Articles by "nuri kaymaz"
nuri kaymaz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KEMÂL KAPLAN - 17 Nisan 2017

Oltalar atılıyor, çekiliyor... Misina uçlarında üç-beş parmak büyüklüğündeki istavrit, saatlerini harcayan balıkçıların tesellisi olsa da, büyük balığın hayâli hepsinin ortak noktası...

Nuri bu heyecanlı hareketliliği ne kadar bir süredir Galata Köprüsü üzerinde seyre daldığını bir an hatırlayamadı. Elindeki su şişesinden bir fırt çekerek, Eminönü'ne yöneldi. Mayıs ayının ılık rüzgârı henüz seyrelmemiş saçlarını yaladı. Sonra eliyle düzeltti. Kadıköy vapuru Nuri'nin iç dünyasını allak-bullak ederek feryad etti.

Haftanın bu günü, bu saatte hiç de alışık değildi buralarda gezmeye. Cumartesi öğlen gibi genellikle Beyoğlu'na çıkardı. Hem gün, hem saat, hem Eminönü onu biraz yadırgasa da, bir süredir işsiz olan Nuri'ye hepsi gönüllü eşlik etti. İstanbul avare dolaşacakların şehridir. İstanbul boş vakti olanların, gezme meraklılarının şehridir. Sabah-akşam işten eve-evden işe döngüsüne kendini kaptıranı İstanbul sevmez. 
Bazen kaçamak yapıp ya işten veya okuldan kaytarıp kadim şehrin cadde ve sokaklarında kaybolmazsan, İstanbul sana yâr olmaz. Onunla filört edebilmen, senin kaçamaklarına bağlıdır. Bir işkolik veya okuldaki bir inekle İstanbul asla cilveleşmez.

Sarayburnu'na geldiğinde bir kayanın üzerine çıkarak, dalgaları seyretmeye başlayan Nuri'nin gözü bir kargaya takıldı. Yere neredeyse bir metre mesafeden uçuyordu. Uçmuyor süzülüyordu. Yanında ise bir köpek ona eşlik ediyordu. Karga yere indiğinde köpek duruyor. Karga havalandığında köpek onun yanı sıra koşmaya devam ediyordu. 
Biri kanatlı, biri dört ayaklı iki hayvanın ortak hareket edişi karşısında Nuri şaşırıp kaldı. "Karga akıllı hayvan kim bilir neyin peşinde" diye mırıldandı. Bir süre devam eden bu durum, karganın yükselmesiyle sona erdi. Karşı kıyıdaki Haydarpaşa Tren Garı'na takıldı. Pek alışık olmadığı işsizlik onu fazlasıyla tedirgin ediyordu. Gözleri halen Haydarpaşa'nın üzerindeyken aklına Nazım'ın şiiri geldi.
....
"İşsiz kalırsam" diye düşündü 22 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü 23 yaşında.
"İşsiz kalırsam" diye düşündü 24 yaşında.
Ve zaman zaman işsiz kalarak "İşsiz kalırsam" diye düşündü.
...
Oturduğu yerden kalktı. Aklına sinema eleştirmeni rahmetli Nezih Coş'un tanıştırdığı Doğan Hızlan geldi. Hızlan'ı ilk gördüğünde nasıl da etkilenmişti. Entelektüelliği, kibar bir beyefendi olmasıyla gerçek bir burjuvaydı. Nuri'nin dünyasına son derece yabancı olan bu adam, Hürriyet Gazetesi'nin itibarlı kişileri arasındaydı. Onun öğretisinde; 'burjuva her zaman dışlanmalı, ülkenin kurtuluşu proleterya ile olacaktır.'

Lakin Nuri buna inanmayan ender komünistlerden biriydi. Burjuva demek; sanat, kültür, estetik demekti. Proleteryada bunların altyapısı yoktu. Proleteryanın sanatı anlayabilmesi için mutlaka burjuvaya ihtiyacı vardı...

Gülhane Parkı'nın kapısından içeri girerken, ağır bir hayvan kokusu karşıladı onu. "Dünyanın neresinde saray bahçesi, hayvanat bahçesine dönüştürülür acaba?" diye sordu kendi kendine.
Dev çınar ağaçlarının gölgesinde yürümeye başladı. Burada ceviz ağacının olmadığını bilse de, Gülhane parkına her geldiğinde kendini ceviz ağacı olarak kabul ederdi. Geyiklerin, pelikanların, yanından duraksamadan geçti. Sultanahmet kapısından dışarı çıkarak Soğukçeşme yokuşunu tırmanmaya başladı. Eski evler onu mest ediyordu. Çelik Gülersoy'un İstanbul'a kazandırdığı en mühim çalışmalardan biri de bu sokaktaki evlerdi. Hepsi özenle restore edilmiş ahşap Osmanlı evleri...

Sokağın bitiminden Ayasofya'yı tavaf edercesine meydana ulaştı. Doğan Hızlan'ı yeniden düşündü. Nuri'ye çok yakınlık göstermiş, mutlaka ziyaretine gelmesini istemişti. "Acaba..." deyip sustu. Sonra gözünü Yerebatan Sarnıcı'nın bulunduğu Yerebatan Caddesi'ne dikti. Kararlı adımlarla karşıya geçerek sarnıcın önünden hızla geçti. "Gidip bir çayını içeyim." dedi.

Bab-ı Âli Caddesi'ne saparak, Hürriyet binasına ulaştı. İçeri gireceği sırada bir terreddüt daha yaşadı. Durdu... Biraz heyecanlı, biraz da ürktüğünü kalbinin hızla atışından anlıyordu. Kendini kapıdan içeri atacak cesareti bulduğunda durmadı.

Nuri görevliye kiminle görüşeceğini söyledikten sonra, Doğan Hızlan'ın odasını tarif ettiler, onu içeri bıraktılar.

Kapısı açıktı. Masasının üzeri kitap ve dosyalarla doluydu. Bir kafasını kaşıyor bir önünde duran dosyayı okuyordu. Arada bir de elini kahvesine uzatıyor, kahveyi almaktan vazgeçiyor, aynı eliyle dosyanın sayfalarını çeviriyordu.

Nuri kapının biraz yakınından tabloyu görüp, "Keşke gelmeseydim. Bu kadar yoğun bir adamın vaktini alacağım gereksiz yere." Diye düşündü. Hızlan kafasını masadan kaldırdığında Nuri'yi gördü ve tanıdı. "Ooo Nuri gelsene..."

Nuri kararsız adımlarını sıklaştırdı. Yüzündeki mütereddit bakış, yerini gülümsemeye bıraktı.

"Doğan Bey merhaba, rahatsız etmiyorum umarım."

"Rica ederim. Olur mu öyle şey. Çok sevindim."

Elini uzattıktan sonra Doğan Hızlan diğer eliyle sandalyeyi işaret etti. İkisi karşılıklı oturdular. Kapının önünden geçen çaycı çırağına "Ooolum. Bize iki kahve... Nuri nasıl içersin kahveyi?"

"Orta içerim Doğan abi."

"İki orta kahve... Nuriciğim rahat ol. Bizim işler hiç bitmez. Her gün aynı koşuşturmaca. Sen gelmeseydin, ben hâlâ dosyalara gömülmüş olacaktım. Biraz ara vermek bana iyi gelecek. Eee söyle baakalım neler yapıyorsun. Araştırmalar filan..."

"Yasaklanan tiyatro oyunlarını araştırıyorum. Yüzlerce oyun yasaklanmış. Kimi sahnedeyken, kimi sahneye konmadan, hâttâ yazılırken yasaklanan oyunlar bile var."

"Çok ilginç bir konu. Ülke tarihi yasaktan geçilmiyor. Sağım-solum, önüm-arkam yasak... en son Nezih'in cenazesinde karşılaşmıştık değil mi?"

"Evet... Çok üzücüydü. Bir trafik kazası gencecik adamı aldı götürdü bu dünyadan... Bu aralar boş vaktim çok. geziyorum ben de."

"İşten mi ayrıldın. Ne oldu. Üzüldüm şimdi."

"Oldu bir şeyler... İnsanın kendi doğruları varken, yanlışa göz yumması, bize uymuyor."

"Hııı anladım..."

Bu arada kahveler gelmiş, sehpanın üzerinde köpüklerin altından yanından dumanları tütüyordu. Nuri o ana kadar kahveye elini sürmemişti. Doğan Hızlan küçük bir yudum aldıktan sonra, Nuri de kahveyi höpürdetmeye başladı. Her yudumdan sonra içtiği soğuk suyun boğazını temizlediğini hissederken, cebinden çıkardığı sigara paketinin açılmamış tarafına parmağıyla hafifçe vurdu. Paketten bir kısmı dışarı çıkan üç sigara, dünyaya gözlerini açtı. Ömürleri uzun olmayacaktı...  Paketi Hızlan'a uzattı.

"Doğan abi..."

"Bırakmaya çalışıyorum Nuriciğim teşekkürler."

Nuri paketten kafasını en çok dışarı uzatan sigarayı seçti. Diğerlerini içeri ittikten sonra paketi ceketinin iç cebine koydu. Her zaman göze batanlar, göz önünde onlanlar ilk hedef olanlardır. Böylelikle sigara dalı dünyaya gözünü açtıktan birkaç saniye sonra kül olma yolunda hızla ilerlemeye başladı...

"Nuriciğim sana bir teklifim olacak. Vakko'da çalışır mısın?"

Vakko bir terzinin çalışmak için can attığı en büyük fabrikalardan biriydi. Prestijli bir marka çatısı altında kim çalışmak istemezdi ki...

"Doğan abi. Bilmem ki nasıl olur. O kadar büyük bir yerde becerebilir miyim acaba."

"Evladım. Sanatından şüphen mi var. Mesleğini takdir eden çok insanla karşılaştım. Başkalarınn ağzından duymasaydım sana bu teklifi yapmazdım."

"İyi de Doğan abi. Siz Vakko'dan kimi tanıyorsunuz?"

"Ya sen ne yapacaksın kimi tanıdığımı. Sorumu cevapla. Çalışır mısın?"

Bir an duraksadı. Merter'deki Vakko'nun önünden defalarca geçtiğini, orada çalışmanın bir ayrıcalık olacağını, aynı zamanda arkadaşlarına da iyi hava atacağını düşündü.

"Tamam abi. Arkamda sen olduktan sonra."

"Bak Nuri ben seni sadece oraya yerleşmene yardımcı olabilirim. Ondan sonra arkanda olmam. Yaptığın işle orada ilerlersin."

"Yanlış anladın beni Doğan abi onu kast etmedim. Yani sen bana böyle bir iyilik yapmak istedikten sonra benim reddetmem yakışık almaz anlamında..."

"Anladım. "

Doğan Hızlan masasına geçti. Çekmecesini açtı bir kartvizit çıkararak arkasına bir şeyler yazıp Nuri'ye uzattı. Nuri kartı alıp gömleğinin yaka cebine koydu. Bardakta kalan son su yudumunu da içip, "Bana müsaade. Doğan abi bu iyiliğini hiç bir zaman unutmayacağım. Çok teşekkür ederim."

"Nuri o kartı kapıdaki görevliye ver. Gerekeni yapacaktır."
"Merak etme abi. Yüzünü kara çıkartmayacağım."

Doğan Hızlan ayağa kalktı. Oda kapısından Nuri'yi geçireceği sırada, cebinden çıkardığı bir miktar parayı, Nuri'nin gömleğinin yaka cebine; sigara paketi ve kartvizitin yanına iliştiriverdi. Nuri, Hızlan'ın elini tutmaya çalıştıysa da başarılı olamadı.

"Harçlık yaparsın. Küçük de olsa katkım olsun."
"Beni çok mahçup ediyorsun Doğan Abi. Sana borcumu nasıl ödeyeceğim."

"Nuriciğim kendi mesleğini en iyi şekilde yaparken, bu araştırmacı kişiliğini de bir kenara bırakmazsan. İyi bir arşatırmacı olursan bana borcunu ödemiş olursun."

Komünist bir devrimcinin küçümsediği burjuva, büyük bir insanlık örneği göstermiş. Nuri'nin zor durumda olabileceğini düşünerek, bir miktar yardımda bulunmuştu. Üstelik karşılıksız. Üzerine bir de, iş bulmuştu ona. Bu yüreği büyük burjuvanın, hiçbir devrimci yanından birle geçemezdi. Nuri,  devrimcilerde bulamadığı yardımseverliği ve insaniyeti Hızlan'da görünmüştü.  Hiç beklemediği ve talep etmediği bir anda gelen yardım burjuvanın, toplumsal dinamiğin mihenk noktası olduğu kanaatini pekiştirmesini sağladı.

Nuri iki sevinç birden yaşıyordu. Mahçubiyetten kızaran yüzünü dışarıdaki meltemle dindirmeye çalışsa da, rüzgar yetersizdi. Divanyolu üzerinden Çemberlitaş'a gidip, otobüs ile Merter'e gitmeyi düşünüyordu. Aynı cadde üzerindeki Sütiş'in önünden geçerken, bir dolap içinde döne döne nar gibi kızaran piliçler aklını başından aldı. İçeri girip, yarım piliç siparişi verdi. Yanına da pilav ve ayran...
Bir güzel karnını doyurdu. Çemberlitaş otobüs durağının önünde bilet satan çocuktan iki bilet aldı. Eminönü-Merter otobüsü on dakika sonra Sultanahmet'ten yukarı çıkmaya başlayarak, Nuri ile üç-dört kişiyi daha alıp, Beyazıt'a doğru seyirtti.

Nuri Vakko'nun önüne geldiğinde boğazının düğümlendiğini ve atar damarının çılgın attığını fark etti. Derin bir nefes alarak, kapıdaki görevliye kartı uzattı. Hızlan'ın verdiği karta bir göz atmadan yaka cebine koyan Nuri, otobüsteyden merakla kartı çıkarmış ve arkasında, Vitali Hakko'ya hitaben yazılan kısa notu okumuştu. "Hamili kart.... iş için yardımcı olursanız..."

Görevli kartı aldı. Önünde duran telefonun kadranından peşi sıra üç numara çevirerek, biriyle görüştü. Fabrikanın idari binasından çıkan bir adam, Nuri'ye işaret ederek gelmesini söyledi. Kartı görevliden alan Nuri, Adamla birlikte binadan içeri girdi. Bir odanın önünde durdular. Adam Nuri'ye dışarıda beklemesini söyleyerek, kapıyı vurup içeri girdi. Kapı aralığından Nuri olanları görebiliyordu. Görevli masada oturan yaşlı bir adama kartı uzattı. Kısa süre sonra adam kalktı ve kapıya yöneldi. Gelen Vitali Hakko idi. Dışarıda bekleyen Nuri'ye, "Merhaba, hayırlı olsun evladım. Doğan hocanın yüzünü kara çıkartma" dedi.

Nuri şaşkınlığı atıp teşekkür edene kadar, Hakko içeri girip kapıyı kapattı.

Mihmandarı Nuri'ye kısa bir fabrika turu yaptırdı. Çalışma alanlarını, makinaları, çalışma prensiplerini bir bir anlattı. Sonra onu başmodelist Deniz Hanım'ın yanına götürdü.

Deniz Hanım bakımlı, Nuri'den birkaç yaş büyük endamlı mı, endamlı bir hatundu. Başladı Nuri'ye nasıl çalışacağını, işlerin nasıl işlediğini anlatmaya... Sonra da bir makinanın başına oturttu. Bir iki deneme dikişinden sonra, istenilen evrakların yazılı olduğu bir kağıt vererek, "Bunları hazırlayın. İki gün sonra işe başlayabilirsiniz. Hayırlı olsun."

Nuri fabrikadan çıkarken, bir rüyanın kabusa dönüşeceğini bilemezdi.

Vakko son derece katı disiplin kurallarıyla yönetiliyordu. Erkeklerde her gün sakal tıraşı zorunluydu. Nuri işe başladıktan sonra ilk günkü rüyadan uyanması uzun sürmedi. Başmodelist Deniz'in ilk günkü sevecenliği yerini hırçınlığa bırakmıştı. Her olaydan sonra Nuri'de patlıyordu. Yeni bir çalışanın her sorunda ne gibi bir dahli olabilirdi. Deniz, Nuri'ye adeta günah keçisi gibi davranıyordu.

Nuri kadının hırçınlığını bazen geçmiş yaşına rağmen evli olmamasına bağlıyor, bazen de hatalarını başkalarına mâl etmesini ve yalakalığının ise karaktersizliğinden geldiğini düşünüyordu.

Bekâr evinde kalan Nuri'nin her gün ütülü giyinmesi ve tıraşlı olması ise ona ayrı bir zulümdü. Beyoğlu'ndaki günlerini mumla arıyordu. Sigara dumanı içindeki terzi dükkânında sakal pek göze çarpmıyordu zaten. Bütün gün makina başına oturan bir terzinin ütülü pantolonunu ise kim görecekti, kimin umrundaydı. Beyoğlu'nda; ortaya çıkan işin kalitesine bakılırdı. 
Sahte bir kibarlık, riya içinde bir yalakalık olanaksızdı. Sosyeteden en baba müşteri bile gelse, dükkânın dili değişmez, okkalı kahvesiyle kaçak sigarasını tüttüren kalantor ile iki dakkada, ölçülü de olsa hemşehri muhabbeti yapılabilirdi. Bahşiş ise cabası...

Vakko'nun bu sayılanlarla yakından-uzaktan ilgisi yoktu. Sürekli bir gammazlama durumu, sürekli bir samimiyetsizlik, sürekli bir riyakârlık sürekliliği vardı.

Deniz ile son münakaşalarından sonra Nuri burada artık daha fazla yapamayacağını anladı. Ceketini aldı ve Vakko'ya dışarıdan son kez baktı. Bindiği otobüs Galatasaray'dan çıkıp Taksim'e dönerken, durakta indi. Çöplüğüne dönen horozun vakur bakışlarıyla kadim Cadde-i Kebir'i selamlayan Nuri, Odakule'ye doğru ilerleyerek kalabalığın içinde kayboldu.



DİKKAT: TÜM HAKLARI SAKLIDIR. Yazının izinsiz olarak BİR KISMI VEYA TAMAMININ her türlü ortamda kullanılması, 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince yasaktır. Sanal ortamda sadece link verilerek paylaşılabilir.


KEMÂL KAPLAN
Ocak 2017

Genç Nuri homurdana homurdana dükkânı süpürüyordu. "..mına koduğumm, güya kalfa olduk süpürge elimizde..."

"Söylenme ooolum, Hasan'ı rahatsız olduğu için 'eve gitsin' diyen sensin, hem de homurdanıyorsun."
"İyi de usta dükkânı da ben mi süpüreyim."

"Estağfurullah. Ne demek paşam ver hele süpürgeyi bana."

Nuri'nin yüzü kıpkırmızı oldu. Ustaya saygının henüz kaybolmadığı yıllardı. Asker dönüşü Küçükparmakkapı'daki Terzi Cemâl, Nuri'yi kalfa olarak kabul etmiş, ustalık yolunu açmıştı.
"Usta seni seviyorum. Ama şu çırak da hastalanacak zamanı buldu."Diye mırıldanarak, süpürgeyi bıraktı ve makinaları temizlemeye başladı. 

Günlerden cumartesi olduğu için öğle saatinde kapatıyorlardı. Cemâl usta merhametli ve çalışanın hakkını veren, haftalıkları aksatmayan biri olduğundan, yanında çalışmak isteyen çok kişi vardı. Usta kaliteli kumaş ve İtalyan kalıp kullanırdı. Epey zengin müşterisi vardı.

Nuri bir çoğu ile yakından ilgilenir, ölçülerini alır, kesimleri yapardı. Cemâl Usta, Nuri'den iş noktasında memnun olmasına rağmen, dik başlılığından şikayeti az değildi. Yine de severdi.
Nuri'nin temizliği özensiz yaptığını gören Cemâl Usta, "Niye acele ediyorsun. Ulan sanki paydos edince, Beyoğlu'na hovardalığa çıkacaksın. Yine o komonist arkadaşlarınla, çay içerken, bilmem kaçıncı kez devrim yapacaksınız. Çay-sigara, çay-sigara, duman, bol bol martaval. 25 yaşına geldin akıllanamadın."

"Usta sene 1986. Komünizm mi kaldı memlekette. Bak Taksim'in göbeğine emperyalist Amerika Mc. Donald's'ı bayrak gibi dikti. Ne komünizminden bahsediyorsun."

Cemâl Usta Erzincan'dan çocukken gelmişti İstanbul'a. İlkokulu bile bitirmeden babası onu terzi çırağı olarak Beyoğlu'nda bir ustaya "eti senin kemiği benim" diye teslim etmişti. Çalışkanlığı ve dürüstlüğü onu bugünkü noktaya getirmişti. Siyasi-ideolojik söylemler Cemâl Usta'ya göre değildi. Bu çatışmalardan gencecik bedenlerin sokaklarda nasıl cansız yattığına çok tanık olmuştu. Neyse ki; bu kargaşa bitmiş, çocuk yaştaki insanlar artık birbirini boğazlamıyordu. Ne Turancılık-Ülkücülük kalmıştı, ne Sosyalist-Devrimcilik.  

Gözlüğünün üzerinden kaşlarını kaldırarak, Nuri'ye baktı."Yalan mı, iki kişi bir araya gelince, iki lafın biri devrim."
"Usta o ütopya artık."
"Neee. Ne topya."
"Hayâl, hayâl..."
"E ooolum madem hayâl. ne bok yemeye her haftasonu soluğu onların yanında alıyorsun. Çık gez dolaş. Genç adamsın. Kadınlarla arkadaşlık et. Her şey zamanında... Bak biz kıçımızı yerden kaldırabiliyor muyuz. Çoluk-çocuk..."
"Bilmiyorum usta. Boşver bunları sen kafana takma."

Temizlik sırası Cemâl Usta'nın makinasına gelmişti. Nuri daha bir dikkatli temizliyordu makinayı. Cemâl de elinde teğellediği ceketi bir kenara bıraktı. Cebinden bir paket Maltepe sigarası çıkardı ve çakmağıyla yaktı. Bir tane de Nuri'ye uzattı. Usta'nın yanında sigara içmek bile terbizyesizlik sayılırdı. Cemâl daha önce sigara içme izni vermişti. Nuri bekletmeden sigarayı aldı cebinden bir kibrit çıkardı. Bir, iki, üç çöp denedi, kibrit ateş almayınca, "Usta çakmağını versene, bu kibrit ateş almıyor." Dedi. 

Usta çakmağı uzattı. Nuri elinden alarak sigarasını yaktı. Bir nefes çekti ciğerlerine. 

Aklına Malatya'da ilk sigara içtiği gün geldi. Çocuktu ve korkuyordu. Dedesinin tütününden bir parça ve iki kağıt çalmıştı. Okul yolunda boş bir barakanın içinde üç arkadaşıyla sigaraları sardılar. İçmeye çalışırken, biri elini bir başka arkadaşı da ağzını yakmıştı. Okula gidene kadar dördü de öksürük komasına girmişlerdi.

Sonra bronşlarını yakan dumanı burnundan dışarı çıkardı. 

Çakmağı ustasına uzattı: "Usta bir türlü Samsun'a alıştıramadım seni. Daha iyidir Samsun."

"Hepsi aynı bok, zehir." derken Cemâl'in gözüne, duvarda asılı takım elbise takıldı. "Tühh az daha unutuyorduk. Ulan bugün Doktor Halil Beyin elbisesi götürülecekti. Adam bu akşam bir davete gidecekmiş. Mutlaka cumartesi getirmemizi istemişti."

"Yaa usta, bu pezevenk Hasan bir gün hasta oldu, tüm angaryalar bana kaldı. Halil Beyin muayenehanesi taaa Aksaray'da."

"Yahu çocuk hasta-hasta sabah işe gelmiş. Durumu görüp bana demedin mi. Hasan'ı gönderelim diye. Ne afra-tafra yapıyorsun. Aksaray taaa ebenin bilmem neresinde değil ya. dolmuşla on dakika, Niğde-Aksaray mı?"
"Anlaşıldı. Hasan'dan bize girdi gireceği kadar."
"Kap elbiseyi, in Tarlabaşı'na atla dolmuşa, hem bahşiş de verir."

LUNAPARK GAZİNOSU NERE, K.MUSTAFAPAŞA NERE?

İnce çizgili bir laciydi. Şıkır-şıkır kruvaze takım. Nuri elbiseyi güzelce paketledi. Saat 12'ye geliyordu. "Daha geri dönmem dükkâna."
"Dönme sevgilin bekliyor ya. Aman geç kalma."
Cemâl Usta cebinden çıkardığı bir tutam paranın içinden Nuri'nin haftalığını denkleştirdi. Ve ona uzattı.Nuri parayı alarak cebine indirirken: "Bereket versin usta"
"Bereketini gör evladım."
"İyi tatiller usta" deyip, dikkândan tam çıkacağı sırada, çayocağının çırağı elinde askıyla boşları almaya gelmişti. "Oolum kenara çekilsene. Üstüne çıkıcam neredeyse."
"Nuri abi Hasan çıktı mı?"

"Hay s..kecem şimdi ha, ulan gavat, başıma bugün ne geldiyse Hasan yüzünden geldi. Siktir git lan."
Bir hışımla Afrika Han'ın içine daldı. Büyükparmakkapı Sokak'taki çıkışından handan dışarı attı kendisini. İstiklal'i dik geçerek Mis Sokak'tan Tarlabaşı'na indi. Karşıya geçip durakta yolcu alan Kocamustafapaşa dolmuşunun şöförüne durması için işaret ederek, yayla gibi 62 model İmpala'nın ön koltuğuna yerleşti. 

Ön tarafın iki kişilik kontenjanı olmasına rağmen, bir yolcu daha binene kadar Nuri tek başına keyfini çıkarıyordu. Koca İmpala herkese yeter... Tarlabaşı Bulvarı'nı genişletmek için Dolapdere tarafından binalar yıkılmaya başlanmıştı. Toz dumanın içinden geçip, Unkapanı Köprüsü'ne gelmişlerdi. Köprüde balık tutan onlarca kişi vardı. Nuri balık tutan adamları görünce içinden, "Yahu hangi saatte geçsem, yaz-kış millet balık tutuyor. Nasıl bir tutku?" dedi.

Araç Saraçhane Yokuşundan aşağı sallanırken, Valde Sultan Mektebi önünde Nuri'de şalter attı.
"Yahu benim ne işim var. Kocamustafapaşa dolmuşunda? Doktor Halil Beyin muayenehanesi Vatan'da değil mi. Lunapark Gazinosu'nun yan sokağı. Yuh olsun bana. Acele edip, Hasan'a küfrederken, yanlış dolmuşa bindik iyi mi."

Dolmuş şoförü mırıldanmasına biraz kulak kabarttı. "Kimbilir ne sorunu var." diye geçirdi aklından. Sonra gömleğinin yaka cebindeki Maltepe sigarasını Nuri'ye uzatarak, "Yak bir sigara efkâr dağıtırsın." Nuri şoföre teşekkür eder bir gülümseme ile elini pakete uzatırken, arka koltukta yaşları kırkı geçmiş iki kadını işaret etti.

Şoför kadınlara dikiz aynasından bakarak, "Hanım ablalar, bir sigara içmeye izin var mı? camları açarız icabında."

Kadınlardan biri "Fark etmez" dedi. Dışarıyı seyreden ikincisi söyleneni duymamış gibi, istifini bozmadı.

Nuri kibritinin yanmayacağını düşünerek, "Abi çakmağını verir misin."dedi. Şoförün uzattığı çakmakla sigarasını yakarken bir eliyle de, camın kolunu çevirmeye başladı. Arkaya şöyle bir yaslandı. İkinci nefesten sonra, teybten yükselen, Orhan Babanın 'Dil Yarası' ona daha bir etkili gelmeye başladı. Sigaradan üçüncü nefesi çekemeden, "Abi beni Yusufpaşa'da indir."

Dolmuş uzaklaşırken Nuri Maltepe'yi atmış, ceketinin iç cebinden uzun Samsun'u çıkarmıştı. "Herkes Maltepe mi içiyor ne?" Yusufpaşa'dan Fındıkzade'ye doğru yürüyüp, sonra aşağı Vatan Caddesi'ne inerek Halil Bey'in muayenehanesine ulaşmayı planladı. Bu arada Hasan yine aklına geldi. Bir iki küfür savurdu gıyabında. Sigara bittiğinde daha sakinleşmişti.

Doktora elbisesini vermiş, Vatan Caddesi'ne çıkmış bu defa otobüs bekleyen Nuri, görevi yerine getirmenin rahatlığını hissetmesine rağmen bu defa kafayı doktora takmıştı. "Ulan "bozuk param yok. dükkana gelince senin bahşişi veririm." Ne demek ben çırak mıyım da bana bozuk para vericen. Kalfa ayağına kadar elbise getirmiş. Bütünlük ver."

Bir otobüs duruverdi, iki yolcu indi üç yolcu binerken, tabeladaki 'Taksim' yazısını gören Nuri atladı otobüse arka kapıdan. O zamanlar otobüse arka kapıdan binilir, ön kapıdan inilirdi. Biletçiden bilet kestirdi. Ortalarda bir koltuğa ilişti.

DEVRİMCİ-TERZİ RUH İKİLEMİ

İstiklâl Caddesi henüz trafiğe kapanmamıştı. Otobüs Şişhane Yokuşunu tırmanırken, sağdan yukarı çıkarak, Meşrutiyet Caddesi'ne girdi. Galatasara'ya kadar devam eden cadde üzerinde, Asmalımescid Caddesi'ni keserek, Donizetti Oteli, Etap İstanbul Oteli, bugünkü TRT binası olan TÜYAP İstanbul Sergi Sarayı,  tarihi binalar ve çok sayında pasajı geçerek, Büyük Londra Oteli'nin ardından Amerikan Konsolosluğunu geçince Galatasaray Lisesi'nin önüne çıktı.

Nuri İstiklâl'i her zaman yürüyerek geçerdi. Cadde'nin yüzlerce yıllık tarihi, onu büyülerdi. Böylesine bir kültür hazinesini mümkün olduğu kadar öğrenmeye ve hazm etmeye çalışırdı. Yaptığı meslekle, ilgi alanları birbirine o kadar zıttı ki, bunları ustasına anlatmasına imkan yoktu. Kapital'i yalayıp yuttuğu gibi, Yaşar Kemâl, Attila İlhan, Aziz Nesin hastasıydı. Lenin'den, Mao'ya komünist devrimin tüm aktörleri idolü olmuştu bir zamanlar. Dükkânda farklı, dışarıda farklı bir Nuri idi. Lakin sonraki yıllarda kitap da yazsa, belgesel film de yapsa, o 'Terzi Nuri' olarak anılacaktı.

Galatasay'da indi. Taksim'e doğru yürümeye başladı. Bir sigara yaktı. Nisan ayı; yarı açık-yarı kapalı bir hava vardı. Güneş bulutlardan kurtulduğunda epey ısıtıyordu. Rüzgâr ve yağış yoksa İstanbul havası her zaman iyiydi.

Yeşilçam Sokağı'nın önünden geçerken, neredeyse caddeye taşan bir kuyruk gözüne ilişti. Emek Sineması'nın bilet kuyruğuydu. "Al sana devrim. Haftalardır Rocky 4, kapalı gişe oynuyor. Amerikan kültür emperyalizmi iliklerimize kadar işlemiş, al sana devrim."

Öğlen olmuş Ağa Camii'nden ezan sesi yükselmeye başlamıştı. Ezan Cadde-i Kebire yayılırken, müzik sesleri susar bir süreliğine de olsa, sükunet hüküm sürerdi. Nuri kafasını minareye çevirerek, "Muhammed en büyük devrimci."Dedi sesini yükselterek. Yanından geçen iki yaşlı adam Nuri'ye bakarak, "Çık, çık, çık" deyip kafalarını salladı.

Rumeli Han'ın önünde durdu. Karnı acıkmıştı. İçeri girip, 'Bolulu Hamdi Usta'nın Esnaf Lokantası'nda' karnını doyuracaktı. Lokantanın camında 'Hamdi Usta' yazıyordu ancak bir süredir orada yemek yemesine rağmen, Kemâl Ustayı tanıyordu. Hamdi'yi hiç görmemiş, duymamıştı. Aklına takıldı.

Açık olan lokantanın kapısından içeri girdi. Öğle saati her zaman kalabalık olur, boş masa değil, sandalye bile bulunmazdı. Bu defa öyle değildi. Cumartesileri daha çok akşama doğru artardı müşteri. Öğlen paydos eden esnaf beş gün yemek yediği Beyoğlu'nu değil de, aile babası olanlar belki evine gidiyor, iki tek parlatmak isteyenler de soluğu çiçek pasajında alıyordu. Kemâl Usta her zamanki gibi yemek reyonunun arkasında sevise hazır ve nâzırdı. Nuri'yi görünce gülümsedi.

"Ooo gözüm Nuri, acıktın mı?"
"Selamunaleyküm Kemâl abi. İnsanoğlu hiç doymaz ki."
"Ne vereyim sana?"
"Abi önce sana bir şey soracağım. Kafama takıldı. Dükkânın camında Hamdi Usta yazıyor. Ben burada Kemâl Ustadan başkasını tanımadım. Hamdi kim baban mıydı? Rahmetli mi oldu?"
"Ulan Nuri merak ede ede, en son bunu mu buldun? İnsanın başına ne gelirse ya meraktan, ya..."
"Kemâl abi, ayıp oluyor ama."
"Oolum sadece 'merak' kısmını senin için söyledim. Ne alınıyorsun. Sen ne yiyeceksin hele onu söyle. Önce midendeki açlığını, sonra kafandakini doyururuz."
"Filozof gibi konuştun haaa. Abi gizli entel misin nesin?"

ENTEL Mİ, DANTEL Mİ?

80'ler birçok kavramın içinin boşaltılmaya, birçoğunun da değiştirilmeye başlandığı yıllardı. 2000'lerde zirveye çıkacaktı. Entelektüelliğin başa bere takıp, pipo içmeye ve ağdalı konuşmaya indirgenmesinin yanı sıra kısaltarak 'entel' veya 'entel-dantel' denilip, gerçek entelektüellik yani aydın ve münevverlik alay konusu oluyordu. Zaten az insan yetişen bu toplumda, viski içip iki çift freud lakırdısı yapan 'entel' oluyordu. Bu ahvalden dolayı sanırım gerçek münevverler pek ortalarda dolaşmıyordu.

"Nuri ne yiyeceksin kardeşim."
"Tamam abi kızma."
Yemek tepsilerine hızlıca baktı. Çoban kavurma hergünkünden daha yağlı ve iştah açıcı görünüyordu.
"Usta bana bir ezogelin, bir çoban kavurma ver. Bir pilav, ama pilavın yarısı bulgur, yarısı pirinç olsun. Bir cacık, bir komposto, bir de su ver. Haaa unutmadan bir de kadayıf."

"Ulan 35 kiloluk adamsın. Nereye yiyeceksin bu kadar yemeği." diyen Kemâl Usta, bir taraftan yemekleri sanki hassas bir terazi edasıyla tabaklara porsiyonluyordu. Nuri kapıya ve Kemâl'e yakın bir masa bulup oturdu. Garson Sezai önce çorbayı servis etti. Ardından yoğurt ve suyu getirdi. "Afiyet olsun Nuri abi."

"Sağol... Sezo şuraya ekmek getir. Bu kadar cimri olmayın yiyeceğimiz iki parça ekmek." Bir taraftan da Kemâl Ustanın tepkisini görmek için göz ucuyla ona bakan Nuri, Kemâl Ustanın tezgahın arkasından çıkıp yanına geldiğini görünce tedirgin oldu.

"Kemâl abi valla şaka yaptım."

Kemâl usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişti. Porsiyonları 'bol-kepçe'ydi. Bir çorba parası olup da sadece çorba içene yemek ısmarlar, kapısına gelip "param yok" diyen asla doymadan çıkmazdı. Kazancına her zaman şükreder, kalan yemekleri sefertaslarına koyar, Dolapdere'de birkaç aileye gönderirdi. Yaptığı işi sevdiği tüm davranışlarına yansır, dükkândan içeri giren müşteri, mutlaka memnun ayrılırdı. "İnsanların önce ruhunu doyurmak gerekir." Derdi.

Kemâl Usta, Nuri için bilge bir adamdı. Her zaman saygı duyar, lafına ehemmiyet verirdi. Bir de anlattığı Beyoğlu hikâyeleri vardı. Nuri için vazgeçilmez olan... Bu nedenle öğle yemeğine çoğunlukla geç gider, nispeten boş lokantada Kemâl Ustadan feyzlenmeyi beklerdi.

Çorbasını kaşıklarken, Kemâl Usta usulca karşısındaki sandalyeye ilişti. "Meraklı Nuri, bu defa benim ustayı mı merak ettin."
"Hamdi senin ustan mı."
"Hem ustam, hem babam."
"Baba mı?."

"Babam dediysem; kayınpederim... Babam 12 yaşında verdi beni Hamdi Ustanın yanına. Hamdi Ustayı seneler önceden tanıyormuş. Hovardalığı çoktu rahmetlinin Beyoğlu'na sık gelirdi. Belki böyle tanışmışlardır. Babamı askere gitmeden kaybettim. Bir evin bir oğluyum. Anne tarafım  varlıklıydı. Para sıkıntısı çekmedim. Babasından kalma iki evi vardı annenim onların kirası yetti bize, ben de çalışıyorum. Zaten bir o, bir ben, başka kardeşim de yok. Neyse askerlik dönüşü de Hamdi Ustanın yanına devam ettim. Ustanın dünya tatlısı bir kızı vardı. Nadir de olsa annesiyle dükkâna uğrardı. Hamdi Usta kaçın kurası. Kızla kesişmelerimizin farkındaydı. Bir gün dükkânı kapatırken, "Bir yere kaybolma, biraz konuşalım" dedi. Aldı beni çiçek pasajına götürdü."

Nuri çorbayı bitirmiş. Yemek ve pilav gelmişti. Bir yandan yiyor, gözü-kulağı da Kemâl'de...
Kemâl Usta bir sigara yakıp anlatmaya devam etti.

"Havadan sudan bahsederek, rakılar bir bir yuvarlanıyordu. Hamdi Usta geçmişten, bugünden, Bolu'dan, Mengen'den anlatıp duruyordu. En sonunda durdu. Bana baktı. Elinde tuttuğu sigarasından bir nefes aldı. Bir süre ciğerlerinde tur attırdığı dumanı, burnundan çıkardı. Ben pür-dikkat... Sonra bir fırt rakı çekti. Gözlerini yeniden bana dikti. Ve; "Benim kızı sana vereceğim." dedi. Kafamdan kaynar sular boşaldı. Yüzüm yangın yeri... Tüylerim diken diken oldu, elimi rakıya uzattım. Titrediğini görünce çektim. İki elimi de, masanın altına indirip, iki bacağımın arasına sıkıştırdım. Durumumu gören usta, bir kahkaha patlattı. Onu böyle görmek pek mümkün değildi. Genellikle ciddi bir adamdı. Gülmesi pek azdı. Büyük bir yudum rakı aldığı bardağı sertçe masaya bıraktı. Boğazını temizledikten sonra, rakı yemek borusundan aşağı inerken, adem elması oynadı. Ben bunları izlerken sanki saatler geçmişti. "Oğlum" dedi. "Kaç yıldır yanımdasın. Artık bir usta oldun. İstersen kendi dükkânını açabilirsin." Eskiden ustan sana el vermiyorsa dükkan açman itibar görmezdi. Bana ilk defa 'usta' olduğumu orada söyledi. "Kemâl benim oğlum yok. Hayatta tek varlığım Beyza, annesiyle ikimiz üzerine titreriz. Evlilik yaşı geldi. İt kopuğa aklı gidecek diye, ödüm kopuyor. Bu durum kız babası için biraz abes, lakin ikinizin birbirinize nasıl baktığını da gördüm."

RUMELİ HANI'NDA RANDEVU EVİ

Nuri doygunluğun verdiği rehaveti yaşarken, arkasına yaslanarak Sezai'nin getirdiği kadayıfı tırtıklamaya başladı. Kemâl Usta devam ediyordu.
"O gece ustama hiçbir şey söyleyemedim. Olağan bir durum değildi. Hiç de böyle bir şey beklemiyordum doğrusu. Neyse uzatmayayım. Durumu anneme anlattım. Annem, patronumun kızıyla evlenmemi pek uygun bulmadı. Ancak hayır da demedi. Kısaca kızı istemeye gittik. Nikah-düğün... Hamdi Usta ile on yıl kadar daha birlikte çalıştık. Sonra o dükkânı bana bırakarak emekli oldu. Kaşımpaşa'da oturuyor. Arada bir gelir. Allah uzun ömür versin. Babalık yapmıştır bana."
"Demek bu lokantanın hikâyesi bu."
"Evet... Ancak asıl hikâyeyi sona sakladım."
"Nasıl yani."
"Bir Rumeli Han öyküsü. Eleni ile Andries'in aşk hikâyesi."
"Eleni mi? Oooo Kemâl abi asıl bombayı sona saklamışsın."

Nuri bu defa kaykıldığı sandalye üzerinde doğruldu. Daha önce yaktığı bitmek üzere olan sigarayı küllüğün içinde söndürdü. Ve çipil çipil gözlerini açarak Kemâl'e bakmaya başladı.
"Bu Rumeli Han'ı kim yaptırmış biliyor musun."
"Bir Osmanlı paşası. Adı neydi... Ragıp Paşa. Bizim sokaktaki Afrika Hanı da yaptıran aynı kişiymiş."
"Evet. Şunu da söyleyeyim. Bizden önce burada Hacı Abdullah Lokantası varmış. Sonra taşınmış... Peki Afrika Han ile bizim Rumeli Hanı'ın bir ortak noktası var. Bunu biliyor musun."
"Yooo."
"İki hanı birbirine bağlayan bir tünel varmış burada. Sonra betonla kapatmışlar."
"Yapma ya. Vay anasını. Neden tünel yapmışlar acaba."
"Ragıp Paşa Rumeli Hanı'nı kendi ailesi otursun diye yaptırmış."
"Yuhhh. Bu ne yaaa... Saray gibi."
"Afrika Hanı da apartman olarak. Küçük küçük daireler."
"Hııı."
"Demokrat Parti Dönemi'nde Rumeli Han'ın 3. katında bir genelev çalışıyormuş."
"Hadi yaa. Vay canına. Nasıl oluyor abi? Karaköyde değil mi genelevler."
"Buradaki daha çok özelev. Yani randevu evi gibi. Ayak takımına değil daha özel müşteriler için."
"Eeeee."
"Burada Eleni adında bir kız çalışırmış. 20'li yaşlarında filanmış."
"Rum kızı mı?"
"Evet."
"Abi bu tür hikâyelerde neden hep fahişeler Rum kızı oluyor? Müslüman kızlar yok mu?"

"OROSPULUKTA DA ÇOĞUNLUK BİZDE"

"Ulan Nuri yine merak içinde merak yaşıyorsun. Ooolum Beyoğlu yani Pera bölgesinde genelevlerin ilk çıkışı gayrimüslümler içindi. Osmanlı'da hatta Bizans'ta bile genelevler bu bölgedeydi. Osmanlı Müslüman kadınların çalışmasına izin vermemiş. Cumhuriyetin ilk döneminde de ezici çoğunluk yine ekalliyette. Patronlar da yine onlardan. Karaköy'deki de Manukyan'ın."
"İçinde çalışanlar Müslüman ama."
"Evet doğru. Sonrasında her konuda çoğunluk bize geçmeye başlıyor. Orospuluk dahil. Neyse. Ulan nerede kalmıştım. Unutturdun bana."
"Kız da... Eleni."
"Evet. Bu Eleni'ye Andries isminde bir delikanlı âşık olmuş. Hemen her hafta kızı görmeye geliyormuş."
"Bu da Rum."
"Bu defa bilemedin. Andries Türkmüş."
"Türk mü?.. Adı..."
"Türkmüş ama Müslüman değil, Hristiyan."
"Güldürme beni abi Türk'ten Hristiyan olur mu?"
"Bugün burada bir yemek, sana neler kazandırıyor farkında mısın. Sadece yemek parası alıyorum ama..."
"Adam kıza âşık olup din değiştirmiş herhalde."
"Hayır doğuştan, anadan-babadan Ortodoks."
"Nasıl oluyor bu?"
"Bu topraklara bizden daha önce gelen Türkler varmış. Ben de çok sonra öğrendim. Bunlar Romalılar'dan Hristiyanlığı öğreniyorlar. 'Karamanlılar' deniyor bunlara. Daha çok Orta Anadolu'da yaşıyorlar. Yunan alfabesi kullanıyorlar ama Türkçe yazıyorlar. Nasıl biz eskiden Arap alfabesi kullanıyormuşuz öyle. Mübadelede iki yüz bin kadar Türk Ortodoks, Rum sayılarak Yunanistan'a gönderilmişler. Türkiye'de çok az sayıda kalanlar olmuş. Daha çok İstanbul'da yaşayanlar kalmış. Andries bunlardan biri."
"Bu ülkede Kürtler de, Türkler de zulüm görmüş desene."
"Kürtlük damarın tutmasın yine."
"Abi bende öyle bir damar yok. Tanımıyor musun beni. İnsan olsun. Milliyeti önemli mi?"

"Bu Andries, Hamdi Ustanın bir arkadaşının ahbabı. Kapalıçarşıda kuyumcu atölyesinde çalışıyor.  Haftalığı alınca soluğu Eleni'nin yanında alıyor. Bu aşkı herkes öğreniyor zamanla, Andries kızı buradan çıkarıp evlenmek istiyor. Fakat buna gücü yetmiyor. Çaresiz... Babasının, biri Hazzopulo Pasajı'nda biri tünelde iki dükkânı var kiracılı. Babasına baskı yapıp bunları sattırıp, kızla kaçıp gitmeyi planlıyor. Genelev patroniçesi durumdan şikayetçi. Kız kaçarsa sermaye gitti. Andries'i artık eve kabul etmiyorlar. Kızla görüşemedikleri zaman, mektuplaşıyorlar. Hanın üçüncü katın izbesinde kimsenin fark etmediği bir deliğe mektupları bırakıyorlar. Derken 6-7 Eylül patlıyor. Beyoğlu talan yeri. Genelevden kızlar Kurtuluş'a götürülüyor. Andries kıza bir türlü ulaşamıyor. Babasının dükkânları yağmalanıyor, yakılıyor. Yabancı düşmanlığı had safhaya ulaşıyor. Baba Türkiye'den ayrılmak için karar alıyor. İki kız kardeşi olan Andries gitmeyeceğini söylüyor. Eleni'yi ararken, Kurtuluş da feci şekilde dövülüyor. İstemeyerek de olsa, Türkiye'den Fransa'ya kaçıyorlar. İki âşık bir daha hiç görüşemiyor."
"Ne kötü değil mi? Yazık..."
"Dur daha bitmedi. Andries bundan 10 yıl kadar önce buraya geldi."
"Öyle mii? Sen gördün mü adamı."
"Evet. Hamdi Usta ile gençliklerinde bir iki kez aynı rakı sofrasında bulunmuşlar."
Kemâl Sezai'ye dönerek, "Bize iki çay kap" dedi. Nuri'ye de uzanıp, "Şu senin uzun Samsun'dan çıkar da birer tane tüttürelim."
"Ayıp ettin usta."

20 YIL UNUTULMAYAN AŞK

Bu esnada içeride yemek yiyen iki kişi, oturdukları masadan kalkarak hesabı ödemek için tezgahın yanına geldi. Kemâl Usta mutfağa doğru seslendi:  "Muhittin hesabı al." Nuri'nin hemen arkasında ekmeğini kurufasulyeye banan, orta yaşlı iyi giyimli gözlüklü bir adamın gözü Kemâl'in üzerindeydi. Konuşma başladığından beri kulak misafiri oluyordu. Belli ki, hikâye onu da cezb etmişti. Çaylar geldi. Sigaralar yakıldı. 

Kulak misafiri bardaktaki suyu ağzındaki lokma ile hemhâl edip midesine yuvarladı. O esnada, hanın ikinci katında avukatlık yapan Salim Bey içeri girdi. Kemâl Usta nezaketle ayağa kalkarak elini uzattı. Tokalaştıktan sonra, "Nuri, Salim Bey Andries'i iyi bilir."
Salim Beyin dudakları büzüldü. Gözleri kısıldı. "Zavallı adam" dedi ve ekledi.

"Kemâlciğim Andries nereden aklına geldi. Uzun zaman geçti belki de 10 yıl."

Nuri sabırsızlanıyordu. Kemâl Usta, Salim Beye masayı işaret ederek, "Buyrun bizim masaya, Andries hikâyesi bitmek üzere. Sonra sizinle şu odabaşının yediği naneleri konuşuruz." 
"Olur Kemâlciğim." deyip Nuri'nin yanına oturdu. Sezai tezgâhın arkasına geçmiş, gözleri Salim Beyin gözlerinde sipariş bekliyordu. Nuri'nin sabırsızlığı daha da arttı.

 Salim Bey siparişi verdi. Yemekler gelmeye başlarken, Kemâl Usta Nuri'ye dönerek, "Nerede kalmıştık." dedi ve Nuri'nin cevap vermesini beklemeden;

"Tamam. Dur... Andries Buraya geldi. Evet adam 20 yıl sonra Rumeli Han'a geldi. Eleni aklından hiç çıkmamış demek ki. Hamdi Usta ile çay içtiler. Biraz hoş-beş ettikten sonra, Andries izin istedi ve üçüncü kata çıktı. Genelevin olduğu kata. Biz dükkânın önüne çıktık ardı sıra bakıyorduk. Bir süre sonra indi. "Ustaya yaklaşıp hoşçakal seni sonra arayacağım" dedi. İkimiz de merak içindeydik. İki gün sonra ustaya bir telefon geldi. O akşam erken ayrıldı dükkândan. Meğer arayan Andries imiş. Çiçek Pasajı'nda buluşmuşlar. Andries cebinden bir parça kağıt çıkarıp Hamdi Ustaya göstermiş. Eleni  bir mektup bırakmış. İçinde de adres varmış. Andries o adrese gitmiş. Kapıyı mavi gözlü güzel bir kız açmış. Eleni'yi sorduğunda. Onun 5 yıl kadar önce zatürreden öldüğünü söylemiş. Kız Andries'in kim olduğunu sormuş. İsmini söyleyince ağlamaya başlamış. Onu içeri almış. Eleni'nin annesi olduğunu ve Andries'in bir gün mutlaka geleceğini annesinden defalarca dinlediğini anlatmış. Sonra bir dolap çekmesinden bir ipek mendil çıkarmış. Üzerinde 'Andries' yazılı mendili gören bizimki de gözyaşlarını tutamamış. Kız annesinin hasta iken bu mendili işlediğini, mezarının Kurtuluş'ta olduğunu söylemiş. Eleni kızına; "Bu mendili onun için işledim. Geldiğini ben göremezsem, sen verirsin." Demiş. Mendili alan Andries mezarlığın yolunu tutmuş. Mezarı başında gözleri kan çanağı olana kadar ağlamış. Sonra bizim ustayı arayıp Pasajda buluşmuşlar."

Salim yemeği bırakmış, gırtlağındaki düğümü çözmesi için şişedeki suyu bardağa dökmeden içmeye başlamıştı. Nuri aynı amaç için çaya sarıldı. Arkada oturan kulak misafiri bunlarla kurtulacak gibi değildi. Adam mendili çıkarmış gözlerini siliyordu. Lokantanın içine bir sessizlik çöktü. Kimsenin dudakları kımıldamıyordu. İçilen çay ve su yapışan dudaklara çare olamamıştı.

Kemâl Usta mutfağa daldı. Nuri kendini handan dışarı attı. Avukat Salim Bey ise ikinci katın merdivenlerini çıkmaya başladı. Kulak misafiri, akan burnunu; burnuna kadar inen gözyaşları ile birlikte sildi. Sezai'ye hesabı ödedi ve İstiklâl'in kalabalığına karıştı.

Pazartesi günü Nuri öğle yemeği için aynı sokaktaki köfteciden dükkâna köfte söyledi. Salı da köfte yedi. Çarşamba Rumeli Han'ın yolunu tuttu.

Kemâl Usta her zamanki gibi tezgâhın arkasındaydı. Nuri selâm verip içeri girdi.
"Ulan Nuri geçen hesabı ödemeden tüydün diimi."

Oysa ikisi de biliyordu ki, Nuri hesap ödeyecek durumda olmadığı gibi, Kemâl'in de hesap alacak mecali kalmamıştı.

Nuri bir masaya geçti oturdu. Durdu, bekledi, Usta ile göz göze geldi.

Sonra mutedil bir tavırla; "Usta o-bu, değil de, Rumeli ile Afrika Han'ın arasına neden tünel yapmışlar. Kafam buna takıldı iyi mi?"


DİKKAT: TÜM HAKLARI SAKLIDIR. Yazının izinsiz olarak BİR KISMI VEYA TAMAMININ her türlü ortamda kullanılması, 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince yasaktır. Sanal ortamda sadece link verilerek paylaşılabilir.


KEMÂL KAPLAN
3 Ekim 2016

Nuri sigarasını tüttürüp Yüksek Kaldırımı tırmanırken, yıllar önce geldiği İstanbul'da neler yaşayacağından bîhaberdi. Tünel'e geldiğinde  önünde uzanan, nam-ı diğer Cadde-i Kebir'in bin yıllık yorgunluğunu adeta kaslarında hissetti. Bitmek üzere olan sigarasına yenisini bağladı. Derin bir nefes çekip, dumanının bir kısmını ciğerlerine hapsedip, kalanını burnundan salıverdi mavi-gri gökyüzüne doğru.

Yeşilçam Sokağı'nın girişinde duvara yaslanarak, kalabalığın arasında karşı sokağa bakıp, Cemâl ustanın dükkanı aklına geldi. Nuri belki de, mesleğinin en güzel günlerini  geçirdi o dükkânda. Nasıl geçirmesin ki; Cemâl usta dönemin en gözde oyuncularından OYA AYDOĞAN'ın babası idi. Oya arada bir uğrardı dükkâna, Nuri için bulunmaz zamanlardı.  Cemâl usta, Erzincan'dan göçtükten sonra Beyoğlu'nda hatırı sayılır terziler içinde yer almıştı.  

Beyoğlu terzileri içinde öyle biri vardı ki, sonraki yıllarda adını tüm Türkiye duyacaktı: Yıldırım Mayruk.

Mayruk'un ünlü bir modacı olmasının hikayesi Gönül Yazar'ın kendisine bir elbise diktirmesiyle başlıyor. Yazar'a Mayruk'u tavsiye edenin ise Erol Simavi olduğu söyleniyor.

Nuri kısa bir süre Yıldırım Mayruk'un yanında da çalışmıştı. Aradan uzun yıllar geçmiş, O'nun Beyoğlu terzileri arasında arşınladığı yollarda, bugün bulundukları bölgenin tarihine çok uzak bir nesil yürüyordu. Beyoğlu'na geliş sebepleri sadece eğlence olan bir nesil....

Hayatının uzunca bir bölümünü geçirdiği Beyoğlu'nda, mesleğe vefa adına bir araştırmaya başlayan Nuri, yıllarca belge, bilgi ve görsel malzeme toplayarak BEYOĞLU TERZİLERİ hakkında önemli bir arşive sahip oldu.

Bu arşiv bugün Kültür Bakanlığı desteğiyle belgesel filme dönüşüyor. Türkiye'nin kültür hazinesine, MİLLİ HAFIZAya büyük katkılarından dolayı teşekkürler NURİ KAYMAZ.

KUMBURGAZ'DAN BELGESELE GİDEN YOL

Oya Aydoğan'ı ilk gördüğümde henüz 17 yaşlarımda idim. Denize girmek için, Kumburgaz'a günübirlik gider-gelirdik arkadaşlarla. Aydoğan'ın yazlığının önündeki kumsala kamp kurardık. Hafta sonu gittiğimizde onu göremez olsak da, hafta arası kumsal tenha iken, mayosunu giyer yanımıza gelir birlikte denize girerdik. Oya Aydoğan ile denize girmek bizim için rüya gibiydi. Aydoğan'ın zirvede olduğu yıllardı. Filmlerini izlediğin bir kadın ile denize birlikte girmek elde edilemeyecek bir durumdu o yaştaki bizler için. 
Bir hafta boyunca yaşadıklarımızı arkadaşlarımıza anlatır hava atardık. 4 kişiydik, hiçbirimiz Oya Aydoğan'ın yazlığının yerini diğer arkadaşlara söylemezdik. Öyle ya, bu zevk sadece bize ait olmalıydı.

Aradan uzun yıllar geçti gazetecilik dönemimde birkaç davette karşılaşmıştık. Kendimi hatırlattığımda ayak üstü o günleri yâd etmiştik.

Nuri Kaymaz'ın belgesel projesi gündeme geldiğinde ve Nuri Oya Aydoğan ile olan ilişkisini anlattığında, ona hemen "bu projede Aydoğan da olmalı" demiştim. Nuri "şahane olur" diyerek onaylamıştı.

Sonrasında Oya Aydoğan'a projeyi anlatmıştım. Nuri'nin adını duyunca ayrı bir sevinç kaplamıştı yüzünü. Böyle bir projeye seve seve katkı sağlayacağını söylemişti. Olmadı. Ömrü vefâ etmedi.

Oya Aydoğan'ın babası Cemal Aydoğan Erzincan'dan göçmüş kızını Fransız lisesinde okutmuş, Beyoğlu'nun emektar terzileri arasındadır.

BELGESELDEN NOTLAR

Belgeselin adı: PERA'DA MODA.
Roma İmparatorluğu'ndan bu yana Pera yabancı bölgesi olma özelliğini yüzlerce yıl sürdürdü. Roma Dönemi'nde Ceneviz, Venedik ağırlıklı bir nüfus popülasyonuna sahip bölge Osmanlı'da, Levanten ve yabancı ziyaretçilerin de ikâmet ettikleri yer haline geldi. Yüzlerce yıl moda ve eğlencenin merkezi oldu.

- Pera, Beyoğlu'na evrilirken, terzilik ve moda gayrimüslimlerin tekelindeydi. 6-7 Eylül 1955 tarihine kadar öyle kaldı. Belgeselde Osmanlı'dan günümüze uzanan Pera'nın hikayesi anlatılıyor.

- İstiklal Caddesi'ndeki dönemin en büyük mağazaları olan, Orozdibak, Tiring, Luvr, Karlman, Stein, Brod, Mayer İstanbullular'a Avrupa'nın modasını taşırdı. Hazzo Pulo Pasajı gibi onlarca pasajda terziler, varsıl erkek ve kadınlara elbise dikmeye yetiştiremezdi.

- Belgeselin çekimlerine Oya Aydoğan da katılacaktı. Çocukluğunun geçtiği Beyoğlu'nu,  babasının dükkânını ve çocukluğunda babasına nasıl yardım ettiğini anlatacaktı. Olmadı... 

- Belgeselde yer alan en önemli konu ise; 6-7 Eylül olayları: Beyoğlu'nda o dönem Rum ve Ermeni terziler çoğunlukta. Türkiye'nin moda merkezi olan Beyoğlu dünyanın da moda merkezi olma yolunda ilerliyor. New-York, Milano daha sahneye çıkmamış. 

- Dokumacılar ünlü İngiliz kumaşına denk gelecek bir kumaş cinsi üzerine çalışıyor.  Birden olaylar patlıyor. Beyoğlu toz-duman... Rum ve Ermeni vatandaşlara ait dükkânlar talan ediliyor. Yahudilerinkilere dokunulmuyor.

- 6-7 Eylül Beyoğlu'nda bir milat belgeselde bu konu şöyle işlenmiş: Olayların akabinde Rum ve Ermeni terziler, kumaş tüccarları ülkeyi terk ediyor. Bir kısmı Avrupa bir kısmı da Amerika'ya göç ediyor ve gittikleri yerde büyük moda merkezleri kuruyorlar. Milano ve New-York'un yıldızı, İstanbul'dan göçen terziler sayesinde parlıyor.

 
6-7 Eylül olaylarında binlerce mağaza yağmalanmıştı. Yağmalanan kumaş ve giyim eşyaları, İstanbul'un çeşitli semtlerinde aylarca pazarlarda satılmıştır.

Mahyacı Sokak'ta bulunan Terzi Abbas hem dönemin Yeşilçam oyuncularına hem de iş adamlarına hizmet veriyordu. Fotoğrafta ünlü oyuncu Danyal Topatan elbise diktiriyor.

Bugün daha çok cafeleriyle öne çıkan Hazzo Pulo Pasajı'nda terziler ve hazır giyim mağazaları vardı.





KEMAL KAPLAN - 12 Mart 2016

Geçmişte fenomen olan ve mali kayıtların yok edilmesi anlamında kullanılan bir deyim vardı: 'GÜRÜN HAN YANGINI'

Zamanında Türkiye'nin tekstil merkezi olan Yeşildirek'te 500 den fazla dükkanın bulunduğu en büyük işhanlarından biri olan Gürün Han, 1975 yılında yanarken akıbetine 5 hanı daha eklemiş, bir gün içinde Yeşildirek'te 6 han kül olmuştu.

Türkiye ekonomisinin bel kemiği, Tahtakale-Doğubank-Sultanhamam lokasyonunda (hepimiz çok iyi biliyoruz ki, bu bölge yıllardır, kaçak malların depolandığı ve satıldığı bir bölge.) bulunan Gürün Han'ın yanması Türk İktisat Tarihi'nde kayıt dışı ekonominin delillerinin yok edilmesi olarak algılanmıştır.  Oysa gerçek farklı bir o kadar da basittir.

Öncelikle yangın gününe dönüp olayın nasıl gerçekleştiği hakkında biraz bilgi verelim.
Yangın 26 Aralık 1975'te saat 08.30'da Kayıtlara göre; Katırcıoğlu Han'ın kalorifer dairesindeki kofranın kontak yapması sonucu başlamıştır. Yangın itfaiyeye bildirilmiş, gelen ekipler yangına müdahale edilmesi için elektriklerin kesilmesi gerektiğini söylediğinde han esnafı buna karşı çıkmıştır.

Bodrum katında başlayan yangın bir süre sonra kontrolden çıkıyor ve Gürün Han'a sıçrıyor. Yangın Katırcıoğlu'nda başladıysa, neden GÜRÜN HAN yangını olarak tarihe geçiyor?

Bu iki han ile beraber Diri, Kenderos, Sokullu ve Bahtiyar hanlarıyla birlikte dört hana daha yangın sıçrıyor. İstanbul itfaiyesi yetersiz kalınca İzmit'ten yardım geliyor, Eminönü'ne kadar borular uzatılıp denizden su bile alınıyor. Lakin 24 saat süren yangın söndürülemiyor. Altı han kül oluyor.
Gürün Han'ın hiçbir yangın tertibatı olmadığı itfaiye raporlarında yer alıyor. Ayrıca esnafın söylediğine göre Gürün Han'da maliye iki gün önce teftiş başlatmış.

Gürün Han yanarken Mercan'da bir han daha yanmaya başlıyor. Gürün Han'dan bir ekip o yangını söndürmeye gidiyor. Ayrıca Kasımpaşa'da üç ahşap ev yanmış, son olarak da Samatya'da Anadolu Bankası şubesinin arşivinde 20.30 bir başka yangın çıkmış.

Yangınlar devam ederken, itfaiye, emniyet ve gazetelere asılsız pek çok yangın ihbarı geliyor. İhbarlardan ikisi, Beyoğlu'nda büyük konfeksiyon mağazalarının  ve Sağmalcılar Cezaevi'nin yakılacağı yönünde. "Tüm İstanbul'u yakacağız" diye bir postaneye de bir telefon geliyor.

Tüm şehrin yangın korkusuna bürünmesi Gürün Han yangınının söndürülememesi için etkili bir yöntem gibi düşünülebilir. Diğer yangınlar da itfaiyenin gücünü bölmesine sebep olmuştur. Böylelikle Gürün Han ile birlikte beş hanın kül olması sağlanmıştır.



'Gürün Han Yangını' olarak anılmasının bilinçli veya bilinçsiz bir sebebi vardır. Kilit han Gürün'dür. Diğer hanların yanması, Gürün Han'ın kurtarılamamasının garantisidir.

Hanın sahiplerinden Yusuf Gürün 1954 yılında yaptırılan hanın, 18 milyon liraya sigortalı olduğunu açıklıyor. İçerideki dükkanların da Ankara Sigorta tarafından toplam 41 milyon liraya sigortalandığını söylüyor. Yusuf Gürün bir noktaya daha dikkat çekiyor: "İkinci katta yangın olurken, dokuzuncu katta tüp patlıyor."

Sivas-Gürün'lü Gürün ailesi hem Gürün Han'ın hem de aynı yangında yanan Katırcıoğlu Han'ın sahipleri. Yangından bir süre sonra hanın yeniden inşaası başlıyor. Kiracılar hanın yapılabilmesi için, kiraya karşılık kişi başı 2-3 milyon lira para veriyor. Hanın yapımı bittikten sonra ise, kira fiyatları 13 kat artıyor. Gürün ailesi ile kiracılar mahkemelik oluyor.

Şimdi zurnanın ZIRT dediği yere gelelim:

Birkaç yıl önce NURİ KAYMAZ bir arkadaşı ile yemek yerken, masaya bir adam oturuyor. Yemek sonrası arkadaşından Abuzer Uğurlu'nun oğlu olduğunu öğrenen Nuri, şunları söylüyor: "Masada beraber yemek yiyoruz ve sohbet ediyoruz. Mesleğimiz gereği konu tekstil sektöründen açılınca konu Sultanhamam-Yeşildirek etrafında dönmeye başladı. Abuzer Uğurlu'nun oğlu olduğunu sonradan öğrendiğim kişi Gürün Han yangınını babasının çıkarttığını, yangın sebebinin hanın bodrumundaki kaçak silahlar olduğunu söyledi. Polisin hanı basacağını öğrenen Uğurlu, birkaç hamalla hanı yakmaları konusunda anlaşmışlar. Böylece polis silahları bulamamış. Silahlar daha sonra kül olan hanın enkazı altından çıkarılmış."

Hikaye burada bitiyor.

Bugüne kadar 41 yıl önce yanan/yakılan Gürün Han'ın içerisinde bulunan dükkanlarda kaçak  ve kayıt dışı malların bulunduğu  ve yangının bundan dolayı çıkarıldığı söyleniyordu. Bu iddialara biz de yeni bir iddia-tanıklık- ekledik. Gürün Han'ı kundaklayan hamalların kim olduğunu açıklaması da NURİ KAYMAZ'a düşüyor.

Yangından sonra yeniden inşaa edilen GÜRÜN HAN'da fiyatlar 13 kat arttı. Kiracılarla han sahibi mahkemelik oldu.  



1955 tarihli GÜRÜN HAN 
reklamı



































KEMAL KAPLAN - 12 MART 2016