Articles by "Hakan Fidan"
Hakan Fidan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Soğukkk. 
Bir şubat günü... Mermer zemin soğuğun azametini daha bir arttırıyor. Kalabalık sessiz... Sessiz kalabalıklar mecazen ziyadesiyle görülür, pratikte az.

Askeri erkân, vali, belediye başkanı, eski ve yeni istihbaratçılar, bazı politikacılar, bazı gazeteciler kalabalığı oluşturan zevattı. Tayyip Erdoğan'ın 'Selâtin Camii' tanımlamasıyla açtığı Ataşehir Mimar Sinan Camii avlusu bizi mermer sütunlarıyla sarmalıyordu.



Tanışalı 18-19 yıl olmuştur. MİT'in tarihte deşifre ettiği tek ajanı Mahir Kaynak'la ilk irtibatım telefonla idi, bir haber hakkında görüş almıştım. Haber kaynağının ayağına gidemezsen telefon açar, telefonu bir kayıt cihazına bağlar, sorular sorar cevapları alır oturur kasedi çözersin. Haberci için hızlı haber yapma tekniği...

Geçen zaman içinde şahsen tanışma fırsatı bulmuş, bilgi, birikim ve öğütlerinden ziyadesiyle faydalanmıştım. Ketum olan istihbaratçıların aksine Kaynak, bilgi paylaşımında sakınca görmezdi. Öldürülme riski olmasına rağmen, oturduğu apartmanda hiçbir güvenlik önlemi olmadığı gibi, girişteki zilde de adını yazmaktan geri durmamıştı. Bu onun meydan okumasıydı. 

Köstebek adlı kitabı yazmayı planladığımda kendisine danışmış: "Bir süre bekle, sisler bir aralansın" öğüdünü dinleyip, Ergenekon Operasyonu'ndan birkaç yıl sonra kitabı kaleme almıştım. Önsöz yazmasını istediğimde ise, kitabı okumuş sonra, MİT'in adının bulaştığı Tuncay Güney vakıası için, "Beni bu işe bulaştırma, on kitap yaz onuna da önsöz yazayım" demişti. Güney'in MİT ilişkisi hakkında benim bilmediğim bilgilere muhakkak vâkıftı. Paylaşmada cömert dediysem istisnaları olurdu elbette...

Bir defasında, "Hocam, çalıştığınız kurum sizi deşifre etti. Zor günler geçirdiniz. Üniversitede öğrenciler tarafından yuhalandınız. Özellikle 90'larda itibar tazelediniz. Yorum, teori ve öngörülerinizi insanlara anlatacak TV programları yaptınız. Bu misyonu kendinize siz mi yüklediniz? Neyi amaçlıyorsunuz?" demiştim. "Bilgimin zekâtını veriyorum. Bir oyun oynuyorum ama sonu belli. Biliyorum ki ben kaybedeceğim. Lakin iyi oynamalıyım." diye cevaplamıştı.

Şubat soğuğunda bizi mermer avluya hapseden musalla taşındaki tabutun içinde yatan Mahir Kaynak idi. İlk defa gittiğim Mimar Sinan camine ezan sesiyle girdim. Musalla taşındaki Kaynak'ın yanına usulca yaklaşıp, merhuma bir fatiha gönderdim. Dirilerin acısını paylaşmak için taziye kuyruğuna girdim. Kızı Deniz hanımın, damat ve tanımadığım torunlarından sonra, eşi Şükran hanımın elini öperek başsağlığında bulundum ve diğer çocuklarıyla...

Cenaze törenlerinde enteresan insan manzaraları olur. Merhum hakkında konuşulanların yanında, sık görüşemeyen ahbaplar için iyi bir buluşma yeridir. Ayaküstü hoş-beşlerle hasret giderilmeye çalışılır, randevu sözleri alınır. Bunları yaparken üzüntülü çehrenizi bozmayacak, asla kahkaha atmayacak, küçük gülümsemelerle işi geçiştireceksiniz.

Mahir hocanın cenazesinde de değişen bir şey yoktu.

Cenaze namazına saf tutarken, çelenkler dikkatimi çekti. Süleyman Demirel, eski harbiyeli olduğu için TSK, büyükşehir belediye başkanı, vs.lerin içinde "müsteşar" yazılı bir çelenk gözden kaçmıyordu. Gözden kaçmıyordu çünkü en ortada en görünen yerdeydi. Bir an durumu çözemedim. Sonra "aptallığım atmosferin kasvetinden" avuntusuyla, çelengi MİT'in gönderdiğini anladım. İyi de neden "MİT müsteşarlığı" veya "MİT müsteşarı Hakan Fidan" veya sadece "Hakan Fidan" yazmıyordu. Absürd ve kaba buldum. Kimin fikriydi. Yoksa teamüller mi böyleydi. Anlamsız, mantıksız davranışlara "teamül" kulbu takılması uygarlık nasipsizliğinden herhalde.

En popüler, en çok konuşan, kalbi herkese açık istihbaratçı Mahir hocayla bir güzel helâlleştik. Son görevimizi ifâ ettik. 

Allah rahmet etsin.
 




Terör örgütleriyle haşr içinde olmaya alışan devletimiz, PKK'dan sonra İmam Rıza'nın Ziyaretçileri Örgütü ile anlaşarak(!) Türk pilotlarını kurtardı.

Birkaç yıl önce başlayan önce gizli sonra aşikâr devam eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin PKK ile görüşmeleri sürüyor. Önce başbakan, “PKK ile görüşmüyoruz ispatlamayan şerefsizdir” dedi. Ardından, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, Öcalan ve PKK’nın Avrupa temsilcileriyle kendi izni ve onayıyla görüştüğünü açıkladı. Sonra zaten görüşme trafiğini basından takip eder duruma geldik.

O dönemde PKK terör olaylarında zirve yapmıştı. Sonra “analar ağlamasın” edebiyatı için, müteşekkil gruplar Türkiye'yi gezdi. Devletin PKK'yla görüşme zemininin meşrulaşmasına çabaladı. Medya da dünden gönüllü olacak ki, vazifesini çok iyi yaptı. Koca koca köşe yazarları, PKK ile görüşmelerin lüzumundan söz etti.

Herkes alkış tuttu anlayacağınız.

Davullu zurnalı heyetler PKK'yı dağdan ovaya indirdi.

Dağlarda bir bayram havası...

PKK çekiliyor...

İşgal altından kurtulmanın sevincini, PKK'nın çiçekli yaylalardan geçerken çekilmiş görüntüler eşliğinde taa yüreğimizde hissettik.

Derken, PKK ve meclisteki kolu BDP, hükümeti verdiği sözü tutmamakla, kürt sorununa gerçekçi çözümler yerine oyalama taktiği uygulamakla suçlamaya başladı.

Biz davul zurna ile PKK'nın silah bırakma kutlamalarına devam ederken, başbakan bombayı patlattı:

“PKK'nın sadece yüzde 15'i çekildi. Bunlar da kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan oluşuyor”

Aha gördün mü düğün bayramı...

Neyse, lafı çok uzatmayalım. Geçenlerde de PKK'nın lider kadrosundan Cemil Bayık, bir tehdit savurdu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne:

“Sürecin sonuna gelindi. Ya Kürt hareketiyle derin ve anlamlı müzakereleri kabul ederler ya da Türkiye'de iç savaş çıkar”

Zaten çekilmeyen PKK, bir de tehdit ediyor.

Terör örgütü ile anlaşma yapmak, yılanla çuvala girmek gibidir.

30 yıldır terörün dibine kibrit suyu dökemeyen, terörden rantlanan bürokratını, siyasetçisini yargı karşısına çıkaramayan, uyguladığı askeri yöntemlerin başarısız olmasından ordusuna hesap soramayan bir devletin terörün elinde oyuncak olması kaçınılmazdır.

EL-KAİDE İLE DANS

Öteden beri Türkiye'de bir kesim IŞİD gibi örgütlere sempati ile bakıyor. Bunların cihad yaptığına canı gönülden inananlar bile var. Bin Ladin'i CIA'nın eğitmesi bile önemsiz onlar için. Bin Ladin sayesinde ABD öncülüğünde batının boynumuza taktığı “İslami terör” yaftası ise cabası.

30 yılık musallattan kurtulamayan Türkiye bir de Arap ağabeyliğine soyununca, IŞİD ile iş tutmaya da başlamıştı. Fakat bu işler çatapat patlatmaya benzemiyor.

Suriye'de kimin eli kimin cebinde belli değil iken, Türkiye Esad'a muhalif kim varsa, hepsiyle flört etmeye başladı.

Suriye meselesinde ABD iki ileri bir geri yaparken, en sonunda direksiyonu yüz seksen derece kırınca, turnusol kağıdındaki baz gibi açıkta kaldık.

Sam amcanın bu siyaset değişikliği bizi sudan çıkmış balığa çevirince, IŞİD ilişkilerinde şaşaladık. Türkiye üzerinden Suriye'ye geçen IŞİD militanları, burada herkesle top yekün savaşa başladı. Şimdi ise Türkiye dahil, Özgür Suriye Ordusu ve Suriye'deki tüm unsurları batı ile işbirliği yaptıkları için kâfir ilan etti. IŞİD Türkiye'yi Öncüpınar Sınır Kapısı'nı açmadığı takdirde, büyük şehirlerinde terör eylemi gerçekleştirmekle tehdit etti.

Türkiye ABD'nin gazıyla bulaştığı Suriye belasında, tek başına kaldı. Batı zaten Esad'a karşı her zaman daha yakındı ABD'den.
Özgür Suriye Ordusu dahil Suriye içinde birbirleriyle ve Esad güçleriyle savaşan PKK'nın kolları da dahil en az bir düzine grup var. Bu kaosta akıl tutulması yaşayan Türkiye ne tarafa döneceğini klavuzunu da yitirince iyice şaşırdı.

BÖLGEDEKİ ÖRGÜTLERİN AĞIRLIĞI

İşin başından bu yana Hizbullah, Lübnan'ın Suriye sınırındaki bölgelerde Esad'ın ordusuyla birlikte muhaliflere karşı savaşıyor. Hizbullah demek İran demek bunu herkes biliyor zaten. Ortadoğu'da böylesine karmaşık ilişkilerin sürdüğü bir mecrada, Türkiye'nin yolunu bulması elbette imkansız.

Neden?

Neden olacak. Kendi dış politikamız olmadığı için.

Davutoğlu ve Tayyip Erdoğan'ın afra tafralarına rağmen hâlâ yok. Özellikle Ortadoğu'da yakın gelecekte olamayacak da...

İsrail'le savaştığı için Hizbullah'ı da bağrımıza basmıştık.

Çok iyi tahliller ve uzun vadeli tutarlı bir dış politikamız bulunmadığı için ve hatta başbakanın, dışişleri bakanı dahil etrafında yarım düzine Ortadoğu uzmanı bulunduğu halde Suriye batağında gırtlağa kadar battık. Davutoğlu'nun bölge politikalarının yanında Erdoğan'ın bir başka Ortadoğu danışmanı olan Sefer Turan ise İran ağırlıklı bir politikadan yana.

Uzun zaman önce bir gazetede mesai arkadaşlığı yaptığım Sefer Turan El-Ezher mezunu olmakla beraber caferi mezhebine mensup. Çalıştığımız gazetenin patronu da caferi idi. Gazetenin yayın politikasının İran merkezli olmasını yadırgamayacaksınız.

Konuyu biraz saptırmış olacağım belki ama size biraz o dönemden kısaca bahsedersem, “Türkiye'nin Ortadoğu politikalarını kimler şekillendiriyor?” Sorusuna biraz olsun cevap bulmuş olacaksınız.
Çalıştığım gazetenin adı Selam. Haber merkezi muhabiri olmakla beraber o gün izinli olan editörün yerine bakıyordum aynı zamanda. Bazı sayfaları hazırlıyordum. Gazete çalışanları, büyük çoğunlukla caferi, olmayanların büyük çoğunluğu ise PKK sempatizanıydı. Bunların dışında ise ben dahil iki veya üç ya vardık ya da yok. Her gün gündem toplantısında, türlü kepazelik yaşanırdı. “Türk Milli Futbol Takımı'na” “Milli desek mi” “demesek mi” diye tartışmak bunlardan sadece biriydi. Gazete haberlerinde PKK'ya “terör örgütü” dememek, teröriste “gerilla” demek olağandı. Bir de çatışmada hayatını kaybeden Türk askerine “şehid” dememek...

Bu atmosferde 5-6 ay çalışmak zorunda kalmıştım. Sefer Turan gazetenin haber müdürüydü. Benim bu olanlar karşısındaki tavrımı bildiği için, hazırladığım haberlerde bana sürekli zorluk çıkarırdı. Bir gün editörlüğünü yaptığım bir sayfadaki haberde, PKK ile gerçekleşen çatışmada ölen askerler için “şehid” ibaresini kullanınca kıyamet koptu. Ertesi gün iki PKK'lı gazeteye geldi ve bu haberin nasıl yayınlandığını sordular. Top kucağımda kaldı tabii. Gazetede PKK ile olan mücadeleme burada girmeyeceğim. Konu çok dağılacak.

Malumunuz daha sonra Selam Grubu diye adlandırılacak ve Uğur Mumcu suikastınden hüküm giyecekler bu gazetede çalışanlardı. Fakat içlerinde Sefer Turan herhangi bir suçlamaya maruz kalmadı. Ayrıca Rusya, Çeçenistan ve Balkanlar'da çeşitli faaliyetler yürüten gazetenin yazı işleri müdürlüğünü yapan MAT de Mumcu suikastınden yırtmıştı. “Onun için MİT adına çalışıyor, yoksa Rusya'da yakalanırdı” diye söylentiler vardı.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Ortadoğu ziyaretleri sırasında yanından eksik etmediği aynı zamanda TRT Arapça'nın da başında olan Sefer Turan, başbakanlık Ortadoğu danışmanı olarak görev yaparak, Türkiye'nin Ortadoğu politikalarında etken bir isim olarak karşımıza çıkıyor.

Tekrar başa dönelim Hizbullah İsrail'le savaştığı için hükümet ve birçok kesim tarafından benimsenen bir örgüt, Lübnan'daki siyasi ve askeri gücü de malum.

Türkiye ne zaman BOP adına Ortadoğu'da sahneye indi o vakit, Hizbullah Türkiye ile olan münasebetlerini yeniden gözden geçirmeye başladı. Hele ki Suriye'de Esad'ı devirmeye yönelik çalışmalarımız Hizbullah'ın hedefi haline getirdi bizi. Öte yandan örgütün Esad ittifakı İran muvacehesinde daha da güçlendi.
Geçmişte Hizbullah ve El-Kaide'yle çeşitli biçimlerde ilişkisi olan Türkiye'nin Ortadoğu politikalarını oluşturanlar, ne yapacağını şaşırdı. Politika belirleyici arkadaşların her biri kendine yakın hissettiği(!) ülkeye/örgüte yaklaştırmak istedi bizi.

Bu nedenle Mısır, Irak, Suriye, İran ve hatta Filistin politikaları bile çıkmaza girdi.
Tayyip Erdoğan Ortadoğu'nun “abisi” olma hayallerinden erken uyanmak zorunda kaldı.
Bölgede Hizbullah, Hamas, El-Fetih, El-Kaide ve kürt örgütleri uzun yıllar hüküm sürüyor. Hepsinin askeri, siyasi ve sosyolojik alt yapıları mevcut. Hâl böyleyken; Ortadoğu'da Türkiye'nin bırakın oyun kuruculuğu, söz sahibi olmayı arzulaması, meyhanede rakı içen birinin duvarda asılı Pirelli takvimindeki çıplak mankeni arzulaması gibidir.

GAZOZUNA İLAÇ KATILAN PARTNER

Ağustos ayında Lübnan'da kaçırılan iki pilotumuzu başarılı bir operasyonla kurtardık.
MİT desteğinde Bordo Bereli bir ekip İmam Rıza'nın Ziyaretçileri Örgütü'nün karargâhına düzenlediği bir operasyonla pilotlarımızı kurtardı.

Millet olarak böyle bir operasyona hayır demezdik. Ama olmadı.

Ortadoğu'da“bakire kız” yerine, “yağız atlı süvari” olarak at koşturacaksan; bu operasyon iyi bir başlangıç olurdu. Ama olmadı.

Son günlerde MİT ve Hakan Fidan'ın başarısı konuşulurken; örtülü ödenekten teröristlere 150 milyon dolar fidye parası vermek yerine pilotları askeri bir operasyonla kurtarmak, bölgede MİT'in arz-ı endam ederek gövde gösterisinde bulunması bakımından iyi olurdu. Ama olmadı.

MİT'in istihbaratıyla Lübnan'a yıldırım operasyonu düzenlenip pilotlar kurtarılsa; Bordo Bereliler'in büyük başarısı olarak tarihe geçer, PKK'yı 30 yılda bitiremeyen TSK'nın kötü sicilini temizlemesi bakımından harika olurdu. Ama olmadı.

Örtülü ödenekten 150 milyon dolar fidye parası verildiği söylenirken, başbakanın Büyük İskender edasıyla pilotları karşılamaya havaalanına gitmesi de ayrı bir fiyaskoydu.

Suriye konusunda ABD'nin Türkiye'yi ortada bırakması, İran'ın her dönem yanar döner tavrı, müstemleke Irak Valisi Talabani'nin bile Türkiye'yi bir yerine takmaması, Türkiye'nin hiçbir konuda Hizbullah, Hamas, El Fetih'e nüfuz edememesi, Mısır'da ise esamesinin okunmaması; Ortadoğu liyakatındaki derecemizi gösteriyor.

Türkiye'nin Ortadoğu sahnesinde alacağı rol; Nuri Alço ve Coşkun'un partneri, gazozuna ilaç katılan Ahu Tuğba veya Şehnaz Dilan'dan farklı olmayacağı aşikâr...

25 Ekim 2013