Articles by "BOP"
BOP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Terör örgütleriyle haşr içinde olmaya alışan devletimiz, PKK'dan sonra İmam Rıza'nın Ziyaretçileri Örgütü ile anlaşarak(!) Türk pilotlarını kurtardı.

Birkaç yıl önce başlayan önce gizli sonra aşikâr devam eden Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin PKK ile görüşmeleri sürüyor. Önce başbakan, “PKK ile görüşmüyoruz ispatlamayan şerefsizdir” dedi. Ardından, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, Öcalan ve PKK’nın Avrupa temsilcileriyle kendi izni ve onayıyla görüştüğünü açıkladı. Sonra zaten görüşme trafiğini basından takip eder duruma geldik.

O dönemde PKK terör olaylarında zirve yapmıştı. Sonra “analar ağlamasın” edebiyatı için, müteşekkil gruplar Türkiye'yi gezdi. Devletin PKK'yla görüşme zemininin meşrulaşmasına çabaladı. Medya da dünden gönüllü olacak ki, vazifesini çok iyi yaptı. Koca koca köşe yazarları, PKK ile görüşmelerin lüzumundan söz etti.

Herkes alkış tuttu anlayacağınız.

Davullu zurnalı heyetler PKK'yı dağdan ovaya indirdi.

Dağlarda bir bayram havası...

PKK çekiliyor...

İşgal altından kurtulmanın sevincini, PKK'nın çiçekli yaylalardan geçerken çekilmiş görüntüler eşliğinde taa yüreğimizde hissettik.

Derken, PKK ve meclisteki kolu BDP, hükümeti verdiği sözü tutmamakla, kürt sorununa gerçekçi çözümler yerine oyalama taktiği uygulamakla suçlamaya başladı.

Biz davul zurna ile PKK'nın silah bırakma kutlamalarına devam ederken, başbakan bombayı patlattı:

“PKK'nın sadece yüzde 15'i çekildi. Bunlar da kadınlar, çocuklar ve yaşlılardan oluşuyor”

Aha gördün mü düğün bayramı...

Neyse, lafı çok uzatmayalım. Geçenlerde de PKK'nın lider kadrosundan Cemil Bayık, bir tehdit savurdu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne:

“Sürecin sonuna gelindi. Ya Kürt hareketiyle derin ve anlamlı müzakereleri kabul ederler ya da Türkiye'de iç savaş çıkar”

Zaten çekilmeyen PKK, bir de tehdit ediyor.

Terör örgütü ile anlaşma yapmak, yılanla çuvala girmek gibidir.

30 yıldır terörün dibine kibrit suyu dökemeyen, terörden rantlanan bürokratını, siyasetçisini yargı karşısına çıkaramayan, uyguladığı askeri yöntemlerin başarısız olmasından ordusuna hesap soramayan bir devletin terörün elinde oyuncak olması kaçınılmazdır.

EL-KAİDE İLE DANS

Öteden beri Türkiye'de bir kesim IŞİD gibi örgütlere sempati ile bakıyor. Bunların cihad yaptığına canı gönülden inananlar bile var. Bin Ladin'i CIA'nın eğitmesi bile önemsiz onlar için. Bin Ladin sayesinde ABD öncülüğünde batının boynumuza taktığı “İslami terör” yaftası ise cabası.

30 yılık musallattan kurtulamayan Türkiye bir de Arap ağabeyliğine soyununca, IŞİD ile iş tutmaya da başlamıştı. Fakat bu işler çatapat patlatmaya benzemiyor.

Suriye'de kimin eli kimin cebinde belli değil iken, Türkiye Esad'a muhalif kim varsa, hepsiyle flört etmeye başladı.

Suriye meselesinde ABD iki ileri bir geri yaparken, en sonunda direksiyonu yüz seksen derece kırınca, turnusol kağıdındaki baz gibi açıkta kaldık.

Sam amcanın bu siyaset değişikliği bizi sudan çıkmış balığa çevirince, IŞİD ilişkilerinde şaşaladık. Türkiye üzerinden Suriye'ye geçen IŞİD militanları, burada herkesle top yekün savaşa başladı. Şimdi ise Türkiye dahil, Özgür Suriye Ordusu ve Suriye'deki tüm unsurları batı ile işbirliği yaptıkları için kâfir ilan etti. IŞİD Türkiye'yi Öncüpınar Sınır Kapısı'nı açmadığı takdirde, büyük şehirlerinde terör eylemi gerçekleştirmekle tehdit etti.

Türkiye ABD'nin gazıyla bulaştığı Suriye belasında, tek başına kaldı. Batı zaten Esad'a karşı her zaman daha yakındı ABD'den.
Özgür Suriye Ordusu dahil Suriye içinde birbirleriyle ve Esad güçleriyle savaşan PKK'nın kolları da dahil en az bir düzine grup var. Bu kaosta akıl tutulması yaşayan Türkiye ne tarafa döneceğini klavuzunu da yitirince iyice şaşırdı.

BÖLGEDEKİ ÖRGÜTLERİN AĞIRLIĞI

İşin başından bu yana Hizbullah, Lübnan'ın Suriye sınırındaki bölgelerde Esad'ın ordusuyla birlikte muhaliflere karşı savaşıyor. Hizbullah demek İran demek bunu herkes biliyor zaten. Ortadoğu'da böylesine karmaşık ilişkilerin sürdüğü bir mecrada, Türkiye'nin yolunu bulması elbette imkansız.

Neden?

Neden olacak. Kendi dış politikamız olmadığı için.

Davutoğlu ve Tayyip Erdoğan'ın afra tafralarına rağmen hâlâ yok. Özellikle Ortadoğu'da yakın gelecekte olamayacak da...

İsrail'le savaştığı için Hizbullah'ı da bağrımıza basmıştık.

Çok iyi tahliller ve uzun vadeli tutarlı bir dış politikamız bulunmadığı için ve hatta başbakanın, dışişleri bakanı dahil etrafında yarım düzine Ortadoğu uzmanı bulunduğu halde Suriye batağında gırtlağa kadar battık. Davutoğlu'nun bölge politikalarının yanında Erdoğan'ın bir başka Ortadoğu danışmanı olan Sefer Turan ise İran ağırlıklı bir politikadan yana.

Uzun zaman önce bir gazetede mesai arkadaşlığı yaptığım Sefer Turan El-Ezher mezunu olmakla beraber caferi mezhebine mensup. Çalıştığımız gazetenin patronu da caferi idi. Gazetenin yayın politikasının İran merkezli olmasını yadırgamayacaksınız.

Konuyu biraz saptırmış olacağım belki ama size biraz o dönemden kısaca bahsedersem, “Türkiye'nin Ortadoğu politikalarını kimler şekillendiriyor?” Sorusuna biraz olsun cevap bulmuş olacaksınız.
Çalıştığım gazetenin adı Selam. Haber merkezi muhabiri olmakla beraber o gün izinli olan editörün yerine bakıyordum aynı zamanda. Bazı sayfaları hazırlıyordum. Gazete çalışanları, büyük çoğunlukla caferi, olmayanların büyük çoğunluğu ise PKK sempatizanıydı. Bunların dışında ise ben dahil iki veya üç ya vardık ya da yok. Her gün gündem toplantısında, türlü kepazelik yaşanırdı. “Türk Milli Futbol Takımı'na” “Milli desek mi” “demesek mi” diye tartışmak bunlardan sadece biriydi. Gazete haberlerinde PKK'ya “terör örgütü” dememek, teröriste “gerilla” demek olağandı. Bir de çatışmada hayatını kaybeden Türk askerine “şehid” dememek...

Bu atmosferde 5-6 ay çalışmak zorunda kalmıştım. Sefer Turan gazetenin haber müdürüydü. Benim bu olanlar karşısındaki tavrımı bildiği için, hazırladığım haberlerde bana sürekli zorluk çıkarırdı. Bir gün editörlüğünü yaptığım bir sayfadaki haberde, PKK ile gerçekleşen çatışmada ölen askerler için “şehid” ibaresini kullanınca kıyamet koptu. Ertesi gün iki PKK'lı gazeteye geldi ve bu haberin nasıl yayınlandığını sordular. Top kucağımda kaldı tabii. Gazetede PKK ile olan mücadeleme burada girmeyeceğim. Konu çok dağılacak.

Malumunuz daha sonra Selam Grubu diye adlandırılacak ve Uğur Mumcu suikastınden hüküm giyecekler bu gazetede çalışanlardı. Fakat içlerinde Sefer Turan herhangi bir suçlamaya maruz kalmadı. Ayrıca Rusya, Çeçenistan ve Balkanlar'da çeşitli faaliyetler yürüten gazetenin yazı işleri müdürlüğünü yapan MAT de Mumcu suikastınden yırtmıştı. “Onun için MİT adına çalışıyor, yoksa Rusya'da yakalanırdı” diye söylentiler vardı.

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın Ortadoğu ziyaretleri sırasında yanından eksik etmediği aynı zamanda TRT Arapça'nın da başında olan Sefer Turan, başbakanlık Ortadoğu danışmanı olarak görev yaparak, Türkiye'nin Ortadoğu politikalarında etken bir isim olarak karşımıza çıkıyor.

Tekrar başa dönelim Hizbullah İsrail'le savaştığı için hükümet ve birçok kesim tarafından benimsenen bir örgüt, Lübnan'daki siyasi ve askeri gücü de malum.

Türkiye ne zaman BOP adına Ortadoğu'da sahneye indi o vakit, Hizbullah Türkiye ile olan münasebetlerini yeniden gözden geçirmeye başladı. Hele ki Suriye'de Esad'ı devirmeye yönelik çalışmalarımız Hizbullah'ın hedefi haline getirdi bizi. Öte yandan örgütün Esad ittifakı İran muvacehesinde daha da güçlendi.
Geçmişte Hizbullah ve El-Kaide'yle çeşitli biçimlerde ilişkisi olan Türkiye'nin Ortadoğu politikalarını oluşturanlar, ne yapacağını şaşırdı. Politika belirleyici arkadaşların her biri kendine yakın hissettiği(!) ülkeye/örgüte yaklaştırmak istedi bizi.

Bu nedenle Mısır, Irak, Suriye, İran ve hatta Filistin politikaları bile çıkmaza girdi.
Tayyip Erdoğan Ortadoğu'nun “abisi” olma hayallerinden erken uyanmak zorunda kaldı.
Bölgede Hizbullah, Hamas, El-Fetih, El-Kaide ve kürt örgütleri uzun yıllar hüküm sürüyor. Hepsinin askeri, siyasi ve sosyolojik alt yapıları mevcut. Hâl böyleyken; Ortadoğu'da Türkiye'nin bırakın oyun kuruculuğu, söz sahibi olmayı arzulaması, meyhanede rakı içen birinin duvarda asılı Pirelli takvimindeki çıplak mankeni arzulaması gibidir.

GAZOZUNA İLAÇ KATILAN PARTNER

Ağustos ayında Lübnan'da kaçırılan iki pilotumuzu başarılı bir operasyonla kurtardık.
MİT desteğinde Bordo Bereli bir ekip İmam Rıza'nın Ziyaretçileri Örgütü'nün karargâhına düzenlediği bir operasyonla pilotlarımızı kurtardı.

Millet olarak böyle bir operasyona hayır demezdik. Ama olmadı.

Ortadoğu'da“bakire kız” yerine, “yağız atlı süvari” olarak at koşturacaksan; bu operasyon iyi bir başlangıç olurdu. Ama olmadı.

Son günlerde MİT ve Hakan Fidan'ın başarısı konuşulurken; örtülü ödenekten teröristlere 150 milyon dolar fidye parası vermek yerine pilotları askeri bir operasyonla kurtarmak, bölgede MİT'in arz-ı endam ederek gövde gösterisinde bulunması bakımından iyi olurdu. Ama olmadı.

MİT'in istihbaratıyla Lübnan'a yıldırım operasyonu düzenlenip pilotlar kurtarılsa; Bordo Bereliler'in büyük başarısı olarak tarihe geçer, PKK'yı 30 yılda bitiremeyen TSK'nın kötü sicilini temizlemesi bakımından harika olurdu. Ama olmadı.

Örtülü ödenekten 150 milyon dolar fidye parası verildiği söylenirken, başbakanın Büyük İskender edasıyla pilotları karşılamaya havaalanına gitmesi de ayrı bir fiyaskoydu.

Suriye konusunda ABD'nin Türkiye'yi ortada bırakması, İran'ın her dönem yanar döner tavrı, müstemleke Irak Valisi Talabani'nin bile Türkiye'yi bir yerine takmaması, Türkiye'nin hiçbir konuda Hizbullah, Hamas, El Fetih'e nüfuz edememesi, Mısır'da ise esamesinin okunmaması; Ortadoğu liyakatındaki derecemizi gösteriyor.

Türkiye'nin Ortadoğu sahnesinde alacağı rol; Nuri Alço ve Coşkun'un partneri, gazozuna ilaç katılan Ahu Tuğba veya Şehnaz Dilan'dan farklı olmayacağı aşikâr...

25 Ekim 2013



Doğduğu köyden çok uzaktaydı. Çoktan beridir unutmuştu zaten. Amcasının himayesiyle uzun zaman önce kopmuştu o topraklardan. Geniş odasının denize bakan balkonundan güneşin batışını seyrederken, gücünün farkındaydı imparator I. Jüstinyen. Tahttan indirilmesi için çıkarılan isyanı güç bela da olsa bastırmış, hipodroma topladığı isyancıları kadın, erkek demeden kılıçtan geçirtmişti. Ölmektense, öldürmeyi tercih etmişti. Tarihe Nika İsyanı olarak geçecek olan isyan onun için yeni bir başlangıç olacaktı.

Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen adını tarihe yazdırmanın peşindeydi. İmparator olduktan sonra, büyük bayındırlık hizmetlerinde bulunmuş, yeni medeni kanun hazırlatmış olmasına rağmen yaptıklarını tatmin edici bulmuyordu. Gücüne güç katacak. Doğuda ve batıda adını herkese duyurabilmeyi sağlamak ve eski tanrıları gibi ölümsüz olmak istiyordu.

Bitmeyen iktidar mücadeleleri ve imparatorluğun büyüyen sınırları nedeniyle Roma İmparatorluğu’nu iki merkezden yönetme kararı alınınca, Roma gibi ikinci merkezin de yedi tepeli bir bölgede kurulması fikri ortaya çıktı. Yedi rakamı pagan inanışta kutsaldı. Truva ve İzmit dâhil birçok yer elendikten sonra, Konstantinopolis Roma’nın eşzamanlı ikinci başkenti olarak kabul edildi. Şehrin daha önceki adı byzantion iken, ilk imparator Doğu Roma İmparatoru Konstantin’in adı verildi. Yıl: 395.

İşte bu yedi tepenin biri üzerine kurulmuş olan Büyük Roma Sarayı’nın tahtında oturan I. Jüstinyen, Nika ayaklanmasıyla yıkılan Ayasofya Kilisesi’ni yeniden inşa etmek için iki mimar görevlendirdi. Jüstinyen mimarlarına istediği yapıyı tarif ederken, Hıristiyan dünyası için simge olacak bir yapıyı da anlatıyordu.

5 yıl gibi- rekoru hala kırılamayan- bir sürede yapımı biten Ayasofya Kilisesi’nin muazzam kubbesi gökyüzüne yükselirken, takvimler 537’yi gösteriyordu. Ayasofya o zamana kadar en büyük yapı olan Süleyman Mabedi’nden daha da büyüktü.  Jüstinyen kiliseyi gördüğünde öyle bir kibir denizinde yüzüyordu ki, Ey Süleyman! Seni yendimdiyerek tarihe geçecek sözünü söyledi.

Ayasofya bin yıl boyunca - 1520’de İspanya’daki Sevilla Katedrali yapılana kadar- en büyük katedral olma özelliğini taşıdı. Kilise şehrin her yerinden rahatlıkla görüldüğü gibi, karşı kıyıdan bile izlenmesi mümkündü.

Roma İmparatoru I. Jüstinyen tarihe adını yazdırmayı başardı.

I. Jüstinyen’in muhteşem mabedi, bin yıl kilise, beş yüz yıl cami ve seksen yıl müze olarak kullanılan Ayasofya bugün halen ayakta.

ÖLÜMSÜZLEŞMENİN İLK ADIMI

Yıl 2012. Jüstinyen’in Büyük Saray’ın üzerinde çağdaş(!) çarpık binalar yükselirken, denizin karşı tarafında, Roma Sarayı kadar gösteriş ve şâşâlı olmayan mütevazı bir villada, 9 yıldır başbakan koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan düşünceli, düşünceli çalışma odasında bir ileri bir geri turluyordu.

İstanbul’a damgasını vurmuş sabık imparatordan geriye kalan Ayasofya’yı, penceresinden göremiyordu ama en az Jüstinyen kadar hırslıydı. Adını tarihe yazdırmalıydı. İstanbul için düşündüğü “çılgın proje”yi hayata geçirmek en azından şimdilik bir hayaldi. O takdirde bir yenisi devreye girmeliydi.

Büyük imparatorlar şehre yüzlerce-binlerce yıl sürecek damgalar vurmuştu. Kral Byzas, kenti kurmuştu. Konstantin adını vermiş, Thedoisus şehrin efsane surlarını yaptırmıştı. Bin 500 yıllık Ayasofya’yı Jüstinyen, şehri yeniden dünya şehri yapan ise Fatih idi. 4 yıl İstanbul Belediye Başkanlığı yapan Tayyip Erdoğan, 9 yıldır da ülkeyi yönetiyordu. Bu şehre damgasını vurmanın, ölümsüzleşmenin de vakti gelmişti. Gelenek buydu. İstanbul tarihi böyle yazılmıştı.

Ayasofya şehrin her yerinden görülebilecek şekilde eski şehrin yedi tepesinden birinde kurulmuştu. Jüstinyen’in sarayının hemen yanı başındaydı.

Çamlıca tepesi yeni şehrin yedi tepesinden biri olmasıyla Tayyip Erdoğan’ın evinin yanı başı sayılırdı. Buraya yapılacak muhteşem bir mabed, şehrin her yerinden görülürdü.

Belki dünyanın en büyük camisi olmayacak, belki Tayyip Erdoğan’ın adını tarihe yazdıracak nitelikleri de taşıyamayabilirdi. Ancak Çamlıca Camii, tarihe vurulacak Recep Tayyip Erdoğan damganın ilk adımı olabilirdi…

DEVLET KASASINDAN CAMİ YAPTIRILIR MI?

20 Temmuz 2012 Yer: Ataşehir. Gökdelenlerin gölgesinde 10 bin kişilik Mimar Sinan Camii yükseliyordu. Anadolu yakasının en büyük camisi olan bu cami, Tayyip Erdoğan’ın isteğiyle yapıldı. Ayasofya ve camiye adı verilen Mimar Sinan’ın Selimiye’siyle kıyaslandığında sadece yapım süresi olarak onlardan ayırt ediliyordu. İki yılda tamamlanmıştı. Fakat Türk mimarisinin son dönem yapıtı olarak önem taşıyordu. Ataşehir gibi bir yerde o kadar büyük bir camiye gerek var mıydı orası tartışılır. Fakat caminin yapım sebebi ihtiyacı karşılamaktan öte bir şeydi.

Caminin açılışında konuşma yapan Erdoğan, Mimar Sinan Camii’nden ‘Selâtin Camii’ olarak söz ediyor. Anadolu yakasında bu tanımlamadaki camilerin yapımına devam edileceğini söylüyordu. Caminin girişinde bir de Erdoğan’ın estetik fakiri kitabesi bulunuyordu.

Erdoğan’ın fazlasıyla sözlerini önemsiyorum. Erdoğan söylediği hiçbir lafı iş olsun diye söylemeyen, konuşmalarının satır aralarında, mesajlar veren bir siyasetçi. Belki gelecek planlamasını bile konuşmalarından anlamak mümkün.

Cami açılışında yaptığı konuşmada kullandığı ‘Selâtin Camii’lerinin ne olduğunu ve neyi temsil ettiğini Erdoğan çok iyi biliyor.

Selâtin Camileri, padişah camileridir. Bu camileri başlangıçta, zafer kazanan padişahlar tarafından yaptırılıyordu. Camiler sultanın kişisel servetinden inşa edilir, devlet kasanından katkı yapılmazdı. Daha sonra I. Ahmed’in Sultanahmet Camiini yaptırmasıyla bu gelenek bozuldu. Sefere gitmeyen ve zafer kazanmayan padişahlar da cami yaptırır oldu.

Başbakan’ın Mimar Sinan Camii’ne Selâtin Camii demesinin altında ne gibi bir anlam yatıyor bunu anlamaya çalışacağız.
(Camiler halkın bağışlarıyla yapılıyor. Bugüne kadar ki teamül budur. Mimar Sinan Camii yapımında devlet yardımı oldu mu bilmiyorum-benim bilgi eksikliğim-Çamlıca Camii hangi bütçeyle inşa ettirilecek bunu da bilmiyorum. Önemli gördüğüm bir noktayı vurgulamak istiyorum. Erdoğan Selatin Camileri yaptırmak istiyor. Bunu yaparken lütfen, camilere vakfiyeler kazandırmaya baksın. Zira camilerin halka el açması, son derece iç burkucu ve onur kırıcı bir durum. Bugün kanıksamamıza rağmen, camilerin sosyal hayatın içine girememelerinin sebeplerinden biri olarak bu sorunu görüyorum.)

AYIYA ‘DAYI’ MI DİYOR

Tayyip Erdoğan, parti içinde kendine tam biat edilen bir genel başkan olmakla beraber aynı zamanda ülkeyi de tek adam mantığıyla yönetme güdüsü yüksek bir şahsiyet. Karizması ve “racon kesme” üslübu uluslararası arenada da dikkat ve şaşkınlıkla izleniyor. Türk siyasetinde bir ekol. Birçok alanda yaptığı devrim niteliğindeki yeniliklerle, tartışmalara neden olsa da, üç dönem iktidarda kalarak oyunu yükselten tek partinin sarsılmaz lideri. Yüzde 48’lik oy onun rahat hareketinin en büyük sebebi.
Ortadoğu’da zıp zıp zıplaması, her planın içinde olması onun ‘ağır abi’liğine ters, fakat dominant karakteriyle uyuşan bir durum.
Geçen yıl Tahrir Meydanı’nda yaptığı konuşmayla İslam âlemini de kanatları altında toplamak isteyen tavrı, alkış topladı.

Her ne kadar “BOP eşbaşkanıyım” dese de ve yaptıklarını öyle değerlendirip belki de su-i zanda bulunsak da; ‘köprüyü geçene kadar ayıya, dayı diyor’ tezi de hüsnü kabul görüyor.

Bu tez üzerinden gittiğimizde ve 2014’te cumhurbaşkanlığına oynayarak, sonra ki süreçte de, yarı başkanlık/başkanlık sistemi isteyeceğini sağır sultan bile biliyor. Peki ya daha sonra ki adım ne olacak.

‘HİLAFET’

11 yıl ülkeyi tek başına yönettikten sonra, küçük bir hamleyle cumhurbaşkanı olan, hele hele başkanlık koltuğuna da oturursa Tayyip Erdoğan gibi bir insanın tek bir arzusu kalır: HALİFE OLMAK.

Selâtin Camileri yaptıran ve Kemalist kurumları alt-üst ederek, yeni anayasa ile devletin kuruluş ideolojisini baştanbaşa değiştirmeyi hedefleyen, attığı her adım olay olan bir siyasi şahsiyetin ulaşacağı son nokta ne olurdu sizce…

GÜNDÜZ NİYETİNE…

Belki bu da BOP kapsamında…  Ancak hilafetin bize bu bölgede belki de kazancı olabilir. 1924 yılında kaldırılan hilafet, dünya Müslümanlarının bir noktada lidersiz kalmasına neden olmuştu. Tüm dünyada uzun yıllardır tartışma konusu olan ‘hilafet’, 1517’de Yavuz’un Mısır seferi ve ardından Memluklara son vermesiyle Osmanlı hanedanına geçti. Son Abbasi halifesi 3. Mütevekkil ile İslam Sancağı ve Kutsal Emanetler İstanbul’a getirildi. Mütevekkil’in ölümünden sonra, Abbasi hanedanından halife çıkmasını engelleyen Yavuz, halifeliğin kendisine geçmesini sağladı.

Cumhuriyetin ilanı ve saltanatın kaldırılmasından sonra, TBMM tarafından seçilen son halife II. Abdülmecit’in varlığı, devrimlerin önünde engel addedilince, hilafet 3 Mart 1924 tarihinde meclisin aldığı bir karar ve çıkarılan bir kanunla tümden ortadan kaldırıldı.

Devrimler açısından son derece elzem görünen hilafetin kaldırılmasının, İslam dünyasında elbette olumsuz yansımaları oldu. İnanan kitle açısından dünyada ikinci semavi din olan İslamiyet’in kişi ve kurum olarak ‘hilafet’e bağlı olması ve dünya Müslümanlarının, tek merkeze bağlı kalmalarının-hele hele bir Türk halifenin olmasının-önemi günümüzde daha çok ortaya çıkıyor.

Osmanlı’nın son dönemlerinde Sultan II. Abdülhamid Han’ın, hilafet makamından yararlanıp, ‘İslam birliği’ stratejisini çok iyi kullanmasıyla, topraklarında yangın olan bir imparatorluğun ömrünü uzatmayı başarmıştı.

Bu yangın imparatorluğun eski topraklarında bugün yeniden tezahürüyle; emperyalist güçlerin fiili ve siyasi işgali altında kalan eski Osmanlı halkları, kendisine sunulan, ‘baharın’ kanlı çiçeklerine kanarak, ateşe koşuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, İsrail’e ‘van minüt’ü ve Tahrir konuşması gibi bölgenin yakın takibi altındaki tavırları, fecaat içinde bulunan eski Osmanlı halklarını kucaklamaya yönelik siyaseti, büyük ölçüde karşılık görmekte.

Böyle bir makama şimdiye dek, dünya üzerinde kimsenin cüret edememesi, hilafetin ilelebet zuhur etmeyeceği anlamına gelmiyor. Kanımca dünya Müslümanları, Türklerden 500 yıl boyunca ona halel getirmeden ellerinden düşürmedikleri Hilafet Sancağı’nı, yeniden yüceltecekleri günü bekliyor.

Laik Türkiye Cumhuriyeti tarafından ilga edilen bir kurumun yeniden hayat bulması, Kemalizme vurulacak en büyük darbelerden biri olacağı gibi, hilafet doğru kullanıldığında, Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye adına büyük koz olacaktır.

Şunu iddia ediyorum: Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olduktan sonra, medya ve siyasi arenada ‘Hilafet Tartışmaları’ başlayacaktır.

Yeniden hatırlatma gereği duyuyorum: Her ne kadar bu gelişmeler, emperyalist güçlerin politikalarına uygun sürdürülüyor gibi görünse de…

Kemalist cumhuriyet kurumlarının reorganizasyonu, belki de laikliğin yeni anayasayla artık tarih olması, Jüstinyen’in Ayasofyası’na muadil Çamlıca’da cami projesi, eski imparatorluğu yeniden diriltme çabaları, başkanlık sistemi, Tayyip Erdoğan’ı Özal’dan da öteye taşıyor. Belki Özal’ın yarım kalan misyonu üzerinden devam ediyor. Belki de kendine verilen rolü oynuyor. Zaman gösterecek.

Tayyip Erdoğan’ın ‘Hilafet Rüyası’ gündüz niyetine…





 İnsanlar artık birbirine sormaya başladı: “Suriye’den sonra acaba sırada İran’mı var” diye. ABD Suriye’den de önce İran'ı hedef tahtasına oturtmuştu. Kolay lokma olmadığı için etrafından dolaşıp zaman kazanmaya çalışıyor.

Suriye işgaline Rusya ile birlikte göz yumarsa, sıranın kendine geleceğini gayet iyi biliyor İran. Sam amca kafasına koymuş bir kere Türkiye’yi de yanına almış, doludizgin at sürüyor Ortadoğu çöllerinde.

Peki sonra ne olacak? Irak, Suriye’den sonra İran da işgal edilirse, asıl  o zaman sıra kime gelecek. “Bize mi” sorularını duyar gibiyim.
Hani biz eşbaşkan idik. Hani stratejik müttefiktik. Irak ve Suriye işgal edilirken alkış tutup, kendimizi de kahraman ilan ederek; Irak ve Suriye’ye gelen barışdan(!) kendimize pay çıkarmadık mı?

Neden sıra bize gelsin ki?

Muhammed Celaleddin sekiz yüz yıl önce ‘kazın ayağı’nın öyle olmadığını anlatmış kıssadan hisseyle…

**********


SARI ÖKÜZ HİKAYESİ

Otlakların birinde bir öküz sürüsü yaşarmış. Çevredeki aslan sürüsünün de gözü öküzlerdeymiş.
Ancak, öküzler saldırı anında bir araya geldiği zaman, aslanların yapacak bir şeyi kalmazmış. Bu yüzden küçük hayvanlarla beslenmek zorunda kalan aslanlar, iyi beslenememeye başlayınca bir çare düşünmüşler. Topal aslan yanına bir iki aslanı da alarak, beyaz bayrak çekmiş ve öküz sürüsüne yanaşmış.

 "SUÇ HEP O SARI ÖKÜZ''DE..."

 Öküzlerin lideri Boz Öküz ve yanındakilere tatlı dille konuşmaya başlamış:

"Saygıdeğer öküz efendiler. Bugün buraya sizden özür dilemeye geldik. Biliyorum bugüne kadar sizlere zarar verdik. Ama inanın ki, bunların hiçbirini isteyerek yapmadık. Bütün suç hep o Sarı Öküz''de. Onun rengi sizinkilerden farklı ve bizim de gözümüzü kamaştırıyor, aklımızı başımızdan alıyor. Biz de barışseverliğimizi unutuyor ve saldırganlaşıyoruz. Sizle bir sorunumuz yok. Verin onu bize, siz kurtulun, yine barış içinde yaşayalım."

Boz Öküz ve heyeti bu sözler üzerine aralarında tartışmış ve teklifi haklı bularak, Sarı Öküz''ü vermişler aslanlara. Bir tek Benekli Öküz karşı çıkmış ama kimseye derdini anlatamamış.

 "AFERİN SİZİ KUTLARIZ!"

 Bir süre sonra aslanlar yine aynı yöntemle gelip, bu kez Uzun Kuyruk''u istemişler:

"Gördünüz mü ne kadar barış severiz. Sizi de kararınızdan dolayı kutlarız. Ancak, şu sizin Uzun Kuyruk var ya, kuyruğunu salladıkça nereden baksak görünüyor ve aklımızı başımızdan alıyor. Size saldırmamak için kendimizi zor tutuyoruz. Oysa sizler normal kuyruklusunuz. Verin onu bize, bu konuyu kapatıp, barış içinde yaşamaya devam edelim."

Boz Öküz ve heyeti, Uzun Kuyruk''u teslim etmiş, yine Benekli Öküz karşı çıkmış. Uzun Kuyruk, aslanların pençesi altında can vermiş.

"NEREDE KAYBETTİK BİZ BU SAVAŞI?"

Bu olay sürekli tekrarlanmış, her seferinde farklı bahanelerle. Sonunda öküzler zayıflamış, aslanlar küstahlaşmış. Artık, hiçbir bahane ileri sürmeden, doğrudan müdahale ederek, "Verin bize şunu, yoksa karışmayız" demeye başlamışlar.

Birer birer aslanların pençesinde can verirken, Boz Öküz ve birkaç öküz kalmış geride. İçlerinden biri liderlerine, "Ne oldu bize, nerede kaybettik biz bu savaşı? Oysa, vaktiyle ne kadar güçlüydük" diye sormuş.

Boz Öküz, Benekli Öküz''ün sözlerini hatırlayarak, gözleri nemli "Biz" demiş, "Sarı Öküz''ü verdiğimiz gün kaybettik bu savaşı.."



ABD ve İsrail’in Ortadoğu kaygıları; Arap-İsrail savaşının bittiği Ortadoğu’da, rehavet dönemine girileceği ümidi yeşerirken birden bire yeniden alevlendi. Bunun sebebi 1979 yılındaki İran İslam Devrimiydi.  Ortadoğu’da büyük bir müttefikini kaybeden ikili, devrimle eşgüdümlü planlarını devreye sokarak-Saddam Hüseyin’in CIA operasyonuyla Irak’ın başına geçmesi-8 yıl sürecek gibi görünmesine rağmen, artık bu topraklarda kanın durmadan akacağının işareti olan İran-Irak Savaşı’nı başlattılar.

Savaşlar ve operasyonlar birbirini izlerken, Irak’ta yaşananlarla birlikte Türkiye ön planda olma ve bölgeyi kontrol etme arzusunu hep taşıdı. Bu refleksle, Saddam’ın düşmanı iki kürt lideri her zaman himayesinde tuttu. Mesut Barzani, Celal Talabani.

Saddam iki kürt lideri K. Irak’a hapsetmesine rağmen, Türkiye ceplerine kırmızı pasaport koyarak, dünyaya kendi topraklarından açılmasını sağladı. Bunu yaparken de, sandı ki; K. Irak’ı Talabani ve Barzani aracılığıyla kontrol altında tutacak.

İki grubun peşmergelerini de Türk askerleri eğitti. ABD’den gelen askeri ve lojistik yardım Türkiye üzerinden kendilerine ulaştı. Kısaca Türkiye olmasa, bugün Irak’ın cumhurbaşkanı olan zat ne hayatta olur. Ne de K. Irak’ta kürt hakimiyeti mümkün olurdu. Varlıklarını Türkiye Cumhuriyeti’ne borçlu olan bu iki siyasi figürün Türkiye’ye teşekkürü nasıl oldu malum.

PKK’yı her zaman desteklediler. Ve topraklarında bulunmalarına göz yumdular. Türkiye’deki kürt vatandaşlarını zaman zaman kışkırttılar.

Her zaman söyleriz. “Koskoca Türkiye Cumhuriyeti” diye.

İşte bu koca devlet iki kıçı kırık peşmergeyi avucunda tutamadı.

Adamların başı ayrı, kıçı ayrı oynuyor. Bir Türkiye’ye, bir ABD’ye, bir Rusya’ya göz kırparak, ‘gemisini yürüten kaptan’ misali bugüne kadar geldiler. Ve daha da önemli şahıslar oldular. Artık Irak için vazgeçilmezler. Biri cumhurbaşkanı oldu, diğeri ise bağımsız devlet kuruyor/kurdu.

Bugün BOP eşbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Ortadoğu’daki gelişmeleri hayretle izlediğine eminim. Zira K. Irak’ta ‘Kürt Devleti’ kırmızı çizgimiz iken ve daha bunu çözememişken, şimdi de başına ‘Büyük Kürt Devleti’ sorununu aldı. Suriye’deki gelişmeler gösteriyor ki Kuzey Suriye, K. Irak ile birleşerek, Büyük Kürt Devleti kurulmak isteniyor.

Tayyip Erdoğan ayıkla pirincin taşını… Ama pirinci bulmak için Dimyat’a mı gidersin yoksa, Halep’ten geri mi döner de evdeki bulgurun peşine düşersin bilinmez.

Aşağıda okuyacağınız yazı 2010 yılında yayınlanan TEKTAŞIN KANI adlı kitabıma aittir.
K. Irak’ta yıllarca beslediğimiz Barzani ve ailesine ait bilgilerin yanı sıra ilişkileri de anlatılmaktadır.

**********

İSRİAL’İN K. IRAK’TAKİ UŞAĞI: YAHUDİ BARZANİ 

Irak'ın kuzeyinde yüzyıllardır yaşamakta olan Kürt Yahudileri, İsrail ile önemli bir akrabalık bağı kurar.
Dr. A. Medyalı ismiyle kaleme alınan Kürdistanlı Yahudiler adlı kitapta, “Kürtlerin Ortadoğu'da Yahudilere karşı düşmanlık hisleri beslemesinin hiçbir yararı yoktur. Kürtler Yahudi toplumuyla daha sıcak ilişkiler kurmak durumundadırlar. Yahudi toplumunun demokratik kurumlarını görmezden gelemezler. Yahudi toplumu Ortadoğu'da Kürtlerin doğal ittifakçısıdır ” der.

Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir haber, K. Iraklı Kürtlerin içinde en meşhur olan Barzani ailesinin Yahudi olduğu ve aile içinden birçok haham yetiştiğinden söz ediyordu. Sefa Kaplan imzasıyla çıkan haber şöyle:

Barzani Ailesi'nin Yahudi olduğu ortaya çıktı [110]

Muhtemel bir savaşta Türk askerinin Kuzey Irak'ta yer almasını istemeyen Barzani Ailesi'nin, Kürt Yahudisi olduğu ve ailenin pek çok haham yetiştirdiği ortaya çıktı.

Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan UCLA öğretim üyesi Prof. Yona Sabar, yazdığı kitapta bu iddiaları doğruladı. Tarihçi Ahmet Uçar da, Osmanlı arşivlerinde, Sallum Barzani adlı bir hahamın önce Selanik'e, arkasından da Kudüs'e sürgün edildiğine dair bir belge yayımladı. Bilindiği gibi, Molla Mustafa Barzani ile oğlu Mesut Barzani, İsrail'le kurduğu iyi ilişkilerle tanınıyor ve İsrail öteden beri Irak Kürtleri'nin bağımsızlığını destekliyor.

1982 yılında Yale Üniversitesi tarafından yayımlanan ‘‘The Folk Literature of the Kurdistani Jews: An Anthology (Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antoloji) başlıklı kitap, başlangıçta sıradan bir antropolojik çalışma muamelesi gördü. Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan ve Los Angeles'teki Californiya Üniversitesi'nde (UCLA) görev yapan Prof. Yona Sabar tarafından kaleme alınan kitap, büyük çoğunluğu Kuzey Irak'ta yaşayan Kürt Yahudileri'nin hayatına ışık tutuyordu.

Ancak, Prof. Yona Sabar'ın kitabında daha ilginç bilgiler de vardı. Bunlardan en önemlisi de Barzani ailesi ile ilgiliydi. Prof. Sabar'ın verdiği bilgiye göre, 16. ve 17. yüzyılda bölgede yaşayan ailelerin en ünlülerinden biri Barzani ailesiydi ve bu aileye mensup hahamların kurduğu Yahudi eğitim kurumları büyük bir itibara sahipti. Öyle ki, başta Mısır olmak üzere Ortadoğu'nun muhtelif ülkelerinden buraya öğrenci akını oluyordu. Hatta, Haham Nathanel Barzani, bölgede nadiren görülen zenginlikte bir kütüphaneye de sahipti ve kitapların büyük çoğunluğu da elyazmasıydı. Bu kitaplar, yine haham olan oğlu Samuel Barzani'ye miras kalacaktı. İşin daha da çarpıcı yanı, Amerikan reformcu Yahudileri tarafından tam bir yüzyıl sonra kabul edilecek olan ilk kadın haham da Samuel Barzani'nin kızıydı ve ismi de Asenath Barzani'ydi.

Bir tek aile var

İnternet aracılığıyla konuya ilişkin görüşlerine başvurduğumuz Prof. Yona Sabar, Yahudi Barzani ailesinin kurucusunun 16. yüzyılda yaşayan Haham Samuel Barzani olduğunu belirterek, ailenin sonraki yüzyıllarda Musul, Kerkük ve Erbil yöresinde etkili olduğunu söyledi. Ancak, Barzani ismini taşıyan herkesi Kürt Yahudisi olarak görmenin doğru olmadığını savunan Prof. Yona Sabar, Barzan doğumluların bu isimle çağrıldığını söyledi.

Ancak, tarihçi Ahmet Uçar, Osmanlı arşivlerinde bölgede bir tek Barzani ailesi bulunduğuna dair kayıtların yer aldığını hatırlatarak, günümüz Barzanileri'nin atalarının Yahudi olduğundan şüphe duyulamayacağını ifade etti. Ahmet Uçar, Prof. Sabar'ın, Barzaniler'in ne zaman müslüman olduklarına ilişkin detaylara girmediğini de savundu.

Ahmet Uçar'ın yine Osmanlı arşivinde bulduğu bir başka belge ise 1856 yılında Sallum Barzani isimli bir hahamın, Musul'dan Selanik'e, oradan da Hahambaşılığın özel ricası ile Kudüs'e sürgün edildiğini gösteriyor. Uçar'ın ifadesine göre, ‘‘Kudüs'e Yahudi iskánı ile tereddütler olduğu için; Hariciye Nezareti'nin de görüşü alınarak 29 Şubat 1856'da Hahambaşı'nca verilen dilekçe Osmanlı hükümetince 11 Nisan'da görüşülerek uygun bulunmuş ve Sallum Barzani 20 Nisan 1861'de bir irade ile Kudüs'e sürülmüştü.’’ Uçar, Tarih ve Düşünce Dergisi'nde konu ile ilgili olarak yazdığı yazıda şöyle devam ediyor: ‘‘Mustafa Barzani'nin yıllar sonra kurduğu ilişkiler, hahamlarla Sallum Barzani ailesi arasındaki ilişkilerin yıllarca sürdüğünü göstermektedir. Molla Mustafa Barzani, 1950'den beri sık sık ziyaret ettiği İsrail'de her zaman Kuzey Irak kökenli, Kürtçe konuşan bir Yahudi hahamın evinde kalmaktadır: Haham David Gabay.’’ 

 Ailede pek çok ünlü haham var

Siz Yahudi Kürtler konusu ile ne zaman ilgilenmeye başladınız?

- Batılı seyyahların Kürtçe konuşan Yahudiler'den söz edildiğini görüyorsunuz. Ben bunu okuyunca, Başbakanlık Arşivi'nde, bölgedeki yerleşime ilişkin araştırmalar yaptım ama uzunca bir süre bununla ilgili herhangi bir evrak bulamadım. A. Medyalı isimli birisinin yazdığı ‘‘Kürt Yahudiler’’ isimli bir kitaba rastladım. Faik Bulut'un ‘‘Filistin Rüyası’’ isimli kitabında da İsrail'de Kürtçe konuşan Yahudiler'in bir organizasyonundan bahsediliyordu. Araştırmalarım sonucunda, Kuzey Irak'tan İsrail'e göçler yaşandığını tesbit ettim. Bugün İsrail'de geniş bir Kürtçe konuşan Yahudiler topluluğu mevcut.

Peki ya Barzani ailesi?
- Barzani ailesi ile ilgili ilk iddiaları da Amerika'da yaşayan ve kendisi Kürtçe konuşan bir Yahudi olmakla kalmayıp bu konuda uzman olan Prof. Yona Sabar'ın bir kitabında rastladım. Prof. Sabar, Barzani ailesinden gelen hahamların bölgede dini çalışmalar yaptıklarını söylüyordu. Bunun üzerine ben Barzani ailesinin kökenlerini araştırmaya başladım.

Ne buldunuz?
- Bir defa bölgede Barzani adıyla bilinen tek bir aile var. Bu aile, Kuzey Irak''taki Barzan köyünde yaşıyor. Osmanlı Arşivi'nde çalışırken, bu aile ilgili bir belge buldum. Bu belgede, 1855-56 yılında bu köyün mensuplarından Sallum Barzani adlı bir hahamın önce İstanbul'a, arkasından Selanik'e sürgün edildiği belirtiliyor.

Başka bir belge veya delil var mı elinizde?
- Molla Mustafa Barzani, ilk kez 1967 yılında İsrail'e gidiyor. Kendisini kabul eden İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan'a, hediye olarak bir 'Kürt hançeri' ile birlikte, Kerkük petrol rafinelerinin planlarını da getiriyor. Mart 1969'da yapılan bir operasyonda da Barzani-Mossad işbirliğiyle Kerkük rafinerileri bombalanıyor ve çalışamaz hale getiriliyor.

Barzani aşiretinin Yahudi kökenli olduğunun anlaşılması, bölgeye ve tarihe bakışımızda değişikliklere sebep olabilir mi?
- Olmaz mı? Tevrat'ta ‘‘Vaadedilmiş Ülke’’ olarak Nil'le Fırat arasının işaret edildiğine dair yorumlar vardır. Ayrıca, Barzani ailesi sürekli Mehdi çıkartmaktadır. Yahudilik'te de Mehdilik çok önemlidir. Ama bir yanlış anlaşılma olmasın. Ben bütün Kürtler Yahudi'dir filan demiyorum. 

MOSSAD BARZANİ İLİŞKİSİ

Türk gazeteciliğinde asla yeri doldurulamayan Uğur Mumcu, yazdığı yazılarla her zaman gündem oluşturmasını bilmişti. Ülkemiz üzerine inen sis bulutunun ardında yatanları, bir bir gün ışığına çıkaran Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdığı yazıda, MOSSAD-Barzani ilişkisini açıklıyordu. Yazılarında her zaman belge gösteren ve deliller sunan Mumcu, derin ilişkileri açığa vurduğu için, acımasız bir suikasta kurban gitmişti. Suikast daha sonra ise İran’a havale edildi. Oysa Mumcu İran ile ilgili herhangi bir yazı yazmamıştı.
Mumcu’nun 7 Ocak 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısını aynen veriyoruz:

“Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail Devleti’nin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?
Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu. MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan 'Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services' adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü’nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.

Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.
Kitapta 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (sh.327) , Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor. 1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor.

1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şah’ı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.
Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İRAN-İSRAİL üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ateşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor. (sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)

70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor. “Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521) Baba Molla Mustafa ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor.
Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek...İlgi belli...İlişki de belli...
Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?”

İSRAİL PKK’YA DA DESTEK VERİYOR

1965'li yıllara dayanan İsrail-Kürt ilişkisi, PKK'nın ortaya çıkmasından sonra K.Irak'ta daha farklı bir boyut almıştı. Türkiye ile birçok askeri iş birliği anlaşması  imzalayan İsrail, açık bir şekilde PKK’yı da desteklemekten geri durmadı.

1983 yılında İsrail Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir Türkiye'nin Kuzey Irak'ta gerçekleştirdiği sınır ötesi harekât ile ilgili olarak görüşlerini soran Brüksel'deki gazetecilere verdiği cevapta; Türkiye'yi "Kürdistan'ı işgal altında tutan devletlerden biri" olarak tanımlamış ve şöyle devam etmişti: "Ama bu işgalci devletler hiçbir şey dinlemedikleri için, Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi bir türlü sonuca ulaşamamaktadır."

2006 yılında Aksiyon Dergisi'nde yayınlanan haberde PKK'nın içinde güç savaşı olduğu belirtiliyor. Haberde örgütün ikiye ayrıldığını bunlardan bir grubun, Yahudi Kürtlerin yaşadığı bölgeye yerleştiğini söylüyor:
“Örgütün ağır silahlı kanadını kontrolünde bulunduran Halk Savunma Güçleri (HPG) sorumlusu Cemil Bayık ile Murat Karayılan arasındaki çekişme örgütü iki parçaya ayırmış durumda. Bayık’ın, hareketlilikle birlikte ekibini Zaho’ya yakın yerleşim yerlerine çektiği belirtilirken, Karayılan’ın da grubunu Erbil tarafındaki Akre ve Kürt Yahudilerin yaşadığı alan olarak bilinen Berzenci bölgesine taşıdığı belirtiliyor. Türk askerinin muhtemel bir Kandil operasyonu, boş bir alana yapılacağı için başarısızlıkla sonuçlanması kuvvetle ihtimal. Teröristler gelişmiş köylere saklanırken aynı zamanda Akre bölgesinde bulunan ve Saddam Hüseyin döneminde kışla olarak kullanılan, daha sonra işkence kaleleri olarak anılan yerlerde yaşıyorlar” [111]

İsrail yetkilileri, İsrailli askerlerin K.Irak faaliyetleri için şu savunmayı yapıyor: "Irak'ta hiçbir resmi faaliyetimiz yok. Çift pasaportlu şahıslar ya da oradakilerin akrabaları bazı faaliyetler yürütebilir. Bu, onları bağlar."
İsrail'in Kürt oyunu Türk istihbarat raporlarına da yansıdı: "MOSSAD ile KDP üç yıl önce anlaşma yaptı. Eğitim hem bölgede hem de İsrail'de veriliyor. Peşmergelere ayda 500 bin dolar hibe ediliyor."
Dönemin Dışişleri Abdullah Bakanı Gül, İsrail'in uyarıldığını ima etti, "Çok yakından takip ediyor, uyarıları yapıyoruz. Kerkük hassasiyetimizi herkes biliyor. Oldu bittiye izin vermeyiz" dedi. [112]

Saddam Hüseyin iktidarı döneminde Irak'ın güçlenmesini engellemek için Kürt kartını oynayan İsrail, şimdi de İran ve Suriye tehdidine karşı peşmergelere askeri eğitim vermeye başladı. Türk istihbarat birimleri, zamanında bölgede PKK'ya karşı işbirliği yaptığı İsrail'i yakın takibe aldı. Dışişleri Bakanlığı da konudan duyulan huzursuzluğu, doğrudan Şaron'un başında bulunduğu İsrail hükümetine iletti. [113]

 2004 yılında Sabah Gazetesi MOSSAD raporlarına ulaştığını iddia etti ve raporda yer alan bazı bilgilere yer verdi. Rapor, özetle şu bilgileri içeriyor:

* MOSSAD ile KDP, askeri eğitim konusunda kağıt üzerindeki ilk resmi anlaşmayı 2001 yılında yaptı.
* Eğitim hem bölgede, hem de İsrail'de yapılıyor.
* Peşmergelere ayda 500 bin dolar hibe veriliyor.
* Eğitime Barzani'nin yakın akrabaları da katıldı.
* Bölgedeki MOSSAD ajanlarının çoğu Kürt Yahudisi.
* Eğitim verenlerin tamamı lehçelerine kadar Kürtçe biliyor.
* Peşmergelere verilen eğitim, bölge ülkeleri ile ilgili genel bilgileri de sağlıyor. [114]

DİPNOT
[110] Barzani Ailesi'nin Yahudi olduğu ortaya çıktı/Sefa Kaplan/Hürriyet/18 Şubat 2003
[111] PKK’ya Yahudi Kürtler kucak açıyor/Haşim Söylemez/Aksiyon sayı:595/1 Mayıs 2006
[112] İsrail'den komik savunma/Zeynep Tuğrul-Işıl Abışgil/Sabah/22 Haziran 2004
[113] [114] Mossad, Kuzey Irak'ta cirit atıyor /Zeynep Tuğrul-Işıl Abışgil/Sabah/22 Haziran 2004


(TEKTAŞIN KANI, Kemâl Kaplan, Stigma 2010, s.249-260)

Irak'la başlayan Ortadoğu ateşi, Suriye'yi tamamen sarmak üzere. Mısır askeri darbeyle, BOP'tan şimdilik paçayı sıyırmış görünüyor.

Arap Baharı olarak lanse edilen, ABD'nin Ortadoğu dizaynı, tüm dünyanın gözü önünde kanla yoğruluyor. Bölgede dengeler ne zaman bozuldu? Ortadoğu'ya demokrasi getirme fikri ne zaman çıktı?

Petrolün kontrolü amacıyla yeni bir dizayna gidildiği tezleri ağırlık kazanmasına rağmen, dünya kotrolünün elinde olmasını seven ABD, Ortadoğu'da en büyük müttefiki olan İran'ı kaybetmesiyle büyük travma yaşamıştı.
İran için büyük emek veren ABD bir gecede Ortadoğu'nun en güçlü devletini kaybedecekti. Mollaların isyanı, Ortadoğu'daki dengeleri alt üst edecek, ABD'nin B Planı devreye kanlı bir şekilde girecekti.

Osmanlı’nın çöküşünden sonra masa üzerinde çizilen sınırlar, kimseyi tatmin etmemiş olsa da, herkes bu oyunu gayet güzel oynuyordu. Ortadoğu, Arap-İsrail savaşından yeni çıkmış, ortalık durulmaya başlarken, dengeleri altüst edecek bir gelişme yaşandı: İran İslâm Devrimi.

ABD ve İsrail siyaseti Ortadoğu’da aynı paralelde giderken, İran Şahı da her zaman ABD müttefikiydi. ABD için İran, çölün ortasında bir kaleydi adeta. Şah zamanında ABD’den alınan uçaklarla zamanın 5. hava gücü olan İran, dönemin ikinci süper gücü SSCB için de bir tehdit oluşturuyordu.

İran içinde yaşanan ekonomik ve siyasi krizler, mollaların solcularla birleşerek, şahı devirmeleri ve ardından İslâm Devrimi’ni gerçekleştirmelerinden sonra; ABD büyükelçiliğinin işgali ve rehine kriziyle birlikte, İran’ın ABD’yi ‘büyük şeytan’ ilan etmesi, ABD’nin Ortadoğu’daki kalesinin düştüğünü gösteren emareler olmasına rağmen, ABD’nin B planı devreye girdi: Saddam Hüseyin.

SADDAM FAKTÖRÜ

Her dönem tümden hegemonya politikası güden ABD, devrimle eşzamanlı olarak aynı yıl Irak’ta Saddam Hüseyin’i iktidara taşımayı başardı. Soğuk savaş yıllarıydı. İran ABD müttefiki iken birden rotayı komşusu Sovyetler'e çevirmişti. Ruslar aynı zamanda Afganistan’ı da işgal ederek, ABD’nin Asya’daki çıkar alanlarına büyük darbe vurdu. Afgan haşhaşının kontrolü Sovyet Rusya'nın eline geçmişti.

İsrail’in Filistin’i işgal etmesiyle başlayan Ortadoğu ateşi, bu defa hiç sönmeyecek bir sürece giriyordu.

CIA’nin yetiştirdiği Saddam Hüseyin, 1957 yılında Baas Partisi’ne girmiş iki yıl sonra da, başbakana suikast düzenleyen ekibin içinde yer almıştı. Suikast başarısız olmuş, Saddam yaralanmış ve önce Suriye’ye ardından Mısır’a kaçmıştı.

1963 yılında Baas Partisi’nin iktidara gelişiyle yeniden Irak’a geldi. Kısa sürede parti içinde yükseldi. Partisini ikinci kez iktidara getiren 1968'deki darbede önemli bir rol oynamıştı. Kasım 1969'da Devrim Komuta Konseyi başkan yardımcılığına getirildi.

1979 yılında ise tüm gücü kendisinde topladı. İktidara gelişinin birinci yılında İran’ın havaalanlarını bombalayarak, İran petrol sahalarını işgal etti. 8 yıl süren savaşta bir galip çıkmadı. Milyonlarca dolar silah tüccarlarının cebine girdi. İki ülkenin silah alımıyla uluslar arası güçler büyük kârlar elde etti.

1988 yılındaki ateşkesten sonra her iki ülke de, ekonomik sıkıntılar içindeydi.
Bu arada ateşkesten birkaç ay önce Kuzey Irak’ta hiç beklenmeyen bir katliam yaşandı: Halepçe.

HALEPÇE VE ARDINDAKİLER

İran savaşını fırsat bilen Kürtler de, Saddam’a karşı ayaklanmıştı ve İran’a destek veriyorlardı. İran’ın büyük taarruz başlatmasıyla, peşmergeler de Halepçe’ye girdi. Saddam verdiği bir emirle 16 Mart 1988'de Halepçe’de kimyasal silah kullanarak 5 binden fazla kişinin ölümüne sebep oldu.

Saddam bu suçlamayı hiçbir zaman kabul etmedi.

2004'te CIA’nin eski Ortadoğu'dan sorumlu yüksek araştırmacısı ve 1988–2000 arasında Amerika Kara Harp Okulu öğretim üyesi görevinde bulunmuş olan Prof. Stephen Pelletier tarafından hazırlanan ve söz konusu zehirli silahların İran'a ait olduğunu gösteren rapor açıklandı.

Fakat bundan daha önce Halepçe’yle ilgili çok ilginç bir iddia da Türk yetkililerden geldi. JİTEM Komutanı Binbaşı A. Cem Ersever, Halepçe’de hardal gazı kullanılmadığı ve bunu da Saddam’ın yapmadığını açıkladı. Söz konusu bölgeye gittiklerini ve ellerinde laboratuvar sonuçları olduğunu söyleyen Ersever, 1993 yılında faili meçhul bir cinayete kurban gitti.

Halepçe’nin önemi daha sonra anlaşılacaktı. 1991 yılında…

1988 yılındaki İran-Irak ateşkesiyle, tarafların üstünlüğü söz konusu olmayınca, ABD bölgede bir türlü varlık gösterme şansını da bulamıyordu.

KUVEYT SAVAŞI DÖNÜM NOKTASI

Saddam, Kuveyt'in kendisine ait petrolü çaldığını ve üretimi yüksek tutarak petrol fiyatlarının düşmesine neden olarak Irak'ı zarara uğrattığını ileri sürmüş ve bu ülkeye 50-80 milyar ABD Doları civarında tahmin edilen borcunun silinmesini istemişti. Yapılan görüşmelerden sonuç alınamayınca Irak, 2 Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal etti.

ABD nihayet fırsatı yakalamıştı. Arap ülkeleri de Saddam’ı artık bir tehdit olarak görmeye başlamışlardı. Arap petrolleri tehlike altındaydı(!). ABD imdada yetişecekti. İngiltere ve Fransa koalisyonuyla aynı zamanda Suudi Arabistan ve Mısır’ın da asker göndermesiyle bir güç oluşturdu. 16 Ocak 1991 gecesi koalisyon uçakları Irak’ı bombalamaya başladı. Aynı zamanda tarihin ilk canlı savaşına tanık oluyordu insanoğlu. ABD TV kanalı CNN, tüm dünyaya savaşı canlı olarak yayınlıyordu.

SAVAŞ KANDIRMACASI

TV karşısına ne zaman geçseniz illa ki bir canlı yayın görüntüsüyle Irak’ın nasıl yok edildiğine şahit oluyordunuz. 28 Şubat günü ateşkes ilan edildi. Görüntüye göre koalisyon güçleri Irak’ı yerle bir etmişti. Bir ay süren bombardımandan sonra Irak’ın haritadan silinmesi gerekiyordu. Ama beklediğimiz gibi olmadı. Yıllar sonra anlayacaktık ki, bunların hepsi bir oyundu. Koalisyon güçleri Saddam’ın şişme uçak ve tanklarını bombalamıştı. Ve Saddam rejimi devam ediyordu. Saddam’a karşı bir operasyon yapılmaması ilk dönemlerde anlaşılamamıştı. Ancak misyonunun bitmediği daha sonra ortaya çıkacaktı.

ABD’nin askeri gücü artık bölgede konuşlanma fırsatı bulmuştu. Irak’ın kuzeyine bir hat çekilmiş adına 36. Paralel denmiş, buranın kuzeyinde kalan bölge uçuşa yasak bölge ilan edilmişti. ABD için at oynatabileceği bir alan oluşmuştu. Türkiye de iştahlanmış "bir koyup on alma" sevdasına düşmesine rağmen çabuk uyandırılmıştı. Çekiç Güç adı altında ABD yıllarca, K. Irak’ta istediği gibi hareket etti. Hatta PKK’ya mühimmat sağladığı bile belirlendi.
Saddam karşıtı olan Kürtler, Halepçe’den sonra büsbütün düşman oldular. ABD bu kartı, her zaman cebinde tuttu. Gerektiğinde oynayacaktı.

Yıllar böyle geçip giderken ABD, BOP’u hızlandırma kararı alınca, 11 Eylül olayı patlatıldı. Ardından, ‘terörist ülke’ tanımı yapıldı. Listeye Irak birinci sıradan giriş yaptı. ABD Irak’ın nükleer silah bulundurduğunu ve teröre destek verdiğini açıkladı.

IRAK HALKINA ÖZGÜRLÜK(!)

36. paralel’in kuzeyiyle yetinmeyeceği gün gibi aşikâr olan ABD, Irak halkına özgürlük(!) getirmek için 20 Mart 2003’de düğmeye bastı. 8 yıl İran ile savaşan Irak ordusu birden ortadan kayboldu. Düzenli bir ordu direnişiyle karşılaşmayan, ABD ve koalisyon güçleri Bağdat’a kolayca girdiler. Binlerce sivil öldü.
Irak işgal edildi. Irak yerle bir edildi. Kitle imha silahları bulunamadı. El-Kaide lideri Bin Ladin’in Irak’ta saklandığı söyleniyordu. O da bulunamadı. İkinci bir oyun daha başarıyla sahneleniyordu.

13 Aralık 2003'te Irak’ın Tikrit şehrinde bir çiftlikte Saddam Hüseyin olduğu söylenen bir kişi bulundu. Yargılandı. Ve asıldı. ABD kukla hükümet kurdu. Yıllardır Kürtleri oyaladığı için cumhurbaşkanlığını ona verdi. Başbakanı da Şiilerden seçti.

YANGIN YERİ

Irak'ta her gün iç savaş nedeniyle insanlar ölürken, sıra Mısır'a geldi. Hüsnü Mübarek devrildi. Seçimler oldu. Müslüman Kardeşler iktidarı 1 yıl sürdü. ABD zorlaması demokrasi 1 yıl sonra pes ederken, ordu darbe yaptı. Darbe karşıtları ve yanlıları sokaklara döküldü. İnsanlar ölmeye başladı. Mısır iç savaşın eşiğinde.

Irak işgali ABD'ya pahalıya mal olunca (ABD'nin 9 yıllık işgal faturası 800 milyar dolar. Ölü sayısı 8 bin. Yaralı 32 bin) bu defa Mısır gibi Suriye'yi de dışarıdan müdahaleyle karıştırmaya başladı. Rusya, İran ve hatta Çin desteği ABD'nin dış müdahaleyle Esad'ı devirmesini engelledi. İç savaş sınırlarımıza dayanmış olsa da, Esad gitmeyeceğini defalarca tekrarlıyor.

Ortadoğu yangın yeri... Bize sıçramasına çeyrek var...

Her şey "Şan gidince" başladı.


BUGÜNLERDE FACEE TE DOLAŞAN BİR FOTO VAR "BUNU PAYLAŞIN ATATÜRK'Ü EN ÜST SIRAYA TAŞIYALIM. İLK SIRADA O OLSUN" GİBİ BİR LAF VAR. BU TÜR ANTİL KUNTİL İŞLERLE UĞRAŞANLARA BİR ÇİFT SÖZÜM VAR: 


Atatürk'ü birinci sıraya taşıyınca ne olacak rahmetli mezarından kalkıp gelecek mi... Tut ki geldi diyelim, sorunlarımızı çözecek mi...Diyelim ki çözdü devamını getirebilecek mi... Getirdi diyelim... başkanlık sistemi ve kürt sorununa çare bulacak mı... Diyelim ki buldu. Bu çare bu defa Diyarbakır’ın bombalanması şeklinde mi olacak... İstihdama yönelik çözüm bulabilecek mi. Diyelim ki buldu. Bulduğu çözüm makro ekonomik parametrelere uygun olacak mı. Diyelim ki oldu. Peki bu duruma AB ne diyecek... Suriye ile krizi çözebilecek mi. Diyelim ki çözdü. Bu sorunu Beşar'la mı çözecek yoksa babayı mı uyandıracak; Hafız'la mı çözecek... İsrail'le siyasi krizi aşacak mı. Yoksa 16 Mayıs'ta Mavi Marmara gemisine atlayıp, “İlk hedefiniz Akdeniz’dir” mi diyecek. Kemal beyle, Tayyip beyin kulağından tutup, “adam gibi siyaset yapın” mı diyecek yoksa, İsmet’le, Adnan’ı mı çağıracak. Tut ki çağırdı. Onlar gelirse, daha iyi mi olacak yoksa yine birbirlerine ateş mi kusacaklar. Tut ki daha iyi oldu. O zaman da neo-liberaller, ayağa kalkacak onu gericilikle suçlayacak.

Kurduğu partinin doktrinlerinin yerlerde süründüğünü gördüğü zaman ne yapacak. Bunların alameti farikası olan altı oku alıp, gelmiş-geçmiş genel başkanların bir yerlerine mi sokacak. Diyelim ki soktu. O genel başkanlar bunun acısını anlayacak mı, yoksa “deveye diken, insana s….” mantığıyla, atalarının elini mi öpecekler. Diyelim ki öptüler. Partiyi iktidara taşıyabilecekler mi…
Onu anıtkabre koyduktan sonra 74 yıldır “izindeyiz” diyen, memleketi emanet ettiği “ist”lerine, izin bitti diyebilecek mi. Diyelim ki dedi. Pekii ortada işbaşı yapacak kemal’ist’ bulabilecek mi. Diyelim ki buldu. İçlerinden kendini çok uluslu şirketlere satmamış veya iktidara yağdanlık olmamış bir tane çıkacak mı…

Yurt gezisine çıkacak mı. Diyelim ki çıktı. Vatandaşa takla attıracak mı… Medya ile arası nasıl olacak. Rakı sofrası kurup gazetecileri buyur edecek mi. Diyelim ki etti. Kafalar demlendikten sonra mı 4+4+4 eğitim sistemini anlatacak, yoksa “Siz kimsiniz ki, ben size bu sistemi anlatayım”mı diyecek…

S&P kredi notunu düşürünce, “ben seni tanımıyorum sende kimsin”mi diyecek, yoksa tüm dünyanın ‘Barak’ dediği adama, “Hüseyin, Hüseyin” deyip, S&P’yi şikayet mi edecek. BOP’da eşbaşkan olacak mı, yoksa “BOP’u kaptırmam”mı diyecek…

Bir yıl önce ‘kardeşim’ dediği adama, “sen gitmezsen, sonun kötü olur”mu diyecek. Diyelim ki dedi. Mollalar bu duruma sert çıkınca ne yapacak, “sizle muhatap olmam, Şahınız gelsin”mi diyecek yoksa, bükemediği bileği öpecek mi…

Globalleşmeyi anlayabilecek mi, yoksa bir kavun cinsi mi sanacak. Tut ki, anladı. Doğru mu anlayacak yanlış mı; çokuluslu sermayeye kamu kurumlarını satacak mı. “Paranın dini, milleti olmaz” diyecek mi. Sosyal medya ile arası nasıl olacak. Facebook’ta sayfa açacak mı, ‘ist’lerine tweet atacak mı…

Metroseksüel mi olacak yoksa taşfırın erkeği mi, her ikisinde de rakı içmeye devam mı edecek, yoksa viskiyi mi tercih edecek. Rakıyla mesela hala leblebi yiyecek mi. Tut ki yedi. Yediği leblebiler organik olacak mı…

Tüm bunların altından kalkacak mı, yoksa “Devrim yapmak daha kolaydı, ne haliniz varsa görün” deyip 906 rakımlı tepenin yolunu mu tutacak.