Articles by "Rus"
Rus etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



KEMÂL KAPLAN
4 Ağustos 2012

Gazetecinin en büyük sermayesi haber kaynakları, bağlantılarıdır. Mesleğe başlayan herkes kısa sürede bunu kavrar ve ilişkilerini buna göre düzenler.
Her gazeteci gibi ben de, haber kaynağı edinme ve bunları uzun yıllar muhafaza etme derdinde olduğum dönemlerde, tanımıştım Cem Başar’ı. Hiçbir zaman yüzünü görmemiştim. Hatta hâlâ bir fotoğrafı bile mevcut değil bende. Üzücü aslında.

Bir arkadaşım tarafından adı ve telefon numarası verilmişti. “Kıbrıs ve Yunanistan’la ilgili azami istifade edersin” demişti.

Bugünlerde Ortadoğu gündemden düşmüyor. Yunanistan’ın pabucu dama atıldı. 90’lı yıllarda, gün geçmiyordu ki Yunanistan ile bir kriz yaşanmasın. Dış politikada en popüler meselemiz Kıbrıs ve Yunanistan idi o yıllarda.
Cem Başar, hızır gibi yetişmişti imdadıma. 17 yıl Yunanistan’da TRT, Milliyet ve Hürriyet muhabiri olarak görev yapan Başar; 1958-1963 ve 1970-1982 yılları arasında Türk-Yunan ilişkilerinin en sıcak günlerinde Atina`da bulunmuştu. Başar, yazdığı haberler nedeniyle, 1982 Mart ayında Andreas Papandreu hükümeti tarafından ‘istenmeyen adam’ ilan edilerek sınır dışı edilmesinin ardından KKTC`ye yerleşmişti.
Onunla irtibat kurduğum yıllarda Lefkoşa’da kendi kurduğu INAF adlı bir haber ajansını yönetiyordu. Kıbrıs’ta yaprak kıpırdasa, telefona sarılır onu arardım. Kıbrıs meselesine hâkim olduğundan olaylara derinlemesine analiz yapar, arka plandaki ayrıntılarını anlatırdı. Benim için bulunmaz bir ‘kaynak’tı.

2006’da 73 yaşında vefat ettiğini öğrendiğimde, adeta telefon arkadaşı olduğum Cem Başar’ın meslek hayatımda önemli bir yer teşkil ettiğini geç anlamıştım.

Yunanistan ve Kıbrıs konusunda çok sayıda kitap ve çalışması bulanan Başar’la, yine bir telefon görüşmesi yapıyorduk. Konu:  Lefkoşa’da yeşil hat Rumlar'In eylemine sahne oluyordu.

KAFASINDAN VURULAN RUM ASKERİ

Bir taraftan TV’den canlı yayınlanan eylemi izliyor diğer taraftan da, Başar’la konuşuyordum. Ajansın bulunduğu bina eylem mahalline çok yakın olduğundan o da, penceresinden izliyordu. Konuşmamız devam ederken Rum bir göstericinin sınırı geçerek bayrak direğine tırmandığını gördük. Türk bayrağını indirmek için direğe tırmanan göstericiyi Türk askeri başından vurmuştu.
Başar olayları Lefkoşa’daki odasının penceresinden canlı, ben ise yüzlerce kilometre ötede İstanbul’da aynı anda gazetedeki haber merkezinde bulunan TV’den izliyordum.
Olay günlerce uluslararası kamuoyunda tartışıldı.


KIVRIKOĞLU’NA SUİKAST GİRİŞİMİ

28 Şubat’ın ağırlığı üzerimizde karabasan gibi devam ederken, REFAHYOL’dan sonra kurulan ANASOL-D hükümeti, asker gölgesi altında icraatlarına başlamıştı. Kasım ayında düzenlenen TOROS askeri tatbikatının ikinci ayağı KKTC’de sürüyordu. 5 Kasım 1997’de tatbikatı izlemek üzere çok sayıda yüksek rütbeli asker ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da, tatbikat bölgesindeydi.

Gözlemciler tatbikatı kendileri için kurulan sahra çadırlarından izliyordu.  Tatbikat alanına birkaç kilometre mesafedeydi. Düz alanda icra edilen savaş oyunları dürbünle izlenebiliyordu.
Çadırda askeri protokol uygulandığından Hüseyin Kıvrıkoğlu ön sıradaydı. Tatbikatın en ateşli ve bol patlamalı bölümünde Kıvrıkoğlu’nun tam arkasında bulunan Albay Vural Berkay birden irkilerek oturduğu sandalyeden yere yığıldı. Yardım için herkes seferber oldu. Oradakiler Albay Berkay’ın fenalık geçirip kendini kaybettiğini düşünürlerken, yardım için albaya müdahale edenler göğsünden vurulduğunu dehşetle müşahede ettiler. O esnada Kıvrıkoğlu da olanları anlamaya çalışıyordu.

Ertesi gün, Albay Vural Berkay’ın seken bir kurşunla Toros-2/97 adlı tatbikatta şehit olduğu haberi ajanslara düştü. Haberi okur okumaz, vakit kaybetmeden Cem Başar’ı aradım ama ofisinde yoktu. Yardımcısı Mutlu Beye not bıraktım. Öğleden sonra haber merkezinin telefonu benim için çalıyordu. Arayan Başar idi. Hâl-hatırdan sonra tatbikattaki olayı sordum kendisine.

Başar, olay esnasında orada bulunduğunu söyleyerek şunları anlattı: “Yandaki çadırda basın mensuplarıyla beraber tatbikatı izliyorduk. Patlamaların gürültüsü bize kadar ulaşıyordu. Birden protokol çadırından sesler yükseldi. Çadıra giriş-çıkış trafiği arttı. Olağanüstü bir durum yaşandığını anlayarak hemen oraya gittim. Kıvrıkoğlu’nun tam arakasında oturan bir albaya acil sağlık müdahalesi yapılıyordu. Adının sonradan Vural Berkay olduğunu öğrendiğim albay ne yazık ki daha olay anında ölmüştü. Göğsünden vurulmuş. Allah rahmet eylesin.”

Kara Kuvvetleri Komutanı ve geleceğin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun hemen arkasındaki birinin vurulmasının son derece manidar olduğunu söylediğimde ise: “Kemalciğim, kurşun sekmesi diyorlar. Ben oradaydım. Kurşunun sekeceği bir yer yok kilometrelerce düzlük. Kıvrıkoğlu oturduğu yerde hafif kıpırdamış ve o anda albay vurulmuş. Kıvrıkoğlu bir yıl sonra genelkurmay başkanı olacak. Bence başarısız bir suikast girişiminde bulunuldu. Onun ölümü komuta kademesinde değişikliğe neden olacaktı. Başaramadılar...”

Cem Başar’ın, son derece önemli bağlantıları vardı. Kara Kuvvetleri karargâhında görevli olan bir kurmay albayın ismini vererek, “Onu ara, selamımı söyle. Sana bilgi verir” dedi. Albayı aradım ama bilgi vermek bir yana, telefonla görüşebilmem bile bir haftayı buldu. Albay herhangi bir bilgisinin olmadığı, Ankara’ya gidersem kendisini ziyaret etmemi istedi.
Son derece muammalı bir olayda albayın telefonda bilgi vermesi mümkün değildi.

Yaklaşık iki yıl sonra vatani görev ifamın ilk ayağında yolum Ankara’ya düştü. İlk çarşı iznimde albay ile Tunalıhilmi’deki bir kafede buluştuk. Olayın üzeri soğumuş, ortalık sakinleşmişti albay, askerlik boyunca görüp göreceğim en 'fit' albay idi. Sakin ve soğukkanlı olduğu daha ilk dakikalarda anlaşılmıştı. İki yıl önceki olayı sorduğumda, gayet serin bir bakışla anlatmaya başladı: “Kemâl kardeşim, bak sende şimdi bu üniformayı giydin bizim psikolojimizi az çok anlıyorsundur. İki yıl önce sana telefonda bilgi vermem mümkün değildi. Bugün şartlar değişti. Komutanımız çok şükür genelkurmay başkanı oldu. Her türlü beladan kurtuldu. Onun terfi etmemesi için ne dümenler döndü. Az daha hayatından oluyordu. Çevik Bir ordu içinde öyle bir sulta kurmuştu ki inanamazsın. O zinciri hâlâ kırabilmiş değiller, fakat zayıflattılar.  Kıbrıs’taki olay tüm açıklığıyla bir suikast girişimidir. Komutanımız her şeyin bilincindedir ve ordu içinde herhangi bir kaos yaratmadan meseleyi zaman içinde çözmüştür. Silahlı Kuvvetler kimsenin babasının malı değildir. Buna izin verilemez. Bir ve ekibi tasfiye edildi.”

Olayın bir suikast girişimi olduğunu etkili ve yetkili bir ağızdan duymuştum. O dönem bunu yazamamış olsam da gerçeği biliyordum. Cem Başar sayesinde...

BESİM TİBUK’UN İSRAİL SEVDASI

Sahibi olduğu NET Holding ile ticari hayatta hızını alamayan Besim Tibuk, 1994 yılında Liberal Demokrat Parti’yi kurmuştu. Tibuk farklı söylemleriyle kısa sürede medyanın ilgi odağı oldu. Tibuk, Laleli’deki eski adı Tayyare Apartmanı olan NET Holding’e ait Ramada Otel’de, Filistin meselesiyle ilgili bir panel düzenlemişti. Şef basın bültenini elime tutuşturdu. Doğru otele… Panelin başlamasına kısa bir süre vardı. Hemen ön sıradan kendime bir yer seçtim ve panel başlayınca konuşmacıları dinlemeye bir taraftan da kayıt cihazıma konuşmaları kaydetmeye başladım. Panelde İsrail İstanbul Başkonsolosu, Filistin temsilcisi (adlarını hatırlamıyorum) ve Besim Tibuk konuşmacıydı.

İki ülke temsilcisi de kendi bakışlarına göre Filistin meselesini dilleri döndüğünce anlattı. Her iki konuşmacı da birbirini suçlayarak panel belli bir tava gelmiş oldu. Sonra Sıra Tibuk’a geldi. Atmosferin biraz serinlemesi için birkaç cümle sarf ettikten sonra, ağzındaki baklayı çıkardı: “Filistin’de yıllardır kan dökülüyor. İsrail, yeni yerleşim bölgesi açmak için Filistin topraklarına giriyor. Oysa bu sorunu çözmek için benim son derece etkin bir projem var. KKTC’nin özellikle Karpaz bölgesinde çok büyük boş araziler bulunuyor. Burayı İsrailli kardeşlerimize versek, onlar burada yerleşim bölgesi kursalar, hem Filistin’de akan kan durur. Hem de Kıbrıs’ın ekonomik kalkınmasına büyük fayda sağlar.”

Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Ama salonda bulunan diğer muhabirlerin tepkisi benim gibi olmamıştı. Birçoğu mayışmış, kendi arasında fısıldamaya başlamış, bir kısmı ise zaten 'malum' medyanın muhabirleri olduğu için bu haberi yapsalar bile yayınlanmayacağını biliyorlardı. Panel biter bitmez gazeteye koşup haberi parlatıp, cilalayıp verdim yayın yönetmenine, haber ertesi gün yayınlandı yayınlanmasına ama, çalıştığım kurumun etkisizliğinden tesir göstermedi.

Haberi hazırlarken bizim yaşlı kurt Cem Başar’a telefonla ulaşarak, Besim Tibuk’un haddini aşan cüretkârlığını bir bir anlattım. Yılların getirdiği bilgi ve birikimle, dış güçlerden çok içimizdeki hainlerle uğraşmanın çok daha zor olduğunu söylemiş, “Canım kardeşim, Besim Tibuk denen insan, KKTC’nin Dip Karpaz bölgesinde çok büyük araziler satın aldı. Almaya da devam ediyor. Bazılarının dini imanı para olmuş. Para için memleketini satılığa çıkaranlar var” demişti.

FKÖ’NÜN KAYIP SİLAHLARI VE 500 YILLIK AYASOFYA HAYALİ

Ayasofya’nın Yunanlılar tarafından yapılmış minaresiz ve kilise olarak restore edilmiş planlarını, FKÖ’nün kayıp silahlarının Kıbrıs Rum kesimindeki PKK kamplarında bulunduğunu, o tarihlerde Rusya’dan aldıkları S300 füzelerini Rumların konuşlandırdığı üslerle ilgili haberleri ve daha birçok önemli haberi Cem Başar’dan aldığım bilgi ve belgelerle yapmıştım.

Hayatını Kıbrıs’a adayan gazeteci ve yazar olmanın dışında, bir dava adamı olan Cem Başar, Kıbrıs ve Yunanistan konusunda yaptığı propagandalar ve çalışmalarla her zaman Rum ve Yunanlıları rahatsız etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Yavruvatan’daki menfaat ve çıkarları uğruna üstlendiği görevi büyük bir başarıyla sürdürmüş,  5 Ocak 2006 tarihinde Lefkoşa’da 73 yaşında iken gözlerini bu dünyaya kapamıştır.

Geçirdiği rahatsızlık sonucu bir süre felçli olarak hayatını sürdüren Başar, hasta yatağında bile ‘Yunan Gerçeği’ isimli son kitabını tek eliyle yazarak bitirmeyi başarmış, sarsılmaz bir azmin abidesidir. Bir vatanseverlik hikâyesidir Cem Başar’ın hayatı…

Bu yazı geç de olsa Cem Başar’a ithafen yazılmış bir vefa yazısıdır.

Allah nur içinde yatırsın.










 

Irak'la başlayan Ortadoğu ateşi, Suriye'yi tamamen sarmak üzere. Mısır askeri darbeyle, BOP'tan şimdilik paçayı sıyırmış görünüyor.

Arap Baharı olarak lanse edilen, ABD'nin Ortadoğu dizaynı, tüm dünyanın gözü önünde kanla yoğruluyor. Bölgede dengeler ne zaman bozuldu? Ortadoğu'ya demokrasi getirme fikri ne zaman çıktı?

Petrolün kontrolü amacıyla yeni bir dizayna gidildiği tezleri ağırlık kazanmasına rağmen, dünya kotrolünün elinde olmasını seven ABD, Ortadoğu'da en büyük müttefiki olan İran'ı kaybetmesiyle büyük travma yaşamıştı.
İran için büyük emek veren ABD bir gecede Ortadoğu'nun en güçlü devletini kaybedecekti. Mollaların isyanı, Ortadoğu'daki dengeleri alt üst edecek, ABD'nin B Planı devreye kanlı bir şekilde girecekti.

Osmanlı’nın çöküşünden sonra masa üzerinde çizilen sınırlar, kimseyi tatmin etmemiş olsa da, herkes bu oyunu gayet güzel oynuyordu. Ortadoğu, Arap-İsrail savaşından yeni çıkmış, ortalık durulmaya başlarken, dengeleri altüst edecek bir gelişme yaşandı: İran İslâm Devrimi.

ABD ve İsrail siyaseti Ortadoğu’da aynı paralelde giderken, İran Şahı da her zaman ABD müttefikiydi. ABD için İran, çölün ortasında bir kaleydi adeta. Şah zamanında ABD’den alınan uçaklarla zamanın 5. hava gücü olan İran, dönemin ikinci süper gücü SSCB için de bir tehdit oluşturuyordu.

İran içinde yaşanan ekonomik ve siyasi krizler, mollaların solcularla birleşerek, şahı devirmeleri ve ardından İslâm Devrimi’ni gerçekleştirmelerinden sonra; ABD büyükelçiliğinin işgali ve rehine kriziyle birlikte, İran’ın ABD’yi ‘büyük şeytan’ ilan etmesi, ABD’nin Ortadoğu’daki kalesinin düştüğünü gösteren emareler olmasına rağmen, ABD’nin B planı devreye girdi: Saddam Hüseyin.

SADDAM FAKTÖRÜ

Her dönem tümden hegemonya politikası güden ABD, devrimle eşzamanlı olarak aynı yıl Irak’ta Saddam Hüseyin’i iktidara taşımayı başardı. Soğuk savaş yıllarıydı. İran ABD müttefiki iken birden rotayı komşusu Sovyetler'e çevirmişti. Ruslar aynı zamanda Afganistan’ı da işgal ederek, ABD’nin Asya’daki çıkar alanlarına büyük darbe vurdu. Afgan haşhaşının kontrolü Sovyet Rusya'nın eline geçmişti.

İsrail’in Filistin’i işgal etmesiyle başlayan Ortadoğu ateşi, bu defa hiç sönmeyecek bir sürece giriyordu.

CIA’nin yetiştirdiği Saddam Hüseyin, 1957 yılında Baas Partisi’ne girmiş iki yıl sonra da, başbakana suikast düzenleyen ekibin içinde yer almıştı. Suikast başarısız olmuş, Saddam yaralanmış ve önce Suriye’ye ardından Mısır’a kaçmıştı.

1963 yılında Baas Partisi’nin iktidara gelişiyle yeniden Irak’a geldi. Kısa sürede parti içinde yükseldi. Partisini ikinci kez iktidara getiren 1968'deki darbede önemli bir rol oynamıştı. Kasım 1969'da Devrim Komuta Konseyi başkan yardımcılığına getirildi.

1979 yılında ise tüm gücü kendisinde topladı. İktidara gelişinin birinci yılında İran’ın havaalanlarını bombalayarak, İran petrol sahalarını işgal etti. 8 yıl süren savaşta bir galip çıkmadı. Milyonlarca dolar silah tüccarlarının cebine girdi. İki ülkenin silah alımıyla uluslar arası güçler büyük kârlar elde etti.

1988 yılındaki ateşkesten sonra her iki ülke de, ekonomik sıkıntılar içindeydi.
Bu arada ateşkesten birkaç ay önce Kuzey Irak’ta hiç beklenmeyen bir katliam yaşandı: Halepçe.

HALEPÇE VE ARDINDAKİLER

İran savaşını fırsat bilen Kürtler de, Saddam’a karşı ayaklanmıştı ve İran’a destek veriyorlardı. İran’ın büyük taarruz başlatmasıyla, peşmergeler de Halepçe’ye girdi. Saddam verdiği bir emirle 16 Mart 1988'de Halepçe’de kimyasal silah kullanarak 5 binden fazla kişinin ölümüne sebep oldu.

Saddam bu suçlamayı hiçbir zaman kabul etmedi.

2004'te CIA’nin eski Ortadoğu'dan sorumlu yüksek araştırmacısı ve 1988–2000 arasında Amerika Kara Harp Okulu öğretim üyesi görevinde bulunmuş olan Prof. Stephen Pelletier tarafından hazırlanan ve söz konusu zehirli silahların İran'a ait olduğunu gösteren rapor açıklandı.

Fakat bundan daha önce Halepçe’yle ilgili çok ilginç bir iddia da Türk yetkililerden geldi. JİTEM Komutanı Binbaşı A. Cem Ersever, Halepçe’de hardal gazı kullanılmadığı ve bunu da Saddam’ın yapmadığını açıkladı. Söz konusu bölgeye gittiklerini ve ellerinde laboratuvar sonuçları olduğunu söyleyen Ersever, 1993 yılında faili meçhul bir cinayete kurban gitti.

Halepçe’nin önemi daha sonra anlaşılacaktı. 1991 yılında…

1988 yılındaki İran-Irak ateşkesiyle, tarafların üstünlüğü söz konusu olmayınca, ABD bölgede bir türlü varlık gösterme şansını da bulamıyordu.

KUVEYT SAVAŞI DÖNÜM NOKTASI

Saddam, Kuveyt'in kendisine ait petrolü çaldığını ve üretimi yüksek tutarak petrol fiyatlarının düşmesine neden olarak Irak'ı zarara uğrattığını ileri sürmüş ve bu ülkeye 50-80 milyar ABD Doları civarında tahmin edilen borcunun silinmesini istemişti. Yapılan görüşmelerden sonuç alınamayınca Irak, 2 Ağustos 1990'da Kuveyt'i işgal etti.

ABD nihayet fırsatı yakalamıştı. Arap ülkeleri de Saddam’ı artık bir tehdit olarak görmeye başlamışlardı. Arap petrolleri tehlike altındaydı(!). ABD imdada yetişecekti. İngiltere ve Fransa koalisyonuyla aynı zamanda Suudi Arabistan ve Mısır’ın da asker göndermesiyle bir güç oluşturdu. 16 Ocak 1991 gecesi koalisyon uçakları Irak’ı bombalamaya başladı. Aynı zamanda tarihin ilk canlı savaşına tanık oluyordu insanoğlu. ABD TV kanalı CNN, tüm dünyaya savaşı canlı olarak yayınlıyordu.

SAVAŞ KANDIRMACASI

TV karşısına ne zaman geçseniz illa ki bir canlı yayın görüntüsüyle Irak’ın nasıl yok edildiğine şahit oluyordunuz. 28 Şubat günü ateşkes ilan edildi. Görüntüye göre koalisyon güçleri Irak’ı yerle bir etmişti. Bir ay süren bombardımandan sonra Irak’ın haritadan silinmesi gerekiyordu. Ama beklediğimiz gibi olmadı. Yıllar sonra anlayacaktık ki, bunların hepsi bir oyundu. Koalisyon güçleri Saddam’ın şişme uçak ve tanklarını bombalamıştı. Ve Saddam rejimi devam ediyordu. Saddam’a karşı bir operasyon yapılmaması ilk dönemlerde anlaşılamamıştı. Ancak misyonunun bitmediği daha sonra ortaya çıkacaktı.

ABD’nin askeri gücü artık bölgede konuşlanma fırsatı bulmuştu. Irak’ın kuzeyine bir hat çekilmiş adına 36. Paralel denmiş, buranın kuzeyinde kalan bölge uçuşa yasak bölge ilan edilmişti. ABD için at oynatabileceği bir alan oluşmuştu. Türkiye de iştahlanmış "bir koyup on alma" sevdasına düşmesine rağmen çabuk uyandırılmıştı. Çekiç Güç adı altında ABD yıllarca, K. Irak’ta istediği gibi hareket etti. Hatta PKK’ya mühimmat sağladığı bile belirlendi.
Saddam karşıtı olan Kürtler, Halepçe’den sonra büsbütün düşman oldular. ABD bu kartı, her zaman cebinde tuttu. Gerektiğinde oynayacaktı.

Yıllar böyle geçip giderken ABD, BOP’u hızlandırma kararı alınca, 11 Eylül olayı patlatıldı. Ardından, ‘terörist ülke’ tanımı yapıldı. Listeye Irak birinci sıradan giriş yaptı. ABD Irak’ın nükleer silah bulundurduğunu ve teröre destek verdiğini açıkladı.

IRAK HALKINA ÖZGÜRLÜK(!)

36. paralel’in kuzeyiyle yetinmeyeceği gün gibi aşikâr olan ABD, Irak halkına özgürlük(!) getirmek için 20 Mart 2003’de düğmeye bastı. 8 yıl İran ile savaşan Irak ordusu birden ortadan kayboldu. Düzenli bir ordu direnişiyle karşılaşmayan, ABD ve koalisyon güçleri Bağdat’a kolayca girdiler. Binlerce sivil öldü.
Irak işgal edildi. Irak yerle bir edildi. Kitle imha silahları bulunamadı. El-Kaide lideri Bin Ladin’in Irak’ta saklandığı söyleniyordu. O da bulunamadı. İkinci bir oyun daha başarıyla sahneleniyordu.

13 Aralık 2003'te Irak’ın Tikrit şehrinde bir çiftlikte Saddam Hüseyin olduğu söylenen bir kişi bulundu. Yargılandı. Ve asıldı. ABD kukla hükümet kurdu. Yıllardır Kürtleri oyaladığı için cumhurbaşkanlığını ona verdi. Başbakanı da Şiilerden seçti.

YANGIN YERİ

Irak'ta her gün iç savaş nedeniyle insanlar ölürken, sıra Mısır'a geldi. Hüsnü Mübarek devrildi. Seçimler oldu. Müslüman Kardeşler iktidarı 1 yıl sürdü. ABD zorlaması demokrasi 1 yıl sonra pes ederken, ordu darbe yaptı. Darbe karşıtları ve yanlıları sokaklara döküldü. İnsanlar ölmeye başladı. Mısır iç savaşın eşiğinde.

Irak işgali ABD'ya pahalıya mal olunca (ABD'nin 9 yıllık işgal faturası 800 milyar dolar. Ölü sayısı 8 bin. Yaralı 32 bin) bu defa Mısır gibi Suriye'yi de dışarıdan müdahaleyle karıştırmaya başladı. Rusya, İran ve hatta Çin desteği ABD'nin dış müdahaleyle Esad'ı devirmesini engelledi. İç savaş sınırlarımıza dayanmış olsa da, Esad gitmeyeceğini defalarca tekrarlıyor.

Ortadoğu yangın yeri... Bize sıçramasına çeyrek var...

Her şey "Şan gidince" başladı.