2014

 

Gnostik Hristiyanlar ile Gnostik Müslümanların İttifakı

KEMAL KAPLAN
16 Aralık 2014

Hristiyan öğretilerine temelden karşı çıkan İsa'nın, Tanrı'nın oğlu olduğunu kabul etmeyen, maddeden ziyade ruha önem vererek, ruhun tekamülünü önemseyen, antik Mısır ezoterizmini, antik Yunan ezoterizmini (Platon, Pisagor), İbrani geleneklerini (Kabala), Zerdüştçülüğü, bazı doğu mistizmini Hristiyanlıkla sentezleyen GNOSTİK HRİSTİYANLAR, II. Yüzyıl'dan itibaren kilise ile amansız bir mücadele başlattı. Halen sürüyor...

İslam'ın gelmesinden sonra özellikle Türkler'in fetihleri neticesinde Hristiyan dünya için en büyük tehlike İslâm oldu.

X. Yüzyıl'da Basra'da, Aristo ve Platon felsefeleriyle, Hermetik öğretileri, Yeni Pisagorculuğu, Sabiilerin öğretileri ve Anadolu halklarının mistik öğretileriyle, İslâm öğretilerini birleştirerek ortaya felsefi bir akım çıktı: İHVAN-I SÂFA (Halis Kardeşler). 

Batıni doktrinle hareket eden İhvan-ı Sâfa, Tasavvuf çizgisinde ruh ve Allah anlayışını kabul eder.

1209 yılında İngiliz Kralı I. John annesi ve papa arasındaki husumet nedeniyle, siyasi bir tavır olarak Müslüman olmak ve İngiltere'nin dinini değiştirmek ister. Bunun için Endülüs halifesi Muhammed en-Nasır'a üç kişilik bir heyet gönderir. Kral John Kelt soyludur. Gönderdiği  üç şovalye de Kelt asıllıdır. Nasır teklifi kabul etmez. John'un Papa ile olan sorunları nedeniyle Müslüman olmak istediğini düşünür. Üç şovalyeden biri geri dönmez ve Müslüman olur daha sonra Suriye'ye gelerek Selahhatin Eyyübi'nin torunuyla evlenir. Zaten Gnostik Hristiyan ve GÜL VE HAÇ KARDEŞLİĞİ üyesi olan şovalye, Müslüman olunca da İhvan-ı Sâfa düşüncesini benimser. Aynı düşünceye mensup olanların kurdukları DAİ teşkilatına girer.

Gnostik kökenli DAİ'ler, Keltler'in başını çektiği Gnostik Hristiyanlar'la zaman zaman Vatikan'a karşı ortak cephe alırlar.

Gül ve Haç Kardeşliği Örgütü'nün uzun süre merkezi Teşvikiye'deki İZMİR PALAS APARTMANI'dır.

Gül ve Haç; Gnostik, Mason ve Tapınakçılarla iç içe geçmiştir. Vatikan'a karşı en büyük zaferleri Avrupa Birliği'ni kurmalarıdır. Türkiye'de Gül ve Haç mensubu önemli devlet adamları (Enver Necdet Egeran, Şükrü Kaya, Tevfik Rüştü Aras, Nevzat Tandoğan, Fahrettin Kerim Gökay, Kazım Özalp, Celal Bayar, Ali Kemren, Şeyh Ataullah Efendi, Hasan Saka, Mim Kemal Öke vs.) bulunduğu gibi sadece mason localarına bağlı olanlar da mevcuttur.

ORTODOKS ASILLI RUFAİ ŞEYHİ
Gnostik Hristiyan ve Gnostik Müslümanlar'ın girift beraberliğini anlamak için şu örnek yeterli olacaktır: 1919 yılında Sovyetler Birliği'nden aslen Gürcü olan George Ivanovich Gurdjieff  (Gürcüyev) İstanbul'a gelir. Tiflis'te Rufai tarikatı tarafından yetiştirilen Gurdjieff, İstanbul'da önce Galata Mevlevihanesi'nin iki sokak arkasında bulunan KIRIMLI KİLİSESİ yanındaki Kumbaracı Yokuşu'nda, sonra da Asmalı Mescit Meşrutiyet Caddesi üzerindeki Yemenici Abdüllatif Sokak 13 numarada ikamet eder. Son derece düzgün Türkçe konuşan Gurdjieff, Ortodoks asıllı tarikat şeyhi olarak ün yapar. Gül ve Haç Örgütü'nü bir süre yönetir.


İngiliz işgal kuvvetlerinin İstanbul'da istihbarat subayı olan, Mustafa Kemâl ve arkadaşlarının Samsun'a gidişi için gereken vizeyi 16 Mayıs 1919'da imzalayan yüzbaşı John Godolphin Bennett Gurdjieff'in öğrencisidir. Bennett daha sonra Gurdjieff'ten öğrendiği ruhaniyet, maneviyat ve ruhani psikoloji gibi konularda kitaplar yazar. Bennett Londra yakınlarındaki önce 40'lı yıllarda Coombe Springs ve 1970'den sonra da Sherborne Şatosu'nda kurduğu tekke benzeri okullarda bir nevi ruhani mürşid olur. Bu arada da İstanbul ve Anadolu ziyaretlerini devam ettirir.

Bir süre sonra İstanbul'dan ayrılan Gurdjieff ise, Paris'e giderek orada kendi adıyla bir psiko-terapi merkezi ve vakıf kurar. Merkez günümüzde faaliyetini sürdürmektedir. 


RIZA NUR GÜRCİYEV'İN MÜRİDİ
Unutmadan şunu da ekleyelim. Atatürk'ün Lozan'a gönderdiği iki dönem milletvekilliği yapan daha sonra Atatürk'le arası açılan Doktor Rıza Nur da Gurdjieff'in öğrencisi olmuş, İzmir Suikastı sonrası muhaliflerin asıldığı İstiklal Mahkemelerini gördükten sonra, Türkiye'den ayrılıp Atatürk'ün ölümüne kadar önce Paris'te sonra İskenderiye'de yaşamıştır.

Mevlevi, Rufai, Hurifi, Melami gibi batıni tarikatlar, Gnostik öğretiler içerir. Anadolu'da uzun süre yaşamış Keltler de Gnostiktir. Günümüzde yapılan çalışmalarda Kelt kökenli insanların özellikle Ankara, Yozgat, Kırşehir  civarlarında göç almayan bölgelerde yaşadığı ortaya çıkarılmıştır. Keltler'in İslam'la tanışması çok eskilere dayanır.  



Rıza Nur ve Gurdgieff'in hayatını araştıran Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil 1965 yılında, 'Doktor Rıza Nur Üzerine Üç Yazı, Yankılar, Belgeler' kitabı yayınlamıştır. Tütengil daha sonra da Cumhuriyet Gazetesi'nde Rıza Nur-Gurdjieff' ilişkisini yazmış, 7 Aralık 1979 tarihinde evinden üniversiteye gitmek için çıktığında suikast sonucu öldürülmüştür.


Not: Yukarıdaki metin Türkiye'ye büyük hizmetleri olmuş, merhum AYTUNÇ ALTINDAL'ın yayınlanmış-yayınlanmamış çalışmalarından hazırlanmıştır. 

Biri İstanbul Valisi Diğeri Gazinocular Kralı:
Fahrettin Kerim Gökay - Fahrettin Aslan

“Menderes’e milletvekillerinin özel yaşantısıyla ilgili bilgi aktaran ve dosyalar hazırlayan kişilerin başında ilginçtir bir gizli servis elemanı gelmez. Bu bilgileri toplayanların başındaki kişi dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay’dır. O zamanlar “Tıfıl” bir gazinocu olan Fahrettin Aslan, milletvekillerinin gece yaşamıyla ilgili bilgiler derler, toplar, dosyasını oluşturur ve “Mini Mini Vali” Gökay’a iletir. Karşılığında da ayrıcalıklar elde eder. Gökay da bu dosyaları Menderes’e gönderir. Hangi milletvekili nerede, kiminle yatmış, ne yapıyor, ne konuşuyor, ne iş yapıyor gibi bilgilerin bulunduğu dosyalar, Menderes’in elinde birer susturucu olarak kullanılır.” (Tuncay Özkan - Bir Gizli Servisin Tarihi)
FAHRETTİN KERİM GÖKAY aynı zamanda GÜL VE HAÇ KARDEŞLİĞİ ÖRGÜTÜ üyesi, 33. derece MASON ve Manevi Cihazlanma Derneği kurucusu.
Ellere dikkat...

Takip edenler bilir. Encümen-i Daniş adlı bir grubun olduğunu, bunların 15 günde bir Moda Deniz Klübünde toplandığını, hazırladıkları raporları, devletin çeşitli kurumlarına verdiklerini...

Üye sayısı 30 ila 40 arasında değişiyor. Türkiye'nin üst düzey görevler yapmış asker ve sivilleri oluşturuyor kurulu.

Birkaç yıl öncesine kadar olan üyeler: Necmettin Karaduman (TBMM eski Başkanı), emekli Oramiral Bülent Ulusu (Eski Başbakan), emekli Orgeneraller; İsmail Hakkı Karadayı, Hüseyin Kıvrıkoğlu, Necdet Üruğ, Aytaç Yalman, Atilla Ateş, Ahmet Çörekçi, Şener Eruygur, Necdet Öztorun, Nahit Özgür, İbrahim Şenocak, Necdet Timur, Süreyya Yüksel. Emekli Oramiral İrfan Tınaz. Emekli Büyükelçiler; Oğuz Gökmen, Temel İskit, Oktay İşcen, Yıldırım Keskin, Sönmez Köksal, Özdem Samberk, Fahir Alaçam. Eski bakanlar; Cahit Aral, Mustafa Aysan, Fethi Çelikbaş, Orhan Dikmen, İlhan Evliyaoğlu, Emre Gönensay, Safa Reisoğlu, Hasan Sağlam, Murat Sökmenoğlu, İlter Türkmen. Prof. Dr. Şener Akyol (Eski milletvekili).

İlk olarak 1850'lerde Osmanlı'da sadrazama danışmanlık için kurulan ve Cumhuriyet döneminde dağılan Encümen-i Daniş, 1940'ların sonunda yeniden canlandı ve bugüne kadar geldi. Topluluğun şimdiki başkanı, en yaşlı üye sıfatıyla, Özal döneminin TBMM Başkanı Necmettin Karaduman.

Encümen-i Daniş başkanı Necmettin Karaduman kurulu şöyle tanımlıyor:
"Mazisi 1940'ların sonuna uzanan, 60 yıllık bir düşünce kuruluşu. 15 günde bir Moda Kulübü'nde toplanır, memleket meselelerini görüşürüz. Toplantılar basına kapalı. Ne konuştuk, ne kararlar verdik, duyurmayız çünkü politikanın içinde fazla gözükmek istemeyiz. Ama çok önemli gördüğümüz meseleleri, rapor halinde BAŞBAKANA, CUMHURBAŞKANINA ve MECLİS BAŞKANINA göndeririz. İçimizde siyaset adamları, eski büyükelçiler, eski genelkurmay başkanları var.”

Kurul'un rapor hazırladığını ve bu raporları ilgili kurumlara ulaştırdıklarını Karaduman şöyle açıklıyor: "30 üyenin içinde konunun uzmanı kimse onu görevlendiririz ve raporu hazırlar. Arkadaşlarımızın elinin altında arşivler, dokümanlar, internet var. Rapor hazırlanıyor, Encümen-i Daniş'e geliyor, görüşülüyor, bütün üyeler imzaladıktan sonra da başbakan, cumhurbaşkanı ve TBMM başkanına gönderiliyor. Bazen de konuyla daha ilgili olduğunu düşündüğümüz tek bir makama gönderiyoruz."

YENİ AKTÜEL dergisi'nde 8 Mayıs 2008 tarihinde yapılan röportajda Karaduman Encümen-i Daniş'İ anlatırken başka detaylara da değiniyor.

Röportajta birkaç soruya verilen cevaplar şöyle:

- Topluluğun üzerinde çalıştığı yeni raporlar var mı?

“Yok. Bir, iki sene önce Ermeni meselesi üzerine bir rapor hazırladık, cumhurbaşkanına ve Meclis başkanına gönderdik. Bir, iki senedir de kimseye rapor göndermedik.”

- Neden? Memlekette önemli gelişmeler olmuyor mu?

“Rapor hazırlamamızı gerektirecek düzeyde gelişmeler yok henüz. Çok önemli bir durum olmalı. Encümen-i Daniş bir rapor hazırlarsa, herkes o konuda artık bir şeyler yapılması gerektiğini bilir."

ERGENEKON VE BALYOZ'DA ENCÜMEN-İ DANİŞ GÖLGESİ
Derin devlet tanımı bir süredir. Herkesin jargonuna yerleşmiş olmakla beraber tam tanımı yapılabilmiş değil. Açıklanamayan ve aydınlatılamayan olaylara atfedilen derin devlet kavramının içini kim nasıl doldurursa, hangi kalıba sokulursa, o şekli alıyor.

Encümen-i Daniş'in Derin Devlet yerine DEVLETİN DERİNLİKLERİNDE bir kurum olduğunu söylemek doğru tanımlama adına, doğru bir yolda ilerlemek olabilir.

Ergenekon ve Balyoz'la askeri vesayetin bittiğini, derin devletin sükut-u hayale uğradığını söyleyenler siyasi ve politik söylemden öteye gitmediklerini aslında kendileri de çok iyi bilmektedir.

Yukarıda Necmettin Karaduman'ın uzun bir süreden beri yeni bir rapor hazırlamadıklarını, Türkiye'de bir rapor hazırlanmasını gerektirecek büyük ve önemli bir olay olmadığını söylemesinden nasıl bir anlam çıkarmalıyız.

Röportajın yapıldığı 2008 yılında ülke ERGENEKON'a kilitlenmişti. Tarihin en büyük operasyonlarından ve siyasi davalarından biri olan Ergenekon'a, Encümen-i Daniş'in yok gözüyle bakmasını nasıl değerlendirmeliyiz?

Üyelerinin neredeyse yarısını emekli generallerin ve genelkurmay başkanlarının oluşturduğu kurulun Ergenekon Operasyonunu pas geçmeleri imkansızdır. Peki bununla ilgili devlete bir rapor da sunmadıklarına göre... Burada hemen BALYOZ davasına atlayacağım. Zira Balyoz'da da Encümen-i Daniş'in, 300'den fazla TSK mensubu emekli veya muvazzaf askerin tutuklanmasından sonra devlete bir rapor sunmadığını çeşitli kaynaklardan öğrenmiştim.

Başbakanın danışmanı Yalçın Akdoğan'ın “Orduya kumpas kuruldu” açıklamalarından önce gerçekten kumpas kurulduysa, Encümen-i Daniş'in refleksle harekete geçmesi gerekmez miydi? Neden kılını kıpırdatmadı. Kurul üyelerinden Balyoz'a konu olan olayların yaşandığı dönemde Kara Kuvvetleri Komutanı olan Orgeneral Aytaç Yalman'ın Balyoz hakkında yaptığı açıklama ise kafaları daha da karıştırmıştı hatırlayalım: “...Seminerin icrası ile ilgili görüşlerime gelince, yazılı ve görsel basından izlediğim kadarı ile bu seminer emre aykırı olarak yapılan, muaşeret kurallarına uymayan, amacını ve haddini aşan bir kahramanlık gösterisinden başka bir şey değildir.”

ERGENEKON'da da benzer bir durum yaşanmıştı. Daha 2001 yılında Mehmet Eymür, Ergenekon'un içinden ayrılan ve aykırı harekete eden bir grubun olduğunu bunların Doğu Perinçek'le yeni bir oluşum içine girdiklerini söylemiş. Gerçek Ergenekon'un bu duruma nasıl tepki vereceğini merak ettiğini belirtmişti. Sonuç malum. Birkaç yıl sonra operasyonlar ard arda gelmişti.

Hülasa: Bu kısa hatırlatmalardan sonra Devletin Derinliklerinde her zaman resmi veya gayir resmi kuruluşların bulunacağı bunların, devlet nizamı ve devlet dinamiklerini ayakat tutmak için faaliyet sürdüreceğini ve varlıklarını her daim devam ettireceklerini, zamanı gelince de kendi mensuplarını cezalandıracaklarını söylemekte bir behis olmasa gerek. Encümen-i Daniş gibi daha 8 adı sanı duyulmamış kurul olduğunu da belirtmek gerek.





Roma'yı yağmalayan Bugünkü İrlanda ve İskoçyalılar'ın ataları olan KELTLER'in kralı KRAL OFFA, MS 7. Yüzyıl'da döktürdüğü sikkenin üzerinde "LAİLAHE İLLALLAH MUHAMMEDEN RESULALLAH" yazıyordu.


İlk İngiltere kralı Offa'nın bastırdığı sikke

Pagan olan KETLER'in tek tanrı arayışında başlangıçta Hristiyanların Tanrı-İsa-Kutsal ruh üçlemesi tatmin etmemişti. Müslüman misyonerlerden Kelime-i Şehadet'in sırrını (yani tek tanrı, tek ilah) öğrenince onlara bu inanç daha tutarlı geldi.

Britanya Adası'nda birliği sağlayarak ilk İNGİLTERE KRALI ünvanı alan,  Kelt asıllı kral OFFA bu inancı paralara kazımakta behis görmemişti. Nitekim 6 asır sonra KELT soyundan gelen İngiltere Kralı I. John da, papa tarafından aforoz edilince MÜSLÜMAN olmak için Endülüs hükümdarı Nasır'a heyet gönderecek, Nasır bunun samimi olmadığını düşününce TÜM İNGİLTERE'NİN İSLAMİYETE geçişi mümkün olmayacaktı.

Daha da enteresanı M.Ö. 700'lü yıllarda Anadolu'ya gelen ve orada bir medeniyet kuran KELT kabileleri geldikleri GALLER'deki başkentlerinin adı TURKIJE* idi. (Türkiye okunur) Henüz Anadolu ismi telaffuz edilmezken, KELTLER yaşadıkları doğu Ege ve Orta Anadolu'yu kapsayan bölgeye GALATEA adını verdiler. (Zaman içinde GALATYA olarak anılmaya başladı. Romalılar Keltlere; “Galli” diyorlardır.

İstanbul'un fethine kadar Roma içinde GALATALILAR varlıklarını sürdürdüler. Bir kısmı Konstantinopolis'a gelip, bugünkü Galata semtine yerleşti.
İncil'de Aziz Pavlus'un Galatyalılara yazdığı mektuptan da söz edilir.

TAPINAK ŞOVALYESİ MÜSLÜMAN OLUYOR

I. John'un Endülüs'e gönderdiği 3 kişilik heyetten biri geri dönmeyerek müslüman olur. Kendisi aynı zamanda tapınak şovalyesi olan bu zad, bir süre sonra da Selahaddin Eyyubi'nin torunuyla evlenir. Bu kişi gizli bir şovalye örgütü kurmuştur. İhvan-ı Safa (İhvan-üs Safa/Halis Kardeşler) bir düşünce akımı olmakla beraber, buna bağlı bir kol olan DAİ'lik teşkilatı günümüze kadar faaliyet göstermiştir. Gaziantep ve Kilis yöresinde DAİ soyadını kullananlar mevcut. İslamı yaymakla görevli Müslüman Misyonerlerdir ve batınidirler. 

II. Abdulhamid'in Büyük Britanya Şeyhülislamı ilan ettiği Abdullah Quilliam 
Kelt soyundan geliyordu.
 ATATÜRK CROWLEY KİMDİR?

19. Yüzyıl'da doğan ve İngiltere'de ilk cami ve İslam merkezini açan Abdullah Quilliam (1856-1932)
Kelt'dir. Quilliam müslüman olduktan sonra İslamiyete yaptığı hizmetlerden dolayı, 1893 yılında II. Abdülhamid tarafından Britanya Adaları ŞEYHÜLİSMAN'ı olarak görevlendirilmiştir.
Quilliam okültist ve ezoterik bilimlere meraklıdır. Çok yakın arkadaşı Aleister Crowley ise 33. dereceden mason ve Altın Şafak Hermetik Cemiyeti adlı gizli teşkilatın kurucusudur. Abdulhamid Han tüm bu bilgilere sahip olmasına rağmen, Quilliam'ı siyaseten Şeyhülislam yapmış; dünya üzerindeki gelişmelere bakıldığında Abdulhamid'in siyasi zekası bir kez daha bu olayda zuhur etmiştir.

Quilliam yaşamı boyunca İngiltere'de 600 den fazla insanın Müslüman olmasını sağlamış. Küçük oğlu Ahmed Galatasaray Lisesi'nde yatılı okumuştur.

Quilliam'ın yakın arkaşı Aleister Crowley, "batıya doğu mistizmini tanıtmıştır.
 “Dünyanın En Kötü Üne Sahip Adamı” “Yaşamış En Gizemli Adam” ve “The Beast 666” olarak ün salmış  Crowley de KETL'dir.

Aleister Crowley 1937 yılında doğan oğlunun adını, ATATÜRK koymuştur: ATATÜRK ALEİSTER CROWLEY.

Aleister Crowley mistik, okülltist ve gnostik bir KELT'tir.
Atatürk Crowley

SARI SAÇLI MAVİ GÖZLÜ ADAM İNGİLTERE TAHTINA NASIL GÖZ DİKTİ? -ATATÜRK CROWLEY HAKKINDA HİÇBİR YERDE YAYINLANMAMIŞ BİLGİLER VE FOTOĞRAFLAR: 
ATATÜRK CROWLEY KİMDİR? | KAOSTA KAPIŞMA

Baba Crowley, THELEMA adlı bir öğretinin kurucusudur. Crowley'e Aiwass adında bir varlık tarafindan yazdırıldığı söylenen  "Liber AL vel Legis" adlı kitap Thelema'nın kutsal kitabı niteliğindedir.
Thelema’ya MAJI(2) hakimdir. Maji büyüden farklı olarak dünyevi arzular için kullanılmaz. İnsanı ruhsal olarak geliştiren ve tanrıya yaklaştıran ilimdir.

Atatürk Crowley babası gibi depdebe yerine, daha mütevazı bir hayat sürmüştür. Atatürk babasının izinden giderek Maji ile ilgilenmiş, babası gibi defalarca Türkiye'yi ziyaret etmiştir.


 BESMELE YAZILI HAÇ

Kelt Kralı Offa'nın bastırdığı ve üzerinde Kelime-i Tevhid yazılı altın sikkeden başka, bir de üzerinde BESMELE yazılı KELT HAÇI bulunuyor.
Para ve Haç'dan 19. yüzyıla kadar çok az kimsenin haberi olmuş. 1875 yılında Philippe Gardner adlı bir antikacı KELT HAÇI'nı sergilenmek üzere British Museum'a veriyor.

Haç mücevherlerden oluşuyor. Ve tam orta yerinde BİSMİLLAHİRRAHMANİRAHİM yazılı. Haç müzenin, takı ve mücevherler bölümüne kaydediliyor. Ancak İngilizler haçı SERGİLEMİYOR. Haç halen British Museum'da bulunmakta.

1965'li yıllara kadar Keltler'in ayin yaptığı Yerebatan Sarnıcı.

YEREBATAN SARNICI'NDA KELT AYİNİ

Sultanahmet'teki Yerebatan Sarnıcı'nda iskele üzerinde yürüyüp, sarnıcın dip tarafında doğru gidince, bir sütuna kaide olarak yerleştirilen ters bir MEDUSA başı bulunuyor.
Sarnıcın eskiden bu bölümü kapalı idi. 90'larda açıldı.
Bu Medusa başının ters konmasının özel bir sebebi var. Romalılar burana gizemli ve karanlık güçlerin bulunduğuna inanmışlar bu nedenle Medusa başını ters koymuşlar. Medusa'ya dokunulduğunda titreştiği söyleniyor.

Şimdi sıkı durun.

Kelt rahipleri yani Druidler her yıl Yerebatan Sarnıcı'na gelerek, burada ayin düzenlemişler. 1965'li yıllara kadar bu sürmüş. 3 gün arka arkaya süren ayinler sarnıcın o kısmı kapalı olduğu için kimse tarafından görülmemiş. Oraya nasıl girdiklerini ise Türkiye'deki İhvan-ı Safa mensuplarına sormak gerek.
Druidler için karanlık kutsaldır. Aydınlığın anası olarak kabul edilir. Bu ayinler Druidler için kutsal olan “Altındal” ile yapılır. Altındal; ökse otundan çıkarılan bir ağaç dalıdır.

KELTLER VE TÜRKİYE

Keltler'in Türkiye ile olan bağları 2 bin 700 yıl öncesine dayanıyor. Avrupa'dan Anadolu'ya gelen Keltler burada bir medeniyet kuruyor. Yukarıda kısaca söz etmiştik. Ve halen Kelt ırkından gelen insanlar yaşıyor Anadolu'da... (Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi arkeologları, Ankara'nın göç almamış köylerinde Keltler'in hala yaşadıklarını kanıtlamışlardır.)
Bugünkü Keltler (İrlanda, İskoçya, İngiltere), Protestan ve GNOSTİK(3) Hıristiyanlardır. Katoliklerin Teslis inancını reddederler. Bugün sayıları çok az olan ve Güneydoğu ile Suriye'de yaşayan Yezdaniler (Yezidiler) aynı inanca sahiptir.
Keltler zaman içinde Katoliklerle mücadele etmek amacıyla çeşitli tarikatlar ve örgütler kurmuşlardır. Bunlardan biri de meşhur GÜL VE HAÇ örgütüdür.

İhvan-ı Safa akımı etrafında toplanan İsmaililer, Hurifiler, Melamiler, Rufailer, vs. de GNOSTİK MÜSLÜMANLARDIR. Bunlar Sünni inancın aksine, Batıni yani inançlarını içte yaşamayı savunurlar. Kur'an ayetlerinin bir zahiri, bir de batıni anlamı olduğuna inanırlar. Klasik İslam öğretisinin sıradan insanlar için olduğunu, batıniliğin daha yüksek bir anlayışa sahip olduğunu kabul ederler.

İslamiyet'in Anadolu'ya yayılmasından sonra burada kalan bazı KELTLER, müslüman oluyor. Fakat bunların batıni olduğu söyleniyor. Keltler'in kurduğu CABİRİLİK(4) bugüne kadar tüm gnostik/okültis/ezoterik örgütlerin ana ekseninde bulunuyor. Cabiriler Yahudilerle ve Vatikan ile en çok mücadele etmiş bir teşkilat.

Kafalar iyice karıştı değil mi?

Benimde...

Keltler'in, İslam'la ilişkisi 1400 yıldır mevcut. Bunların içinde Müslüman olanlar da var. Hristiyan Keltler ise Protestandır.
Anadolu'daki Keltler ile Avrupa'da yaşayan Keltler birleşerek, MÖ 387'de Roma İmparatorluğu'nu ağır bir yenilgiye uğrattılar. Roma'ya giren Keltler şehri yağmalayıp, sonra çekildiler.
Ankara'da ilk yerleşim kuran Keltler'dir. Bugünkü Ankara isminin türetildiği Ankyra kelimesinin “durduran” anlamında Galatlar/Keltler tarafından verildiği söylenir.

Keltler ile Türkler'in o günlerden bugüne ilişkisi sürmüştür.

Durum biraz karışık olmakla beraber; İslam gnostikleriyle, Hristiyan gnostiklerinin kurdukları teşkilatlar, her dönem ilişki içinde olmuş, bunlara mason locaları ve sabeteyistler olarak bilinen Avdetiler de dahildir.

Gül ve Haç Kardeşliği ile İhvan-ı Safa'nın, Tapınakçılar ile Manevi Cihazlanma Derneği'nin ilişkileri her zaman iç içedir.

Gül ve Haç Örgütü bir zamanlar büyük toplantılarını İzmir ve İstanbul'da (Teşvikiye İzmir Palas Apartmanı) yapmıştır. Hatta uzun bir süre İstanbul onlara başkentlik de yaptı.

Not: Bu yazı merhum araştırmacı-yazar AYTUNÇ ALTINDAL'ın yaptığı araştırmalardan faydalanılarak yazılmıştır. 

(1)Britanica'nın İrlanda için hazırlanan ciltlerinde mevcut. Bilgiler İrlanda Devlet Arşivlerinden alınmış.

(2) Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz  dünyaca ünlü araştırmacı-yazar AYTUNÇ ALTINDAL'ın, MAJI konusunda önemli çalışmaları bulunmaktadır. Altındal da batıni ve Gnostik müslümandır.
 
(3)Gnostisizm; Antik Mısır ezoterizmini, Antik Yunan ezoterizmini (Platon, Pisagor), İbrani geleneklerini, Zerdüştçülüğü, bazı Doğu geleneklerini ve dinlerini, Hıristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, birçok tarikâtın benimsediği mistik felsefeye verilen genel addır.

(4)Helen, Yahudi, Roma, Antik Mısır, Sümer, Babil, Hint ve Çin 'Geleneklerinden' fuzyon yoluyla taşınmış ögeler vardı. Ancak en güçlü etki Anadolu ve Orta Doğu coğrafyasından gelmişti. Baküs, Ceres, Cybele ve Eleusis, Samothrace kültürlerindeki okültik, hermetik, ezoterik, alşimist uygulamalar bir sentez halinde belirli bir tarikat/örgüt tarafından günümüze kadar intikal ettirilmişti. Bu gizli tarikat 'Cabiriler' adıyla tanınmıştı.
1888 yılında bu kültürün tapınağına ve tanrılarının izine ulaşılabildi. Thebes'de yapılan kazılarda Cabiri kültürünün tanrılarından biri olan ve Heredot tarafından 'En Güçlü Büyücü' diye tanımlanan Caberios'un heykeli bulunmuştur. Gizli Geleneğin, Yahudi Kabalizmi dahil her yönüyle uğraşan ve sadece soyluların, zenginlerin ve bilim adamlarının üye olabildikleri ilk 'Açık' Gnostik-Hıristiyan tarikat ve locaları 1767'den itibaren peş peşe açılmaya başlandı. Bunlar tamamen Cabiri Geleneğine uygun, en eski kültür ve kült uygulamalarının taşıyıcıları oldukları bilinen özel örgütlerdi.


Türkiye Cumhuriyeti'nin en karanlık yılı olan 1993'de bir o kadar karanlık, karanlık olduğu kadar da gülünç-bu iki terimi nasıl yan yana getirdim-bir olaydan söz etmek istiyorum: 
JAK KAMHİ SUİKASTI.

Suikast karanlık olur da nasıl gülünç olur demeyin. Anlatayım.

1993 tarihe kara bir yıl olarak yazılmalı. 1993'de yaşanan cinayetler, ölümler, kazalar tek tek ele alınıp araştırılmalı. Devlet Denetleme Kurulu, 1993'le ilgili harekete geçmeli. Zira bizi 93'den 2014'e getiren olayların şifresi 1993'de yaşananlarda gizli.
(1993'deki diğer suikast ve ölümleri merak edenler için:  http://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2012/06/1993-sonu-baslangici.html )

Gelelim Kamhi suikastına...

Bir dizi suikast, ölüm ve kazanın yaşandığı ve ülke talihinin döndüğü 1993'ün ilk olayı Uğur Mumcu suikastıydı. Mumcu'nun ölümü ülke genelinde büyük yankı uyandırdı. Kişiliği ve mesleki yaşantısındaki başarılarıyla bütün kesimler tarafından saygı duyulan ve sevilen biriydi. Arı kovanına çomak sokmuş, neticesinde öldürüleceğini bilerek yaşayan, çelik yelek ve belindeki silahın bile öldürülmesine engelleyeceğine inanmayan biriydi. 24 Ocak 1993'de aracına konan bomba ile öldürüldü. Suikastın adresi İRAN gösterildi. Günlerce medya İran aleyhine haberler yaptı. İran ile siyasi ve ticari ilişkiler yıllarca sekteye uğradı. İran bağlantılı failler bulundu. Cezalar kesildi. Sonra anlaşıldı ki; suikastta İran parmağından ziyade, iç güçlerin işi.

Ülke bir heyulaya sürüklenmenin eşiğindeyken, Uğur Mumcu'nun sözde İran bağlantılı suikastından sadece 4 gün sonra, bir başka İRAN senaryosu sahneye konacaktı. JAK KAMHİ suikastı.

Musevi iş adamı Jak Kamhi, Türkiye-ABD-İsrail ilişkilerinin kilit adamıydı. (Kamhi Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı için ABD'de önemli lobi çalışması da yürütmüştür.)

28 Ocak 1993 sabahı Kamhi Beylerbeyi'ndeki evinden, Mecidiyeköy'deki Profilo merkezine gitmek için yola çıktı. Boğaz Köprüsü'nün ayağı yakınında başarısız bir suikasta uğradı. Zırhlı aracı ile Kamhi suikasttan sıyrık almadan kurtuldu. Lakin eylemcilerin elinde bulunan Law silahı kullanılsaydı, zırhlı aracın içinden Kamhi'nin sağ çıkması olası değildi.

Eylemciler sakallı, başlarında Arapça yazılı bereler bulunuyordu. Law silahı, tabanca, Uzi ve Kalaşnikofları vardı. 


Eylemi gerçekleştirenler yanlarında bulunan ne uzun namlulu silahları, ne de zırh delen Law silahını kullandı sadece tabancayla birkaç el atış açıp kaçtılar. Silahların bir kısmını olay yerinde, kalanlarını da terk ettikleri patlak lastikli 34 MNR 04 plakalı, Pegueot marka araçlarının içinde bıraktılar.

Teröristlerin bıraktıkları silahların üzerinde Arapça yazılar ve “İran Ordusu'na aittir” ibareler yazılı olduğu iddia edildi. (Yazılar Arapça'ydı fatura İran'a kesiliyordu. Farça değil Arapça...)

Olay yerinde bulunan Law silahı tıpkı, Ergenekon'da bulunan silahlar gibi ne hikmetse âlel-acele imha edildi.

Uğur Mumcu'nun yası tutulurken, İran bağlantılı bir suikast daha gündeme bomba gibi düştü.

Yakalanan teröristler eylemi gerçekleştirirken silahları ve otomobili Yeryüzü Dergisi sahibi Yaşar Polat'dan temin ettiklerini söylediler. Polat 10 yıldan fazla bir süre kaçak yaşadı daha sonra tutuklandı. Mahkemedeki ifadesinde; “Bu suikastın her kademesi devlet tarafından çok iyi bilinmesine rağmen, 2 yıldır buradayım. Olayla ilgimin olmadığı da devlet tarafından biliniyor. Başka diyecek bir şeyim yok'' dedi.

Olaydan sonra çıkan bazı gazetelerde Yaşar Polat'ın çeşitli nedenlerden dolayı 1990-1994 arasında 4 kez göz altına alındığı fakat daha sonra serbest bırakıldığı haberleri çıktı.

Yaşar Polat'ın ilginç bir kardeşi var: Şefik Polat. Şefik Polat bazı kaynakların verdiği bilgilere göre, İslamcı bütün örgütlerde yöneticilik yapmış bir isim. Şefik Polat hakkında 1992 yılında İHD Batman Şube Başkanı Sıddık Tan'ı öldürdüğü, yakalandığı ve sorgulandıktan sonra serbest bırakıldığı iddiaları da mevcut.

Abisi Yaşar Polat'ın sahibi olduğu Yeryüzü Dergisi, ülkücü gazeteci-yazar Burhan Kavuncu'nun Yeryüzü Grubunun yayın organı. Kamhi suikastını gerçekleştiren eylemcilerin ise İslami Hareket Örgütü (İHÖ) üyesi olduğu söyleniyor. İrfan Çağrıcı'nın kurmuş olduğu İHÖ, Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve daha birçok faili meçhul cinayeti gerçekleştirdiği iddia ediliyor.

Yaşar Polat'ın bir zamanlar Beyazıt Meydanı'ndaki cuma eylemlerinde ön saflarda ateşli gösterilerde bulunduğu söyleniyor.
Aynı eylemlerde, Uğur Mumcu suikastı sanıkları Mehmet Ali Tekin ve selam grubu üyeleri de ön safta, eylemcileri sevk ve idare ediyordu. (Kendi gözlemim.)

Polisin ve savcıların bile çözemediği karışık örgüt fraksiyonları, islamcıyı, solcuyu ve ülkücüyü zaman zaman aynı eylemin içinde öğütmüş ve sonra da kusmuştur. Kimin kimi nasıl kullandığı muamma olarak kalmıştır. 


Devlet entrikaları her dönem devam etmiş, etmektedir...


DEVLET ENTRİKALARI:   http://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2012/07/devlet-entrikalari-derin-catiski.html
Kemal  Atatürk imzalı Bediüzzaman'ın Kastamonuya sürgün edilmesi ile alakalı 25.01.1935 tarihli Bakanlar kurulu kararı
İstanbul fethedildi...
Günlerden Cuma...

Fatih Sultan Mehmed Han, Cuma Namazı kıldırarak hâkimiyetini ilân edecek.
Tekbir alıyor.

Bütün ordu arkasında!
Herkes ulvî bir sesle tekbir alıp, ellerini bağlıyor.

Sultan Mehmed, birden selâm veriyor.

Sonra bir daha tekbir alıyor. 300 bin kişi bir daha tekbir alıyor!
Sultan, sonra yine selâm veriyor;

Tekrar tekbir alıp, üç tekbir de namazı kıldırıyor.

Hocası Ak Şemseddin, namazdan sonra talebesi olan Sultan'a:
-"Yazıklar olsun sana! İstanbul'u fethettim diye kibre kapılıp, namazı 3 kere de kıldırırsın!" diyor.

Fatih'in gözleri yaşlı...
Dönüyor hocasına, diyor ki:

-"Hocam eğer bu sitemin olmasa idi, söylemeyecektim.Birinci tekbir de aklıma bir şey girdi. Bu kilisenin yönü Kıble değil, selâm verdim. Sonraki tekbir de yine evham geldi, tekrar selâm verdim; üçüncü tekbiri alırken, Kâbe bütün ihtişamı ile önümde belirdi! Rahatladım ve namazı kıldırdım..."

Bunun üzerine Ak Şemseddin de Fâtih Mehmed'e şunları söylüyor:

-"Bende, sen bunu anlatmasa idin, asla anlatmaz idim.Sen birinci tekbiri alınca: Eyvah! Buranın yönü Kıble değil; yetiş Allah'ım imdâda!'' dedim, sen selâm verdin. İkinci tekbir de yine Allah'a yalvardım, sen selâm verince rahatladım. Sen üçüncü defa tekbir alır iken, Hızır (a.s) geldi, parmağını Camii'nin duvarına sokup Kıbleye çevirdi ve dedi ki:

"Allah bize fethi müyesser eyledi (nasîb etti)".."

KEMÂL KAPLAN
1 Mayıs 2014

Yukarıdaki isimle bir kitap yazmayı planlıyordum. Lakin daha öncelikli projelerle ilgilenmem gerektiği için birkaç yıldan önce o kitabın vücuda gelmesi mümkün görünmüyor. Aynı konuda ve elimdeki kıt verilerle bir yazı attırayım hem egomu, hem de meraklıları bir nebze olsun tatmin etme inkânı olur diye düşündüm.

Çok uzun süreden beri aklıma takılan bir şey vardı: Cumhuriyet döneminde 'Tekke ve zaviyeler' kapatılırken, Konya'daki Mevlana Dergâhı ve türbesi kapatılmayıp müzeye çevrilmişti. Hatta Atatürk ve ondan sonra gelenler 'Mevlana'yı el üstünde tutmuşlar. Laik cumhuriyetin, laik kurumları 'Mevlana Haftası' düzenlemiş, tüm devlet erkânı etkinliklere icabet etmiş ve huşu içinde, fır dönen mevlevileri izlemekte bir behis görmemişlerdi. Bu etkinliklerle, laik cumhuriyet irtica tehlikesi altına girmemişti. Durum tartışmaya bile açılmadı. Hayret!

Şampanya içen tarikat şeyhi, piyanoyla eşlik edilen Mevlevi ayini, tarikat şeyhinin ölmesiyle tekkeyi kapatıp meyhaneye içmeye giden şeyh halefi, Yahudi ile evlenen şeyh torunları mevcut.

Peki bunlar nasıl oluyor?

Tarikat yolu Allah yolu”değil mi?
Ehl-i tarik zevatı ve ehl-i iman kurumunu tahkir ve tezyif etmek için tarikatların içine sızmış sahte müridlerin olması olası mıdır?
Hatta bir adım daha ileri giderek, sızanların “şeyh” mertebesine ulaşmış olmasıyla bozulmanın kitlelere sirayeti mümkün müdür?

Yaşadığım ve tetkik ettiğim bazı vakıalar yukarıdaki soruların cevaplarını aramaya ittiği gibi, deliller açık ve net olmakla beraber, cevapların aynı netlikte olmadığını  ne yazık ki itiraf etmeliyim.

Uyuşturucu taciri Ali Kalkancı gibi sahte şeyhler günümüz modeli olmasına rağmen, ben size yüzlerce yıl süren binlerce müridi bulunmuş şeyh ve tarikatlardan söz etmek istiyorum.

CELALEDDİN NASIL “MEVLAMIZ/MEVLANA” OLDU?

Laiklik ilkesini devletin bekaasına bağlayan bir ülkede tekke ve tarikatlar kapatılmışken, Mevlevi ayinini iktidarıyla, muhalefetiyle, siyasi ve bürokratik cenahın huşu içinde izlemesini kimsenin yadırgamaması sizce tuhaf değil mi?

Uzun yıllar devletin yarı resmi yayın organı gibi çalışan, laiklerin sarsılmaz kalesi Cumhuriyet Gazetesi'nde, Şeb-i Aruz törenlerinin çarşaf çarşaf yayınlanması, laik çevrelerde hiçbir tepki çekmiyor.

Mevlana bir tarikat şeyhi değil midir?..

İslamcısı, laiki, alevisi, Ermenisi, Yahudisi, hatta ateisti bile sahip çıkıyor Mevlana'ya bu nasıl oluyor?

Mevlana'ya medhiye hiçbir platformda irtica alameti neden sayılmıyor?

Mevlana'nın diğer tarikat liderlerinden bir farkı var mı? Din, Allah, kitap, peygamber söylemleri diğerlerinden farklı mı? Onu evrensel kılan şey nedir? Veya neden evrenselleştirilmiştir?

Kadiriliği kuran Abdulkadir-i Geylani, Nakşiliğin kurucusu Muhammed Bahaüddin veya Rufailiğin kurucusu Ahmed Rifai, Mevlana'dan daha mı az değerli?
Kadiri, Nakşi, Rufai veya Halveti'ye bağlı tarikatlar gerici ve irticacı kabul edilirken, Mevleviler laik bir ülkenin devlet ricaline nasıl oluyor da dini ayin düzenliyor?

Sorduğum sorularla bunaltmak istemiyorum. Lakin ben bunlarla bunalıyorum. Cevap bulmak zor. Biraz detay vermeye devam edeyim. Doğru cevaba ulaşan mutlu adletsin kendini...

Muhammed Celalettin 1207 yılında Horasan'ın Belh şehrinde doğar. Sonra babasıyla Karaman'a gelir. Daha sonra Konya'ya yerleşir. Babası da devrin önemli manevi şahsiyetlerinden biridir. Tebrizli Şemsle olan münasebeti, halkın tepkisini çeker. Fitneye sebep olur. Şems öldürülür. Celalettin Türk yurdunda yaşamasına rağmen, Farsça 6 ciltlik Mesnevi'yi yazar.

Farça 'yaradan', 'yaratıcı' olarak bilinen “Mevla” “na” ekiyle “Mevlamız”anlamı kazanan kelime neden Muhammed Celaleddin'e atfedilmiş ve “Hz. Mevlana” olarak neden anılagelmiştir. Bu da başka bir soru. (Sonrasında Mevlana olarak adlandırılan başka mutasavvıflar da olmuştur.)

"Mevla sadece yaratıcı anlamına gelmez. Üstad, alim ve daha pek çok anlamı vardı" diyebilirsiniz. Muhammed Celalettin'e üstad, alim vs. diyeceksek daha tartışmasız ve daha mütevazı bir terim kullanılabilirdi. Yüce yaratıcı için kullandığımız “Mevla” yerine...

Aradan 800 yıl geçmiş olduğundan Mevlana'yı bu kadar büyük yapan ve evrenselleştiren nedir? O günden bugüne bize kalan öğretisini anlayabileceğimiz en önemli eser Mesnevi'dir.

Dünyada onlarca dile çevrilen “GEL, NE OLURSAN OL YİNE GEL” rubaisi de Mevlana'ya ait değildir. Horsana erenlerinden Ebû Said-i Ebu'l-Hayr'a aittir. Kültür Bakanlığı bile bunu Mevlana menşeili olarak çeşitli dillere çevirmiş, dış tanıtımda kullanmıştır.

Evet Mesnevi'ye geçelim. Çünkü Mevlana'yı anlayabilmenin en iyi ve tek yolu budur.
Mesnevi bilmeyenler için, hikayelerden oluşan bir eserdir diyebiliriz. Burada hikayelerle insanlara ders verilmek istenmiştir. İçeriğinde çeşitli konulara yer verilmekle beraber, erotik hikayelerle, şirke konu olacak metinler mevcuttur. Hikayelerin 800 yıl önce yazıldığını ve dönemini düşünürsek, oldukça müstehcen, hatta pornografik sayılabilir.

Bu hikayeleri yazımın en sonunda yer vereceğim.

Lokman Suresi 27. ayet: Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa, arkasından yedi deniz daha ona katılsa, Allah’ın sözleri (yazmakla) yine de tükenmez. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Mesnevi: “….Ormanlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa yine Mesnevi’nin biteceğini umma…” (Mesnevi-Celaleddin Rumi c: 6 s: 178)

Yukarıda açık bir şirk vardır. Mesnevi'de Mevlana ve Şems'e ait pek çok şirk açıkça görülmektedir. (Bu örnekleri de yazının en sonunda vereceğim)

Mevlana'ya ve Mesnevi'ye çok yüksek dini değerler atfeden günümüz din alimleri mevcut. Ancak hiçbirinin çıkıp Mesnevi'deki bu müstehcen hikayelerden bahsettiğini gördünüz mü?

MEVLEVİ AYİNLERİNDE PİYANO

Mevlevilikle ilgili birçok verinin yanı sıra mevlevihaneleri tanıtan www.rumimevlevi.com adlı sitede bakın neler yazıyor:

Mevlevi mukabelesi son şeklini aldıktan sonra zamanla saz heyetine ud, keman, kanun, santur, tanbur, kemençe, girift, hatta piyano ve viyolonsel bile girmiştir. İstanbul'a gelen piyanolardan biri (1791- piano-forte öncesi bir piyano) Şeyh Galip Es'ad Dede'nin Kulekapı Mevlevihanesi ( Bugünkü Kültür Bakanlığına bağlı olan Galata Mevlevihanesi Müzesi) ' nde Şeyh olduğu dönemde bir Mevlevi mukabelesi esnasında çalınmıştır ki bu piyano, birkaç yıl öncesine kadar Şehir Belediye Müzesi olan Gazanfer Ağa Medresesinde teşhir edilmekteydi.”

Eyüp Bahariye Mevlevihanesi Şeyhi olan Hüseyin Fahreddin Dede Efendi Hemşirezâdesinin çaldıĝı piyano'nun yanında Mansur ney'i ile çaldıĝı peşrevlerin ses asaletini, bugün artık hiçbir ney çalandan duymak kabil deĝildir, neyden çıkarttıĝı o lâhuti ses bugün çok yazık ki yok olmuştur. Hüseyin Fahreddin Dede âyinlerde piyano çaldıracak derecede modern eğilimlere sahip bir üstâd idi.

Mevlevilerin birçok ünlü besteci çıkardıklarını önceden bilmekle beraber, tarikat ayininde piyano ve diğer müzik aletlerinin olmasını manalandırmaya çalışıyorum... Olmuyor.

TARİHİ BİR ANEKDOT

Tarihçi Cemal Kutay bir kitabında şunları yazmıştır:
Mustafa Kemal’e etrafındaki bazı kişiler; “Paşam Hz.Mevlana’nın makamını müze haline getirmeniz üzerine halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca doğurmasın”demişler. Atatürk onlara üzerinde durulması gereken şu cevabı vermiştir:
Eğer, Hz.Mevlana’yı hakkıyla tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam öteki dergahların da açılmasını sağlardım. Çünkü, Hz. Mevlana’yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır.”

Laikliği bu derece önemseyen bir liderin, bir tarikat şeyhine ve tarikatına bu denli anlayış ve samimiyetle yaklaşmasının, üzerinde düşünülmesi gerektiğine inanıyorum.

KİLİSEDE ŞEB-İ ARUZ
İRAN'IN MEVLANA'YA İLGİSİ

Geçtiğimiz yıl iki enteresan olay yaşandı.

Birincisi; Erzurum'da, İran İslam Cumhuriyeti Erzurum Başkonsolosluğu Kültür Ataşeliği ve Atatürk Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü düzenlediği Şeb-i Arus etkinliği düzenledi.

İkincisi; Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin ölüm yıl dönümü olan, 17 Aralık gününü içine alan Şeb-i Arus törenleri, Büyükada San Pasifico Latin Katolik Kilisesi’nde, semazenler eşliğinde, ilahilerle kutlandı.

Bunlar Mevlana'yı evrensel bir noktaya mı taşıyor sizce?

ŞAMPANYA İÇEN ŞEYH

Şimdi daha renkli bir şeyh çıkacak karşınıza. Abdülvahid Dede Efendi. Ne yazık ki bu da Mevlevi şeyhi.

Abdulhamid Dönemi'nde Reji İdaresi Müdürlüğü yapan Fransız asıllı Lui Ramber'in, hatıratının yer aldığı; Abdulhamid Dönemine Ait Gizli Notlar (Haz. Ömer Hakan Özalp, İstanbul: Ark Yayınları, 2011) adlı kitapta yer alan müellifin yazdıkları hayrete düşürecek sizleri. Hatırat ilk olarak müellifin ölümünden sonra oğlu tarafından Fransızca olarak yayınlanmış, 1927 yılında ise tercümesi devrin önemli gazetelerinden Vakit'te tefrika edilmiştir.

Hatıratta Ramber 1901 yılında Konya gezisi sırasında Mevlevi şeyhi Abdülvahid Çelebi'yi ziyaretlerini şöyle anlatıyor: “Ne şen adam! Başında deve kılından büyük yapılı kızıl külah var. Kendisi büyük yapılı, semiz, yakışıklı, güleryüzlüdür. Bizi eski dostlarıymışız gibi karşılıyor. Hemen şampanya getirilmesini emrediyor. Yalnız evde lüzumu miktarı şampanya kadehi yok. Bunun için farklı bardaklar, hatta topraktan çanaklar getiriyorlar. Kalabalık olduğumuzdan, gülüşerek birkaç şişe boşaltıyoruz… Mühim ve dinî bir vazife ile memur olmakla beraber çelebi efendi adamakıllı içkiye meraklı bir zattır.”(Ramber, a.g.e., s.179)

Ramber, çelebi efendinin çapkınlığı/zamparalığı sadedinde de şunları yazıyor: “Yanaşılması kolay genç Avrupalı kadınlara da inhımâkı(meyli) çoktur. İzmir’e bir artist veya cambaz takımı gelecek olursa, dostları, aralarında en iştiha-âverini (en çekici olanı) seçerek şimendiferle hemen Konya’ya gönderirler. Bu büyük din mümessilinin ruhu böylece tesâmuh ile alakadar oluyor (bu muameleye mukabil memnuniyet izhar ediyor) ve Avrupalılar ile arasında ravâbıt-ı samimâne (samimî bağ) vücut buluyor. Geçenlerde İzmir’den geçen bir vodvil (tiyatro) kumpanyasından iki genç Fransız madamı, meşhur çelebi efendi hazretlerinin hesabına Konya’ya gönderiliyordu. Talihsizlik eseri olarak, sofu (!) bir adam olan vali de istasyonda imiş. Bu faziletkâr hanımların, hemen mürselün-ileyhlerine (alıcıya) teslim edilmeden İzmir’e iadesi için emir vermiş” (Ramber, a.g.e., s.179-180)

Şimdi diyeceksiniz ki, "Gavurun biri hatıratında, pir-i saniye iftira atıyor". Kitabın yazarı Ömer Hakan Özalp de bunu düşünmüş olacak ki, Osmanlı Arşivleri'nde konuyu araştırıyor. Buldukları ilgi çekici...

Birinci belgede: “… Buradaki menfilerle (sürgünlerle) hem-bezm-i ülfet olan Çelebi Efendi pek mut’î’ ve muttaki ve asabiyet-i diniyyeyi haiz olan Konyalı halkı içinde bed-nam olmuş ve kendisine gelmeyen veya arzusunu yapmayanlar kim olur ise olsun onu tahkir için şimdiye kadar elinden ne gelmiş ise yapmıştır. Şahsının taraftarı evbâş (külhanbeyi, ayaktakımı) ve ayyaş birkaç şahs-ı fesad-pîşedir ki başlarında mevkuf olan Agâh var idi”

İkincisinde: “… Çelebi Efendi kendini çoktan fuhşiyata kaptırmış olduğu ve onu îkâ’dan menviyyatını (meramını) ızhara sebep olacak teşebbüsat ve mazarratlar görmek pek muhtemel olacağı…”

Belgeleri Konya'da ulemaya atılan bir iftirayı araştırmak üzere İstanbul'dan gönderilen yetkili hazırlamış. Yazar her iki belgenin orijinal nüshasını kitabın sonuna eklemiş.

İNGİLİZ BELGELERİNDE ÖZBEKLER TEKKESİ

Ertegün kardeşleri bizden çok ABD'liler tanıyor. Çünkü Amerikan müzik tarihinde Ertegün kardeşlerin önemli bir yeri var. Washinton büyükelçisi Münir Ertegün'ün oğullarından söz ediyorum. Nasuhi ve Ahmet Ertegün.

Baba Münir Ertegün'den başlayalım. Hatta dededen...

Dedesi Üsküdar'da Özbekler Tekkesi olarak bilinen dergâhın şeyhi Şeyh İbrahim Edhem Efendi'dir.
2006 yılında Akşam Gazetesi'nde Oray Eğin ve Beyaz Müslümanlar'ın Büyük Sırrı adlı kitapta Soner Yalçın bazı iddialar ortaya atmışlar tekke hakkında:
  • Özbekler Tekkesi Milli Mücadele Yılları'nda, Anadolu'ya silah ve adam kaçırma merkezlerinin başında geliyordu. Bu merkezlerin hemen hepsi İngilizler tarafından basılmasına rağmen Özbekler Tekkesi basılmadı.
  • Özbekler Tekkesi’nin yanıbaşında, Sabetayların gömüldüğü Bülbülderesi Mezarlığı bulunuyor.
  • İngiliz belgelerine göre, Özbekler Tekkesi’nden Şeyh Süleyman Efendi konuk olarak dergâha gelen kişilerden topladığı istihbaratı İngiliz Büyükelçisi Henry Layard’a para karşılığında veriyordu.
  • Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a gitmesine izin veren İngiliz belgesinin altında 1919’da İstanbul’a gelen, başta Özbekler Tekkesi olmak üzere bazı dergahlarla tasavvuf düşüncesini öğrenmek için ilişki kuran John Godolphin Bennett’in imzası vardı.

İddialar uzayıp gidiyor.

1994 yılında restore edilen Özbekler Tekkesi'nin açılışına ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kessinger gelmişti. Kessinger'in faaliyetlerini buraya aktarmak istemiyorum. İnternette bolca bilgi mevcut. Kısaca şunu eklesek yeterli: Kissenger 1973 (dışişleri bakanlığı yaptığı yıl) yılından bugüne ABD ve İngiliz dış politikalarının belirlenmesi ve dünya üzerinde uygulanması yönünde etken bir isimdir. Ünlü para spekülatörü George Soros bile Kissenger'e bağlıdır.

Baba Münir Ertegün; İstanbul Hükümeti tarafından Ankara Hükümeti’yle görüşmeler yapması için Anadolu’ya gönderilen Ahmet İzzet Paşa heyetinde görevliydi. Münir Bey, Atatürk’ün Hukuk Müşaviri olarak Lozan görüşmelerine de katılmıştır. Ertegün 1934 yılında Washington Büyükelçisi olarak ABD'ye atanır. Dönemin başkanı Roosevelt ile iyi dost olduğu ve Türkiye Amerika arasındaki ilişkilerin gelişmesinde etken rol üstlenir. 1944 yılında kalp krizi geçirerek hayatını kaybeder.

İlginç kısma geliyoruz: Ölümünden 2 yıl sonra 1946 yılında cenazesinin Türkiye'ye getirilmesi gündeme gelir. Neden iki yıl sonra? İki yıl boyunca naaşı nerede muhafaza edilir. Yoksa mezardan mı çıkarılır bilmiyorum. Cenazenin Türkiye'ye getirilmesini siyasi bir karar olarak değerlendiriyorum: Zira 1946 yılında II. Dünya Savaşı'nın hemen ardından başlayan Soğuk Savaş dönemi, tüm sıcaklığıyla devam etmektedir. SSCB İran'a girmiş, ABD Ortadoğu'daki en önemli müttefikini kaybetmek üzeredir. Sovyet Rusya'ya nota verilmiş, ABD Donanması'nın Akdeniz'e gönderilmesi gündeme gelmiştir. Tam bu sırada kimin nasıl aklına geldiyse iki yıl önce ölen Münir Ertegün'ün cenazesinin Türkiye'ye getirilmesi ortaya atılır. O dönem ölen diplomatların, savaş gemisiyle ülkelerine gönderilmesi sıradan bir ritüeldir. Fakat Ertegün'ün ölümünden iki yıl sonra götürülmesi tamamen siyasaldır. Naaş ABD donanmasının en büyük gemisi olan Missouri ile Türkiye'ye getirilir. Sovyetler'e böylece gözdağı verilir. Geminin gelişi CHP hükümetinin bir dizi etkinliğiyle kutlanır. Bunlardan biri de geminin demir atacağı Dolmabahçe'de, BeziâlemValide Sultan Camii'nin mahyasına “WELCOME” yazılmasıdır. Münir Ertegün'ün hayattayken yürüttüğü misyon, ölümünden sonra da devam etmiş, cenazesiyle bile kriz günlerinde can simidi olmuştur. Ertegün'ün cenazesi Özbekler Tekkesi'ne gömülür.

KÜLLERİ DERGÂHÂ GÖMÜLEN BÜYÜKELÇİ'NİN OĞLU

Gelelim kardeşlere; Nasuhi ve Ahmet Ertegün, ABD'de hiçbir Türk'e nasip olmayan bir pozisyona gelmişlerdir. Kurdukları Atlantic Recordsadlı müzik şirketi ile ABD müzik tarihinin en büyük yapımcıları arasına girmişlerdir. Ray Charles, Aretha Franklin, Ella Fitzgerald, Miles Davis gibi isimlere albüm yapan Ertegünler, Frank Zappa, Stevie Wonder, Rolling Stones, Bee Gees, Led Zeppelin, Genesis, Emerson Lake and Palmer, Bette Midler'i müzik dünyasına kazandırmışlar, 3 kez Grammy almışlardır. Ahmet Ertegün bir söyleşisinde yaptıkları en büyük yanlışı şöyle itiraf etmiştir: “Beatles'i dinledik, beğenmedik. Elimizden kaçırdık.”
Ertegün kardeşler ABD ve dünya müzik tarihine damga vurdukları gibi; Türk ve ABD'li devlet adamlarıyla çok iyi ilişkiler kurdular.

Büyük kardeş Nasuhi Ertegün 1989 yılında ABD'de öldü. Yıllar sonra Ahmet Ertegün'ün ölümüyle bir gerçek ortaya çıktı. Nasuhi Ertegün ABD yakılmış ve külleri Özbekler Tekkesi'ne gömülmüştü. Ertegünlerin kız kardeşi Selma Ertegün Göksel'in açıklaması olaya daha farklı bir gizem katıyordu: 

“Vasiyeti gereği abimin külleri Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi’ne kör bir imam tarafından cenaze namazı kılınarak gömüldü.” !!! (Kör imamın kimliğini daha sonra yazacağım kitapta açıklayacağım.)

Küçük kardeş Ahmet çok daha renkli bir kişiliğe sahip; Ahmet Ertegün, Yahudiler'in Türkiye'ye gelişinin 500. yılında kurulan, 500. Yıl Vakfı'nın kurucuları arasındaydı. Ahmet Ertegün, Türkiye'nin sözde Ermeni soykırımını tanımasını da istiyordu. Soner Yalçın Efendi – 2 adlı kitabında, Ahmet Ertegün'ün eşi Mica Ertegün'ün Romen göçmeni bir Yahudi ailesinin kızı olduğunu söylüyor. Ertegün 2006 yılında öldüğünde ağabeyi Nasuhi'nin küllerinin bulunduğu mezarlığa gömülmüştür.

Mica Ertegün iki yıl önce Oxford Üniversitesi'ne yaptığı cömert bir bağışla gündeme gelmişti. Bağış ama ne bağış. 26 milyon pound. 72 milyon TL lirayı aşan bağış için; Oxford'un rektörü Lord Patten bunun, 900 yıllık tarihleri boyunca aldıkları en cömert destek olduğunu söylemişti.

Geçtiğimiz yıl rahmetli olan Aytunç Altındal, Münir Ertegün'ün ağabeyi olan Özbekler Tekkesi'nin son şeyhi Ata Efendi'nin İlluminati üyesi olduğunu açıklamıştır. Ata Efendi aynı zamanda, anne tarafından reklamcı Ali Taran'ın büyükbabasıdır.

ŞEYHİN MEZARI BAŞINDA ÖLDÜRÜLEN YAHUDİ

2001 yılında Eyüp Mezarlığı'nda yaşanan bir cinayet, şeyh, tarikat, tekke bilmecesinin yeni bir halkasıydı. İlişkiler daha da girift hale geliyordu. Zira maktul bir yahudi, cinayet mahalli ise bir şeyhin mezarı başı idi.
Türk sanayinin duayenlerinden Yahudi işadamı Üzeyir Garih, kutsal günleri olan her cumartesi mutat ziyareti için Eyüp Mezarlığı'nın yolunu tuttu. Bu ziyaretlerde yanında koruması ve şoförü olmazdı. Ziyarete gittiği kişi Küçük Hüseyin Efendi'nin kabriydi.
Müslüman mezarlığında bir Musevi'nin ne işi vardı. Tarikat şeyhinin kabrini neden ziyaret ediyordu?

1825 yılında Ankara'da doğan Küçük Hüseyin Efendi'nin yaşayışı ve İslam'la ilgili görüşleri dönemin pek çok alimi tarafından kabul görmemiştir. Küçük Hüseyin Efendi için Nakşi denilse de, aslında Arusiye, olarak adlandırılan Nakşi-Kadiri karşımı bir tarikata mensuptur. (Alparslan Türkeş de Arusi koluna mensup idi.)
Küçük Hüseyin Efendi, Üzeyir Garih'in babası olan Diş Doktoru Üzeyir Garih'in evine de sık sık giderdi. (Üzeyir Garih'in gerçek ismi; Hezakiyer'dir. Daha sonra babasının ismini kullanmaya başlamıştır.)

Küçük Hüseyin Efendi 1930 yılında 105 yaşında öldüğünde, yerine kendisine bağlı tüm tarikatları temsil icazeti verdiği Ömer Fevzi Mardin geçmiştir. Mardin aynı zamanda, kendisinin müridi olan Rauf Orbay'ın komutasında bir deniz subayıdır.

Ömer Fevzi Mardin, Şirin Dede olarak anılan Yusuf Mardin'in torunuydu. (Şirin Dede'nin bir diğer torunu ünlü hukuk âlimi Ebu'lula Mardin'dir. Prof. Şerif Mardin, Arif Mardin, Betül Mardin de aynı ailedendir.)

Sabetayist olduğunu daha önce açıklayan yazar Rıfat Zorlu Yahudiler ile Mevleviler'in içli dışlı olduklarını söylüyor. Zorlu bir röportajında şunları ifade ediyor:
İttihat ve Terakki döneminde Sabetaycılığın fonksiyonunu üç yerde görüyorsunuz: İttihat ve Terakki, Mason locaları ve İslamî tarikatlar. Özellikle Melamilik ve Mevlevilik içinde yaygınlar. Bu üç ayrı grup Sabetaycılar'ın siyasi yapısını belirliyor.
Sabetaycılar kendi din adamlarını İslamî tarikatlar içinde yetiştirmişlerdir. Bu çok ilginç, adam hahamdır, ama dışarıdan baktığınız zaman Melamilik, Mevlevilik ve Bektaşilik tarikatları içinde yetişmiş din adamı gibi görünür. Nitekim, Selanik’teki Şemsi Efendi Okulu'nun kurucusu hahamdı. Haham olduğu cemaat içinde belgelenmiştir. Böyle bir tuhaflık da vardır.” (Eğitim-Bilim Dergisi Kasım-2000)

Üzeyir Garih öldürüldükten sonra Hürriyet Gazetesi'ndeki köşesinde Garih ve Küçük Hüseyin Efendi hakkında Vehbi Koç'un kızı Sevgi Gönül şunları yazmıştı: “... Şeytan bir dostum, ne araştırıp duruyorsun, müridi Ender Hanım burnunuzun dibinde diye benimle bir de dalga geçti.
Ailede iki Ender vardı. Biri Prof. Dr. Ender Berker, benden oniki saat küçük teyzezademdi. Diğeri ise gelin Ender Mermerci, o da diğer teyzezademin hanımıdır. Gelin Ender'i yakaladım ve sormaya başladım. Bana babası Prof. Dr. Hasan Reşat Sığındım'ın (cildiyeci) Üzeyir Garih'in babası Dr. Üzeyir Garih'in (diş doktoru) ve Dr. Salih Alazraki'nin (ne doktoru olduğunu hatırlayamadı) Küçük Hüseyin Efendi'nin müridi olduklarını söyledi.” (2 Eylül 2001-Hürriyet)
(Gelin Ender; ünlü sosyetik Ender Mermerci'den başkası değil)

İşte bu Küçük Hüseyin Efendi'nin kabri başında; ünlü musevi işadamı 72 yaşındaki  Üzeyir Garih, 10 yerinden bıçaklanarak hunharca katledilecekti. Gasp cinayeti olduğu söylenen cinayet sonrasında, Garih'in kolundaki 50 bin dolarlık saat, cüzdanındaki paralar ve kredi kartları duruyordu. Asker firarisi Yener Yermez cinayetin tek sanığı olarak birkaç günde bulundu.
Olayın masonik bir cinayet olduğu yazıldı çizildi. Ortağı İshak Alaton, “Üzeyir Bey yüksek dereceli bir Masondu. Cinayetin olduğu gün Üzeyir Garih, 'dul bir kadının çocuklarına yardım için' yanına 10 bin dolar almıştı” şeklinde açıklama yaparak olaydaki tartışmaları alevlendirmişti.
(Dul kadına yardım masonik bir şifredir.)

TEKKEYİ KAPATIP MEYHANEYE GİDİYORUM”

En ilginç ve enteresan olanını sona bıraktım. Şayet makaleyi sıkılmadan buraya kadar okuduysanız bunu hak ettiniz.

2000 yılında  Gold News Dergisi'nin yayın yönetmenliğini ifa ederken, süs taşı olarak kullanılan Kalsedon taşının Türkiye'deki tek maden işletmecisiyle tanışmıştım. Beni Sultanahmet'te bulunan ofisine davet ettiğinde orasının bir dergâh olacağı, kendisinin de şeyh olduğu aklımın ucundan geçmezdi.

Meraklandınız mı?

Ayasofya Camii'nin yanındaki Caferiye Sokak'ta mukim ofisinde karşılıyor beni Sırrı Gerçin. Uzun boylu, mavi gözlü, heybetli bir adam. Kalsedon taşıyla başlayan sohbet, duvarda asılı duran ve ilgimi çeken arapça harflerle yazılı bir metne uzanıyor. Meğer şeyhlik beratıymış.
Gerçin, büyük büyük dedesinin Halveti şeyhi Sinan Erdebili olduğunu söylüyor. 1527 yılında bugünkü Caferiye sokakta kurulan Caferağa Medresesi'ni, Sinan Erdebili'nin kurduğunu, dedesi Halil Sırrı Efendi'nin ölümünden sonra babası Mehmet Nazif Gerçin'in tekkeyi kapattığını anlatıyor.
(Sinan Erdebili, İran'daki Erdebil şehrinde Safiyüddin Erdebilî tarafından kurulan ve Safavi Tekkesi olarak bilinen tekkede yetişmiştir. Safavi Tekkesi Şii Safavi Devleti'ne ismini veren ve kuruluş nüvelerini bünyesinde barındıran sünni olduğu söylense de, kapılarını Hristiyan dahil her inanca açık tutan bir tekke olarak bilinmektedir. Sinan Erdebili Yavuz'un ölümünden sonra görevlendirilerek İstanbul'a gönderilmiş, saray ile iyi ilişkiler geliştirdikten sonra imtiyazlı bir yer olan Ayasofya'nın yanıbaşında tekke kurmaya muvaffak olmuştur. Bu olay üstü örtülü de olsa Yavuz'dan intikam almanın bir başka şeklidir.)

Dede Halil Sırrı efendi ileri görüşlü biri olduğundan, oğlu Mehmet Nafiz'i Galatasaray Lisesi'ne gönderiyor. Nafiz'in tekkeyle, külahla ilgisi yok. Futbola meraklı. Gel zaman git zaman, Halil Sırrı efendi hakkın rahmetine kavuşuyor. Müridler Mehmet Nafiz'e yöneliyor.

Sırrı Gerçin olayı şöyle anlatıyor: “Babadan oğula geçen bir şeyhlik beratı var. Büyük oğlan beratın sahibi olur. Babamın dedemin ölümünden sonra dergâhın başına geçmesi gerekiyor. Babam bir gün topluyor müridleri, 'Ben meyhaneye gidiyorum. Dönünce sizi burada görmeyeceğim' Babamın bu işlerle ilgisi yoktu.”

Sırrı Gerçin, dedelerine verilmiş Caferiye sokaktaki tüm binaların sahibiydi. Fakat vakıf mallarına tek parti döneminde el konulduğu için, elindeki tapu belgeleri işe yaramıyordu.Avukat olan ikinci eşiyle beraber, onlarca dava açmıştı malların geri iadesi için.

2004 yılında yaşamını yitiren Sırrı Gerçin'in mirası aile arasında kavgaya sebep oldu. İkinci eşi ve ilk eşinden olma iki kızı, Gerçin'in mirası için mahkemelik oldular.

Sırrı Gerçin'in iki kızından biri YASEMİN KAMHİ.

Şaşırdınız mı? Ben şaşırmıştım.

Yahudi asıllı ünlü işadamı Jak Kamhi'nin oğlu olan Cefi Kamhi'nin eşi...

Şunu öğrendiğinizde daha da şaşıracaksınız:

Yahudi inancında nesil kadından devam eder. Yahudiler için neslin devamı ve arîliği son derece önemlidir. Yahudi bir kadın, başka dine mensup biriyle evlenebilir. Fakat erkek men edilmiştir. Türkiye'deki yahudi cemaatinin ırk bilincinin yüksek olduğunu bildiğimizden varın gerisini siz düşünün...

Buraya kadar yoruldunuz, lakin sıkıldığınızı düşünmüyorum. Tarikat, tekke, dergâh, şeyh, şıh, kim, kimdir, kimin eli kimin dergâhındadır belli değil. Yazının başında, sorular var, deliller açık ve net fakat cevaplar sıkıntılı demiştim.

Memleketin ahval ve şeraiti böyle...

**********

Son kısımda  Mesnevi'den erotik hikaye örnekleri verecektim lakin,  yazı yeterince uzun bir de arkasına Mesmeviyi eklersek sıkıntıdan  kurdeşen dökebilirsiniz. İlgili linkleri veriyorum: 

https://ekstrembilgi.com/tarih/mevlananin-mesnevideki-mustehcen-hikayeleri/
https://www.mynet.com/mesnevide-gecen-erotizmin-sinirlarini-zorlayan-hikayeler-190101089041
https://www.nadirkitap.com/mesneviden-erotik-hikayeler-kitap4846348.html