Ağustos 2015

KEMÂL KAPLAN
28 Ağustos 2015

1976'da DDKD (Devrimci Demokrat Kültür Derneği)'nden ayrılan bir grup KAWA Yayınevini kurar. Örgütün adı da KAWA olur. KAWA Maoist fikirleri benimseyen Kürtçü bir örgüt olarak, PKK'dan çok daha güçlü bir yapılanma içine girmiştir. Henüz silahlı eylem yapılmamış, örgütsel yapılanma devam etmektedir. Örgütün silahlı kanadı Kızıl Peşmergeler çok sonra örgüt içinde oluşturulmuştur. (1979 yılında)

Yayınevinin çıkardığı KAWA adlı derginin yazı işleri müdürü olan Müfit Bayram, aynı zamanda örgütün lider kadrosunda yer almaktadır.

Müfit Bayram ve Muhtar kod adlı Mehmet Polat örgüt içinde aynı kıza aşıktır. Fakat yasak bir tutkudur onların ki, zira KAWA prensipleri, örgüt içinde kadın-erkek ilişkisini men etmiştir. Hatta Örgüt mensupları dışarıda bile çapkınlık yapamazdı. Alkol kullanmaları bile yasaktı. Kawacı Nuri Kaymaz'ın aktardığına göre, bir gün örgüt toplantısına alkollü gelen biriyle örgüt tüm bağlantılarını koparımıştır.

Biz yeniden bu yasak aşka ve KAWA'nın bu aşk yüzünden dağılma hikâyesine dönelim.

Müfit ve Muhtar örgüte silah sağlamak için, İstanbul'daki bir askeri birlikte, vatani görevini yapan bir asker ile anlaşır. Asker, birlikten çaldığı 4-5 adet G-3 piyade tüfeğini iki kişiye teslim eder. Akabinde asker yakalanır ve konuşur. Müfit ve Muhtar göz altına alınır.

Bu arada iki kişinin aşık olduğu kız aslında Müfit'i sevmektedir. Muhtar durumu bir türlü kabullenmek istemez.

Müfit ve Muhtar sorgulanır, bir süre cezaevinde kalıp, delil yetersizliğinden tahliye olurlar. Aşkına karşılık bulamayan Muhtar için bir fırsat doğmuştur. Herkese Müfit'in sorguda konuştuğunu söyler. Örgüt ile Müfit arasında bir uçurum doğmuştur. Müfit'in çok önemli bir görevi daha vardır. Adıyaman kırsalında yeni yeni eğitimlere başlayan KIZIL PEŞMERGE'nin örgüt içindeki bağlantısı Müfit'tir. Müfit, Nuri Kaymaz'a direktifleri verir. Nuri Adıyaman'a gider bunları Kızıl Peşmerge'ye bildirir.

Örgüt içinde böylesine kilit bir rolü olan Müfit'e herkes bir gammazcı ve bir köstebek olarak bakar. İpler iyice gerilir. Müfit'e son derece bağlı olan Kızıl Peşmerge ile KAWA'nın arasında da bir kopma yaşanır.

Bir süre sonra, polis KAWA merkezine baskın yaparak, örgütün lider kadrosunu yakalar. KAWA çökerken, Müfit'in konuşmadığı anlaşılır. Muhtar aşkı için örgüte ihanet etmiş, kuvvetle muhtemel sorguda öten Muhtar olmuştur.

Gözaltından kurtulanlar her biri bir başka yere dağılır. Müfit ve sevgilisi yurt dışına çıkarak evlenirler. (Halen mutlu bir beraberlikleri bulunuyor.)

Muhtar Fransa'ya kaçıyor. Orada uyuşturucu ticaretine bulaşıyor. Daha sonra fidye için bir çocuk kaçırıyorlar. Fransız polisinin yaptığı operasyon sonucu Muhtar hayatını kaybediyor.
KAWA'nın diğer lider kadrosu, Suriye'nin Türkiye sınırında bulunan Kamışlı şehrine gidiyor. 12 Aralık 1980 tarihinde bir baskınla KAWA'nın tüm kadrosu öldürülüyor.

Çocuk ve kadınların da öldürüldüğü baskını, Suriye tarafından dönemin Hafız Esad rejimine bağlı güçler ile Türkiye tarafından özel bir timin operasyon yaptığı, bu operasyonun başında Veli Küçük'ün olduğu timin içinde ise Cem Ersever'in bulunduğu söyleniyor.

Genel kanı; KAWA'nın çökertilmesi ile PKK'ya zemin hazırlanmıştır. KAWA'nın yok edilmemesi durumunda PKK'nın gelişmesi mümkün değildir. 

Kızıl Peşmerge'nin sonunu daha önce yazmıştım. Lakin okumayanlar için kısaca onu da özetleyeyim: KAWA'ya yapılan baskın 12 Eylül'le başlıyor. Kızıl Peşmerge dağda olduğu için 12 Eylül'den haberleri yok. Nitekim KAWA ile Kızıl Peşmerge arasındaki tek irtibat Nuri Kaymaz. İstanbul, Adıyaman arasında mekik dokuyor. Dikkatleri çekmemek için bu iki şehir arasında memleketi Malatya'yı kullanıyor. Her defasında Malatya'ya sonra Adıyaman'a gidiyor. 12 Eylül'de Nuri Malatya'dadır. Ne yapacağını bilemez. Bir-iki hafta bekler. Merkez çökmüştür. Adıyaman'a gider durumu anlatır. Kızıl Peşmerge'yi dağıtır. İçlerinden bir kısmı Kamışlı'ya gider.

(Yukarıdaki anlatılanlar NURİ KAYMAZ'ın yayınlanmamış hatıratından alınmıştır.)

DİKKAT: TÜM HAKLARI SAKLIDIR. Yazının izinsiz olarak BİR KISMI VEYA TAMAMININ her türlü ortamda kullanılması, 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince yasaktır. Sanal ortamda sadece link verilerek paylaşılabilir.




 
Ayasofya'da bulunan "Deesis Mozayiği", Hristiyan teslis inancını yerle bir ediyor.
Bin yıl boyunca (1520 yılında İspanya'daki Sevilla Katedrali yapılana kadar) dünyanın en büyük kilisesi olan AYASOFYA, bugünkü görünümüne 538 yılında kavuştu. Daha önce iki kez yıkılan tapınak böylelikle son halini almış oldu.

532'de Doğu Roma'da başlayan NİKA ayaklanması İmparator Jüstinien'i o kadar zor durumda bırakmıştı ki, tahtı bırakıp kaçacaktı. Tarihte FAHİŞELER KRALİÇESİ olarak geçen ve bir sirk cambazının kızı olan imparatoriçe THEODORA, Jüstinien'i durdurarak asilerin liderini bir şekilde oyaladı(!)

Zaman kazanan imparator, Goth süvarileri denilen lejyonu Konstantinopolis'e sokarak, isyanı durdurmayı başardı. Goth'lar bugün Sultanahmet Meydanı olan hipodromda 50 bin ayaklanmacıyı kılıçtan geçirdi.

Jüstinien tahtını böylelikle korumuş ve daha da güçlenmişti. Miletli Isidore ve Lidyalı Anthemius yıkılan Ayasofya'nın yeniden inşası için görevlendirildi. İşin ilginci bu iki kişi mimar değil, mekanikçiydiler. Dünyanın en büyük mabedi bu iki mekanikçinin projelerinin üzerinde yükseldi.

 5 yıl gibi rekor bir sürede tamamlanan mabed o kadar büyük değişikliğe uğramıştı ki, Ortodoks inancına aykırı pek çok freks ve ikonlar bulunuyordu. Bu durum din adamları tarafından da eleştirildi.

ORTODOKSLUĞA PAGAN İNANÇ HAKİM

Sonraki yıllarda bu değişim Ortodoksluğun içine giren pagan kültür nispetinde artarak devam etti.

1050'li yıllarda Ayasofya içinde gizli bir teşlilat kuran Psellus, Ortodoks inancının saptırılmasında büyük rol oynayacaktı.

Tarihçi-felsefeci Michael Psellus, gerçekte çok esrarengiz bir adamdı. Güçlü bir felsefeci ve bilgili bir tarihçi olmasının yanı sıra usta bir tartışmacı ve 'monarşist' bir bürokrattı. Aya Sofya Kilisesi'ni merkez alan gizli bir filozoflar örgütü kurmuştu. Bu örgüt çeşitli dillerde yazılmış, çok eski bazı metinleri Kilise yönetiminin haberi ve bilgisi olmadan tercüme ederek kendi aralarında tartışıyordu. Bu tartışma konularının neredeyse tamamı Hıristiyanlığın dogmalanyla ters ve ona karşı olan fikirler ve görüşler üzerine kurulmuş tezlerdi. Psellus som bir Platonist'ti, İsa'cı değildi. ( Aytunç Altındal, Hangi İsa,  s.41)

Ortodoksluğa Hermetizmi sokmakla suçlanan Psellus, kurduğu teşkilatla, insanların günlük yaşantılarına hermetizmi, dinle birlikte vermiştir. 1050 yılında Harran'da yıktırılan son Sabii Mabedi'nde bulunan Hermetizm'e ait tüm belgelere Psellus sahip olmuştu. Doğu Roma artık Hermetizmle anılır olmuştu. Bu sapkınlığa Katolik Kilisesi kayıtsız kalamazdı. I. Haçlı seferinin düzenlenmesi, hem İslam dünyasındaki zenginliklerin hem de Konstantinopolis'in yeniden iman tazelemesi için yapıldı.

HANGİ TESLİS?

Baba-oğul-kutsal ruh, üçlemesine doğu kiliseleri baştan itibaren karşı çıkmışlardır. Urfa, Mardin, Şam ve Mısır kiliseleri, İsa'nın kutsallığını kabul etmez. Onlara göre ölümlüdür.  Bir de Gnostik Hristiyanların inancı vardır ki, diğerlerinden çok farklıdır. Gnostikler, İsa'dan çok Vaftizci Yahya'ya inanır. Onun öğretileri benimsenir.

AYASOFYA'DAKİ SIR

Gelelim Ayasofya'daki sırra. Teslis inancını biliyoruz. Peki ya "Deesis"i. Deesis'te kelime anlamı olarak 'üçleme' demek. Fakat katoliklerin aksi bir denklem söz konusu.

13. Yüzyıl'ın sonuna doğru Ayasofya duvarına işlenen bir mozaik iki yönüyle tüm Hristiyan alemini ZIPLATACAK durumda. Bugüne kadar Vatikan'ın bundan haberdar olmaması elbette imkansız. Lakin tepki vermesi büyük tartışmaları alevlendireceğinden, hiçbir şey olmamış gibi davranıyor.

Nedir bu mozaiğin sırrı?

Birinci sır: Mozaikte, teslis yerine deesis kullanılmış. Meryem, İsa ve Vaftizci Yahya resmedilmiş. Hristiyan kurallarına göre bunların üçü aynı karede yer alamaz. Burada klasik teslis inancı kırılmış, yerine deesis getirilmiştir. Hristiyanlığa indirilen bir darbedir.

İkinci sır: İsa'nın sol kaşının üstünde çok ustalıkla, dikkat çekmeyecek şekilde işlenmiş bir "U=onbir sayısı'''dır. Sanki Mesih'in sol kaşının üstünde belli belirsiz bir yara var gibidir... Ve bu şifre (yara) dikkatlice incelendiğinde "11 sayısı" olarak algılanmaktadır. Bu sayı ve yara garip ama gerçektir ki, ünlü Tyanalı Apollonius'un en belirgin simgesi/özelliğidir. Onun hakkında yazılmış olan kitaplarda ve yapılmış olan çalışmalarda, Apollonius'un gizli bir tarikata "inisye" edilirken sol kaşının üzerine bu "11 sayısına benzeyen yara"mn işlediği yazılıdır. Dolayısıyla Apollonius'un tüm büst ve resimlerine yara işareti konulmuştur.  ( Aytunç Altındal, Hangi İsa,  s.56)

Alman araştırmacı Karlheinz Deschner 1982 yılında yazdığı Kutsal tarih adlı kitabın birinci cildinde, Apollonius için şunları söylemiştir: "Muhtemel İsa ile aynı dönemde ve aynı şehirlerde yaşadı. Apollonius bir pisagorcu idi. Sayı ve büyü ilimiyle ilgilenen okült bir örgüte mensuptu."

APOLLONİUS MU İSA MI? 

Bugün Niğde'nin Kemerhisar beldesinde-o zaman ki Tyana'da doğan, Apollonius'un yaşamı ve ilişkileri İsa ile birebir uyuşmaktadır. Apollonius Hermetizm bilgisi ve felsefeci oluşuyla, herkes tarafından bilinen biriydi.

Tyanalı Apollonius'u hayatı 220 yılında Roma İmparatoru Septemus Severus'un eşi Julia Domna tarafından yazdırılarak Roma arşivlerine konmuştur. Apollonius yaşadığı devirme öyle bir mertebeye ulaşmıştır ki, adına mabedler açılmış, kitapları filozoflar tarafından okunur olmuştu.

325 yılındaki ilk Hristiyan konferansı olan İznik Konsülü'nde İmparator Konstantin, Apollonius'a ait ne varsa yok edilmesini, mabedlerinin yıkılması emrini vermiştir.

 3. Yüzyıl'dan itibaren Tyanalı Apollonius ile Jesus Christ (İsa Mesih), Romalı düşünürler tarafından kıyaslanmış, Apollonius üstün bulunmuştur.

Apollonius'un hayatı ve öğretisi kimi araştırmacılara göre, Hristiyanlığın doktrinlerini oluşturmada kullanılmış, Apollonius ise İsa portresi olarak sunulmuştur. İsa'ya ait hiçbir tarihi belge ve arkeolojik veri bulunmamasına rağmen, Apollonius hakkında yüzlerce belge bulunuyor.

 Unutmadan şunu da ilave edelim: İslâm inancındaki peygamber İsa, Hristiyan inancındaki İsa'dan yaklaşık 100-150 yıl önce yaşamıştır.






Nuri Kaymaz, Güney Han'ın önünde eski günleri yâd ediyor. 
Güney Han'ın ikinci katında Yılmaz Güney 'Güney Dergisi'ni çıkarıyordu.


YIL: 1979
Beyoğlu Hüseyin Ağa Camii yan sokağında bugünkü Atıf Yılmaz Caddesi'nde, tarihi Hacı Abdullah Lokantası'nın tam karşısındaki Güney  iş hanının ikinci katında Yılmaz Güney, 'Güney Dergisi'ni çıkarıyordu.

Dergi girişimlerine 1974 yılında cezaevinde başlayan Yılmaz Güney ideolojik ve edebi bir yayın ortaya çıkararak, kendi fikir ve düşüncelerini kaleme alma fırsatı bulmuştu. Derginin yazı işleri müdürü Nihat Behram idi.

KAWA mensubu olan Nuri Kaymaz, sık sık Güney Dergisi'ne gidiyor, yayınlanması için yazılar ve şiirler getiriyordu. Yılmaz Güney hapisteydi.

Zaman içinde Nuri Kaymaz, KAWA toplantılarında Yılmaz Güney'den söz etmeye başladı. KAWA yöneticileri Güney'in örgüte davet edilmesini tartışmışlardı. Öyle ya, Yılmaz Güney'in KAWA'ya katılması örgütün popülaritesini bariz arttıracaktı.

Kaymaz'a Yılmaz Güney ile KAWA yöneticilerinin buluşturulması görevi verildi. Genç KAWA'cı Ağa Camii'nin köşesini heyecanla dönerken, bir taraftan da endişeliydi. Henüz 16 yaşında olan Nuri'yi ciddiye almayabilirlerdi. Cami avlusunun yanından geçerken, müezzin öğle ezanını yanık yanık okumaya başladı. İstiklâl Caddesi keşmekeş ve hengâmeye teslim olmadığı yıllardı. Sükûnetin hakimiyeti, ünlü semtin her yerinde hissediliyordu.

Genç Nuri, ezanla irkildi. KAWA her ne kadar Maoist örgüt ise de, İslâm peygamberinin dünyayı etkisi altına alan devrimleri tartışılırdı. Güney Han'ın merdivenlerini tırmanırken, Nuri Kaymaz endişelerinin yok olduğunun farkına bile varmamıştı.

Birer ikişer çıktığı merdivenler onu önemli bir arabuluculuğa ulaştıracaktı. Durumu Nihat Behram'a anlattı. Behram, cezaevine ziyarete giderken, Nuri'nin de gelmesini istedi. Nuri Güney'i ilk gördüğünde heyecandan kekelemeye başladı. Oldukça kibar olan Güney, Kafasında canlandırdığı karaktere uymuyordu.

KAWA yöneticileri, Güney ile birkaç kez görüşmeye gitmişlerdi. Bir sonuç alamamış olmalarına rağmen, görüşme Yılmaz Güney için son derece verimkârdı. Zira bir müddet sonra 8-10 KAWA'cı Yılmaz Güney saflarına geçti.



 * (Nuri Kaymaz'ın anılarından...)


DİKKAT: Yazının izinsiz olarak her türlü ortamda kullanılması, 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince yasaktır. Sadece link verilerek paylaşılabilir.




M.Ö. II. Yüzyıl'dan M.S. V. Yüzyıl'a kadar varlıklarını sürdürmüş, 550 yıl boyunca güçlü bir devlet olarak yaşamış VUSUNLAR, bugünkü Doğu Türkistan ve Kazakistan topraklarında yaşamışlardır.
 VUSUNLAR Ortaasya'da büyük ve güçlü bir devlet kurmalarına rağmen haklarında çok az şey biliniyor. Vusunlar'a ait bilgiler sadece Çin kaynaklarında bulunuyor. 

Arkeoolojik kazılar 20. yüzyılın başında Ruslar tarafından başlatılmış, Kazakistan'ın bağımsızlığından sonra kaynak yetersizliğinden durdurulmuş, bu nedenle Vusunlar hakkında çok geniş verilere sahip olunamamıştır.

Vusunlar'ın konuştuğu dil hakkında tarihçiler ikiye ayrılıyor. Bir kısmı Türkçe derken diğerleri yerli İran dili konuştuğunu savunuyor. Kızıl sakallı ve mavi gözlü olan Vusunlar'ın Türk olduklarına dair kanıtların başında ortak efsaneler gösteriliyor.

EFSANEYE GÖE; Vusunlar'ın ilk büyük hükümdarı çocukken babası Hunlar tarafından öldürüldükten sonra bozkıra bırakılmış ve dişi bir kurt tarafından emzirilmiştir. Kuşlar da ona yiyecek getirmişler. Sonraları insanlar çocuğu bir ruh zannetmeye başlamışlar. Daha sonra onu Hunların kralı (Şan-yü) eğitmiş ve halkının başına geçmesi için Vusun bölgesine göndermiştir.

Sonraki yıllarda Hunlar'a haraç ödemeyi reddeden Vusunlar, Hunlar'a yeniliyor. Bazı göçebe halkların istilaları sonucu da devlet yıkılıyor. Vusun kabileleri bölgeden göç ediyor.

Sınırlı arkeolojik veriler ışığında Çin arşivlerinde Vusunlar'ı araştırmak gerekiyor. Çin'le uzun süre ittifak yaptıkları için Vusunlar hakkında Çin kaynaklarında oldukça fazla belge ver alıyor.

Günümüzde kızıl saç-sakal ve mavi göz İrlandalı ve İskoçlar'ın temel özellikleridir. Onlar KELT asıllıdır. Keltler'in Kafkaslar üzerinden önce Balkanlar'a sonra Anadolu'ya geçerek, Orta Anadolu'da Galatea adlı bir devlet kurdukları biliniyor. Romalılar onlara "Galli" demiştir. Ankara, Galata, Gelibolu adları Kelt kökenlidir. Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi araştırmacıları Ankara, Yozgat ve Çankırı'nın göç almayan köylerinde mavi gözlü, kızıl saçlı-sakallı insanların bulunduğunu köken olarak KELTLER'in halen varlıklarını sürdürdüklerini açıklamışlardır.


O halde Keltler'in atalarının VUSUNLAR olduğunu söylemek çok da ütopik olmayacaktır.