Articles by "Ayasofya"
Ayasofya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


KEMÂL KAPLAN
12 Ocak 2015

İstanbul işgal edilince Rum ekalliyet, Ayasofya'nın kiliseye çevrilmesi için İngiliz işgal kuvvetlerine girişimlerde bulunmaya başladı.
Halk arasında Ayasofya için haç ve çanlar üretilmeye başlandığı, Ayasofya'nın kiliseye çevrileceği haberleri dilden dile yayılıyordu.

Ayasofya sadece Ortodoks Rumları'nın değil, İngiliz, Rus ve tabii Yunanistan'ın da üzerinde hak iddia ettiği bir yüce mabed idi. İngiltere'de bile Ayafosya'nın kiliseye çevrilmesi meselesi, günlerce tartışıldı.  Bir türlü işin içinden çıkılamıyordu. Kilise olursa, Ortodoks mabedi olarak hizmet görecek, İngiliz politikalarından ziyade Yunan veya Ruslar'a hizmet etmesi söz konusu olacaktı.

İngiliz Başbakanı  Lloyd George Lordlar Kamarası'nda yaptığı konuşmada, sultanın İstanbul'dan gönderileceğini, Müslüman nüfusun İstanbul'u terk edeceğini ve Ayasofya kubbesine haç konulacağını söylemişti.

 İngilizler kendi içlerinde görüş ayrılığına düşmüştü. Bir kısmı kilise olmasını istiyordu. Kiliseyi savunanlar arasında; İstanbul'da Müslüman tebaa yaşadıkça bunun mümkün olamayacağını düşünenler vardı. Diğer taraftan Arnold Toynbee isimli bir dışişleri görevlisi, Ayasofya'nın müzeye çevrilmesi tezini ortaya atmıştı.

Rum Ortodoks Patrik vekili  Dorotius, İngiltere Başbakanı Llyod George'a yazdığı mektupta İstanbul'un anavatan Yunanistan'a bağlanmasını istemektedir. Ayrıca, İstanbul'da Müslümanlar aleyhine olacak herhangi bir gelişme karşısında İngiliz sömürgesi olan Hindistan'da da Müslümanlar'ın ayaklanacağını, Hindistan'daki İngiliz sömürge valisi resmi yazışmalarda dile getirmektedir. İngilizler bu gelişmeler karşısında İstanbul ve Ayasofya için bir karar verememektedir.

Öte yandan tarihçi-yazar İsmail Çolak’ın 'Son Osmanlı Vahdeddin' adlı kitabında  Vahdettin'in kendi korumalarını Ayasofya'da konumlandırdığını yazmıştır. Ayasofya bahçesindeki 700 kişilik  Türk birliği meydana gelebilecek bir tecavüzü önlemek amacıyla müteyakkız haldeydi. İngiliz işgal birlikleri Ayasofya önünden defalarca geçmesine rağmen, içeri girme eğiliminde bulunmamışlar, herhangi bir çatışma yaşanmamıştı.

Tarihçi Cemal Kutay'ın yayınladığı Tarih Konuşuyor adlı derginin Ağustos 1964 sayılı nüshasında, şunları yazmıştır.
"İşte yabancı bayrakların Beyoğlu caddelerinde dalgalandığı o acı günlerde Ayasofya Camii üzerinde ihtiraslar kabarmış, minarelerine çan ve kubbesine haç hazırlayanlar olduğu duyulmuştu. Ayasofya Camii'ne karşı herhangi bir tecavüz silahla karşılanacaktır. Üstün kuvvetlerle hücum karşısında mukavemet kırılacak olursa minarelerine çan ve kubbesine haç takmalarına fırsat vermeden Ayasofya Camii dinamitle berhava edilecektir... Bu azimli ve kat'i kararı karşısında Ayasofya'ya göz dikenler yılmış ve bu tasavvurlarından tamamen sarfınazar etmişlerdir."

Karakol Örgütü kurucusu Kurmay Albay Kara Vasıf  Bey, örgütün Üsküdar Grubu Başkanı Yenibahçeli Şükrü Bey'i Ayasofya'yı düşmana teslim etmek yerine havaya uçurma emrini verir. Şükrü Bey bu yönde hazırlıklarını tamamlar. Ayasofya'nın çeşitli yerlerine dinamitler döşenir. Ancak beklendiği gibi olmaz. Herhangi bir düşman kuvveti Ayasofya'ya saldırmaz.

KAHRAMANLAR HAİN, HAİNLER KAHRAMAN MI?

Bırakın Osmanlı Tarihi'ni şunun şurasında 90 yıllık Cumhuriyet tarihimizi doğru öğrenmekten bîçare olduğumuz için, kimilerine göre, 'kahramanların hain' yazıldığı bir tarihi öğrenmişiz bugüne kadar.
Yakın tarihimizde ülkenin bağımsızlığı için canınını dişine takan yüzlerce isimsiz kahramanın yanında isimleri unutulmuş/unutturulmuş isimler de çokça. İşte Ayasofya'ya çan dikilmesi yerine onu yerle bir edecek kişi ŞÜKRÜ Bey bunlardan biri.

 Karagümrük'te Kafkas asıllı bir ailenin evladı olarak doğan ve Yenibahçeli olarak anılan Şükrü'nün bir de ağabeyi vardır: Yenibahçeli NAİL Bey.

Yenibahçeli Kardeşler Milli Mücadelede önemli çalışmaları olmuş, vatan müdafaasında en önde yer almışlardır. İttihatçı kökenli ve Enver Paşa'nın adamları olarak bilinmeleri sonraki yaşamlarını zora sokmuştur.

Bugünkü tarihçilerin 'muhalif temizleme' operasyonu olarak değerlendirdikleri İzmir Suikastı'nda iki kardeş yargılanır, ağabey Nail idam edilir.

Atatürk bir gün Park Otel'de karşılaştığı Nail Bey'in oğlu, Nadir Nail'e şunları söyler: "Baban benim yakın silah arkadaşımdı, çok severdim onu. İzmir suikastına karıştı diyerek iftira atan ve astıran İsmet’tir."

Nadir Nail, ünlü işadamı NAİL KEÇİLİ'nin babasıdır. Keçili Yenibahçeli Nail Bey'in torunudur. Nadir Nail CHP hükümeti döneminde çok zorluk çekmesine rağmen, (Menderes'in yakın arkadaşı) DP iktidarında devlet ihaleleriyle büyük zenginlik sağlamıştır. Devlet 27 Mayıs'ta bu zenginliğe el koyduktan kısa bir süre sonra Nadir Nail intihar eder. Nail Keçili henüz çocuk yaşlardadır.


Küçük Nail zenginlik içindeki yaşamından sonra annesiyle üvey babasının evine taşınır. Onu artık zor günler beklemektedir. Yaz tatillerinde çalışır.  Sonrasında Türkiye'nin en büyük reklam şirketinin sahibi, siyasi  ilişkileri ve iş hayatıyla her zaman tartışma konusu olmuş NAİL KEÇİLİ olarak karşımıza çıkar.

Celal Bayar,  Nadir Nail Keçili,  Adnan Menderes, GS Kulübü başkanı Ulvi Yenal, İstanbul Valisi Kemal Aygün


 
Ayasofya'da bulunan "Deesis Mozayiği", Hristiyan teslis inancını yerle bir ediyor.
Bin yıl boyunca (1520 yılında İspanya'daki Sevilla Katedrali yapılana kadar) dünyanın en büyük kilisesi olan AYASOFYA, bugünkü görünümüne 538 yılında kavuştu. Daha önce iki kez yıkılan tapınak böylelikle son halini almış oldu.

532'de Doğu Roma'da başlayan NİKA ayaklanması İmparator Jüstinien'i o kadar zor durumda bırakmıştı ki, tahtı bırakıp kaçacaktı. Tarihte FAHİŞELER KRALİÇESİ olarak geçen ve bir sirk cambazının kızı olan imparatoriçe THEODORA, Jüstinien'i durdurarak asilerin liderini bir şekilde oyaladı(!)

Zaman kazanan imparator, Goth süvarileri denilen lejyonu Konstantinopolis'e sokarak, isyanı durdurmayı başardı. Goth'lar bugün Sultanahmet Meydanı olan hipodromda 50 bin ayaklanmacıyı kılıçtan geçirdi.

Jüstinien tahtını böylelikle korumuş ve daha da güçlenmişti. Miletli Isidore ve Lidyalı Anthemius yıkılan Ayasofya'nın yeniden inşası için görevlendirildi. İşin ilginci bu iki kişi mimar değil, mekanikçiydiler. Dünyanın en büyük mabedi bu iki mekanikçinin projelerinin üzerinde yükseldi.

 5 yıl gibi rekor bir sürede tamamlanan mabed o kadar büyük değişikliğe uğramıştı ki, Ortodoks inancına aykırı pek çok freks ve ikonlar bulunuyordu. Bu durum din adamları tarafından da eleştirildi.

ORTODOKSLUĞA PAGAN İNANÇ HAKİM

Sonraki yıllarda bu değişim Ortodoksluğun içine giren pagan kültür nispetinde artarak devam etti.

1050'li yıllarda Ayasofya içinde gizli bir teşlilat kuran Psellus, Ortodoks inancının saptırılmasında büyük rol oynayacaktı.

Tarihçi-felsefeci Michael Psellus, gerçekte çok esrarengiz bir adamdı. Güçlü bir felsefeci ve bilgili bir tarihçi olmasının yanı sıra usta bir tartışmacı ve 'monarşist' bir bürokrattı. Aya Sofya Kilisesi'ni merkez alan gizli bir filozoflar örgütü kurmuştu. Bu örgüt çeşitli dillerde yazılmış, çok eski bazı metinleri Kilise yönetiminin haberi ve bilgisi olmadan tercüme ederek kendi aralarında tartışıyordu. Bu tartışma konularının neredeyse tamamı Hıristiyanlığın dogmalanyla ters ve ona karşı olan fikirler ve görüşler üzerine kurulmuş tezlerdi. Psellus som bir Platonist'ti, İsa'cı değildi. ( Aytunç Altındal, Hangi İsa,  s.41)

Ortodoksluğa Hermetizmi sokmakla suçlanan Psellus, kurduğu teşkilatla, insanların günlük yaşantılarına hermetizmi, dinle birlikte vermiştir. 1050 yılında Harran'da yıktırılan son Sabii Mabedi'nde bulunan Hermetizm'e ait tüm belgelere Psellus sahip olmuştu. Doğu Roma artık Hermetizmle anılır olmuştu. Bu sapkınlığa Katolik Kilisesi kayıtsız kalamazdı. I. Haçlı seferinin düzenlenmesi, hem İslam dünyasındaki zenginliklerin hem de Konstantinopolis'in yeniden iman tazelemesi için yapıldı.

HANGİ TESLİS?

Baba-oğul-kutsal ruh, üçlemesine doğu kiliseleri baştan itibaren karşı çıkmışlardır. Urfa, Mardin, Şam ve Mısır kiliseleri, İsa'nın kutsallığını kabul etmez. Onlara göre ölümlüdür.  Bir de Gnostik Hristiyanların inancı vardır ki, diğerlerinden çok farklıdır. Gnostikler, İsa'dan çok Vaftizci Yahya'ya inanır. Onun öğretileri benimsenir.

AYASOFYA'DAKİ SIR

Gelelim Ayasofya'daki sırra. Teslis inancını biliyoruz. Peki ya "Deesis"i. Deesis'te kelime anlamı olarak 'üçleme' demek. Fakat katoliklerin aksi bir denklem söz konusu.

13. Yüzyıl'ın sonuna doğru Ayasofya duvarına işlenen bir mozaik iki yönüyle tüm Hristiyan alemini ZIPLATACAK durumda. Bugüne kadar Vatikan'ın bundan haberdar olmaması elbette imkansız. Lakin tepki vermesi büyük tartışmaları alevlendireceğinden, hiçbir şey olmamış gibi davranıyor.

Nedir bu mozaiğin sırrı?

Birinci sır: Mozaikte, teslis yerine deesis kullanılmış. Meryem, İsa ve Vaftizci Yahya resmedilmiş. Hristiyan kurallarına göre bunların üçü aynı karede yer alamaz. Burada klasik teslis inancı kırılmış, yerine deesis getirilmiştir. Hristiyanlığa indirilen bir darbedir.

İkinci sır: İsa'nın sol kaşının üstünde çok ustalıkla, dikkat çekmeyecek şekilde işlenmiş bir "U=onbir sayısı'''dır. Sanki Mesih'in sol kaşının üstünde belli belirsiz bir yara var gibidir... Ve bu şifre (yara) dikkatlice incelendiğinde "11 sayısı" olarak algılanmaktadır. Bu sayı ve yara garip ama gerçektir ki, ünlü Tyanalı Apollonius'un en belirgin simgesi/özelliğidir. Onun hakkında yazılmış olan kitaplarda ve yapılmış olan çalışmalarda, Apollonius'un gizli bir tarikata "inisye" edilirken sol kaşının üzerine bu "11 sayısına benzeyen yara"mn işlediği yazılıdır. Dolayısıyla Apollonius'un tüm büst ve resimlerine yara işareti konulmuştur.  ( Aytunç Altındal, Hangi İsa,  s.56)

Alman araştırmacı Karlheinz Deschner 1982 yılında yazdığı Kutsal tarih adlı kitabın birinci cildinde, Apollonius için şunları söylemiştir: "Muhtemel İsa ile aynı dönemde ve aynı şehirlerde yaşadı. Apollonius bir pisagorcu idi. Sayı ve büyü ilimiyle ilgilenen okült bir örgüte mensuptu."

APOLLONİUS MU İSA MI? 

Bugün Niğde'nin Kemerhisar beldesinde-o zaman ki Tyana'da doğan, Apollonius'un yaşamı ve ilişkileri İsa ile birebir uyuşmaktadır. Apollonius Hermetizm bilgisi ve felsefeci oluşuyla, herkes tarafından bilinen biriydi.

Tyanalı Apollonius'u hayatı 220 yılında Roma İmparatoru Septemus Severus'un eşi Julia Domna tarafından yazdırılarak Roma arşivlerine konmuştur. Apollonius yaşadığı devirme öyle bir mertebeye ulaşmıştır ki, adına mabedler açılmış, kitapları filozoflar tarafından okunur olmuştu.

325 yılındaki ilk Hristiyan konferansı olan İznik Konsülü'nde İmparator Konstantin, Apollonius'a ait ne varsa yok edilmesini, mabedlerinin yıkılması emrini vermiştir.

 3. Yüzyıl'dan itibaren Tyanalı Apollonius ile Jesus Christ (İsa Mesih), Romalı düşünürler tarafından kıyaslanmış, Apollonius üstün bulunmuştur.

Apollonius'un hayatı ve öğretisi kimi araştırmacılara göre, Hristiyanlığın doktrinlerini oluşturmada kullanılmış, Apollonius ise İsa portresi olarak sunulmuştur. İsa'ya ait hiçbir tarihi belge ve arkeolojik veri bulunmamasına rağmen, Apollonius hakkında yüzlerce belge bulunuyor.

 Unutmadan şunu da ilave edelim: İslâm inancındaki peygamber İsa, Hristiyan inancındaki İsa'dan yaklaşık 100-150 yıl önce yaşamıştır.





3 Şubat 1932 tarihinde Ayasofya'da Türkçe mevlit,Türkçe Kur'an Kerim,Türkçe tekbir okundu.(1)

4 Şubat 1932 de Osmanağa Cami-i'nde ,Türkçe Kur'an Kerim okundu.Evvela Hafız Yaşar Bey  Müzemmil süresinin arapça ve Türkcesini okudu.Hafız Yaşar Bey Türkcesini okurken muhtelif makamlarda dolaştı ve halkı coşturdu.Bundan sonra Hafız Burhan Bey Zemir Süresini,(Zümer Süresi)Hafız Enver Bey Bakara Süresini Hafız Rıza Beyde yine Zemir Süresinin (Zümer Süresi) mütebaki aksamını okudular.Her sürenin arkasından hafızlar hep bir ağızdan Türkce Tekbir getiriyorlardı.

Bugün (05.02.1932) Cum-a namazından sonra Süleymaniye Cami-i'nde Hafız Kemal B. Türkce Kur-an' Kerim okuyacaktır.Şehrin muhtelif Cami-i'lerinde Türkce Kur-an'ı Kerim tilavet edecekler

Kadir gecesinde (03.02.1932) Şebinkarahisar'da Türce Kur-an'ı Kerim okundu.Balıkesir Büyük Cami-i'nde Türce Kur-an'ı Kerim(05.02.1932)'de okundu.Manisa'da Muradiye Cami-i'nde Orta mektep muallimi Osman Bey tarafından ilk defa Türkce Kur-an'ı Kerim 04.02.1932'de okundu.Trabzon'da ilk Türce Kur-an'ı Kerim Hafız Ferhat Efendi tarafından Çarşı Cami-i'nde okundu.(2)

Süleymaniye Cami-i'nde 20bin kişi vardı.5bin kişi de dışarıda bekliyordu.iç ve dış Ezan'lar okunduktan sonra Hafız Sadrettin Bey Mimber'e çıkmış ve:
-Ey Cemaat 
başlangıcı ile Hutbe'sini okumuştur.Hutbe arasında geçen bütün dualar Türkce okundu.Hutbe bitince Namaz kılınmış,Namaz'dan sonra tekrar Türkce Tekbir alınmış.Yine Sadrettin Bey bir süreyi Türkce okumuştur.Ayasofya'da yapılan Dini merasim uzak Vilayet'lerde radyo ile dinlendi.Rize'de 05 .02.1932 de öğle ve ikindi Ezan'ları Türce okundu.

Edremi'te Bayramyeri Cami-i'nde Türkce Kur-an'ı Kerim,Ezan Mevlit ve Hutbe.Konya'da Şerafettin Cami-i'nde Türkce Kur-an'ı Kerim okundu.(3)

1932 yılı Ramazan Bayramı'nda Cami-i'lerde Bayram Namazında Hutbe ve Tekbir Türkce getirildi.(4)

Kaynak:
(2)Akşam 05.02.1932
(3)Akşam 06.02.1932
(4)Akşam 10.02.1932
 

Ezan'ın Türkce'ye çevrilmesinde Atatürk bizzat çalışmıştı.(1)Kadir gecesine denk gelen 3 Şubat 1932 tarihinde  Ayasofya'da önce mevlit sonra da Türkçe Kur'an okundu.Ayasofya Camii'nde, Türkçe Kur'an'ın yanı sıra bir ilke daha imza atıldı ve ilk Türkçe tekbir okundu. (2)
Bu program Atatürk'ün emriyle radyodan da canlı olarak yayınlandı ve kendisi de programı radyodan dinledi. 

Ertesi gün Cumhuriyet gazetesinde, Türkçeleştirmenin halk tarafından hüsn-ü kabul' gördüğü ve büyük bir coşkuyla bunu uyguladığı vurgulanıyordu: 

"Dün gece Ayasofya Camii'nde toplanan elli bine yakın kadın, erkek, Türk Müslümanlar, on üç asırdan beri ilk defa olarak Tanrılarına kendi lisanları ile ibadet ettiler. Kalplerinden, vicdanlarından kopan en samimi, en sıcak muhabbet ve an'aneleriyle Tanrılarından mağfiret dilediler. Ulu Tanrı'nm ulu adını, semalar titreten vecd ve huşu ile dolu olarak tekbir ederken her ağızdan çıkan tek ses vardı. Bu ses Türk dünyasının Tanrısına kendi bilgisi ile taptığını anlatıyordu. Teravih biter bitmez caminin içinde emsali görülmemiş bir uğultu başladı. Bu, ne bir nehir uğultusuna, ne bir gök gürlemesine, ne de başka bir şeye benzemiyordu. Herkes ellerini semaya kaldırmış dua ediyordu. Bu uğultu bir kaç dakika devam etti. Müteakiben 30 güzel sesli hafız hep bir ağızdan tekbir almaya başladılar: 

Tanrı uludur, Tanrı uludur
Tanrıdan başka Tanrı yoktur
Tanrı uludur, Tanrı uludur
 Hamd ona mahsustur."(3)(haşa)

Bayramdan sonra Ankara'da Cami-i'lerde Türkce Kur-an'ı Kerim okunması için hazırlık yapılmaya başlandı.Yarın ilk Türkce Ezan ve Yasin Süresi Ulu Cami-i'de Mühendis Refi bey tarafından okunacaktır.(4)

(2)Akşam(4.2.1932).
(3)Cumhuriyet (4.2.1932). Ayrıca bkz. Osman Nuri Ergin, Türk Maarif Tarihi, Cilt: 5, İstanbul,1977, s. 1958.
(4)Akşam 3 Şubat 1932



İmzası Atatürk'e ait değil denilen belge
                                                                                         Ayosofya müzesi
                                                                                          ilk hazırlıklar bitti
                                                                                             bu sabahtan itibaren
                                                                                       açılıyor
                                                                                       1 şubat 1935



************************************
M. Kemal’i temize çıkarmak için takla atmak...

Dense ki: “Tarihimizde önemli roller üstlenmiş, tarihi akışımızın istikametini değiştirmiş M. Kemal, neticede bir insandır ve onun da doğruları, yanlışları olabilir. Doğrularına sahip çıkalım, yanlışlarını tabulaştırmayıp toplumsal duyarlılıklara, çağın icaplarına, hak ve adalete göre terkedelim; millete, devlete, hukuka, sosyal ve siyasal hayata, din ve inanca cebren âmir kılmaktan vazgeçelim.”

Böyle dense sorun çıkmayacak, kavga olmayacak, “çalıyı dolaşma”ya gerek kalmayacak. Hatalarıyla doğrularıyla, tarihimize mal olmuş bir şahsiyet gözüyle bakılıp, “hakettiği itibar”ı herkes teslim edecek.

Böyle yapılmıyor da, 90 yıldır “cebren/zorla”, “yasa ve yargı baskısı”yla, “hak ve hukuk mahrumiyetleri”yle, “sosyal ve siyasal itilmişlik”le; “tabulaştırılmış”, “kutsallaştırılmış”, hatta “ilahlaştırılmış” olarak “yüce lider” imajı, insanlar üzerinde diri tutulmaya çalışılıyor.

Ancak tarih hiçbir şeyi gizli bırakmıyor ve gün geliyor, insanlar bir şekilde “sunulan” ile “olan” arasındaki farkları farkediyor. Bir de bakıyorsunuz, “yüce ve kutsal lider”, öyle sanıldığı gibi değilmiş.

İşte, tarihi şahsiyetlerin tabulaştırılması, onlara muhalefet edilememesi ve bunun “yasa ve yargı zoru”yla yapılmasının vardığı nokta bu oluyor. Gizlenen gerçekler bir bir açığa çıkmaya, gösterilenin tam tersi hakikatler farkedilmeye başlandığında ise, tabular normalleştirileceğine, yeni bir taktik olarak birkaç “günah keçisi” bulunup, tabulaştırılan kişinin günahları onların üzerine yıkılıyor. Böylece, “tabular”a bir süre daha “yaşama imkânı” veriliyor.

Mesela; M. Kemal’in emriyle Ezan Türkçeleştirildi. Camiler ve mescitler satıldı, yıkıldı, ahır, depo, marangoz atölyesi, CHP parti merkezi, saz evi, kışla yatakhanesi, konut vb. işlere tahsis edildi. Hıyanet-i Vataniye Kanunu, Takrir-i Sükûn Kanunu ve İstiklal Mahkemeleri kararlarıyla korkunç cinayetler işlendi. Kur’an’a, “İslami hayat”a karşı yapılan zulümlere girmiyoruz bile.

Bütün bunların “toplumsal vicdan”da kabul edilmediği, nefret uyandırdığı görülünce, hepsinin suçu İnönü’nün üzerine yıkıldı. “İnönü figürü”, M. Kemal’in “toplumsal vicdan”da kabul edilmeyen her icraatı için “günah keçisi” olarak sunulup M. Kemal temize çıkarılmaya çalışıldı. M. Kemal’in yaptığı, ancak milletin benimsemediği her “icraat” İnönü’nün üzerine atıldı.

Bunları niye hatırlattığıma gelince... Milletin asla tasvip etmediği, gönlünün bir köşesinde sürekli bir kanayan yara halinde tuttuğu ve bu yüzden M. Kemal’e içerlediği bir şey daha var: Ayasofya Camii’nin M. Kemal’in imzasıyla müzeye çevrilmesi.

M. Kemal’in bu icraatı millet tarafından benimsenmiyor, tepki gösteriliyor ya, şimdi M. Kemal’in temize çekilmesi, başka bir “günah keçisi” bulunması lazım! Nitekim “iddia/kılıf” hazır: Ayasofya’yı müzeye çeviren kararnamenin altındaki “Atatürk” imzası sahteymiş!

Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi için TBMM’ye teklif veren MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu’nun iddiasına göre, müzeye çeviren karara ilişkin “iki tarihi belge”deki Atatürk imzaları farklı. Halaçoğlu, “Ayasofya Atatürk’ün imzası sahte şekilde taklit edilerek hukuksuz şekilde müzeye dönüştürülmüştür” diyor.

Düşünebiliyor musunuz, birileri, “her dediği kanun” olan M. Kemal’in imzasını taklit edecek, onun adına sahte imza atıp kararname hazırlayacak ve bunu uygulayacak, öyle mi? Hem de Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi gibi stratejik bir hususta!...

Ayasofya’yı müzeye çeviren kararnamenin altındaki imzanın M. Kemal’e ait olmadığına dair iddia, M. Kemal’in “toplumsal vicdanda silinen itibar”ını temize çıkarmaya yönelik bir hamledir. Zira, Ayasofya’yı müze yapan 2/1589 sayılı kararname, 24.11.1934 tarihli. Bundan M. Kemal’in haberdar olmaması mümkün mü? Haberdar olduğunda imzasını taklit edene ne yapardı dersiniz? “Sanığın idamına, şahitlerin bilahare dinlenmesine” diye karar veren bir yargı sisteminin bulunduğu ülkede, kim böyle bir şeye kalkışmayı göze alabilirdi?

Halaçoğlu’na göre, Ayasofya’yı müze yapan kararnamenin altında “Atatürk” imzası var, ancak M. Kemal’e “Atatürk” soyadı veren kanun, Resmi Gazete’de 27.11.1934 tarihinde yayımlanıyor. Buradan, soyadını almadan 3 gün önce aynı soyadıyla imza attığına bakıp, imzanın sahte olduğuna hükmediyor.

Buna katılmıyorum. Zira, soyadı kararı meclisten çıktıktan üç gün sonra Resmi Gazete’de yayımlanmış olamaz mı? Yine, “Atatürk” soyadını Meclis, habersiz mi verdi? M. Kemal’in Meclis’te “özel bir grup”unun olduğunu, istediği her şeyi bu grup vasıtasıyla Meclis’e kabul ettirip yasalaştırdığını biliyoruz. Bu durumda M. Kemal, zaten kanunlaşacak olan ve kendisi karar verdiği soyadını, yasanın yayımlanmasından önce kullanmış olamaz mı?
Halaçoğlu, Ayasofya Kararnamesi üzerindeki Atatürk imzası ile diğer Atatürk imzalarının farklı olduğunu, bunun da imzanın sahte olduğu anlamına geldiğini söylüyor. İyi de, ilk “Atatürk” imzasını Ayasofya Kararnamesine attıktan sonra, imzasını biraz değiştirip son şeklini vermiş olamaz mı?

M. Kemal’i temize çıkarma adına Ayasofya Camii’ni müzeye çeviren kararnamedeki imzasını “sahte” ilan etseniz de, yemedik. İmzayı kim attıysa, sorumluluğu da o taşımalı. Yiyenlere şunu sormalarını öneriyorum:

Ya diğer devrimlerin ve icraatl
arın altındaki imzalar da sahte ise...

İmzası taklit edilerek icraat yapılan bir lider, ülkeyi yönetmekten de, olup bitenlere hakim olmaktan da aciz olmaz mı? Bu durumda, bütün devrim yasalarını tek tek masaya yatırıp, sahtesini-gerçeğini ayırmamız icabetmez mi? Bunun için de “milletin vicdanı”nı ve “toplumsal kimlik ve kişilik değerleri”ni hakem yapmak gerekmez mi?

Faruk Köse / Yeni Akit 25 Kasım 2013


************************************


Atatük'e Ayasofya'yı Müze Yapma Talimatını Kim Verdi

Tarihçi Yazar Mustafa Armağan, müzeye çevrilmesinden bu yana hakkında bir çok iddia ortaya atılan Ayasofya Camii'nin müzeye çevrilmesindeki bugüne kadar gizli kalmış gerçekleri belgeleriyle açıklarken, Ayasofya'nın müze yapılmasının arka planına eğiliyor.

MÜZEYE ÇEVİRME FİKRİ AMERİKA'DAN MI?

Fethin sembolü olan Ayasofya’yı müze yapma fikrinin bir Amerikalı’dan geldiği iddiası bir süredir ortada geziniyordu ama bu ‘büyük buluşma’ hakkında unutulmuş bir fotoğraf, iddianın doğruluğunu kanıtlamış oldu. O fotoğrafı Ankara’daki Milli Kütüphane’de buldum. Bu fotoğrafla birlikte Ayasofya’nın laikleştirilmesi serüveni yeni bir boyut kazanıyor.
Ayasofya bir Hıristiyan mabedi olarak başladığı ömrünün 1453-1934 arasındaki dönemini cami olarak geçirdi. 79 yıldır da laik bir yapı olarak hizmet vermekte. Bu yazıda “Ayasofya neden yeniden cami olmalı?” tezimi savunmak yerine müze yapılmasının arka planına eğileceğim.
1930’lu yılların ortalarına doğru gidilirken Türkiye’yi yönetenlerin hangi dış etkiler ve baskılar altında hareket ettiği nedense gündeme getirilmedi. Oysa bu yılların dış dünya ile ilişkilerin yeniden kurulduğu, özellikle Anglo-Sakson dünyasıyla krediden tutun da kültürel ilişkilere kadar bir restorasyon dönemi olduğu bilinmelidir.

CAMİLERİN KİLİSEYE DÖNÜŞTÜRÜLME SÜRECİ

İşte bu dönemde bir yandan yurtdışına Anadolu medeniyetlerini araştırmak üzere araştırmacılar gönderilirken, öbür yandan Bizans araştırmalarını yürütmek üzere uzmanlar davet edilir. Kimi Bodrum ve Fenari İsa camileri üzerinde çalışırken 1940’larda Kariye Camii ile İznik’teki Bizans kiliselerini cami olmaktan çıkarma çalışmaları dikkat çeker. Demek ki genel olarak vaktiyle cami yapılmış Bizans kiliselerinin eski kimliklerinin ortaya çıkarılması ve yeniden kilise yapılamadıkları için de müzeye dönüştürülmeleri süreci başlar.

ATATÜRK'Ü NASIL İKNA ETTİ?

Laik bir Ayasofya için ilk adımın Thomas Whittemore adlı garip bir ABD’liden gelmiş olması önemlidir. Ayasofya’nın özellikle mozaiklerini yeniden ortaya çıkarma fikriyle İstanbul’a gelen ve bir restorasyon için izin koparmaya çalışan Whittemore’un Atatürk ile bizzat görüşerek onu Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarıp bir müze haline getirmeye nasıl ikna ettiğini araştırmacı Natalia Teteriatnikov şöyle ortaya koyuyor:

“Amerika Bizans Enstitüsü, 1930’da Thomas Whittemore tarafından Boston’da kuruldu. Harvard’dan Prof. Robert Blake otobiyografisinde şöyle yazıyordu: “Bizans sanatı, tarihi ve arkeolojisi incelemelerini teşvik etmek konusunda bir Amerikan, İngiliz ve Fransız girişimi olan Bizans Enstitüsü’nün kuruluşunda onunla (Whittemore) birlikte çalıştım. Bizans Enstitüsü’nün büyük başarılarından biri, 1931’de TC’nin Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ü, Ayasofya Bazilikası’nın içindeki mozaiklerin ortaya çıkarılması sorumluluğunu Bizans Enstitüsü’ne teslim etmeye ikna etmesiydi.” (Kariye, Pera Müzesi Yay., 2007, s. 34.)
Bu alıntıdan Bizans Enstitüsü’nü yalnız ABD’nin değil, İngiltere ile Fransa’nın da desteklediğini öğreniyoruz. Ancak makalenin devamında daha önemli bir pasaj var. Onu da beraber okuyalım: “Atatürk ile Whittemore arasında, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Ankara’daki Amerikan Elçiliği’nin aktif destek verdiği müzakereler yürütüldü. Bu müzakerelerin sonucunda Ayasofya cami olarak kapatıldı ve müze olarak açıldı.”
Yeterince açık bir ifade, değil mi? Meğer Atatürk ile Ayasofya pazarlığının içine ABD Dışişleri Bakanlığı ile ABD Büyükelçiliği de girmiş ve sonuçta Ayasofya Camii’ni müze yapma girişimi başarıya ulaşmış.
Durum bu: ABD, İngiltere ve Fransa’nın desteklediği bir kurum tarafından uyarılmışız ve buna kiliseden çevrilmiş üç camiyi ‘anıt’ yaparak cevap vermişiz.

ELBETTE GENE ESKİ DURUMUNA GETİRİLECEKTİR

Bu durumda Lord Curzon’un 2 Ocak 1918’de söylediği şu sözle yan yana getirilince nasıl bir manzara çıkıyor, takdiri size bırakıyorum: “İstanbul, özellikle Doğu dünyasının kozmopolit ve enternasyonel bir şehridir. Ayasofya ki, 900 yıl önce bir Hıristiyan Kilisesiydi, elbette gene eski durumuna getirilecektir.”
Anlaşılan o ki, Ayasofya’nın yeniden kilise yapılması istenmiş ama olmayınca orta noktada buluşulmuştur. Neden olmadığını da başka bir yazıda değerlendiririz.

Mustafa Armağan


************************************


Ayasofya'nın müze olması için hazırlanan kararnamede Atatürk'e ait imzanın sahte olup olmadığı tartışmaları gündemden düşmüyor.

Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevrilen Ayasofya 1934 yılında müzeye dönüştürüldü. Ayasofya'nın müze olması için hazırlanan kararnamede Atatürk'e ait imzanın sahte olup olmadığı tartışmaları gündemden düşmüyor. MHP Grup Başkan Vekili Yusuf Halaçoğlu'nun "Atatürk'ün imzası sahtedir" sözlerinin ardından alevlenen Ayasofya tartışmaları Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın "Gönlüme gelen başka bir şey var. Biz şimdi Ayasofya Camii'nin hemen hemen yanındayız. Bence kulaklarınız duymasa bile gönlünüzden geçen bir şeyler olduğuna inanıyorum. Ayasofya, bize bir şeyler söylüyor. Acaba Ayasofya bize neler söylüyor?" sözü ile ayrı bir boyut kazandı. Peki Ayasofya yeniden ibadete açılır mı? İşte cevapları.....

KARARNAME GEÇERSİZDİR
Yusuf Halaçoğlu - MHP Grup Başkan Vekili

24 Kasım 1934 gününe ait olan bir kararname var. Ama 1947 yılında Hasan Ali Yücel'in broşüründe yer alıyor. Kararname resmi gazetede yayınlanmamış. Kararnamede şöyle bir durum da var. Ayın 22'sinde çıkan bir kararname sayısı 1609. 24'ünde çıkan kararnamenin sayısı ise 1589. 22'sinde çıkan kararnamede İ.Ö (İsmet İnönü), 24'ünde çıkan kararnamede İ., 26'sında çıkan kararnamede ise İ.Ö (İsmet inönü) yazıyor. Atatürk'ün imzası ıslak imza dışında bir imza yok. ABD'den gelen bir komisyon var o tarihlerde. Bu komisyon caminin müzeye dönüştürülmesini istiyor. Müze yapılma talebine Atatürk karşı çıkıyor. 1 Şubat 1935'te müze kısmı açılıyor. İbadet kısmı da ayrı tutuluyor. 1937 tarihine kadar bakım onarım devam ettiği için cami kısmı da kapatılıyor. Dünya savaşında Ayasofya depo olarak kullanılıyor. Benim düşüncem bu kararname müze için hazırlanmış doğru. Bunu bazı bakanlar imzalamış ama Atatürk imzalamamış. Atatürk isteseydi kendisi imza atardı. Atatürk yaşarken tadilat nedeniyle kapatıyor.

ATATÜRK'ÜN YERİNE BAŞKASININ İMZA ATMA İHTİMALİ YOK
Prof. Dr. Doğu Ergil - Yazar

Atatürk o tarihte hayattayken ve ülkedeki tek karar vericiyken birisi ortaya çıkarak imzasını taklit edebilir mi? Velev ki imzası taklit edildi, sahte evrak ile Atatürk'ün gözüne baka baka Ayasofya'yı müzeye çevirip ibadete kapatabilir mi? Buna ihtimal verebiliyor musunuz? Bence bunun ihtimali yok. Bu konu Atatürk'ten sonra birisi imzasını sahte olarak attı ve müzeye çevrildi denilse inanırım bir derece. Amaç Ayasofya'yı namaza açmaksa o zaman söyleyeceğim birşey yok. Bu toplumsal bir mesele. Bakın, bu soruyu bana yıllar önce bir gazeteci daha sormuştu ve ben “Sizin Ayasofya adında bir akrabanız var mı? Kökeninizde var mı? Ailenizde azizelik mertebesi var mı? Azizelik tarihinizde var mı? Varsa onun adına yapılan bir ibadethane var mı?” demiştim. İstanbul'u alınca bizim olmuştur Ayasofya. İbadete açıldıktan sonra müzeye dönüştü. Orası aslında bir hristiyan ibadethanesidir. Bize de tarihsel bir mirastır. Biz de bu mirasın sahibiyiz. Hiç kimse Atatürk'ün imzasını taklit edemez ve ondan habersiz camiyi kapatarak müzeye çeviremez...

MÜZE KARARINI DEVLET İSTEDİĞİ ANDA BOZAR
Fatih Bayhan - Tarihçi - Yazar

Bu konuda yayınlanan 7-11-1934 tarihli kararname var. İddia edilen resmi gazetede de yok. Bu iş biraz batılı ülkelere şirin görünmek için atılan bir durum. Bilakis Ayasofya camii olarak geçer tapu kayıtlarında. Vakıflarda Fatih Sultan Mehmet Han'ın vakfına ait. 19 Şubat 1936'da tapu senedi çıkıyor. 7.11.1934'te de müze oluyor. Ayasofya'nın tapu senedi 14 şubat 1936'da çıkıyor. Cami olarak kayıtlı. Atatürk'ün bilgisi dışında yapılmış bir iş değildir. Atatürk soyadı verildiği tarihten 2 gün önce imzalamış kararnameyi. Soyadı, özel kanun ile verildi Atatürk'e. 27.11.1934 tarihinde de resmi gazetede yayınlanıyor. Atatürk'ün imza ettiği kararname ise 24.11.1934 tarihli. Orada Atatürk yazıyor. 3 gün önce kullanılmış olsa bile resmi gazetede olmadığı için geçerli değildir. Resmi gazetede yayınlanmamıştır. Müze kararını devlet istediği anda bozar ve camiye çevirilebilir. İmzanın resmi hukuku yok.

AYASOFYA ELBETTE CAMİYE DÖNEBİLİR
Uluç Özülker - Emekli Büyükelçi

Ayasofya elbette camiye dönebilir. Alınan karar uluslararası hukuka tabi değil. Bu bir iç konudur. Ayasofya bir kilise ve ibadethane olarak düşünülmüş. Ben Libya'da büyükelçi iken Kaddafi'yi Türkiye'ye davet ettik. Kendisi bana “Ayasofya'da namaz kılacaksam Türkiyeye gelirim” dedi. Namaz kılamadığı içinde gelmedi. Ama bunun ötesinde müze kapatılarak Ayasofya camiye dönebilir. Bu hukuki değil, siyasi bir durum. Atatürk döneminde yapılan müzeye çevirme o dönemin şartlarıyla alınmış bir karardır. Camiye döndürdüğünüzde dışarıdan gelecek olan tepkileri de göğüslememiz gerekecektir.










Klişe bir lakırdı; “Senin özgürlüğünün başladığı yerde, bir başkasının ki biter.” Buna paralel bir soru sorayım, “Benim Haklarımın Başladığı Yerde Seninkiler Biter mi?”
Türkiye yıllardır hakların ve özgürlüklerin tartışıldığı ülke konumundan bir adım ileriye gidemediği gibi, hak ve özgürlük konusunu eline yüzüne bulaştırdı. Devlet geleneği olarak hak ve özgürlük fakiriyiz.
Son yıllarda bu yönde artan istekler, devleti bir şeyler yapma konusunda etken bir rol oynamasına itiyor ama; meleke eksikliği, yanlış adımlar atılmasına sebep oluyor. Medya da her zaman ki gibi aynı yanlışın peşi sıra seğirtiyor. Salatalığın(!) ardından, bir avuç tuzla koşuyor.

Kürt meselesi veya Kürt sorunu ya da terör sorunu, henüz doğru tanımlama bile yapılmamış olması olaydaki vahameti müşahede etmek açısından önemli. Devletin, yanı sıra medyanın da tanımını yapmakta zorlandığı sorunu, çözme aşamasında nasıl kıvrandığını ve yanlışlara gark olduğunu ibretle izliyoruz. Sadece izlemekle kalmıyor, toplumsal bölünme ve çatışma yaşıyoruz. Kılavuzumuz karga olduğu için…

Ermeni meselesi ve azınlıklar konusunda da durum farklı değil.

Kürtlere haklarını verelim derken, Türklerin ayağına basmak, “azınlık” kompleksiyle hareket ederken, “çoğunluğa” zulmetmek bundan olsa gerek.

Kürt meselesi, Ermeni meselesi, azınlık hakları vs. derken, öyle bir kamuoyu oluşmaya başladı ki, Müslüman-Türk tebaa artık kendini azınlık hissetmeye başladı. Türklük ve Müslümanlık utanılacak boyuta ulaşacak.
Kimse “AKP hükümeti var. Müslümanlar altın çağını yaşıyor” demesin. Büyük yanılgı olur. Başörtülü okula giderek veya İHL’lerin orta kısmını açarak, Müslümanlara hakları verilmiş olmuyor. Başı açık veya dindar olmayanlar da Müslüman olduğuna göre onların hakları ne olacak. Bu olaya partiler ve siyaset üstü bakın. Ne kadar çok yukarıdan bakarsanız o kadar çok şey görmeniz mümkün.
Zaten sorunumuz politik olmaktan kaynaklanıyor. Medya ve kanaat önderleri bizi politize ediyor. Her meseleye o gözlükle bakmaya başlayınca, istenildiği gibi üzerimizde mühendislik faaliyeti sürdürebiliyorlar.

İşte size bir örnek: Azınlık vakıfları için harekete geçen AKP neden Müslüman vakıfları için bir şey yapmıyor. 1935 yılında tüm vakfiyeler kamulaştırıldı. Sonra bir kısmı satıldı. Ermeni ve Rumlar kendi mallarının peşine düşmüş durumda. Ya Müslümanlar… 
Halkın kendi parasıyla yaptırdığı camilere ve vakfiyelere devlet nasıl el koyabilir. 

Koymuş zamanında. 

Azınlıklar haklarını geri alırken, İslamcı(!) AKP neden camilerin vakfiyelerini geri vermiyor. Hayırseverlerin, üzerinde alın teri bulunan vakıflara bağışladıkları gayrimenkulleri, Vakıflar Genel Müdürlüğü nasıl olur da devlet adına işletebilir?

Her dönem, iktidar partisi hangi ideolojiyi savunuyorsa, tam tersini yapmıştır. Refahyol döneminde, Erbakan en çok dış anlaşmayı İsrail ile imzalamıştır. Egemen güçlerin Türkiye üzerindeki stratejisi budur.
Bununla ilgili küçük bir anekdot geçeyim: 1980’li yıllarda Günaydın Gazetesi’nin başyazarı olan araştırmacı-yazar Aytunç Altındal, Necmettin Erbakan’la bir görüşmesinde, Erbakan’ın kendisine, o günkü Hürriyet Gazetesi’nin manşetten verdiği haberi göstererek, “Aytunç bey, manşeti görüyor musunuz. Beni en iyi giyinen siyasi lider seçmişler. Ve manşetten vermişler.  Bu mason takımı, bizi iktidar yapacak ve orada boğacaklar” diye aktarır.

**********

Radikal Gazetesi’nde okuduğum haber yukarıda yazdıklarımı onaylar biçimdeydi. Onlar 'taş' değil çalınmış yaşamlar” başlıklı yazının girişinde, “Bir beyanname marifetiyle adeta devlet tarafından yağmalanan Ermeni vakıf mallarının tam bir dökümü yayımlandı. Manzara vahim.” deniyor.

Şimdi vahim manzara neymiş ona bakalım habere göre; Ermeni vakıflarına ait 661 adet taşınmaza değişik sebeplerle el konulmuş. Bunlardan sadece 143 tanesi, son 10 yıl içerisinde yapılan yasal değişiklikler sonucunda vakfına iade edildi.”

Kendi gasp edilen haklarını bilmeyen bir çoğunluk, azınlığın haklarını nasıl savunacak? ‘Kraldan çok kralcı’ içgüdüsü; ‘azınlıkları savunmak’ modasına uyarlandığında komik oluyor. Neden mi?... Haberi yapan Demet Bilge, Müslümanlara ait 1927 - 1972 yılları arasında 3 bin 900 vakıf eseri satılırken bunların 2 bin 815'ini camilerin oluştuğunu bilmiyordu. Biliyorsa bunu neden gündeme getirmiyor.

Nedeni bana göre basit.

AKP’ye küfretme ve muhalif olma o kadar çok pirim yapıyor ve bizi kahramanlaştırıyor ki, tarafsız bakış imkânsızlaşıyor.

Politize olmanın ülkeye verdiği yıkım…

Vatanseverliği AKP karşıtlığına endekslemek büyük yanılgı ve hata. Bizi at gözlüğüne mahkum eden zihniyet, aynı zamanda yıkımımız olacak.

Politize olmadan da VATANSEVER olabiliriz.

Radikal muhabiri Demet Bilge aynı refleksle, gasp edilmiş Müslüman vakıflarından ziyade azınlık vakıflarını gündeme getirmeyi evlâ bulmuş.

**********

Karaköy Perşembe Pazarı, Osmanlı’dan bu yana sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin önemli ticaret merkezlerinden biri. Bugün de kısmen aynı statüsünü koruyor. Şişhane’den Perşembe Pazarı’na girdiğinizde Karaköy’e doğru ilerlerken, deniz tarafında izbe ve yıkılmaya yüz tutmuş hanları görürsünüz. Halen ticari faaliyet hanların içinde devam etmektedir. Bu yapılar içinde bulunan Fatih Bedesteni'nin kapı girişinde, caddeden baktığınızda okunabilecek durumda olan bir kitabe mevcut. “İşbu Fatih Bedesteni Ayasofya Vakfiyesidir.”

Buna benzer binlerce vakfiye mevcut. Binlercesi 1934 yılında çıkarılan bir yasayla kamulaştırılmış. Ayasofya veya Sultanahmet camilerine ait, Trakya ve hatta Arnavutluk’ta bile halk tarafından bağışlanmış gayrimenkuller mevcut. Tarla, bahçe, bina vs. gibi.
Sadece camiler değil Osmanlı döneminde kurulmuş ve günümüze kadar varlığını sürdüren; padişahların, paşaların, hanım sultanların ve varsıl insanların kurduğu hizmet vakıflarının taşınmazları da aynı kaderi paylaşıyor.

Aynı dönemde kamulaştırılarak, satılan Selâtin camilerinin vakfiyelerine ait taşınmazların Hıristiyanlar tarafından alındığından daha önce söz etmiştim.
Zaman içinde yurtdışına giden ve yaşamını orada sürdüren gayrimüslimlerin, buradaki kiracılarına bir banka hesap numarası bıraktıklarını, kiracıların kira bedellerini söz konusu hesaba havale ettiklerini, hesap numarasının ise Papalığa ait olduğunun ortaya çıktığını ‘Camilerden Vatikan’a Para’ başlığıyla yazmıştım.
Bir Müslüman meşru yoldan elde ettiği bir gayrimenkulü, bir camiye bağışlıyor. Devlet bu mala el koyuyor. Sonra o mal üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan bir gayrimüslime satıyor. Sonra o kişi de malını, kendi kutsalı olan Vatikan’a bağışlıyor. Hak, adalet nerede?

‘Çoğunluk’ olarak kendi gasp edilen hakkımızın hesabını soramıyoruz.

Ermeniler vakıf mallarıyla ilgili bir kitap hazırlamışlar.
Azınlıkların verdiği mücadeleyi anlamak için habere geri dönelim: “…… Oysa cümlelerdeki her bir kelime Türkiyeli Ermenilerin yüz yıldır yaşadıkları ‘hak gaspını’ ve buna karşı verdikleri sonu gelmez mücadeleyi ifade ediyor…. 1936 Beyannamesi’ne atıf yapılarak ‘2012 Beyannamesi’ adı konulan kitap 400 sayfadan oluşuyor. Ve şimdiye kadar İstanbul’daki Ermeni vakıf mallarına dair en geniş envanteri koyuyor ortaya.”

Ermeni vakıf eserlerinin envanteri niteliği taşıyan kitap, 2 yıllık çalışma sonucu ortaya çıkmış.
Kitabı, içlerinde Müslüman-Türkler’in de bulunduğu; Mehmet Polatel, Nora Mildaroğlu, Özgür Leman Eren ve Mehmet Atılgan’dan oluşan bir ekip hazırlamış. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi önsöz yazmış. Kitap için bir web sitesi açılmış. Sitede 200 fotoğraf, haritalar, tapu belgeleri, vesair matbu evrak bulunuyor. Takdire şâyân bir çalışma.

Yukarıdaki ekip ücreti mukabilinde-Ermeniler’e olduğu gibi; Müslüman vakıfları için aynı çalışmayı yaparlar mı? Merak ediyorum. Önsözü yazan kişi için de teklifim aynı.

Anekdot: 2011’de çıkan ‘Kanun Hükmündeki Kararname’yle bazı taşınmazlar azınlıklara iade edildi. Müslümanlar için henüz söz konusu değil.

Kitaptan: “… Burada sözü edilen kurumlar, genci ihtiyarı, kadını erkeği, zengini fakiriyle, bu topraklarda yaşayan insanların birlikte var ettikleri değerlerdi. Haksızlığa konu olan mülkler, ibadethanelere, okullara, yetimhanelere, huzurevlerine, bütün bir topluma can veren maddi kaynaklardı. Türkiye Ermenilerinin toplumsal yaşantısı ve kültürü, bu ekonomik zemin üzerinde yükseliyordu…”

Yukarıda yazılan dramatik nesre aynen imzamı atarım. Elbette‘çoğunluğun’ gasp edilmiş haklarını da kapsayacak şekilde.

Camilerin bugün birtakım oluşumların eline geçmesi, sosyal ve ekonomik işlevlerini kaybetmesinden dolayıdır. Sosyal kurum olma statüsünü, vakfiyeleri elinden alındıktan sonra kaybeden camiler, veren değil cemaatine ‘el açan’ ibadethaneler haline gelmiştir.  
Zamanında imareti, bimarhanesi, okulu, hanı, hamamı, misafirhanesi ve diğer müştemilatıyla sosyal bir kurum olarak inşa edilen camilerimiz, günümüzde sadece ibadethane işlevi görüyor.

**********

Vakıf mallarına el konulması bu meyanda laiklik tartışmalarının aslında tam ortasında duruyor diyebiliriz. Laiklik bugüne kadar farklı bir bakış açısıyla tartışılmış, oysa sosyo-kültürel yönü hiç ele alınmamıştır.

Aslında Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman laik olmamıştır. 1923 yılında kurulan cumhuriyette, 1924 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Anayasada yapılan değişiklikle 1937 yılında “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır.”  Eklemesi yapılmıştır. Devlet kurumu olarak Diyanet İşleri lav edilmemiştir.

Laik bir devletin din kurumu ve buna bağlı din adamlarının devlet memuru statüsü taşıması olması laiklik ile nasıl örtüşür düşünün...












Doğduğu köyden çok uzaktaydı. Çoktan beridir unutmuştu zaten. Amcasının himayesiyle uzun zaman önce kopmuştu o topraklardan. Geniş odasının denize bakan balkonundan güneşin batışını seyrederken, gücünün farkındaydı imparator I. Jüstinyen. Tahttan indirilmesi için çıkarılan isyanı güç bela da olsa bastırmış, hipodroma topladığı isyancıları kadın, erkek demeden kılıçtan geçirtmişti. Ölmektense, öldürmeyi tercih etmişti. Tarihe Nika İsyanı olarak geçecek olan isyan onun için yeni bir başlangıç olacaktı.

Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen adını tarihe yazdırmanın peşindeydi. İmparator olduktan sonra, büyük bayındırlık hizmetlerinde bulunmuş, yeni medeni kanun hazırlatmış olmasına rağmen yaptıklarını tatmin edici bulmuyordu. Gücüne güç katacak. Doğuda ve batıda adını herkese duyurabilmeyi sağlamak ve eski tanrıları gibi ölümsüz olmak istiyordu.

Bitmeyen iktidar mücadeleleri ve imparatorluğun büyüyen sınırları nedeniyle Roma İmparatorluğu’nu iki merkezden yönetme kararı alınınca, Roma gibi ikinci merkezin de yedi tepeli bir bölgede kurulması fikri ortaya çıktı. Yedi rakamı pagan inanışta kutsaldı. Truva ve İzmit dâhil birçok yer elendikten sonra, Konstantinopolis Roma’nın eşzamanlı ikinci başkenti olarak kabul edildi. Şehrin daha önceki adı byzantion iken, ilk imparator Doğu Roma İmparatoru Konstantin’in adı verildi. Yıl: 395.

İşte bu yedi tepenin biri üzerine kurulmuş olan Büyük Roma Sarayı’nın tahtında oturan I. Jüstinyen, Nika ayaklanmasıyla yıkılan Ayasofya Kilisesi’ni yeniden inşa etmek için iki mimar görevlendirdi. Jüstinyen mimarlarına istediği yapıyı tarif ederken, Hıristiyan dünyası için simge olacak bir yapıyı da anlatıyordu.

5 yıl gibi- rekoru hala kırılamayan- bir sürede yapımı biten Ayasofya Kilisesi’nin muazzam kubbesi gökyüzüne yükselirken, takvimler 537’yi gösteriyordu. Ayasofya o zamana kadar en büyük yapı olan Süleyman Mabedi’nden daha da büyüktü.  Jüstinyen kiliseyi gördüğünde öyle bir kibir denizinde yüzüyordu ki, Ey Süleyman! Seni yendimdiyerek tarihe geçecek sözünü söyledi.

Ayasofya bin yıl boyunca - 1520’de İspanya’daki Sevilla Katedrali yapılana kadar- en büyük katedral olma özelliğini taşıdı. Kilise şehrin her yerinden rahatlıkla görüldüğü gibi, karşı kıyıdan bile izlenmesi mümkündü.

Roma İmparatoru I. Jüstinyen tarihe adını yazdırmayı başardı.

I. Jüstinyen’in muhteşem mabedi, bin yıl kilise, beş yüz yıl cami ve seksen yıl müze olarak kullanılan Ayasofya bugün halen ayakta.

ÖLÜMSÜZLEŞMENİN İLK ADIMI

Yıl 2012. Jüstinyen’in Büyük Saray’ın üzerinde çağdaş(!) çarpık binalar yükselirken, denizin karşı tarafında, Roma Sarayı kadar gösteriş ve şâşâlı olmayan mütevazı bir villada, 9 yıldır başbakan koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan düşünceli, düşünceli çalışma odasında bir ileri bir geri turluyordu.

İstanbul’a damgasını vurmuş sabık imparatordan geriye kalan Ayasofya’yı, penceresinden göremiyordu ama en az Jüstinyen kadar hırslıydı. Adını tarihe yazdırmalıydı. İstanbul için düşündüğü “çılgın proje”yi hayata geçirmek en azından şimdilik bir hayaldi. O takdirde bir yenisi devreye girmeliydi.

Büyük imparatorlar şehre yüzlerce-binlerce yıl sürecek damgalar vurmuştu. Kral Byzas, kenti kurmuştu. Konstantin adını vermiş, Thedoisus şehrin efsane surlarını yaptırmıştı. Bin 500 yıllık Ayasofya’yı Jüstinyen, şehri yeniden dünya şehri yapan ise Fatih idi. 4 yıl İstanbul Belediye Başkanlığı yapan Tayyip Erdoğan, 9 yıldır da ülkeyi yönetiyordu. Bu şehre damgasını vurmanın, ölümsüzleşmenin de vakti gelmişti. Gelenek buydu. İstanbul tarihi böyle yazılmıştı.

Ayasofya şehrin her yerinden görülebilecek şekilde eski şehrin yedi tepesinden birinde kurulmuştu. Jüstinyen’in sarayının hemen yanı başındaydı.

Çamlıca tepesi yeni şehrin yedi tepesinden biri olmasıyla Tayyip Erdoğan’ın evinin yanı başı sayılırdı. Buraya yapılacak muhteşem bir mabed, şehrin her yerinden görülürdü.

Belki dünyanın en büyük camisi olmayacak, belki Tayyip Erdoğan’ın adını tarihe yazdıracak nitelikleri de taşıyamayabilirdi. Ancak Çamlıca Camii, tarihe vurulacak Recep Tayyip Erdoğan damganın ilk adımı olabilirdi…

DEVLET KASASINDAN CAMİ YAPTIRILIR MI?

20 Temmuz 2012 Yer: Ataşehir. Gökdelenlerin gölgesinde 10 bin kişilik Mimar Sinan Camii yükseliyordu. Anadolu yakasının en büyük camisi olan bu cami, Tayyip Erdoğan’ın isteğiyle yapıldı. Ayasofya ve camiye adı verilen Mimar Sinan’ın Selimiye’siyle kıyaslandığında sadece yapım süresi olarak onlardan ayırt ediliyordu. İki yılda tamamlanmıştı. Fakat Türk mimarisinin son dönem yapıtı olarak önem taşıyordu. Ataşehir gibi bir yerde o kadar büyük bir camiye gerek var mıydı orası tartışılır. Fakat caminin yapım sebebi ihtiyacı karşılamaktan öte bir şeydi.

Caminin açılışında konuşma yapan Erdoğan, Mimar Sinan Camii’nden ‘Selâtin Camii’ olarak söz ediyor. Anadolu yakasında bu tanımlamadaki camilerin yapımına devam edileceğini söylüyordu. Caminin girişinde bir de Erdoğan’ın estetik fakiri kitabesi bulunuyordu.

Erdoğan’ın fazlasıyla sözlerini önemsiyorum. Erdoğan söylediği hiçbir lafı iş olsun diye söylemeyen, konuşmalarının satır aralarında, mesajlar veren bir siyasetçi. Belki gelecek planlamasını bile konuşmalarından anlamak mümkün.

Cami açılışında yaptığı konuşmada kullandığı ‘Selâtin Camii’lerinin ne olduğunu ve neyi temsil ettiğini Erdoğan çok iyi biliyor.

Selâtin Camileri, padişah camileridir. Bu camileri başlangıçta, zafer kazanan padişahlar tarafından yaptırılıyordu. Camiler sultanın kişisel servetinden inşa edilir, devlet kasanından katkı yapılmazdı. Daha sonra I. Ahmed’in Sultanahmet Camiini yaptırmasıyla bu gelenek bozuldu. Sefere gitmeyen ve zafer kazanmayan padişahlar da cami yaptırır oldu.

Başbakan’ın Mimar Sinan Camii’ne Selâtin Camii demesinin altında ne gibi bir anlam yatıyor bunu anlamaya çalışacağız.
(Camiler halkın bağışlarıyla yapılıyor. Bugüne kadar ki teamül budur. Mimar Sinan Camii yapımında devlet yardımı oldu mu bilmiyorum-benim bilgi eksikliğim-Çamlıca Camii hangi bütçeyle inşa ettirilecek bunu da bilmiyorum. Önemli gördüğüm bir noktayı vurgulamak istiyorum. Erdoğan Selatin Camileri yaptırmak istiyor. Bunu yaparken lütfen, camilere vakfiyeler kazandırmaya baksın. Zira camilerin halka el açması, son derece iç burkucu ve onur kırıcı bir durum. Bugün kanıksamamıza rağmen, camilerin sosyal hayatın içine girememelerinin sebeplerinden biri olarak bu sorunu görüyorum.)

AYIYA ‘DAYI’ MI DİYOR

Tayyip Erdoğan, parti içinde kendine tam biat edilen bir genel başkan olmakla beraber aynı zamanda ülkeyi de tek adam mantığıyla yönetme güdüsü yüksek bir şahsiyet. Karizması ve “racon kesme” üslübu uluslararası arenada da dikkat ve şaşkınlıkla izleniyor. Türk siyasetinde bir ekol. Birçok alanda yaptığı devrim niteliğindeki yeniliklerle, tartışmalara neden olsa da, üç dönem iktidarda kalarak oyunu yükselten tek partinin sarsılmaz lideri. Yüzde 48’lik oy onun rahat hareketinin en büyük sebebi.
Ortadoğu’da zıp zıp zıplaması, her planın içinde olması onun ‘ağır abi’liğine ters, fakat dominant karakteriyle uyuşan bir durum.
Geçen yıl Tahrir Meydanı’nda yaptığı konuşmayla İslam âlemini de kanatları altında toplamak isteyen tavrı, alkış topladı.

Her ne kadar “BOP eşbaşkanıyım” dese de ve yaptıklarını öyle değerlendirip belki de su-i zanda bulunsak da; ‘köprüyü geçene kadar ayıya, dayı diyor’ tezi de hüsnü kabul görüyor.

Bu tez üzerinden gittiğimizde ve 2014’te cumhurbaşkanlığına oynayarak, sonra ki süreçte de, yarı başkanlık/başkanlık sistemi isteyeceğini sağır sultan bile biliyor. Peki ya daha sonra ki adım ne olacak.

‘HİLAFET’

11 yıl ülkeyi tek başına yönettikten sonra, küçük bir hamleyle cumhurbaşkanı olan, hele hele başkanlık koltuğuna da oturursa Tayyip Erdoğan gibi bir insanın tek bir arzusu kalır: HALİFE OLMAK.

Selâtin Camileri yaptıran ve Kemalist kurumları alt-üst ederek, yeni anayasa ile devletin kuruluş ideolojisini baştanbaşa değiştirmeyi hedefleyen, attığı her adım olay olan bir siyasi şahsiyetin ulaşacağı son nokta ne olurdu sizce…

GÜNDÜZ NİYETİNE…

Belki bu da BOP kapsamında…  Ancak hilafetin bize bu bölgede belki de kazancı olabilir. 1924 yılında kaldırılan hilafet, dünya Müslümanlarının bir noktada lidersiz kalmasına neden olmuştu. Tüm dünyada uzun yıllardır tartışma konusu olan ‘hilafet’, 1517’de Yavuz’un Mısır seferi ve ardından Memluklara son vermesiyle Osmanlı hanedanına geçti. Son Abbasi halifesi 3. Mütevekkil ile İslam Sancağı ve Kutsal Emanetler İstanbul’a getirildi. Mütevekkil’in ölümünden sonra, Abbasi hanedanından halife çıkmasını engelleyen Yavuz, halifeliğin kendisine geçmesini sağladı.

Cumhuriyetin ilanı ve saltanatın kaldırılmasından sonra, TBMM tarafından seçilen son halife II. Abdülmecit’in varlığı, devrimlerin önünde engel addedilince, hilafet 3 Mart 1924 tarihinde meclisin aldığı bir karar ve çıkarılan bir kanunla tümden ortadan kaldırıldı.

Devrimler açısından son derece elzem görünen hilafetin kaldırılmasının, İslam dünyasında elbette olumsuz yansımaları oldu. İnanan kitle açısından dünyada ikinci semavi din olan İslamiyet’in kişi ve kurum olarak ‘hilafet’e bağlı olması ve dünya Müslümanlarının, tek merkeze bağlı kalmalarının-hele hele bir Türk halifenin olmasının-önemi günümüzde daha çok ortaya çıkıyor.

Osmanlı’nın son dönemlerinde Sultan II. Abdülhamid Han’ın, hilafet makamından yararlanıp, ‘İslam birliği’ stratejisini çok iyi kullanmasıyla, topraklarında yangın olan bir imparatorluğun ömrünü uzatmayı başarmıştı.

Bu yangın imparatorluğun eski topraklarında bugün yeniden tezahürüyle; emperyalist güçlerin fiili ve siyasi işgali altında kalan eski Osmanlı halkları, kendisine sunulan, ‘baharın’ kanlı çiçeklerine kanarak, ateşe koşuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, İsrail’e ‘van minüt’ü ve Tahrir konuşması gibi bölgenin yakın takibi altındaki tavırları, fecaat içinde bulunan eski Osmanlı halklarını kucaklamaya yönelik siyaseti, büyük ölçüde karşılık görmekte.

Böyle bir makama şimdiye dek, dünya üzerinde kimsenin cüret edememesi, hilafetin ilelebet zuhur etmeyeceği anlamına gelmiyor. Kanımca dünya Müslümanları, Türklerden 500 yıl boyunca ona halel getirmeden ellerinden düşürmedikleri Hilafet Sancağı’nı, yeniden yüceltecekleri günü bekliyor.

Laik Türkiye Cumhuriyeti tarafından ilga edilen bir kurumun yeniden hayat bulması, Kemalizme vurulacak en büyük darbelerden biri olacağı gibi, hilafet doğru kullanıldığında, Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye adına büyük koz olacaktır.

Şunu iddia ediyorum: Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olduktan sonra, medya ve siyasi arenada ‘Hilafet Tartışmaları’ başlayacaktır.

Yeniden hatırlatma gereği duyuyorum: Her ne kadar bu gelişmeler, emperyalist güçlerin politikalarına uygun sürdürülüyor gibi görünse de…

Kemalist cumhuriyet kurumlarının reorganizasyonu, belki de laikliğin yeni anayasayla artık tarih olması, Jüstinyen’in Ayasofyası’na muadil Çamlıca’da cami projesi, eski imparatorluğu yeniden diriltme çabaları, başkanlık sistemi, Tayyip Erdoğan’ı Özal’dan da öteye taşıyor. Belki Özal’ın yarım kalan misyonu üzerinden devam ediyor. Belki de kendine verilen rolü oynuyor. Zaman gösterecek.

Tayyip Erdoğan’ın ‘Hilafet Rüyası’ gündüz niyetine…