Articles by "Tayyip"
Tayyip etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ekonomik buhranlar veya gerilemeler, politik olarak dikkatlerin dağıtılmasını gerektirir. Düzmece siyasi krizler, hatta askeri darbeler organize edilir. Zamanımızda herşey ama herşey ekonomiktir.
12 eylül darbesinin arka planında liberal ekonomiye geçişin sağlanması yattığı gibi, 2001 krizi ve koalisyon hükümetlerine son verilme nedeni de; dünya finans sistemine Türkiye'nin adabte edilmesidir.

Geçen gece Türkiye İhracatçılar Meclisi'nin “Türkiye'nin Yıldızları Ödül” törenine davetliydim. Törende İSO 500 listesinde 343. sırada bulunan Durmazlar Makina da ödül aldı. Uzun zamandır
kendisini yakından tanıdığım Durmazlar Makina Yönetim Kurulu Başkanı Hüseyin Durmaz'la birkaç yıldır görüşemiyorduk. Bu vesileyle görüşme fırsatımız oldu. Durmaz aynı zamanda eski Makina İmalatçıları Birliği başkanı. Tören öncesi kokteylde ayak üstü laflarken, “Doğduğumdan beri kriz bitmedi şu memlekette” diye başlayan cümlesi gündem değerlendirmesiyle devam etti. Durmaz, bugün NASA'ya uzay mekiği üretiminde kullanılan makinalar yaptıklarını ifade ederken 58 yıllık firmalarının krizler içinde büyüdüğünü söyledi.

Türkiye'de ihracat yapan öz sermayeleriyle büyük atılımlara imza atan firmaların krizlere şerbetli olduğu gerçek.

Dolar ve Euro'nun son bir yılda tavan yapması, işsizlik ve cari açığın büyümesi, dış politikada; özellikle Ortadoğu'da uyguladığımız politikalar, enflasyonun artması,Türkiye'nin son birkaç yılda yaşadığı gizli ekonomik krizin ipuçları.

Gündeme baktığımızda kimsenin bunlardan söz etmemesini nasıl değerlendirmemiz gerekir?

Gezi Parkı eylemleriyle başlayan, 17 Aralık'la tavan yapan suni gündemler bitip tükenmek bilmiyor da ondan. İktidar partisi gündem belirleme ve gündem değiştirme ilizyonisti. Özellikle başbakan bu konuda tam bir mandrake.

Sim sala bim...

**********

Yazımızın ana ekseni aslında 'adam kıtlığı' konusu olacaktı.

Neyse küçük bir eksen kayması...

Osmanlı'da kullanılan 'kaht-ı rical' deyimi yani 'adam kıtlığı' mevzusu, dönem dönem yaşanan sıkıntılı bir durumdur.

Halkının yüzde 50 oyunu almış bir liderin, geri kalan yüzde 50'sini hedef tahtasına koyması kaht-ı rical dönemininden kurtulamadığımızın en bariz göstergesi.

İşi ehline vermek” veya “riyaset” sahiplerinin görev başında olmaları kaht-ı ricali engeller engellemesine de; peki ya gerekli meziyetlere sahip insanlar bulunmazsa/bulunamazsa ne olur.

Bugün yaşananlar elbette...

Özal'ın ölümünden bu yana kaht-ı rical devam etmektedir.
Özal sonrası ülkeyi yöneten parti ve liderlerine baktığımızda bunu açıkça görüyoruz. Son dönemde ise iktidar partisinin devlet ve halkıyla girdiği mücadele kaht-ı ricalin bir an önce bitmesi gerektiği gerçeğini de gün yüzüne çıkarıyor.

Yolsuzluk iddialarının üzerinin örtülmesi bile AKP'nin yerel seçimlerde oy oranında büyük düşüşlere sebep olmadı. Bazı siyasi yorumcuların bunu açıklamakta zorluk çekmelerini anlayamıyorum. Kabine üyelerinin çocuklarının evlerinde bulunan paraların, bir tv kanalının satın alınmasında kurulan konsorsiyumun, başbakanın oğlunun vakfına bağışlanan milyonların seçimlerde AKP'ye negatif yansımasının çok küçük olması, alternatifinin olmamasından kaynaklandığı çok açık.
AKP öncesi dönemde memleketin halini çok iyi hatırlayan vatandaş gidip yeniden oyunu AKP'ye verdi.

Yerel seçimlerde CHP gibi bir partinin MHP'li aday göstermesi kaht-ı rical değilde nedir?
Özal sonrası alternatiflere baktığımızda rahmetli Adnan Kahveci'nin lider olarak Türk halkının karşısında çıkma çalışmaları yaptığını görüyoruz. Hatta çocukluk arkadaşı yine rahmetli efsane vali Recep Yazıcıoğlu'nu da yanına alacağı biliniyordu. Ne yazık ki ve ne hikmetse ikisini de trafik kazasında kaybettik.

Mesut Yılmaz'ların, Çiller'lerin, Demirel, Erbakan ve Ecevitler'in dönemlerine tek tek projektör tutarsak, 'adam kıtlığı'nı görmemiz fazlasıyla mümkün.
Adam gibi görünen ve adam olmadığı çok sonra anlaşılan yöneticilerin elinde bu ülke yıllardır heder olmuştur.

**********

AKP'nin ve Tayyip Erdoğan'ın ne tür politikalar ürettiğine bakılmadan 12 yıllık iktidar mazilerinin ardında yatan gerçek alternatifsiz oluşlarıdır.
2002 yılında iktidara geldiklerinde, liberal-muhafazakâr olduklarını, halkın her kesimini kucaklayacaklarını defalarca dile getirmişler, meyhanelere kadar giderek oy istemişler, kendilerini halka arz etmişlerdi.
Sağdan merkeze kayan ve yapılan operasyonlarla merkezin tek partisi görünümü alan AKP, aslında hiçbir döneminde merkez parti olamamıştır.
ANAP ve DYP'nin birleşmesi engellenmiş, ortaya çıkabilecek tüm liderler ya pasifize edilmiş veya AKP bünyesine alınarak, merkez sağ tamamen AKP'ye tahsis edildi.

AKP ekonomi politikalarıyla Türkiye'yi tam bir kapitalizm döngüsüne sokmuş, muhafazakâr duruşu sadece iç politika aracı olarak kullanmıştır.
Uluslararası güçler tarafından 2001 yılına kadar bir türlü global finans sistemine, siyasi ve ekonomik krizler nedeniyle dahil edilemeyen Türkiye, sükûnete kavuşunca borsa ve bankaları global şirketler tarafından paylaşıldarak, dünyaya entegrasyon sağlanmıştır.

**********

Türkiye formüllere, tanımlamalara uymayan insanların yaşadığı bir ülkedir:
selamunaleyküm” diyen Ermenisi, “bye bye” diyen dindarı mevcut. Oruç tutan komünisti, namaz kılan ulusalcısı var.

'Öteki Türkiye' ile 'Beriki Türkiye'yi, 'Beyaz Türkler'le 'Siyah Türkler'i, ulusalcıyla muhafazakârı; ayrıştırmak, aralarında uçurumlar oluşturmak, oy rantı için farklı düşünceleri nefrete dönüştürmek yerine, 'milli birlik' potasında halkı kucaklayan bir lidere ihtiyaç var.
Taksim meydanında bira şişesiyle “TC” yazan adama kafayı takan değil, polisten kaçarak camiye sığınanlara şefkatle yaklaşan, onlara Allah'ın evini açan imamı sürgüne göndermeyen bir lidere ihtiyaç var.

12 yıllık iktidar günahlarını paralel bir günah keçisine yıkan değil, yolsuzlukla suçlanan bakanların dosyalarını hasır altı etmeyen bir lidere ihtiyaç var. Her olayda kendine ve partisine komplo yapıldığını iddia ederek, mağdur edebiyatının Tolstoy'u değil, ülke güvenliğini tehdit edecek boyutlara varan dinlemelerin faillerini ortaya çıkararak adalete teslim eden bir lidere ihtiyaç var.

Kaht-ı rical döneminin bitmesi, bu topraklarda yaşayan her türden insanla empati yapabilecek gerçek bir lidere ihtiyaç var. Kıran-döken değil; birleştiren, öfkeyle değil; usuletle ve suhuletle yöneten bir lidere ihtiyaç var.

Hz. Ömer, “Bana yardım ediniz” deyip sahabelerden yardım ister. Herkes “Edelim Ya Ömer! Malımızla, mülkümüzle, paramızla nasıl istersen yardım edelim” demişler. Hz. Ömer şu cevabı verir: “Hayır, hayır, bana her şeyden önce adam lazım, adam!





Doğduğu köyden çok uzaktaydı. Çoktan beridir unutmuştu zaten. Amcasının himayesiyle uzun zaman önce kopmuştu o topraklardan. Geniş odasının denize bakan balkonundan güneşin batışını seyrederken, gücünün farkındaydı imparator I. Jüstinyen. Tahttan indirilmesi için çıkarılan isyanı güç bela da olsa bastırmış, hipodroma topladığı isyancıları kadın, erkek demeden kılıçtan geçirtmişti. Ölmektense, öldürmeyi tercih etmişti. Tarihe Nika İsyanı olarak geçecek olan isyan onun için yeni bir başlangıç olacaktı.

Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen adını tarihe yazdırmanın peşindeydi. İmparator olduktan sonra, büyük bayındırlık hizmetlerinde bulunmuş, yeni medeni kanun hazırlatmış olmasına rağmen yaptıklarını tatmin edici bulmuyordu. Gücüne güç katacak. Doğuda ve batıda adını herkese duyurabilmeyi sağlamak ve eski tanrıları gibi ölümsüz olmak istiyordu.

Bitmeyen iktidar mücadeleleri ve imparatorluğun büyüyen sınırları nedeniyle Roma İmparatorluğu’nu iki merkezden yönetme kararı alınınca, Roma gibi ikinci merkezin de yedi tepeli bir bölgede kurulması fikri ortaya çıktı. Yedi rakamı pagan inanışta kutsaldı. Truva ve İzmit dâhil birçok yer elendikten sonra, Konstantinopolis Roma’nın eşzamanlı ikinci başkenti olarak kabul edildi. Şehrin daha önceki adı byzantion iken, ilk imparator Doğu Roma İmparatoru Konstantin’in adı verildi. Yıl: 395.

İşte bu yedi tepenin biri üzerine kurulmuş olan Büyük Roma Sarayı’nın tahtında oturan I. Jüstinyen, Nika ayaklanmasıyla yıkılan Ayasofya Kilisesi’ni yeniden inşa etmek için iki mimar görevlendirdi. Jüstinyen mimarlarına istediği yapıyı tarif ederken, Hıristiyan dünyası için simge olacak bir yapıyı da anlatıyordu.

5 yıl gibi- rekoru hala kırılamayan- bir sürede yapımı biten Ayasofya Kilisesi’nin muazzam kubbesi gökyüzüne yükselirken, takvimler 537’yi gösteriyordu. Ayasofya o zamana kadar en büyük yapı olan Süleyman Mabedi’nden daha da büyüktü.  Jüstinyen kiliseyi gördüğünde öyle bir kibir denizinde yüzüyordu ki, Ey Süleyman! Seni yendimdiyerek tarihe geçecek sözünü söyledi.

Ayasofya bin yıl boyunca - 1520’de İspanya’daki Sevilla Katedrali yapılana kadar- en büyük katedral olma özelliğini taşıdı. Kilise şehrin her yerinden rahatlıkla görüldüğü gibi, karşı kıyıdan bile izlenmesi mümkündü.

Roma İmparatoru I. Jüstinyen tarihe adını yazdırmayı başardı.

I. Jüstinyen’in muhteşem mabedi, bin yıl kilise, beş yüz yıl cami ve seksen yıl müze olarak kullanılan Ayasofya bugün halen ayakta.

ÖLÜMSÜZLEŞMENİN İLK ADIMI

Yıl 2012. Jüstinyen’in Büyük Saray’ın üzerinde çağdaş(!) çarpık binalar yükselirken, denizin karşı tarafında, Roma Sarayı kadar gösteriş ve şâşâlı olmayan mütevazı bir villada, 9 yıldır başbakan koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan düşünceli, düşünceli çalışma odasında bir ileri bir geri turluyordu.

İstanbul’a damgasını vurmuş sabık imparatordan geriye kalan Ayasofya’yı, penceresinden göremiyordu ama en az Jüstinyen kadar hırslıydı. Adını tarihe yazdırmalıydı. İstanbul için düşündüğü “çılgın proje”yi hayata geçirmek en azından şimdilik bir hayaldi. O takdirde bir yenisi devreye girmeliydi.

Büyük imparatorlar şehre yüzlerce-binlerce yıl sürecek damgalar vurmuştu. Kral Byzas, kenti kurmuştu. Konstantin adını vermiş, Thedoisus şehrin efsane surlarını yaptırmıştı. Bin 500 yıllık Ayasofya’yı Jüstinyen, şehri yeniden dünya şehri yapan ise Fatih idi. 4 yıl İstanbul Belediye Başkanlığı yapan Tayyip Erdoğan, 9 yıldır da ülkeyi yönetiyordu. Bu şehre damgasını vurmanın, ölümsüzleşmenin de vakti gelmişti. Gelenek buydu. İstanbul tarihi böyle yazılmıştı.

Ayasofya şehrin her yerinden görülebilecek şekilde eski şehrin yedi tepesinden birinde kurulmuştu. Jüstinyen’in sarayının hemen yanı başındaydı.

Çamlıca tepesi yeni şehrin yedi tepesinden biri olmasıyla Tayyip Erdoğan’ın evinin yanı başı sayılırdı. Buraya yapılacak muhteşem bir mabed, şehrin her yerinden görülürdü.

Belki dünyanın en büyük camisi olmayacak, belki Tayyip Erdoğan’ın adını tarihe yazdıracak nitelikleri de taşıyamayabilirdi. Ancak Çamlıca Camii, tarihe vurulacak Recep Tayyip Erdoğan damganın ilk adımı olabilirdi…

DEVLET KASASINDAN CAMİ YAPTIRILIR MI?

20 Temmuz 2012 Yer: Ataşehir. Gökdelenlerin gölgesinde 10 bin kişilik Mimar Sinan Camii yükseliyordu. Anadolu yakasının en büyük camisi olan bu cami, Tayyip Erdoğan’ın isteğiyle yapıldı. Ayasofya ve camiye adı verilen Mimar Sinan’ın Selimiye’siyle kıyaslandığında sadece yapım süresi olarak onlardan ayırt ediliyordu. İki yılda tamamlanmıştı. Fakat Türk mimarisinin son dönem yapıtı olarak önem taşıyordu. Ataşehir gibi bir yerde o kadar büyük bir camiye gerek var mıydı orası tartışılır. Fakat caminin yapım sebebi ihtiyacı karşılamaktan öte bir şeydi.

Caminin açılışında konuşma yapan Erdoğan, Mimar Sinan Camii’nden ‘Selâtin Camii’ olarak söz ediyor. Anadolu yakasında bu tanımlamadaki camilerin yapımına devam edileceğini söylüyordu. Caminin girişinde bir de Erdoğan’ın estetik fakiri kitabesi bulunuyordu.

Erdoğan’ın fazlasıyla sözlerini önemsiyorum. Erdoğan söylediği hiçbir lafı iş olsun diye söylemeyen, konuşmalarının satır aralarında, mesajlar veren bir siyasetçi. Belki gelecek planlamasını bile konuşmalarından anlamak mümkün.

Cami açılışında yaptığı konuşmada kullandığı ‘Selâtin Camii’lerinin ne olduğunu ve neyi temsil ettiğini Erdoğan çok iyi biliyor.

Selâtin Camileri, padişah camileridir. Bu camileri başlangıçta, zafer kazanan padişahlar tarafından yaptırılıyordu. Camiler sultanın kişisel servetinden inşa edilir, devlet kasanından katkı yapılmazdı. Daha sonra I. Ahmed’in Sultanahmet Camiini yaptırmasıyla bu gelenek bozuldu. Sefere gitmeyen ve zafer kazanmayan padişahlar da cami yaptırır oldu.

Başbakan’ın Mimar Sinan Camii’ne Selâtin Camii demesinin altında ne gibi bir anlam yatıyor bunu anlamaya çalışacağız.
(Camiler halkın bağışlarıyla yapılıyor. Bugüne kadar ki teamül budur. Mimar Sinan Camii yapımında devlet yardımı oldu mu bilmiyorum-benim bilgi eksikliğim-Çamlıca Camii hangi bütçeyle inşa ettirilecek bunu da bilmiyorum. Önemli gördüğüm bir noktayı vurgulamak istiyorum. Erdoğan Selatin Camileri yaptırmak istiyor. Bunu yaparken lütfen, camilere vakfiyeler kazandırmaya baksın. Zira camilerin halka el açması, son derece iç burkucu ve onur kırıcı bir durum. Bugün kanıksamamıza rağmen, camilerin sosyal hayatın içine girememelerinin sebeplerinden biri olarak bu sorunu görüyorum.)

AYIYA ‘DAYI’ MI DİYOR

Tayyip Erdoğan, parti içinde kendine tam biat edilen bir genel başkan olmakla beraber aynı zamanda ülkeyi de tek adam mantığıyla yönetme güdüsü yüksek bir şahsiyet. Karizması ve “racon kesme” üslübu uluslararası arenada da dikkat ve şaşkınlıkla izleniyor. Türk siyasetinde bir ekol. Birçok alanda yaptığı devrim niteliğindeki yeniliklerle, tartışmalara neden olsa da, üç dönem iktidarda kalarak oyunu yükselten tek partinin sarsılmaz lideri. Yüzde 48’lik oy onun rahat hareketinin en büyük sebebi.
Ortadoğu’da zıp zıp zıplaması, her planın içinde olması onun ‘ağır abi’liğine ters, fakat dominant karakteriyle uyuşan bir durum.
Geçen yıl Tahrir Meydanı’nda yaptığı konuşmayla İslam âlemini de kanatları altında toplamak isteyen tavrı, alkış topladı.

Her ne kadar “BOP eşbaşkanıyım” dese de ve yaptıklarını öyle değerlendirip belki de su-i zanda bulunsak da; ‘köprüyü geçene kadar ayıya, dayı diyor’ tezi de hüsnü kabul görüyor.

Bu tez üzerinden gittiğimizde ve 2014’te cumhurbaşkanlığına oynayarak, sonra ki süreçte de, yarı başkanlık/başkanlık sistemi isteyeceğini sağır sultan bile biliyor. Peki ya daha sonra ki adım ne olacak.

‘HİLAFET’

11 yıl ülkeyi tek başına yönettikten sonra, küçük bir hamleyle cumhurbaşkanı olan, hele hele başkanlık koltuğuna da oturursa Tayyip Erdoğan gibi bir insanın tek bir arzusu kalır: HALİFE OLMAK.

Selâtin Camileri yaptıran ve Kemalist kurumları alt-üst ederek, yeni anayasa ile devletin kuruluş ideolojisini baştanbaşa değiştirmeyi hedefleyen, attığı her adım olay olan bir siyasi şahsiyetin ulaşacağı son nokta ne olurdu sizce…

GÜNDÜZ NİYETİNE…

Belki bu da BOP kapsamında…  Ancak hilafetin bize bu bölgede belki de kazancı olabilir. 1924 yılında kaldırılan hilafet, dünya Müslümanlarının bir noktada lidersiz kalmasına neden olmuştu. Tüm dünyada uzun yıllardır tartışma konusu olan ‘hilafet’, 1517’de Yavuz’un Mısır seferi ve ardından Memluklara son vermesiyle Osmanlı hanedanına geçti. Son Abbasi halifesi 3. Mütevekkil ile İslam Sancağı ve Kutsal Emanetler İstanbul’a getirildi. Mütevekkil’in ölümünden sonra, Abbasi hanedanından halife çıkmasını engelleyen Yavuz, halifeliğin kendisine geçmesini sağladı.

Cumhuriyetin ilanı ve saltanatın kaldırılmasından sonra, TBMM tarafından seçilen son halife II. Abdülmecit’in varlığı, devrimlerin önünde engel addedilince, hilafet 3 Mart 1924 tarihinde meclisin aldığı bir karar ve çıkarılan bir kanunla tümden ortadan kaldırıldı.

Devrimler açısından son derece elzem görünen hilafetin kaldırılmasının, İslam dünyasında elbette olumsuz yansımaları oldu. İnanan kitle açısından dünyada ikinci semavi din olan İslamiyet’in kişi ve kurum olarak ‘hilafet’e bağlı olması ve dünya Müslümanlarının, tek merkeze bağlı kalmalarının-hele hele bir Türk halifenin olmasının-önemi günümüzde daha çok ortaya çıkıyor.

Osmanlı’nın son dönemlerinde Sultan II. Abdülhamid Han’ın, hilafet makamından yararlanıp, ‘İslam birliği’ stratejisini çok iyi kullanmasıyla, topraklarında yangın olan bir imparatorluğun ömrünü uzatmayı başarmıştı.

Bu yangın imparatorluğun eski topraklarında bugün yeniden tezahürüyle; emperyalist güçlerin fiili ve siyasi işgali altında kalan eski Osmanlı halkları, kendisine sunulan, ‘baharın’ kanlı çiçeklerine kanarak, ateşe koşuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, İsrail’e ‘van minüt’ü ve Tahrir konuşması gibi bölgenin yakın takibi altındaki tavırları, fecaat içinde bulunan eski Osmanlı halklarını kucaklamaya yönelik siyaseti, büyük ölçüde karşılık görmekte.

Böyle bir makama şimdiye dek, dünya üzerinde kimsenin cüret edememesi, hilafetin ilelebet zuhur etmeyeceği anlamına gelmiyor. Kanımca dünya Müslümanları, Türklerden 500 yıl boyunca ona halel getirmeden ellerinden düşürmedikleri Hilafet Sancağı’nı, yeniden yüceltecekleri günü bekliyor.

Laik Türkiye Cumhuriyeti tarafından ilga edilen bir kurumun yeniden hayat bulması, Kemalizme vurulacak en büyük darbelerden biri olacağı gibi, hilafet doğru kullanıldığında, Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye adına büyük koz olacaktır.

Şunu iddia ediyorum: Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olduktan sonra, medya ve siyasi arenada ‘Hilafet Tartışmaları’ başlayacaktır.

Yeniden hatırlatma gereği duyuyorum: Her ne kadar bu gelişmeler, emperyalist güçlerin politikalarına uygun sürdürülüyor gibi görünse de…

Kemalist cumhuriyet kurumlarının reorganizasyonu, belki de laikliğin yeni anayasayla artık tarih olması, Jüstinyen’in Ayasofyası’na muadil Çamlıca’da cami projesi, eski imparatorluğu yeniden diriltme çabaları, başkanlık sistemi, Tayyip Erdoğan’ı Özal’dan da öteye taşıyor. Belki Özal’ın yarım kalan misyonu üzerinden devam ediyor. Belki de kendine verilen rolü oynuyor. Zaman gösterecek.

Tayyip Erdoğan’ın ‘Hilafet Rüyası’ gündüz niyetine…






ABD ve İsrail’in Ortadoğu kaygıları; Arap-İsrail savaşının bittiği Ortadoğu’da, rehavet dönemine girileceği ümidi yeşerirken birden bire yeniden alevlendi. Bunun sebebi 1979 yılındaki İran İslam Devrimiydi.  Ortadoğu’da büyük bir müttefikini kaybeden ikili, devrimle eşgüdümlü planlarını devreye sokarak-Saddam Hüseyin’in CIA operasyonuyla Irak’ın başına geçmesi-8 yıl sürecek gibi görünmesine rağmen, artık bu topraklarda kanın durmadan akacağının işareti olan İran-Irak Savaşı’nı başlattılar.

Savaşlar ve operasyonlar birbirini izlerken, Irak’ta yaşananlarla birlikte Türkiye ön planda olma ve bölgeyi kontrol etme arzusunu hep taşıdı. Bu refleksle, Saddam’ın düşmanı iki kürt lideri her zaman himayesinde tuttu. Mesut Barzani, Celal Talabani.

Saddam iki kürt lideri K. Irak’a hapsetmesine rağmen, Türkiye ceplerine kırmızı pasaport koyarak, dünyaya kendi topraklarından açılmasını sağladı. Bunu yaparken de, sandı ki; K. Irak’ı Talabani ve Barzani aracılığıyla kontrol altında tutacak.

İki grubun peşmergelerini de Türk askerleri eğitti. ABD’den gelen askeri ve lojistik yardım Türkiye üzerinden kendilerine ulaştı. Kısaca Türkiye olmasa, bugün Irak’ın cumhurbaşkanı olan zat ne hayatta olur. Ne de K. Irak’ta kürt hakimiyeti mümkün olurdu. Varlıklarını Türkiye Cumhuriyeti’ne borçlu olan bu iki siyasi figürün Türkiye’ye teşekkürü nasıl oldu malum.

PKK’yı her zaman desteklediler. Ve topraklarında bulunmalarına göz yumdular. Türkiye’deki kürt vatandaşlarını zaman zaman kışkırttılar.

Her zaman söyleriz. “Koskoca Türkiye Cumhuriyeti” diye.

İşte bu koca devlet iki kıçı kırık peşmergeyi avucunda tutamadı.

Adamların başı ayrı, kıçı ayrı oynuyor. Bir Türkiye’ye, bir ABD’ye, bir Rusya’ya göz kırparak, ‘gemisini yürüten kaptan’ misali bugüne kadar geldiler. Ve daha da önemli şahıslar oldular. Artık Irak için vazgeçilmezler. Biri cumhurbaşkanı oldu, diğeri ise bağımsız devlet kuruyor/kurdu.

Bugün BOP eşbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Ortadoğu’daki gelişmeleri hayretle izlediğine eminim. Zira K. Irak’ta ‘Kürt Devleti’ kırmızı çizgimiz iken ve daha bunu çözememişken, şimdi de başına ‘Büyük Kürt Devleti’ sorununu aldı. Suriye’deki gelişmeler gösteriyor ki Kuzey Suriye, K. Irak ile birleşerek, Büyük Kürt Devleti kurulmak isteniyor.

Tayyip Erdoğan ayıkla pirincin taşını… Ama pirinci bulmak için Dimyat’a mı gidersin yoksa, Halep’ten geri mi döner de evdeki bulgurun peşine düşersin bilinmez.

Aşağıda okuyacağınız yazı 2010 yılında yayınlanan TEKTAŞIN KANI adlı kitabıma aittir.
K. Irak’ta yıllarca beslediğimiz Barzani ve ailesine ait bilgilerin yanı sıra ilişkileri de anlatılmaktadır.

**********

İSRİAL’İN K. IRAK’TAKİ UŞAĞI: YAHUDİ BARZANİ 

Irak'ın kuzeyinde yüzyıllardır yaşamakta olan Kürt Yahudileri, İsrail ile önemli bir akrabalık bağı kurar.
Dr. A. Medyalı ismiyle kaleme alınan Kürdistanlı Yahudiler adlı kitapta, “Kürtlerin Ortadoğu'da Yahudilere karşı düşmanlık hisleri beslemesinin hiçbir yararı yoktur. Kürtler Yahudi toplumuyla daha sıcak ilişkiler kurmak durumundadırlar. Yahudi toplumunun demokratik kurumlarını görmezden gelemezler. Yahudi toplumu Ortadoğu'da Kürtlerin doğal ittifakçısıdır ” der.

Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir haber, K. Iraklı Kürtlerin içinde en meşhur olan Barzani ailesinin Yahudi olduğu ve aile içinden birçok haham yetiştiğinden söz ediyordu. Sefa Kaplan imzasıyla çıkan haber şöyle:

Barzani Ailesi'nin Yahudi olduğu ortaya çıktı [110]

Muhtemel bir savaşta Türk askerinin Kuzey Irak'ta yer almasını istemeyen Barzani Ailesi'nin, Kürt Yahudisi olduğu ve ailenin pek çok haham yetiştirdiği ortaya çıktı.

Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan UCLA öğretim üyesi Prof. Yona Sabar, yazdığı kitapta bu iddiaları doğruladı. Tarihçi Ahmet Uçar da, Osmanlı arşivlerinde, Sallum Barzani adlı bir hahamın önce Selanik'e, arkasından da Kudüs'e sürgün edildiğine dair bir belge yayımladı. Bilindiği gibi, Molla Mustafa Barzani ile oğlu Mesut Barzani, İsrail'le kurduğu iyi ilişkilerle tanınıyor ve İsrail öteden beri Irak Kürtleri'nin bağımsızlığını destekliyor.

1982 yılında Yale Üniversitesi tarafından yayımlanan ‘‘The Folk Literature of the Kurdistani Jews: An Anthology (Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antoloji) başlıklı kitap, başlangıçta sıradan bir antropolojik çalışma muamelesi gördü. Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan ve Los Angeles'teki Californiya Üniversitesi'nde (UCLA) görev yapan Prof. Yona Sabar tarafından kaleme alınan kitap, büyük çoğunluğu Kuzey Irak'ta yaşayan Kürt Yahudileri'nin hayatına ışık tutuyordu.

Ancak, Prof. Yona Sabar'ın kitabında daha ilginç bilgiler de vardı. Bunlardan en önemlisi de Barzani ailesi ile ilgiliydi. Prof. Sabar'ın verdiği bilgiye göre, 16. ve 17. yüzyılda bölgede yaşayan ailelerin en ünlülerinden biri Barzani ailesiydi ve bu aileye mensup hahamların kurduğu Yahudi eğitim kurumları büyük bir itibara sahipti. Öyle ki, başta Mısır olmak üzere Ortadoğu'nun muhtelif ülkelerinden buraya öğrenci akını oluyordu. Hatta, Haham Nathanel Barzani, bölgede nadiren görülen zenginlikte bir kütüphaneye de sahipti ve kitapların büyük çoğunluğu da elyazmasıydı. Bu kitaplar, yine haham olan oğlu Samuel Barzani'ye miras kalacaktı. İşin daha da çarpıcı yanı, Amerikan reformcu Yahudileri tarafından tam bir yüzyıl sonra kabul edilecek olan ilk kadın haham da Samuel Barzani'nin kızıydı ve ismi de Asenath Barzani'ydi.

Bir tek aile var

İnternet aracılığıyla konuya ilişkin görüşlerine başvurduğumuz Prof. Yona Sabar, Yahudi Barzani ailesinin kurucusunun 16. yüzyılda yaşayan Haham Samuel Barzani olduğunu belirterek, ailenin sonraki yüzyıllarda Musul, Kerkük ve Erbil yöresinde etkili olduğunu söyledi. Ancak, Barzani ismini taşıyan herkesi Kürt Yahudisi olarak görmenin doğru olmadığını savunan Prof. Yona Sabar, Barzan doğumluların bu isimle çağrıldığını söyledi.

Ancak, tarihçi Ahmet Uçar, Osmanlı arşivlerinde bölgede bir tek Barzani ailesi bulunduğuna dair kayıtların yer aldığını hatırlatarak, günümüz Barzanileri'nin atalarının Yahudi olduğundan şüphe duyulamayacağını ifade etti. Ahmet Uçar, Prof. Sabar'ın, Barzaniler'in ne zaman müslüman olduklarına ilişkin detaylara girmediğini de savundu.

Ahmet Uçar'ın yine Osmanlı arşivinde bulduğu bir başka belge ise 1856 yılında Sallum Barzani isimli bir hahamın, Musul'dan Selanik'e, oradan da Hahambaşılığın özel ricası ile Kudüs'e sürgün edildiğini gösteriyor. Uçar'ın ifadesine göre, ‘‘Kudüs'e Yahudi iskánı ile tereddütler olduğu için; Hariciye Nezareti'nin de görüşü alınarak 29 Şubat 1856'da Hahambaşı'nca verilen dilekçe Osmanlı hükümetince 11 Nisan'da görüşülerek uygun bulunmuş ve Sallum Barzani 20 Nisan 1861'de bir irade ile Kudüs'e sürülmüştü.’’ Uçar, Tarih ve Düşünce Dergisi'nde konu ile ilgili olarak yazdığı yazıda şöyle devam ediyor: ‘‘Mustafa Barzani'nin yıllar sonra kurduğu ilişkiler, hahamlarla Sallum Barzani ailesi arasındaki ilişkilerin yıllarca sürdüğünü göstermektedir. Molla Mustafa Barzani, 1950'den beri sık sık ziyaret ettiği İsrail'de her zaman Kuzey Irak kökenli, Kürtçe konuşan bir Yahudi hahamın evinde kalmaktadır: Haham David Gabay.’’ 

 Ailede pek çok ünlü haham var

Siz Yahudi Kürtler konusu ile ne zaman ilgilenmeye başladınız?

- Batılı seyyahların Kürtçe konuşan Yahudiler'den söz edildiğini görüyorsunuz. Ben bunu okuyunca, Başbakanlık Arşivi'nde, bölgedeki yerleşime ilişkin araştırmalar yaptım ama uzunca bir süre bununla ilgili herhangi bir evrak bulamadım. A. Medyalı isimli birisinin yazdığı ‘‘Kürt Yahudiler’’ isimli bir kitaba rastladım. Faik Bulut'un ‘‘Filistin Rüyası’’ isimli kitabında da İsrail'de Kürtçe konuşan Yahudiler'in bir organizasyonundan bahsediliyordu. Araştırmalarım sonucunda, Kuzey Irak'tan İsrail'e göçler yaşandığını tesbit ettim. Bugün İsrail'de geniş bir Kürtçe konuşan Yahudiler topluluğu mevcut.

Peki ya Barzani ailesi?
- Barzani ailesi ile ilgili ilk iddiaları da Amerika'da yaşayan ve kendisi Kürtçe konuşan bir Yahudi olmakla kalmayıp bu konuda uzman olan Prof. Yona Sabar'ın bir kitabında rastladım. Prof. Sabar, Barzani ailesinden gelen hahamların bölgede dini çalışmalar yaptıklarını söylüyordu. Bunun üzerine ben Barzani ailesinin kökenlerini araştırmaya başladım.

Ne buldunuz?
- Bir defa bölgede Barzani adıyla bilinen tek bir aile var. Bu aile, Kuzey Irak''taki Barzan köyünde yaşıyor. Osmanlı Arşivi'nde çalışırken, bu aile ilgili bir belge buldum. Bu belgede, 1855-56 yılında bu köyün mensuplarından Sallum Barzani adlı bir hahamın önce İstanbul'a, arkasından Selanik'e sürgün edildiği belirtiliyor.

Başka bir belge veya delil var mı elinizde?
- Molla Mustafa Barzani, ilk kez 1967 yılında İsrail'e gidiyor. Kendisini kabul eden İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan'a, hediye olarak bir 'Kürt hançeri' ile birlikte, Kerkük petrol rafinelerinin planlarını da getiriyor. Mart 1969'da yapılan bir operasyonda da Barzani-Mossad işbirliğiyle Kerkük rafinerileri bombalanıyor ve çalışamaz hale getiriliyor.

Barzani aşiretinin Yahudi kökenli olduğunun anlaşılması, bölgeye ve tarihe bakışımızda değişikliklere sebep olabilir mi?
- Olmaz mı? Tevrat'ta ‘‘Vaadedilmiş Ülke’’ olarak Nil'le Fırat arasının işaret edildiğine dair yorumlar vardır. Ayrıca, Barzani ailesi sürekli Mehdi çıkartmaktadır. Yahudilik'te de Mehdilik çok önemlidir. Ama bir yanlış anlaşılma olmasın. Ben bütün Kürtler Yahudi'dir filan demiyorum. 

MOSSAD BARZANİ İLİŞKİSİ

Türk gazeteciliğinde asla yeri doldurulamayan Uğur Mumcu, yazdığı yazılarla her zaman gündem oluşturmasını bilmişti. Ülkemiz üzerine inen sis bulutunun ardında yatanları, bir bir gün ışığına çıkaran Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdığı yazıda, MOSSAD-Barzani ilişkisini açıklıyordu. Yazılarında her zaman belge gösteren ve deliller sunan Mumcu, derin ilişkileri açığa vurduğu için, acımasız bir suikasta kurban gitmişti. Suikast daha sonra ise İran’a havale edildi. Oysa Mumcu İran ile ilgili herhangi bir yazı yazmamıştı.
Mumcu’nun 7 Ocak 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısını aynen veriyoruz:

“Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail Devleti’nin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?
Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu. MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan 'Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services' adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü’nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.

Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.
Kitapta 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (sh.327) , Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor. 1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor.

1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şah’ı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.
Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İRAN-İSRAİL üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ateşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor. (sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)

70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor. “Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521) Baba Molla Mustafa ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor.
Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek...İlgi belli...İlişki de belli...
Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?”

İSRAİL PKK’YA DA DESTEK VERİYOR

1965'li yıllara dayanan İsrail-Kürt ilişkisi, PKK'nın ortaya çıkmasından sonra K.Irak'ta daha farklı bir boyut almıştı. Türkiye ile birçok askeri iş birliği anlaşması  imzalayan İsrail, açık bir şekilde PKK’yı da desteklemekten geri durmadı.

1983 yılında İsrail Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir Türkiye'nin Kuzey Irak'ta gerçekleştirdiği sınır ötesi harekât ile ilgili olarak görüşlerini soran Brüksel'deki gazetecilere verdiği cevapta; Türkiye'yi "Kürdistan'ı işgal altında tutan devletlerden biri" olarak tanımlamış ve şöyle devam etmişti: "Ama bu işgalci devletler hiçbir şey dinlemedikleri için, Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi bir türlü sonuca ulaşamamaktadır."

2006 yılında Aksiyon Dergisi'nde yayınlanan haberde PKK'nın içinde güç savaşı olduğu belirtiliyor. Haberde örgütün ikiye ayrıldığını bunlardan bir grubun, Yahudi Kürtlerin yaşadığı bölgeye yerleştiğini söylüyor:
“Örgütün ağır silahlı kanadını kontrolünde bulunduran Halk Savunma Güçleri (HPG) sorumlusu Cemil Bayık ile Murat Karayılan arasındaki çekişme örgütü iki parçaya ayırmış durumda. Bayık’ın, hareketlilikle birlikte ekibini Zaho’ya yakın yerleşim yerlerine çektiği belirtilirken, Karayılan’ın da grubunu Erbil tarafındaki Akre ve Kürt Yahudilerin yaşadığı alan olarak bilinen Berzenci bölgesine taşıdığı belirtiliyor. Türk askerinin muhtemel bir Kandil operasyonu, boş bir alana yapılacağı için başarısızlıkla sonuçlanması kuvvetle ihtimal. Teröristler gelişmiş köylere saklanırken aynı zamanda Akre bölgesinde bulunan ve Saddam Hüseyin döneminde kışla olarak kullanılan, daha sonra işkence kaleleri olarak anılan yerlerde yaşıyorlar” [111]

İsrail yetkilileri, İsrailli askerlerin K.Irak faaliyetleri için şu savunmayı yapıyor: "Irak'ta hiçbir resmi faaliyetimiz yok. Çift pasaportlu şahıslar ya da oradakilerin akrabaları bazı faaliyetler yürütebilir. Bu, onları bağlar."
İsrail'in Kürt oyunu Türk istihbarat raporlarına da yansıdı: "MOSSAD ile KDP üç yıl önce anlaşma yaptı. Eğitim hem bölgede hem de İsrail'de veriliyor. Peşmergelere ayda 500 bin dolar hibe ediliyor."
Dönemin Dışişleri Abdullah Bakanı Gül, İsrail'in uyarıldığını ima etti, "Çok yakından takip ediyor, uyarıları yapıyoruz. Kerkük hassasiyetimizi herkes biliyor. Oldu bittiye izin vermeyiz" dedi. [112]

Saddam Hüseyin iktidarı döneminde Irak'ın güçlenmesini engellemek için Kürt kartını oynayan İsrail, şimdi de İran ve Suriye tehdidine karşı peşmergelere askeri eğitim vermeye başladı. Türk istihbarat birimleri, zamanında bölgede PKK'ya karşı işbirliği yaptığı İsrail'i yakın takibe aldı. Dışişleri Bakanlığı da konudan duyulan huzursuzluğu, doğrudan Şaron'un başında bulunduğu İsrail hükümetine iletti. [113]

 2004 yılında Sabah Gazetesi MOSSAD raporlarına ulaştığını iddia etti ve raporda yer alan bazı bilgilere yer verdi. Rapor, özetle şu bilgileri içeriyor:

* MOSSAD ile KDP, askeri eğitim konusunda kağıt üzerindeki ilk resmi anlaşmayı 2001 yılında yaptı.
* Eğitim hem bölgede, hem de İsrail'de yapılıyor.
* Peşmergelere ayda 500 bin dolar hibe veriliyor.
* Eğitime Barzani'nin yakın akrabaları da katıldı.
* Bölgedeki MOSSAD ajanlarının çoğu Kürt Yahudisi.
* Eğitim verenlerin tamamı lehçelerine kadar Kürtçe biliyor.
* Peşmergelere verilen eğitim, bölge ülkeleri ile ilgili genel bilgileri de sağlıyor. [114]

DİPNOT
[110] Barzani Ailesi'nin Yahudi olduğu ortaya çıktı/Sefa Kaplan/Hürriyet/18 Şubat 2003
[111] PKK’ya Yahudi Kürtler kucak açıyor/Haşim Söylemez/Aksiyon sayı:595/1 Mayıs 2006
[112] İsrail'den komik savunma/Zeynep Tuğrul-Işıl Abışgil/Sabah/22 Haziran 2004
[113] [114] Mossad, Kuzey Irak'ta cirit atıyor /Zeynep Tuğrul-Işıl Abışgil/Sabah/22 Haziran 2004


(TEKTAŞIN KANI, Kemâl Kaplan, Stigma 2010, s.249-260)


Bir süredir uyuyamıyordu. Yine öyle bir geceydi. Tonton, komodinin üzerinde duran gözlüğünü almak için hafifçe eğildi. Gözlüğünü takarken, aynı zamanda yataktan doğrularak kalktı. Eşi Semra uyanmasın diye sessizce kapıyı açıp koridora süzüldü.
Çok geçmeden, köşkün tüm ışıkları yanmaya başladı. Başkentin burun düşüren ayazında, uşak, danışman, özel kalem kim varsa herkes seferber olmuştu.
Tonton çalışma odasında Ortadoğu haritasının üzerinde, tarihçi Ahmet Akgündüz’e sorular yağdırıyor. Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ve bizim için dayanak noktalarını öğreniyordu.

1990 kışında Cumhurbaşkanlığı köşkünde yaşananlar, üç aşağı beş yukarı böyleydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD’nin Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldıracağını biliyor, Türkiye’nin bu savaştan nasıl kârlı çıkacağının hesaplarını yapıyordu.
“Bir koyup üç almak” ağızlarda pelesenk olmuştu o dönem. Ama sonuç hüsran oldu. Bırakın üç almayı üçün birini bile alamadığımız gibi Irak’a uyguladığımız ambargo nedeniyle 36 milyar dolarlık bir kaybımız oluştu. Bunu da ABD’den tazmin edemedik.

Mevzu kapandı gitti. Aradan 22 yıl geçti. Bugün yeniden “Özal’ın Rüyası”nı görmeye başladık. Ortadoğu ağzımızı sulandırır oldu yine. Acaba bu defa ne koyup ne ala(maya)cağız merak ediyorum.

**********

Özal’ın rüyası dedik ama bu defa oyun daha büyük, tüm Ortadoğu’da bir hükümranlık iddiası mevcut. Bir “AKP Rüyası” yani.

Siyaset bilimcilerin ve dış politika uzmanlarının kahır ekseriyetle birleştikleri noktayı iyi biliyoruz: “Güçlü dış politika için, güçlü devlet olmak gerek” derler her zaman. Türkiye de güçlü devlet olmak için, AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana bir takım adımlar atıyor dış politika meselesinde.

Çook uzun yıllardır, uluslararası arenada “güçlülük” adına pek de varlık gösteremeyen Türkiye, başbakan Tayip Erdoğan’ın girişimleriyle bir noktaya doğru ilerleme kaydetti. Yaptığı ani çıkışlar ve fevri davranışlar, tüm dünyanın dikkatini Türkiye’nin üzerinde toplanmasına sebep oldu.

Reklâmın iyisi kötüsü olmazmış derler.

İşin reklâm boyutunun yanında bize maliyeti ve geri dönüşümü de önemli tabi.

Türkiye’nin dünya ölçeğindeki güç gösterisinin, muhatapları tarafından algılanma şekli ve geri dönüşleri, bizim büyük ve güçlü devlet göstergemiz olsun.
Bu bakış açısıyla AKP’nin izlediği Ortadoğu politikasına kuş uçuşu bir seyahat edelim.

Bu seyahatin üç ana durağı var. Türkiye’nin son 10 yılındaki Ortadoğu politikalarında Türk halkının da yüreğini sızlatan bu üç yol ayrımı, üç kırılma noktasını: 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak’ta Türk subaylarının başına çuval geçirilmesi, 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara Baskını ve 22 Haziran 2012 tarihinde Türk savaş uçağının düşürülmesi, oluşturuyor.


**********
AKP’nin ABD icazetiyle kurulduğu ve iktidara taşındığı malumun ilanı. 2001 yılında kurulan parti, kendi ifadeleriyle “muhafazakâr demokrat” yapısı içinde siyaset yapıyor. George Walker Bush’un 2000 yılında başkan seçilmesiyle, ABD’de de neo-liberaller yeni bir döneme girmişlerdi. Neo-liberallerin büyük çoğunluğunu eski solcular oluşturuyor. Bir kısmını ise muhafazakâr Hıristiyanlar. AKP’ye ve bugünkü kabuk değiştiren Türkiye  yapısına baktığımızda; eski solcular kendilerine kapitalist dememek için, “liberal demokrat” demektedirler. ABD’deki neo-liberaller ile Türkiye’deki muhafazakâr demokratlar ve liberal demokratlar aynı tastan su içmektedir. Dünya ticaretine açık bir Türkiye yaratan bu “demokrat” tayfa, ABD’nin Ortadoğu politikalarının eş güdümüdür.

11 Eylül’den sonra Irak’a saldırı için geri sayımı başlatan ABD, çiçeği burnunda AKP hükümetinden, istekte bulunur: Türkiye üzerinden Irak’a girmek çok daha kolay ve maliyeti düşük olacağından, AKP hükümeti aceleyle, meclise getirdiği fezlekeyle bunu sağlamak için girişimde bulunur. Fezlekenin geçip, topraklarımızı ABD ordusuna açacağımıza AKP emindir. Fakat kendi vekillerinden dahi evet oyu alamaz. 1 Mart 2003’te TBMM’de oylanan fezleke meclisten geçemez.

Aylar öncesinden hazırlıklarını bu yönde yapan ABD dumura uğrar. Mersin Limanı’na kadar gelen ABD gemileri geri döner. İktidar olması için uluslararası arenada her türlü desteği verdiği AKP başarısız olmuştur. ABD-Türkiye ilişkileri, uzun süre düzelmeyecek bir sürece girer.

Aynı yılın Temmuz ayına gelindiğinde ABD Irak’ı işgal etmiştir. 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta bulunan Türk Özel Kuvvetleri’ne bağlı karargâha baskın yapan 100 ABD askeri, karargâhta bulunan 11 Türk subayının kafasına çuval geçirerek esir alır. Karargâha gelen emirle Türk askerleri direnişte bulunmaz. 3 gün boyunca sorgulanan askerlerimiz, yetkililerin girişimleri sonucu serbest bırakılır.

Türkiye’de büyük infial yaratan olay sonrasında AKP ve başbakan Tayyip Erdoğan eleştirilirken, hükümetten ABD’ye nota verilmesi istenince, Erdoğan şöyle cevap verir: “bu müzik notası değil ki!”

Cuntacı(!) paşalara karşı direnmesiyle Ergenekon iddianamesine adı geçen dönemin genelkurmay başkanı Hilmi Özkök ise emekli olduktan sonra olayla ilgili bir soruyu şöyle cevaplandıracaktı: “Ben ABD’lilerin çuval olayının bizi bu kadar rencide edeceğini bildiklerini de zannetmiyorum. Çünkü onlar için bu çok normal. Göz bağlamak yerine, tamamen pratik bir çözüm. Bu çuval da değil, görmesini engelleyecek bir poşet.”

Müttefiki tarafından askeri esir alınan bir devletin iki tepe ismi bu açıklamaları yapıyor. Büyük ve güçlü devlet politikası bunu mu gerektiriyor bilemiyorum. Bildiğim şu var: ABD her yaramazlık yaptığımızda, akıllı olalım diye, bir tokat aşketmiştir suratımıza. Onun postuna tutunarak, Ortadoğu’da racon kesiyoruz. Kestirmezler…

**********

60 yıldır avuç içi kadar devlet Araplara kök söktürüyor. Sam Amca ve ırkdaşı bankerler sayesinde hem zengin, hem katil olan İsrail, 60 yıldır Ortadoğu’da kana doymuyor. Bölgenin afilisi Türkiye varken bu kolay olmamalı. AKP hemen kolları sıvıyor. İsrail-Filistin görüşmelerine aracı olmak istiyor. Ortadoğu’da yeni strateji şu: “Türkiye olmadan olmaz”
Yüz yıl önce kaybettiğimiz topraklarda at koşturmak istiyoruz. Haklı sebeplerimizde var. İsrail’in kabul etmemesine rağmen, 2008 yılında Filistin ve Suriye yönetimleri Ankara’ya gelerek, hükümet ile görüşmeler yapıyor. “Türkiye bu işi kıvıracak” derken, İsrail’in  tepkisi kanlı oluyor. Gazze’ye saldıran İsrail askerleri bin 300 sivili katlediyor. Büyük ve güçlü Türkiye’nin herhangi bir tavrı olmuyor-olamıyor.

Bu gergin süreç içinde 30 Ocak2009 tarihinde İsviçre'nin Davoskasabasında toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nda Başbakan Tayyip Erdoğan, “one munite” diyerek İsrail devlet başkanı Şimon Perez’e tüm dünyanın gözü önünde, “katilsiniz” diyor ve kesiyor raconu, toplantıyı terk ediyor.

Yağmasak da gürlediğimiz sürece, bize o lafı yedirirler. Nitekim öyle oldu. Isıracak köpek havlamazmış derler. İsrail misali…

Eli kandan kurtulmayan İsrail, Davos’un rövanşını da yine kanlı alacaktır.

Neyine güvendiğini hala anlayamadığım ve Ortadoğu’da attığı her adımı yüzüne gözüne bulaştıran AKP’nin garantörlüğünde Gazze ablukasının delinmesi için İnsani Yardım Vakfı (IHH) tarafından sivil bir operasyon başlatılır.

IHH tarafından 2 milyon dolara satın alınan Mavi Marmara adlı gemiye, insani yardım yüklenerek ve 500 kadar aktivistle yola çıkar. Amaç; İsrail ablukası altındaki Gazze’ye ablukayı delerek yardım götürmek. İsrail gemi yola çıkar çıkmaz, buna izin verilmeyeceğini açıklar. AKP’den gazı alan, IHH ve 500 aktivist kararlıdır. 
31 Mayıs 2010 tarihinde Akdeniz’de uluslararası sularda İsrail gemiye müdahale eder. Gemiye çıkan İsrail askerleri 9 Türk’ü öldürerek, 60’a yakın kişiyi de yaralanmıştır.
İsrail el koyarak Aşdodlimanına demirlediği gemiyi ağustos ayında serbest bırakır.

Türkiye, İsrail’den özür ve tazminat ödemesini istedi. İsrail hiç oralı olmadı. Olayla ilgili olarak bir yıl sonra açıklanan BM raporu da Türkiye’yi tatmin eder cinsten değildi. Dışişleri bakanı “İsrail yaptıklarının bedelini ödeyecek” dedi. Ama birtakım siyasi ve diplomatik sınırlandırmalarla işin üzerini kapattık.
Türkiye’nin yaptırım kararlarını İran, Mısır gibi batının dışladığı ülkeler desteklerken, ABD ve AB ülkeleri, Türkiye’nin bu adımlarla uluslararası aktör olma unvanının tehlikeye girdiğini dile getirdiler. 
 **********
2002 yılında iktidara gelen AKP, tüm bu yaşananlarla palazlanırken, son dönemde dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu dış politika anlayışıyla içimize su serpiyordu: “Komşularla sıfır sorun”
Bu anlayış aslında uzun yıllardır neredeyse bütün komşularımızla birbirini yiyen Türkiye’ye yabancı olmasına rağmen, umut vericiydi. Sorunsuz komşular, bizi siyaseten güçlendireceği gibi iktisaden de, büyüme sıkıntısı olan reel sektörün işine yarayacaktı.
Davutoğlu, yoğun mesai harcıyor, komşu ülkelerin birinden diğerine geçiyordu. Suriye de bu ülkelerden biriydi. Yıllarca su ve PKK yüzünden iki ülke birçok defa savaşın eşiğinden döndü. Hafız Esad’ın ölümünden sonra, oğlu Beşar Esad, Türkiye ve özellikle Tayyip Erdoğan’la çok sıkı fıkı oldu. Ailece çıkılan tatiller meyvelerini vermeye başladı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi Türkiye lehine büyüdü. Vizesiz geçişler başladı. Neredeyse sınırlar kaldırılacaktı.

Birden rüyadan uyandık. Pardon, pardon, “AKP rüyası”na girdik. Rüya, kâbusa dönecekti bizim için. Sanırım, Tayyip Erdoğan’da kendi rüyasını unutup, Türk halkıyla bir rüyaya ortak olmuştu. Erken uyandı.

“Kardeşim Beşar”, “Katil Esed” olmuştu. Kimse anlam, sır veremedi.

Suriye’de ABD eliyle başlatılan iç savaşta, hemen yerimizi aldık. Malumunuz üzere.

Muhaliflerin karargâhı olduk. Başbakan eline her mikrofonu aldığında, “Katil Esed seni istemiyoruz. Suriye’den git” demeye başladı.

Demokrasimiz bize yetip taştığı için Suriye’ye de vermeliydik. Onları bu nimetten mahrum mu bırakacağız: “Baasçı rejime hayır. Suriye halkı özgür olsun”

Tarihi, onlarca ülkede darbe yapmak-yaptırmakla dolu ABD işin kompetanı. Türkiye çaylak daha, palazlandırmamak için önünü kesenler de var. Durum zor. Ama gayretli ve sebatkârız, ABD’nin eteğinin altından racon kesmeye…

Kestirmezler…

Beşar Esad durumdan rahatsızlığını her defasında dile getirerek, Suriye’nin iç işlerine Türkiye’nin müdahale ettiğini ve muhaliflere kol-kanat gerdiğini söylüyor.

İpler kopmuş, hatta Hatay’daki mülteci kampları, Suriye’den açılan ateş sonucu vurulmuştu.

22 Haziran’da ajanslara düşen haber Suriye ile ilişkilerde yeni dönem başlatacak gibiydi: Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir savaş uçağı, Malatya’dan havalandıktan sonra Akdeniz üzerinde kayboldu

Sonraki günlerde uçağın Suriye tarafında uluslararası sularda düşürüldüğü resmi açıklamayla duyuruldu. Herkes Türkiye’den bir misilleme bekleye dursun; uçağımız düşeli ve iki pilotumuz şehid olalı, neredeyse bir ay olmasına rağmen; uçağı kimin düşürdüğü, nasıl ve nerede düştüğü muamma.

Her açıklama bir diğerini yalanlar biçimde. Bu açıklamalar hem de başbakan, dışişleri bakanı ve milli savunma bakanından geliyor.

Kamuoyu Suriye’ye misilleme şöyle dursun, aradan geçen bir ay içinde, sorulara cevap bulunmasını istiyor. O duruma geldik yani.
Ama bizimkilerden çıt yok. Şimdilerde CHP kurultayına ve Kemal Kılıçdaroğlu’na kilitlenmişler. Bir de Numan Kurtulmuş’a… Kurtulur mu, Kurtarır mı bilinmez…

**********

Son 10 yılda Türkiye’nin Ortadoğu’da geldiği nokta gösteriyor ki, önce ‘kodun mu oturtacaksın.’ Laf ebeliği yerine icraat yapacaksın. Büyük oynayacaksan savaşı bile göze alacaksın. Sadece kendine güveneceksin. Kendi dış politikanı kendin çizeceksin. Öncelikle şunu unutmayacaksın: Sen bu topraklarda kalıcısın. Gideceğin başka yer yok. Buna göre siyaset belirleyeceksin. Özal gibi yanılgıya düşmeyecek, gizli anlaşmaları kâğıt üzerinde yapacaksın.

Yoksa racon kesemezsin. Kestirmezler…