin, Mithat Perim, Gökşin Sipahioğlu.
Üç isme ayrı ayrı bir bakalım.


OKTAY ENGİN: Tutuksuz yargılanırken Türkiye'ye kaçtı. 3,5 yıl ceza almasına rağmen Türk hükümeti Engin'i iade etmedi. Engin o tarihte 21 yaşında bir hukuk öğrencisiydi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde kaldığı yerden  devam etti. Mezun olduktan sonra kaymakamık sınavlına girdi. Çankaya Kaymakamı oldu. Emniyet Genel Müdürlüğü Siyasi İşler Müdürlüğü görevine getirildi. Onu bu göreve getiren kişi Emniyet Genel Müdürü Hayrettin Nakipoğlu, 6-7 Eylül'de Beyoğlu Kaymakamıydı. Nakipoğlu başarılı bulunmuş ki, 6-7 Eylül 'den hemen sonra İstanbul Emniyet Müdürü olarak atanmıştı. Oktay Engin en son Nevşehir valisi olarak görev yaptı.

MİTHAT PERİN: İstanbul Ekpres Gazetesi'nin sahibi idi. Olaylardan iki yıl sonra yani 1957'de  DP'den İstanbul milletvekili oldu.  1958 yılındaki 'Dokuz Subay Olayı'nın hükümete bildirilmesinde rol oynadı. 60 darbesinde Yassıadaya gönderildikten sonra hüküm giyerek, 33 ay Kayseri cezaevinde yattı. 1962 yılında tekrar gazeteciliğe döndü. Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı, Türk Hava Yolları Yönetim Kurulu Üyeliği, İstanbul ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanlıkları görevlerinde bulundu.

GÖKŞİN SİPAHİOĞLU: Gazeteciliğe devam etti. 1960'larda dünyanın siyasi ve askeri kriz yaşanan kimsenin girmeyi başaramadığı ülkelerine girmeyi başararak, dünya basınına fotoğraflar geçti. 1969'da Fransa'da kurduğu SIPA Press dünyanın en büyük fotoğraf ajansı oldu. Sipahioğlu çalıştırdığı gazetecileri olay çıkacak bölgelere olaylar daha çıkmadan göndermekle ünlendi.  MİT'in Avrupa'daki önemli kaynaklarından birinin Sipahioğlu olduğunu da eklemek gerek.

6-7 Eylül'den sonra hepsinin önü açılmış vesselam...

NURİ KAYMAZ'IN BULGULARI - HAMALLAR VE DÜNYANIN MODA MERKEZİ

Araştırmacı Nuri Kaymaz henüz yayınlanmamış çalışmasında HAMALLARIN 6-7 Eylül olaylarında nasıl kullanıldığını gözler önüne seriyor.



İşte KAYMAZ'ın bulguları:

- Olayların alt yapısının hazırlandığını şöyle anlıyoruz: İki ay kadar önce, Süleymaniye Camii'nde cuma vaazında "Din elden gidiyor" mesajları veriliyor. Bölgede çalışan yüzlerce hamal cumaları bu camiye gidiyor.  Aynı tarihlerde çeşitli gazete ve dergilerde de "Atatürkçülük elden gidiyor" diye haberler yapılıyor. Halk katmanları olaylara hazırlanıyor.

- Beyoğlu'ndaki Ermeni ve Rum terziler ortak bir girişimle, Beyoğlu'nun dünya moda merkezi olması için çalışmalara başlıyor. 6-7 Eylül'den sonra bu terziler Paris ve New York'a kaçıyor. Yıllar içinde bu iki şehir çok önemli moda merkezi oluyor.

- Talan sadece Beyoğlu'nda değil. Sirkeci ve Sultanhamam'da da gerçekleşiyor. Tabii Rum ve Ermeni dükkânlarına.

- Beyoğlu'ndan yağma edilen kumaşlar, hamallar sayesinde örgütlü olarak Bursa'ya gönderiliyor. Burada depolarda bir süre bekletildikten sonra, Beyoğlu'nun yeni sahiplerine satılıyor.

- Beyoğlu'nda sermaye el değiştiriyor. Yahudi dükkânları yağmalanmıyor. Olaylardan sonra bugün çok iyi bildiğimiz bazı ünlü markalar ortaya çıkıyor. Ama çok ünlü... (Nuri Kaymaz isimlerin şimdilik açıklanmasını istemiyor.)

-   6-7 Eylül'den sonra Atatürkçü Düşünce Derneği başkanlığına getirilen hamal da var. Holding kuran hamal da...

- Hamallar özellikle tekstil sektörü için finansördüler. Hamal başlarında toplanan paralar, tekstilcilere faiz karşılığında borç verilirdi. Hamallar bu sistemi bazı bankerleri finanse etmek için de kullandılar.

Nuri Kaymaz'ın elde ettiği verilerde o dönem yağmada rol oynayan hamalların çocuklarının itirafları bulunuyor. İsimler açıklandığı takdirde ÇOK AMA ÇOK BÜYÜK GÜMBÜRTÜ ÇIKACAĞI KESİN.


 DİKKAT: Yazının izinsiz olarak her türlü ortamda kullanılması, 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince yasaktır. Sadece link verilerek paylaşılabilir. 




1999 yılında tarihte görülmemiş bir kampanya başlatıldı. Doktor olduğu söylenen OKTAR BABUNA adlı kişi lösemi olduğu gerekçesiyle ilik nakli olması gerektiğini, uygun donörün bulunması için kan bağışı kampanyası başlattı.

Olay Medyada patladı. Her yerde Oktar Babuna'yı görüyorduk. Başlangıçta, O hayatını kurtarmak isteyen ölümcül hastalığı olan biriydi. Kampanya 10 milyar lira ödülle taçlandırılınca, vatandaştan ilgi patlaması oldu. Kan bağışları kapalı stadyumlara taşındı. Onlarca metre kuyrukta bekleyen vatandaş kanı uygun ise alacağı 10 milyar liralık ödülün hayalini kurar oldu. Kampanya o kaddar etkili oldu ki, TSK bile buna katıldı.

Bağışlanan kanların aynı zamanda kurulacak bir kemik iliği bankasında muhafaza edileceği bildirildi.
Sonuç muhteşemdi: 160 bin kişi kanını bağışlamıştı.
Geç de olsa Sağlık Bakanlığı duruma el koydu. Kan örneklerini istedi. 40 bini teslim edildi. 120 binin ABD'ye tahlil için gönderildiği söylendi.

Sağlık Bakanı Osman Durmuş'un talimatıyla başlayan soruşturmada ilginç bilgiler ortaya çıktı.
Aslında Babuna için uygun ilik aylar öncesinden bulunmuş fakat gizlenmişti. Babuna'nın hastalığının KLL Richter Sendromu olduğu tedavisinin kemik iliği nakli gerektirmediği, Oktar Babuna'nın ABD'de ilaç tedavisi olduğu ve hastalığının büyük ölçüde gerilediği gerçekleriyle karşı karşıya kaldık.

Böylesine büyük bir kampanyayla Türk insanı toptan kandırılmıştı. Bir taraftan ödül için kanını bağışlayan vatandaş, diğer taraftan TSK dahil, kamu kurumları şaşkınlık içindeydi.
15 gün ömrü kaldığı söylenen Oktar Babuna, iflah olmaz bir Adnan Oktar mensubuydu. Birkaç yıl sonra çeşitli nedenlerle Adnan Hoca'dan ayrılan bazı arkadaşlarla bir araya geldiğimde, 'Babuna olayını' sordum doyurucu cevaplar alamadım.

BABUNA MASON BİRADERLERLE...

Oktar Babuna, İtalya Büyük Mason Locası'nın Roma'daki yeni binasının açılışında.

30 yıl öncesinde Harun Yahya adıyla yazılan kitaplar, Türkiye'de ilk defa YAHUDİ ve MASON örgütlenmeleri mercek altına alıyordu. Harun Yahya'nın mahlas olduğunu bu kitapları yazanın Adnan Oktar olduğu bilmemize rağmen; Adnan Oktar bu kitaplarla alakasının olmadığını kanıtlamak için dava açtı.
Yahudi ve Mason düşmanı olarak kendilerini lanse eden Adnan Hocacıları sonrasında masonlarla ve Yahudilerle sık sık kol kola görmeye başladık.
En son 2012 yılında Oktar Babuna İtalyan Büyük Locası'nın Roma'daki yeni bina açılışına katılarak, bir bildiri sundu.

Oktar Babuna Büyük Locada, İtalyan masonlarına bildiri sunuyor.


KANIMIZLA KİM OYNUYOR?

120 bin kan örneği kayıp. NEDEN?

Soruçturma sonucu, kan örneklerinin ABD'de tahlil için gönderildiği fakat 3,5 milyon dolar tutan ödeme yapılmadığı için geri alınamadığı söylendi. Bakanlık bu rakamı kolayca ödeyebilirdi. Ödemedi.

120 bin insanımızın kan örneğini kim neden ister? Kimin ne işine yarar bilemem.

Lakin kanını satan bir toplumun her oyuna alet olmasının ne denli kolay olduğunu görebiliyorum.

Oktar Babuna İsrail ziyareti sırasında İsaril'in önde gelen hahamları ve Başbakan Netanyahu ile de görüştü.