Ekim 2013

Terör örgütleriyle haşr içinde olmaya alışan devletimiz, PKK'dan sonra İmam Rıza'nın Ziyaretçileri Örgütü ile anlaşarak(!) Türk pilotlarını kurtardı.

Birkaç yıl önce başlayan önce gizli sonra aşikâr devam eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin PKK ile görüşmeleri sürüyor. Önce başbakan, “PKK ile görüşmüyoruz ispatlamayan şerefsizdir” dedi. Ardından, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, Öcalan ve PKK’nın Avrupa temsilcileriyle kendi izni ve onayıyla görüştüğünü açıkladı. Sonra zaten görüşme trafiğini basından takip eder duruma geldik.

O dönemde PKK terör olaylarında zirve yapmıştı. Sonra “analar ağlamasın” edebiyatı için, müteşekkil gruplar Türkiye'yi gezdi. Devletin PKK'yla görüşme zemininin meşrulaşmasına çabaladı. Medya da dünden gönüllü olacak ki, vazifesini çok iyi yaptı. Koca koca köşe yazarları, PKK ile görüşmelerin lüzumundan söz etti.

Herkes alkış tuttu anlayacağınız.

Davullu zurnalı heyetler PKK'yı dağdan ovaya indirdi.

Dağlarda bir bayram havası...

PKK çekiliyor...

İşgal altından kurtulmanın sevincini, PKK'nın çiçekli yaylalardan geçerken çekilmiş görüntüler eşliğinde taa yüreğimizde hissettik.

Derken, PKK ve meclisteki kolu BDP, hükümeti verdiği sözü tutmamakla, kürt sorununa gerçekçi çözümler yerine oyalama taktiği uygulamakla suçlamaya başladı.

Biz davul zurna ile PKK'nın silah bırakma kutlamalarına devam ederken, başbakan bombayı patlattı:

“PKK'nın sadece yüzde 15'i çekildi. Bunlar da kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan oluşuyor”

Aha gördün mü düğün bayramı...

Neyse, lafı çok uzatmayalım. Geçenlerde de PKK'nın lider kadrosundan Cemil Bayık, bir tehdit savurdu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne:

“Sürecin sonuna gelindi. Ya Kürt hareketiyle derin ve anlamlı müzakereleri kabul ederler ya da Türkiye'de iç savaş çıkar”

Zaten çekilmeyen PKK, bir de tehdit ediyor.

Terör örgütü ile anlaşma yapmak, yılanla çuvala girmek gibidir.

30 yıldır terörün dibine kibrit suyu dökemeyen, terörden rantlanan bürokratını, siyasetçisini yargı karşısına çıkaramayan, uyguladığı askeri yöntemlerin başarısız olmasından ordusuna hesap soramayan bir devletin terörün elinde oyuncak olması kaçınılmazdır.

EL-KAİDE İLE DANS

Öteden beri Türkiye'de bir kesim IŞİD gibi örgütlere sempati ile bakıyor. Bunların cihad yaptığına canı gönülden inananlar bile var. Bin Ladin'i CIA'nın eğitmesi bile önemsiz onlar için. Bin Ladin sayesinde ABD öncülüğünde batının boynumuza taktığı “İslami terör” yaftası ise cabası.

30 yılık musallattan kurtulamayan Türkiye bir de Arap ağabeyliğine soyununca, IŞİD ile iş tutmaya da başlamıştı. Fakat bu işler çatapat patlatmaya benzemiyor.

Suriye'de kimin eli kimin cebinde belli değil iken, Türkiye Esad'a muhalif kim varsa, hepsiyle flört etmeye başladı.

Suriye meselesinde ABD iki ileri bir geri yaparken, en sonunda direksiyonu yüz seksen derece kırınca, turnusol kağıdındaki baz gibi açıkta kaldık.

Sam amcanın bu siyaset değişikliği bizi sudan çıkmış balığa çevirince, IŞİD ilişkilerinde şaşaladık. Türkiye üzerinden Suriye'ye geçen IŞİD militanları, burada herkesle top yekün savaşa başladı. Şimdi ise Türkiye dahil, Özgür Suriye Ordusu ve Suriye'deki tüm unsurları batı ile işbirliği yaptıkları için kâfir ilan etti. IŞİD Türkiye'yi Öncüpınar Sınır Kapısı'nı açmadığı takdirde, büyük şehirlerinde terör eylemi gerçekleştirmekle tehdit etti.

Türkiye ABD'nin gazıyla bulaştığı Suriye belasında, tek başına kaldı. Batı zaten Esad'a karşı her zaman daha yakındı ABD'den.
Özgür Suriye Ordusu dahil Suriye içinde birbirleriyle ve Esad güçleriyle savaşan PKK'nın kolları da dahil en az bir düzine grup var. Bu kaosta akıl tutulması yaşayan Türkiye ne tarafa döneceğini klavuzunu da yitirince iyice şaşırdı.

BÖLGEDEKİ ÖRGÜTLERİN AĞIRLIĞI

İşin başından bu yana Hizbullah, Lübnan'ın Suriye sınırındaki bölgelerde Esad'ın ordusuyla birlikte muhaliflere karşı savaşıyor. Hizbullah demek İran demek bunu herkes biliyor zaten. Ortadoğu'da böylesine karmaşık ilişkilerin sürdüğü bir mecrada, Türkiye'nin yolunu bulması elbette imkansız.

Neden?

Neden olacak. Kendi dış politikamız olmadığı için.

Davutoğlu ve Tayyip Erdoğan'ın afra tafralarına rağmen hâlâ yok. Özellikle Ortadoğu'da yakın gelecekte olamayacak da...

İsrail'le savaştığı için Hizbullah'ı da bağrımıza basmıştık.

Çok iyi tahliller ve uzun vadeli tutarlı bir dış politikamız bulunmadığı için ve hatta başbakanın, dışişleri bakanı dahil etrafında yarım düzine Ortadoğu uzmanı bulunduğu halde Suriye batağında gırtlağa kadar battık. Davutoğlu'nun bölge politikalarının yanında Erdoğan'ın bir başka Ortadoğu danışmanı olan Sefer Turan ise İran ağırlıklı bir politikadan yana.

Uzun zaman önce bir gazetede mesai arkadaşlığı yaptığım Sefer Turan El-Ezher mezunu olmakla beraber caferi mezhebine mensup. Çalıştığımız gazetenin patronu da caferi idi. Gazetenin yayın politikasının İran merkezli olmasını yadırgamayacaksınız.

Konuyu biraz saptırmış olacağım belki ama size biraz o dönemden kısaca bahsedersem, “Türkiye'nin Ortadoğu politikalarını kimler şekillendiriyor?” Sorusuna biraz olsun cevap bulmuş olacaksınız.
Çalıştığım gazetenin adı Selam. Haber merkezi muhabiri olmakla beraber o gün izinli olan editörün yerine bakıyordum aynı zamanda. Bazı sayfaları hazırlıyordum. Gazete çalışanları, büyük çoğunlukla caferi, olmayanların büyük çoğunluğu ise PKK sempatizanıydı. Bunların dışında ise ben dahil iki veya üç ya vardık ya da yok. Her gün gündem toplantısında, türlü kepazelik yaşanırdı. “Türk Milli Futbol Takımı'na” “Milli desek mi” “demesek mi” diye tartışmak bunlardan sadece biriydi. Gazete haberlerinde PKK'ya “terör örgütü” dememek, teröriste “gerilla” demek olağandı. Bir de çatışmada hayatını kaybeden Türk askerine “şehid” dememek...

Bu atmosferde 5-6 ay çalışmak zorunda kalmıştım. Sefer Turan gazetenin haber müdürüydü. Benim bu olanlar karşısındaki tavrımı bildiği için, hazırladığım haberlerde bana sürekli zorluk çıkarırdı. Bir gün editörlüğünü yaptığım bir sayfadaki haberde, PKK ile gerçekleşen çatışmada ölen askerler için “şehid” ibaresini kullanınca kıyamet koptu. Ertesi gün iki PKK'lı gazeteye geldi ve bu haberin nasıl yayınlandığını sordular. Top kucağımda kaldı tabii. Gazetede PKK ile olan mücadeleme burada girmeyeceğim. Konu çok dağılacak.

Malumunuz daha sonra Selam Grubu diye adlandırılacak ve Uğur Mumcu suikastınden hüküm giyecekler bu gazetede çalışanlardı. Fakat içlerinde Sefer Turan herhangi bir suçlamaya maruz kalmadı. Ayrıca Rusya, Çeçenistan ve Balkanlar'da çeşitli faaliyetler yürüten gazetenin yazı işleri müdürlüğünü yapan MAT de Mumcu suikastınden yırtmıştı. “Onun için MİT adına çalışıyor, yoksa Rusya'da yakalanırdı” diye söylentiler vardı.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Ortadoğu ziyaretleri sırasında yanından eksik etmediği aynı zamanda TRT Arapça'nın da başında olan Sefer Turan, başbakanlık Ortadoğu danışmanı olarak görev yaparak, Türkiye'nin Ortadoğu politikalarında etken bir isim olarak karşımıza çıkıyor.

Tekrar başa dönelim Hizbullah İsrail'le savaştığı için hükümet ve birçok kesim tarafından benimsenen bir örgüt, Lübnan'daki siyasi ve askeri gücü de malum.

Türkiye ne zaman BOP adına Ortadoğu'da sahneye indi o vakit, Hizbullah Türkiye ile olan münasebetlerini yeniden gözden geçirmeye başladı. Hele ki Suriye'de Esad'ı devirmeye yönelik çalışmalarımız Hizbullah'ın hedefi haline getirdi bizi. Öte yandan örgütün Esad ittifakı İran muvacehesinde daha da güçlendi.
Geçmişte Hizbullah ve El-Kaide'yle çeşitli biçimlerde ilişkisi olan Türkiye'nin Ortadoğu politikalarını oluşturanlar, ne yapacağını şaşırdı. Politika belirleyici arkadaşların her biri kendine yakın hissettiği(!) ülkeye/örgüte yaklaştırmak istedi bizi.

Bu nedenle Mısır, Irak, Suriye, İran ve hatta Filistin politikaları bile çıkmaza girdi.
Tayyip Erdoğan Ortadoğu'nun “abisi” olma hayallerinden erken uyanmak zorunda kaldı.
Bölgede Hizbullah, Hamas, El-Fetih, El-Kaide ve kürt örgütleri uzun yıllar hüküm sürüyor. Hepsinin askeri, siyasi ve sosyolojik alt yapıları mevcut. Hâl böyleyken; Ortadoğu'da Türkiye'nin bırakın oyun kuruculuğu, söz sahibi olmayı arzulaması, meyhanede rakı içen birinin duvarda asılı Pirelli takvimindeki çıplak mankeni arzulaması gibidir.

GAZOZUNA İLAÇ KATILAN PARTNER

Ağustos ayında Lübnan'da kaçırılan iki pilotumuzu başarılı bir operasyonla kurtardık.
MİT desteğinde Bordo Bereli bir ekip İmam Rıza'nın Ziyaretçileri Örgütü'nün karargâhına düzenlediği bir operasyonla pilotlarımızı kurtardı.

Millet olarak böyle bir operasyona hayır demezdik. Ama olmadı.

Ortadoğu'da“bakire kız” yerine, “yağız atlı süvari” olarak at koşturacaksan; bu operasyon iyi bir başlangıç olurdu. Ama olmadı.

Son günlerde MİT ve Hakan Fidan'ın başarısı konuşulurken; örtülü ödenekten teröristlere 150 milyon dolar fidye parası vermek yerine pilotları askeri bir operasyonla kurtarmak, bölgede MİT'in arz-ı endam ederek gövde gösterisinde bulunması bakımından iyi olurdu. Ama olmadı.

MİT'in istihbaratıyla Lübnan'a yıldırım operasyonu düzenlenip pilotlar kurtarılsa; Bordo Bereliler'in büyük başarısı olarak tarihe geçer, PKK'yı 30 yılda bitiremeyen TSK'nın kötü sicilini temizlemesi bakımından harika olurdu. Ama olmadı.

Örtülü ödenekten 150 milyon dolar fidye parası verildiği söylenirken, başbakanın Büyük İskender edasıyla pilotları karşılamaya havaalanına gitmesi de ayrı bir fiyaskoydu.

Suriye konusunda ABD'nin Türkiye'yi ortada bırakması, İran'ın her dönem yanar döner tavrı, müstemleke Irak Valisi Talabani'nin bile Türkiye'yi bir yerine takmaması, Türkiye'nin hiçbir konuda Hizbullah, Hamas, El Fetih'e nüfuz edememesi, Mısır'da ise esamesinin okunmaması; Ortadoğu liyakatındaki derecemizi gösteriyor.

Türkiye'nin Ortadoğu sahnesinde alacağı rol; Nuri Alço ve Coşkun'un partneri, gazozuna ilaç katılan Ahu Tuğba veya Şehnaz Dilan'dan farklı olmayacağı aşikâr...

25 Ekim 2013

(Dikkat bu yazıyı lütfen tok karnına okuyun)

Yazının başlığı olarak seçtiğim necis kelimeyi mazur görün en uygunu buydu. Yine de özür dilemek istiyorum.

İnsanı onursuzlaştırma ve soysuzlaştırmanın yeni trendi olmaya aday yeni bir akımdan söz edeceğiz.

Bu yazımız biraz iğrenç, biraz mide bulandırıcı olabilir ancak; insanlığın geldiği/getirilmek istendiği noktayı anlamanız için elzem.

İnsanı insan eden-diğer yaratıklardan ayıran-olguların; şeref, onur, haysiyet vs. yaradılışsal özelliklerin zaman zaman yitirildiği, çağımız insanının bu hasletleri kaybetmeye başladığıyla ilgili hepimizin söylemek istediği bir şeyler vardır.

**********

Köpek insanoğlunun tarih boyu dostluğunu kazanmış bir hayvan. Yüzyıllar süren insan-köpek dostluğunun devam etmesinin en büyük sebebi köpeğin yaradılıştan onursuz bir hayvan olması. Dövseniz de, sövseniz de, yaltaklanmayı bırakmaz, kapınızdan ayrılmaz.

Birini aşağılayacağımız zaman “köpek”li özlü sözleri kullanırız.

“köpekleniyor” “sahibinin sesi” “köpekten de aşağı” “köpek gibi yaltaklanma” gibi...

Burada köpeği aşağılamak değil. İnsanı aşağılamaktır amaç.

Bir türlü kötü huyundan vazgeçemeye de “köpek bok yemekten vazgeçmez” dermiyiz? Deriz.

Köpek yine en iyi dostumuzdur. Dostluğunu da aşağılık hasletlerine borçludur. Yoksa dik dursa, onurlu olsa, insanla iki gün aynı çatı altına yaşayamaz. Efendisinin atacağı bir kemik, öncesinde yediği dayağı unutturur bizimkine.

**********

İnsan onuru, onu diğer yaratıklardan ayırır demiştik.

Küreselleşme hepimizi esir aldığı gibi, onurumuzu, haysiyetemizi de neo-globalkültür bir sülük gibi sömürüyor. Bunun farkında olanlar bile karşısında duramıyor soysuzlaştırma çarklarının...

Medyanın pompaladığı yeni yaşam kültürü; insana yeni ahlak doktrini içinde sunuyor, şeref ve onuru...

Özgürlük ise bir başka ilüzyon, kültürel mühendisliğin dijital fabrikalarında özgür insanlar(!) üretiliyor.

**********

Yemek, uyumak, konuşma tarzı, giyinmek, okuduğun kitap, izlediğin film, takıldığın mekan, feysbuk, tivitır, ne varsa her şey bu fabrikada üretilip sunuluyor insana.

İnsanı onursuzlaştırma, soysuzlaştırmanın yeni trendi olmaya aday yeni bir akımdan söz edeceğiz, demiştik ya... İşte yeni trend!

Bok yedirme!!!...

Yanlış okumadınız. İnsanları bok yedirerek soysuzlaştırmak için, iki adım kalmıştı. İlk adımı attılar, geriye bir adım kaldı.

Müjdeyi Türk basınının güzide(!) gazetesi Radikal verdi. Habere göre; Los Angeles'ta kısa süre sonra açılacak yeni bir restoranda yemeğinizi klozet üzerinde oturarak yiyorsunuz, hatta yemekler de klozet ya da pisuvar şeklindeki küçük tabaklarda servis ediliyor” deniyor.

Haberin fotoğrafları haberden daha iğrenç, klozet şeklinde sandalyeler, klozet şeklinde tabaklar, insan dışkısı şeklinde sos şişeleri mevcut.

Köpekleşmeye bir adım kaldı...

Haberin devamında yazıma haklılık katacak bir başka detay bulunuyor:

Bu lokantalar Tayvan'da çok modaymış!

Tayvanlılar köpeği hamuduyla yiyor zaten. Köpeğin yediği boku yemeleri de çok şaşırılacak bir durum değil.

Neredeyse tüm dünya ABD'den yayılan kültür emperyalizmi içinde boğulurken, klozette yemek yedirme meselesini dikkatle takip etmek gerekiyor. Dirty Sanches tarzı programların ABD'den yayıldığını düşünürsek...

Yakında bok yemeye başlayan bir insanlık(!) görürseniz şaşırmayın.




Bir süredir sesi soluğu çıkmayan firari Cem Uzan bugün Taraf gazetesinde başlayan yazı dizisi ile adeta günah çıkarıyor. "Darbeci gazeteciler hakkında ifade veririm" diyen Cem Uzan, yakın gelecekte 28 Şubat ve sonrasının medya ayağına da dokunulacak mı? sorusunu akla getirdi.

Cem Uzan mart 2013'de "nitelikli zimmet" suçundan yargılandığı davada 18 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davada; Cem Uzan’ın İmar Bankası aracılığıyla Türkiye'den toplanan mevduatlardan yönetiminde yer aldığı Kristal İnşaat, Rumeli Holding, Standart İnşaat ve Klasik İnşaat adlı 4 şirket aracılığıyla 3 milyon 742 bin 768 doların zimmete geçirildiği belirtilmişti. Uzan, yöneticiliği  döneminde 5.5 milyon liranın kredi adı altında 4 şirkete aktarmakla suçlanmıştı.

Bugün "çocuklarımın bile çalışma izni yok" diyen Uzan, sanırım Fransa'daki lüks yaşantısından sıkıldı ve Türkiye'ye gelmek istiyor. Bunu da basın aracılığıyla duyuruyor. Belki hükümetin nabzını yokluyor.
Diyeceksiniz ki; "18 yıl ceza alan biri neden Türkiye'ye gelmek istesin" bir taraftan bakınca doğru. Fakat karar Yargıtay sürecinde. Uzan'ın röportajda ne mesaj verdiğine fokuslanırsak, durumu çözeriz kanaatindeyim.

Uzan Taraf gazetsindeki röportajda, Star Gazetesi'nin patronuyken, gazetenin yayın politikasına hiçbir müdahalede bulunmadığını, manşetleri Fatih Çekirge ve Yılmaz Özdil'in attığını söylüyor. Manşetlerin Orgeneral Hurşit Tolon'un emriyle atıldığını sonradan öğrendiğini ifade ediyor.
“Bilseydim derhal kovardım” diyor Uzan ardından da, “Fatih, benim babam kontgerilladır. Diye övünürdü” diyor.
Kontrgerillanın tanımını yeniden yapmaya gerek yok. Hemen herkes kendine göre bir kontgerilla tanımı yapabiliyor artık. Yahu adam zaten babasının kontrgerilla olduğunu söylüyor. Babasının böyle bir meziyeti varsa, oğlu da buna hizmet edecek, “hayır” deme şansı var mı.
Uzan acaba kontgerillanın oğluna 3 milyon dolar transfer ücreti verirken, hangi ilişkileri sağlama almayı planlıyordu. Kontrgerillanın oğlunu bir gazetenin başına getir, sonra da; “olaylardan haberim yoktu” de, âlâ...

TÜRK BASININI ÇETİN GÜNLER BEKLİYOR

Ergenekon'un ve 28 Şubat davalarının basın ayağının eksik olduğu yazılıp, çizildi. Darbe yanlısı gazetecilerin bir kısmı AKP ile çoktan sulh imzalayıp, kıçlarını sağlama aldılar zaten. Geride kalanlar düşünsün.
Fakat Cem Uzan'ın açıklamalarından çıkan başka bir durum söz konusu.

Uzan, “Darbeci gazetecilerle ilgili savcıya ifade veririm” diyor.

Bir taraftan da sanırım serveti de suyunu çekiyor.

Hükümete ya sinyal veriyor, ya da anlaşma yapıldı da; kamuoyunu buna hazırlıyorlar.

Taraf gazetesi de bilerek veya bilmeyerek çanak tutuyor.

Uzan'la geçen yıl yapılan mülakatta ise, Tayyip Erdoğan'a yaptığı hakaretten dolayı üzgün olduğunu, pişmanlık duyduğunu söyleyerek günah çıkarmıştı. Uzan ayrıca her fırsatta; 28 Şubat döneminde darbecilere bulaşmamış tek medya grubu olduklarını da dile getirir durur.

Cem Uzan Türkiye'ye gelir de, “darbeci gazeteciler” hakkında ifade verirse, ortalık toz duman olur. Bir dizi seçimlerin olacağı 2 yıllık bir dönemde, bu türden bir operasyonun hayata geçirilmesi böylesi hassas bir dönemde kimin kimlerin işine yarar malûm...

AKP PENCERESİNDEN BAKARSAK...

Bu duruma AKP penceresinden bakarsak; Cem Uzan geçmişte çok kısa sürede büyüyen bir siyasi manevra yapmıştı. Neredeyse meclise bile girecekti. Bir seçim dönemi daha yaşasa, mutlak mecliste gözüyle bakılıyordu. AKP'nin belki de en büyük rakibi olmaya adaydı. Uzanlar operasyonuyla, adeta silip süpürüldüler.
Uzan, bir daha asla siyasete girmeyeceğini söylüyor ama bilinmez.

Öte yandan seçim meydanlarında Tayyip Erdoğan'a ağza alınmayacak laflar sarf etti. Erdoğan bu lafları yutacak cinsten bir adam değil. Unutması da imkansız. Tanıdığımız bildiğimiz Erdoğan, Cem Uzan'ın Fransa'dan gönderdiği özürleri, bir kuple kabul eder mi? Etmez, kanaatimce...

Fakat siyaset bu, gün olaaa, devran döne...