Articles by "Yahudi"
Yahudi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Daha önce yayınladığı Köstebek adlı kitapta; Tayyip Erdoğan’ın Tuncay Güney bağlantısını  ortaya çıkaran gazeteci-yazar Kemal Kaplan son kitabı Tektaşın Kanı’nda bu defa Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “pırlanta” ilişkilerini ortaya koyuyor.
Gündemdeki olaylar bitmek tükenmek bilmiyor. Medya ve kamuoyu birilerinin belirlediği gündemin peşinden koşarken, arka planda neler oluyor? Ülke ekonomisi ve zenginlikleri nasıl sömürülüyor?

TEKTAŞIN KANI adlı kitap bunlardan sadece birini ele alıyor. Ya diğerleri...

Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta son yıllarda nasıl oluyor da, Türkiye'de peynir-ekmek gibi satılıyor?  Dünyada statü belirtisi olan pırlanta,  ülkemizde 36 ay vadeyle dar gelirli vatandaşın bile kolayca satın alabileceği duruma nasıl geldi.
Dünya elmas madenlerinin yüzde 70’ine, elmas satışlarının ise yüzde 90’ına hakim olan pırlanta karteli De Beers ve bağlı olduğu Oppenheimer hanedanının Türkiye’deki faaliyetleri…
Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta nasıl oldu da, son yıllarda ülkemizde her kesimden insanın kolayca ulaşabildiği bir metâ haline geldi? Aslında ölüm ve sömürü demek olan pırlanta, evlilik gibi kutsal bir kurumun simgesi haline nasıl geldi?
Pırlanta İsrail ekonomisi için son derece önemli. Ülkemizde İslâmcı olarak bilinen birçok kuyumcu firması nasıl oluyor da, İsrail’e vizesiz ve pasaportsuz özel izinle giderek, dünyada kimseye tanınmayan imkânlarla; 5 yıl vadeli pırlanta satın alabiliyor?  BU KUYUMCULAR KİM?

HANIMLAR PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTA ARDINDA HANGİ GERÇEKLERİ SAKLAYARAK SİZE IŞILDIYOR?

AŞKIN VE EVLİLİĞİN SEMBOLÜ(!) OLARAK LANSE EDİLEN PIRLANTANIN ARDINDA SAKLANAN KAN İMPARATORLUĞUNU ÖĞRENİN.

           Filistinliler için gözyaşı döken Tayyip Erdoğan’ın çocukları, İsrail elması satan Atasay ile nasıl ortak oldu?
         Ekmekten vergi alan AKP hükümeti, pırlantadan vergiyi neden kaldırdı.
           Tüm dünyada tepki gören ve yetkilileri kartel suçlaması nedeniyle ABD’ye ayak basamayan pırlanta karteli De Beers, Türkiye’de nasıl istediği gibi at koşturuyor?
        Pırlanta karteli De Beers ve uzantılarının Türkiye madenleri ve bankaları üzerindeki oyunları... 
         NİL KARAİBRAHİMGİL “Tektaşımı kendim aldım” şarkısını nasıl ve neden yazdı.
        60 yıl önce aynı şarkıyı Marlyn Monroe söyleyince ABD’de nasıl tepki aldı?  
        PKK Yahudi kürtler aracılığıyla, Türkiye’ye nasıl pırlanta getiriyor?
        Yahudi kürtler aracılığıyla Türkiye’ye gelen pırlantayı kimler nasıl kullanıyor?
        Türkiye’de kimler pırlantayı rüşvet aracı olarak kullanıyor?
        Avrupa’nın en büyük altın işleme merkezi olan İstanbul’daki KUYUMCUKENT'TE dönen pırlanta oyunları...
        İslamcı olarak bilinen bazı kuyumcular İsrail’e vizesiz özel izinle gidip 5 yıl vadeli pırlanta nasıl alıyorlar?
        Kuyumcu firmaları 36 ay vadeli pırlantayı dar gelirli vatandaşa nasıl ve hangi yöntemle satıyor?
       Filistin konusunda mangalda kül bırakmayan İslamcı Medya, Siyonist pırlanta karteli De Beers’e nasıl hizmet ediyor.
    İsrail ekonomisi için son derece önemli olan pırlantaya verdiğiniz her kuruş, Filistinli masum çocukların kanına giriyor.
   Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez bankası olarak bilinen Osmanlı Bankası, De Beers'in bağlı olduğu hanedana aitti.
    Aynı hanedana ait yatırım bankasının Türkiye faaliyetleri...

HANIMLAR DİKKAT!
     PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTANIN ARDINDA YATAN GERÇEKLERİ ÖĞRENDİĞİNİZDE BİR DAHA PIRLANTALI ÜRÜN KULLANAMAYACAKSINIZ!!!
BEYLER DİKKAT!
     EŞİNİZE VE SEVGİLİNİZE ALMANIZ İÇİN SİZE DAYATILAN PIRLANTANIN, "AŞKIN SEMBOLÜ" YALANINI ÖĞRENDİKTEN SONRA,  NASIL KULLANILDIĞINIZA İNANAMAYACAKSINIZ.


http://www.izlesene.com/video/tektasin-kani-bu-kitabi-okumadan-pirlanta-almayin/3030023




ABD ve İsrail’in Ortadoğu kaygıları; Arap-İsrail savaşının bittiği Ortadoğu’da, rehavet dönemine girileceği ümidi yeşerirken birden bire yeniden alevlendi. Bunun sebebi 1979 yılındaki İran İslam Devrimiydi.  Ortadoğu’da büyük bir müttefikini kaybeden ikili, devrimle eşgüdümlü planlarını devreye sokarak-Saddam Hüseyin’in CIA operasyonuyla Irak’ın başına geçmesi-8 yıl sürecek gibi görünmesine rağmen, artık bu topraklarda kanın durmadan akacağının işareti olan İran-Irak Savaşı’nı başlattılar.

Savaşlar ve operasyonlar birbirini izlerken, Irak’ta yaşananlarla birlikte Türkiye ön planda olma ve bölgeyi kontrol etme arzusunu hep taşıdı. Bu refleksle, Saddam’ın düşmanı iki kürt lideri her zaman himayesinde tuttu. Mesut Barzani, Celal Talabani.

Saddam iki kürt lideri K. Irak’a hapsetmesine rağmen, Türkiye ceplerine kırmızı pasaport koyarak, dünyaya kendi topraklarından açılmasını sağladı. Bunu yaparken de, sandı ki; K. Irak’ı Talabani ve Barzani aracılığıyla kontrol altında tutacak.

İki grubun peşmergelerini de Türk askerleri eğitti. ABD’den gelen askeri ve lojistik yardım Türkiye üzerinden kendilerine ulaştı. Kısaca Türkiye olmasa, bugün Irak’ın cumhurbaşkanı olan zat ne hayatta olur. Ne de K. Irak’ta kürt hakimiyeti mümkün olurdu. Varlıklarını Türkiye Cumhuriyeti’ne borçlu olan bu iki siyasi figürün Türkiye’ye teşekkürü nasıl oldu malum.

PKK’yı her zaman desteklediler. Ve topraklarında bulunmalarına göz yumdular. Türkiye’deki kürt vatandaşlarını zaman zaman kışkırttılar.

Her zaman söyleriz. “Koskoca Türkiye Cumhuriyeti” diye.

İşte bu koca devlet iki kıçı kırık peşmergeyi avucunda tutamadı.

Adamların başı ayrı, kıçı ayrı oynuyor. Bir Türkiye’ye, bir ABD’ye, bir Rusya’ya göz kırparak, ‘gemisini yürüten kaptan’ misali bugüne kadar geldiler. Ve daha da önemli şahıslar oldular. Artık Irak için vazgeçilmezler. Biri cumhurbaşkanı oldu, diğeri ise bağımsız devlet kuruyor/kurdu.

Bugün BOP eşbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın, Ortadoğu’daki gelişmeleri hayretle izlediğine eminim. Zira K. Irak’ta ‘Kürt Devleti’ kırmızı çizgimiz iken ve daha bunu çözememişken, şimdi de başına ‘Büyük Kürt Devleti’ sorununu aldı. Suriye’deki gelişmeler gösteriyor ki Kuzey Suriye, K. Irak ile birleşerek, Büyük Kürt Devleti kurulmak isteniyor.

Tayyip Erdoğan ayıkla pirincin taşını… Ama pirinci bulmak için Dimyat’a mı gidersin yoksa, Halep’ten geri mi döner de evdeki bulgurun peşine düşersin bilinmez.

Aşağıda okuyacağınız yazı 2010 yılında yayınlanan TEKTAŞIN KANI adlı kitabıma aittir.
K. Irak’ta yıllarca beslediğimiz Barzani ve ailesine ait bilgilerin yanı sıra ilişkileri de anlatılmaktadır.

**********

İSRİAL’İN K. IRAK’TAKİ UŞAĞI: YAHUDİ BARZANİ 

Irak'ın kuzeyinde yüzyıllardır yaşamakta olan Kürt Yahudileri, İsrail ile önemli bir akrabalık bağı kurar.
Dr. A. Medyalı ismiyle kaleme alınan Kürdistanlı Yahudiler adlı kitapta, “Kürtlerin Ortadoğu'da Yahudilere karşı düşmanlık hisleri beslemesinin hiçbir yararı yoktur. Kürtler Yahudi toplumuyla daha sıcak ilişkiler kurmak durumundadırlar. Yahudi toplumunun demokratik kurumlarını görmezden gelemezler. Yahudi toplumu Ortadoğu'da Kürtlerin doğal ittifakçısıdır ” der.

Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir haber, K. Iraklı Kürtlerin içinde en meşhur olan Barzani ailesinin Yahudi olduğu ve aile içinden birçok haham yetiştiğinden söz ediyordu. Sefa Kaplan imzasıyla çıkan haber şöyle:

Barzani Ailesi'nin Yahudi olduğu ortaya çıktı [110]

Muhtemel bir savaşta Türk askerinin Kuzey Irak'ta yer almasını istemeyen Barzani Ailesi'nin, Kürt Yahudisi olduğu ve ailenin pek çok haham yetiştirdiği ortaya çıktı.

Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan UCLA öğretim üyesi Prof. Yona Sabar, yazdığı kitapta bu iddiaları doğruladı. Tarihçi Ahmet Uçar da, Osmanlı arşivlerinde, Sallum Barzani adlı bir hahamın önce Selanik'e, arkasından da Kudüs'e sürgün edildiğine dair bir belge yayımladı. Bilindiği gibi, Molla Mustafa Barzani ile oğlu Mesut Barzani, İsrail'le kurduğu iyi ilişkilerle tanınıyor ve İsrail öteden beri Irak Kürtleri'nin bağımsızlığını destekliyor.

1982 yılında Yale Üniversitesi tarafından yayımlanan ‘‘The Folk Literature of the Kurdistani Jews: An Anthology (Kürdistan Yahudilerinin Halk Edebiyatı: Antoloji) başlıklı kitap, başlangıçta sıradan bir antropolojik çalışma muamelesi gördü. Kendisi de bir Kürt Yahudisi olan ve Los Angeles'teki Californiya Üniversitesi'nde (UCLA) görev yapan Prof. Yona Sabar tarafından kaleme alınan kitap, büyük çoğunluğu Kuzey Irak'ta yaşayan Kürt Yahudileri'nin hayatına ışık tutuyordu.

Ancak, Prof. Yona Sabar'ın kitabında daha ilginç bilgiler de vardı. Bunlardan en önemlisi de Barzani ailesi ile ilgiliydi. Prof. Sabar'ın verdiği bilgiye göre, 16. ve 17. yüzyılda bölgede yaşayan ailelerin en ünlülerinden biri Barzani ailesiydi ve bu aileye mensup hahamların kurduğu Yahudi eğitim kurumları büyük bir itibara sahipti. Öyle ki, başta Mısır olmak üzere Ortadoğu'nun muhtelif ülkelerinden buraya öğrenci akını oluyordu. Hatta, Haham Nathanel Barzani, bölgede nadiren görülen zenginlikte bir kütüphaneye de sahipti ve kitapların büyük çoğunluğu da elyazmasıydı. Bu kitaplar, yine haham olan oğlu Samuel Barzani'ye miras kalacaktı. İşin daha da çarpıcı yanı, Amerikan reformcu Yahudileri tarafından tam bir yüzyıl sonra kabul edilecek olan ilk kadın haham da Samuel Barzani'nin kızıydı ve ismi de Asenath Barzani'ydi.

Bir tek aile var

İnternet aracılığıyla konuya ilişkin görüşlerine başvurduğumuz Prof. Yona Sabar, Yahudi Barzani ailesinin kurucusunun 16. yüzyılda yaşayan Haham Samuel Barzani olduğunu belirterek, ailenin sonraki yüzyıllarda Musul, Kerkük ve Erbil yöresinde etkili olduğunu söyledi. Ancak, Barzani ismini taşıyan herkesi Kürt Yahudisi olarak görmenin doğru olmadığını savunan Prof. Yona Sabar, Barzan doğumluların bu isimle çağrıldığını söyledi.

Ancak, tarihçi Ahmet Uçar, Osmanlı arşivlerinde bölgede bir tek Barzani ailesi bulunduğuna dair kayıtların yer aldığını hatırlatarak, günümüz Barzanileri'nin atalarının Yahudi olduğundan şüphe duyulamayacağını ifade etti. Ahmet Uçar, Prof. Sabar'ın, Barzaniler'in ne zaman müslüman olduklarına ilişkin detaylara girmediğini de savundu.

Ahmet Uçar'ın yine Osmanlı arşivinde bulduğu bir başka belge ise 1856 yılında Sallum Barzani isimli bir hahamın, Musul'dan Selanik'e, oradan da Hahambaşılığın özel ricası ile Kudüs'e sürgün edildiğini gösteriyor. Uçar'ın ifadesine göre, ‘‘Kudüs'e Yahudi iskánı ile tereddütler olduğu için; Hariciye Nezareti'nin de görüşü alınarak 29 Şubat 1856'da Hahambaşı'nca verilen dilekçe Osmanlı hükümetince 11 Nisan'da görüşülerek uygun bulunmuş ve Sallum Barzani 20 Nisan 1861'de bir irade ile Kudüs'e sürülmüştü.’’ Uçar, Tarih ve Düşünce Dergisi'nde konu ile ilgili olarak yazdığı yazıda şöyle devam ediyor: ‘‘Mustafa Barzani'nin yıllar sonra kurduğu ilişkiler, hahamlarla Sallum Barzani ailesi arasındaki ilişkilerin yıllarca sürdüğünü göstermektedir. Molla Mustafa Barzani, 1950'den beri sık sık ziyaret ettiği İsrail'de her zaman Kuzey Irak kökenli, Kürtçe konuşan bir Yahudi hahamın evinde kalmaktadır: Haham David Gabay.’’ 

 Ailede pek çok ünlü haham var

Siz Yahudi Kürtler konusu ile ne zaman ilgilenmeye başladınız?

- Batılı seyyahların Kürtçe konuşan Yahudiler'den söz edildiğini görüyorsunuz. Ben bunu okuyunca, Başbakanlık Arşivi'nde, bölgedeki yerleşime ilişkin araştırmalar yaptım ama uzunca bir süre bununla ilgili herhangi bir evrak bulamadım. A. Medyalı isimli birisinin yazdığı ‘‘Kürt Yahudiler’’ isimli bir kitaba rastladım. Faik Bulut'un ‘‘Filistin Rüyası’’ isimli kitabında da İsrail'de Kürtçe konuşan Yahudiler'in bir organizasyonundan bahsediliyordu. Araştırmalarım sonucunda, Kuzey Irak'tan İsrail'e göçler yaşandığını tesbit ettim. Bugün İsrail'de geniş bir Kürtçe konuşan Yahudiler topluluğu mevcut.

Peki ya Barzani ailesi?
- Barzani ailesi ile ilgili ilk iddiaları da Amerika'da yaşayan ve kendisi Kürtçe konuşan bir Yahudi olmakla kalmayıp bu konuda uzman olan Prof. Yona Sabar'ın bir kitabında rastladım. Prof. Sabar, Barzani ailesinden gelen hahamların bölgede dini çalışmalar yaptıklarını söylüyordu. Bunun üzerine ben Barzani ailesinin kökenlerini araştırmaya başladım.

Ne buldunuz?
- Bir defa bölgede Barzani adıyla bilinen tek bir aile var. Bu aile, Kuzey Irak''taki Barzan köyünde yaşıyor. Osmanlı Arşivi'nde çalışırken, bu aile ilgili bir belge buldum. Bu belgede, 1855-56 yılında bu köyün mensuplarından Sallum Barzani adlı bir hahamın önce İstanbul'a, arkasından Selanik'e sürgün edildiği belirtiliyor.

Başka bir belge veya delil var mı elinizde?
- Molla Mustafa Barzani, ilk kez 1967 yılında İsrail'e gidiyor. Kendisini kabul eden İsrail Savunma Bakanı Moşe Dayan'a, hediye olarak bir 'Kürt hançeri' ile birlikte, Kerkük petrol rafinelerinin planlarını da getiriyor. Mart 1969'da yapılan bir operasyonda da Barzani-Mossad işbirliğiyle Kerkük rafinerileri bombalanıyor ve çalışamaz hale getiriliyor.

Barzani aşiretinin Yahudi kökenli olduğunun anlaşılması, bölgeye ve tarihe bakışımızda değişikliklere sebep olabilir mi?
- Olmaz mı? Tevrat'ta ‘‘Vaadedilmiş Ülke’’ olarak Nil'le Fırat arasının işaret edildiğine dair yorumlar vardır. Ayrıca, Barzani ailesi sürekli Mehdi çıkartmaktadır. Yahudilik'te de Mehdilik çok önemlidir. Ama bir yanlış anlaşılma olmasın. Ben bütün Kürtler Yahudi'dir filan demiyorum. 

MOSSAD BARZANİ İLİŞKİSİ

Türk gazeteciliğinde asla yeri doldurulamayan Uğur Mumcu, yazdığı yazılarla her zaman gündem oluşturmasını bilmişti. Ülkemiz üzerine inen sis bulutunun ardında yatanları, bir bir gün ışığına çıkaran Mumcu, Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde yazdığı yazıda, MOSSAD-Barzani ilişkisini açıklıyordu. Yazılarında her zaman belge gösteren ve deliller sunan Mumcu, derin ilişkileri açığa vurduğu için, acımasız bir suikasta kurban gitmişti. Suikast daha sonra ise İran’a havale edildi. Oysa Mumcu İran ile ilgili herhangi bir yazı yazmamıştı.
Mumcu’nun 7 Ocak 1993 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısını aynen veriyoruz:

“Ortadoğu’nun karanlık bir kuyu olduğu her gün biraz daha anlaşılıyor. Kanıtlanan son ilişki MOSSAD-Barzani ilişkisidir. MOSSAD, İsrail Devleti’nin gizli istihbarat örgütüdür. Bu örgütün, Kürt lideri Molla Mustafa Barzani ile ilişkileri olduğu söylense daha önce kim inanırdı?
Barzani’nin CIA ile ilişkisi artık belgelendi. Kimse bu ilişkiye, “Hayır olmadı” diyemiyor. CIA-Barzani ilişkileri biliniyordu da MOSSAD-Barzani ilişkileri bilinmiyordu. MOSSAD’ın Barzani ile ilişkileri Londra ve Sydney’de yayınlanan 'Israel’s Secret Wars-A History of Israel’s Intelligence Services' adlı kitapta sergileniyor. Kitap, İngiliz The Guardian gazetesinde 1984 yılından bu yana Tel-Aviv muhabirliğini yapan Ian Black ve Washington’daki Brooking Enstitüsü’nde çalışan öğretim üyesi Benny Morris tarafından yazılmış.

Kitapta MOSSAD-Barzani ilişkileri, İsrail Dışişleri Bakanlığı ve MOSSAD yazışmalarına dayanılarak açıklanıyor. Önsözde, kitabın yayından önce İsrail ordu yetkilileri tarafından da incelendiği yazılıyor.
Kitapta 1967 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra, MOSSAD’ın Kürtlerle ilişki kurduğu (sh.327) , Mısırlı ünlü gazeteci Hasan el-Heykel’in İsrailli subayların Kürtler aracılığıyla Irak’tan radyo bağlantıları kurduğunu 1971 yılında açıkladığı anlatılıyor. 1969 yılı Mart ayında Kerkük petrollerine yapılan saldırının da İsrail tarafından yapıldığı açıklanıyor.

1972 yılında imzalanan Sovyet-Irak Dostluk Antlaşması’ndan sonra İran Şah’ı ABD Başkanı Nixon ile gizli görüşme yapıyor; bu gizli görüşmeden sonra CIA tarafından “Kürdistan Demokratik Partisi”ne üç yıl içinde 24 milyon dolar gönderiliyor.
Barzani’nin Irak rejimine karşı ayaklandığı yıllarda, ABD-İRAN-İSRAİL üçlüsü bu ayaklanmayı destekliyor. Barzani-ABD ilişkileri, ABD Dışişleri eski bakanı Henry Kissinger eliyle yürütülüyor. MOSSAD-Barzani ilişkileri de İsrail’in Tahran’daki askeri ateşesi Yaakov Nimrodi (MOSSAD Ajanı) aracılığı ile gerçekleşiyor. Nimrodi’nin üstlendiği görev ilginç; Nimrodi Sovyet silahlarının Barzani’nin eline geçmesinde rol oynuyor. (sh. 328-329) Kitapta, MOSSAD’dan Kürtler’e 50 bin dolar para verildiği, ABD kaynaklarına dayanarak açıklanıyor. (sh.328)

70’li yıllardaki bu ilişkiler bugün sürüyor mu? Kitaba göre sürüyor. “Körfez Savaşı” sırasında Irak’ın attığı Scud füzelerinin Tel-Aviv’e düşmesi üzerine bu ilişkiler yeniden başladı. (sh.521) Baba Molla Mustafa ile kurulan ilişkiler, şimdi de oğul Mesud Barzani ile sürüyor. MOSSAD, Barzani’ye Avrupa kahvelerinde çekler vererek bu desteği sürdürüyor.
Kitapta, Mesud Barzani’nin İsrail’e gizlice giderek yardım istediği yazılıyor. Bu ilişkiler sürüyor ve anlaşılıyor ki daha da sürecek...Gizli yollarla sürecek, açık yollarla sürecek...İlgi belli...İlişki de belli...
Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?”

İSRAİL PKK’YA DA DESTEK VERİYOR

1965'li yıllara dayanan İsrail-Kürt ilişkisi, PKK'nın ortaya çıkmasından sonra K.Irak'ta daha farklı bir boyut almıştı. Türkiye ile birçok askeri iş birliği anlaşması  imzalayan İsrail, açık bir şekilde PKK’yı da desteklemekten geri durmadı.

1983 yılında İsrail Dışişleri Bakanı Yitzhak Şamir Türkiye'nin Kuzey Irak'ta gerçekleştirdiği sınır ötesi harekât ile ilgili olarak görüşlerini soran Brüksel'deki gazetecilere verdiği cevapta; Türkiye'yi "Kürdistan'ı işgal altında tutan devletlerden biri" olarak tanımlamış ve şöyle devam etmişti: "Ama bu işgalci devletler hiçbir şey dinlemedikleri için, Kürt halkının bağımsızlık mücadelesi bir türlü sonuca ulaşamamaktadır."

2006 yılında Aksiyon Dergisi'nde yayınlanan haberde PKK'nın içinde güç savaşı olduğu belirtiliyor. Haberde örgütün ikiye ayrıldığını bunlardan bir grubun, Yahudi Kürtlerin yaşadığı bölgeye yerleştiğini söylüyor:
“Örgütün ağır silahlı kanadını kontrolünde bulunduran Halk Savunma Güçleri (HPG) sorumlusu Cemil Bayık ile Murat Karayılan arasındaki çekişme örgütü iki parçaya ayırmış durumda. Bayık’ın, hareketlilikle birlikte ekibini Zaho’ya yakın yerleşim yerlerine çektiği belirtilirken, Karayılan’ın da grubunu Erbil tarafındaki Akre ve Kürt Yahudilerin yaşadığı alan olarak bilinen Berzenci bölgesine taşıdığı belirtiliyor. Türk askerinin muhtemel bir Kandil operasyonu, boş bir alana yapılacağı için başarısızlıkla sonuçlanması kuvvetle ihtimal. Teröristler gelişmiş köylere saklanırken aynı zamanda Akre bölgesinde bulunan ve Saddam Hüseyin döneminde kışla olarak kullanılan, daha sonra işkence kaleleri olarak anılan yerlerde yaşıyorlar” [111]

İsrail yetkilileri, İsrailli askerlerin K.Irak faaliyetleri için şu savunmayı yapıyor: "Irak'ta hiçbir resmi faaliyetimiz yok. Çift pasaportlu şahıslar ya da oradakilerin akrabaları bazı faaliyetler yürütebilir. Bu, onları bağlar."
İsrail'in Kürt oyunu Türk istihbarat raporlarına da yansıdı: "MOSSAD ile KDP üç yıl önce anlaşma yaptı. Eğitim hem bölgede hem de İsrail'de veriliyor. Peşmergelere ayda 500 bin dolar hibe ediliyor."
Dönemin Dışişleri Abdullah Bakanı Gül, İsrail'in uyarıldığını ima etti, "Çok yakından takip ediyor, uyarıları yapıyoruz. Kerkük hassasiyetimizi herkes biliyor. Oldu bittiye izin vermeyiz" dedi. [112]

Saddam Hüseyin iktidarı döneminde Irak'ın güçlenmesini engellemek için Kürt kartını oynayan İsrail, şimdi de İran ve Suriye tehdidine karşı peşmergelere askeri eğitim vermeye başladı. Türk istihbarat birimleri, zamanında bölgede PKK'ya karşı işbirliği yaptığı İsrail'i yakın takibe aldı. Dışişleri Bakanlığı da konudan duyulan huzursuzluğu, doğrudan Şaron'un başında bulunduğu İsrail hükümetine iletti. [113]

 2004 yılında Sabah Gazetesi MOSSAD raporlarına ulaştığını iddia etti ve raporda yer alan bazı bilgilere yer verdi. Rapor, özetle şu bilgileri içeriyor:

* MOSSAD ile KDP, askeri eğitim konusunda kağıt üzerindeki ilk resmi anlaşmayı 2001 yılında yaptı.
* Eğitim hem bölgede, hem de İsrail'de yapılıyor.
* Peşmergelere ayda 500 bin dolar hibe veriliyor.
* Eğitime Barzani'nin yakın akrabaları da katıldı.
* Bölgedeki MOSSAD ajanlarının çoğu Kürt Yahudisi.
* Eğitim verenlerin tamamı lehçelerine kadar Kürtçe biliyor.
* Peşmergelere verilen eğitim, bölge ülkeleri ile ilgili genel bilgileri de sağlıyor. [114]

DİPNOT
[110] Barzani Ailesi'nin Yahudi olduğu ortaya çıktı/Sefa Kaplan/Hürriyet/18 Şubat 2003
[111] PKK’ya Yahudi Kürtler kucak açıyor/Haşim Söylemez/Aksiyon sayı:595/1 Mayıs 2006
[112] İsrail'den komik savunma/Zeynep Tuğrul-Işıl Abışgil/Sabah/22 Haziran 2004
[113] [114] Mossad, Kuzey Irak'ta cirit atıyor /Zeynep Tuğrul-Işıl Abışgil/Sabah/22 Haziran 2004


(TEKTAŞIN KANI, Kemâl Kaplan, Stigma 2010, s.249-260)

Başlığından da anlaşılacağı gibi, sizlere geçen yüzyılın en önemli, önemli olduğu kadar da esrarengiz bir kitabından söz edeceğim.
“Siyon Önderlerinin Protokolleri” dünya üzerinde Yahudi sermayesinin nasıl bir amaç için kullanıldığını gözler önüne seriyor.
Yahudilerin, Siyon toplantılarında defalarca tekrarladığı “Yahudilerin Dünya Hakimiyeti  Projesi” kapsamında, dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış Yahudilerin, neler yaptığı ve neler yapması gerektiğini, geçen yüzyılın başında yazılan bir kitap, deşifre etmiştir. 

Kitabın adı: “Yahudi Tarihi ve Siyon Önderlerinin Protokolleri”, kitap 1943 yılında Sami Sabit Karaman tarafından çevrilmiş. Çevrilen kitabın orijinali Fransızca, adı; “Les Protocoles des Sages de Sion” kitabı yazan ise Roger Lamberin, Rusça’dan tercüme etmiş.

YAHUDİLER KİTABI HER YERDE TOPLATIYOR

Kitabın oldukça karmaşık ve esrarengiz bir tarihi bulunuyor. Kitapta adı geçen protokollere geçmeden önce, bu esrarengiz geçmişinden bahsedelim biraz:
Kitabın ilk defa 1902-1903 yılları arasında, Rusya’da bir gazetede yayınlandığı söyleniyor. 1905 yılında Rus Profesör Serge Nilus tarafından ilk kez kitap olarak yayınlanıyor. Ancak kısa sürede kitabın tüm kopyaları ortadan kayboluyor. Yahudiler kitabı her yerde toplatıyor. 1906 yılında British Museum’da kayıtlı, La grand Dans le petit, et l’Antichrist comme une possiblité politique adını taşıyan Rusça bir kitabın, bir forması meydana çıkınca; Times muhabirlerinden biri, bununla ilgili bir makale yazıyor yazıda Yahudi tehlikesinden söz ediyor. Ve kitabın varlığı tüm dünyada duyuluyor.
Nilus yazdığı kitabın önsözünde, kitabın bir arkadaşı tarafından kendisine el yazması olarak verildiğini yazmış. O arkadaşı bunları bir kadından almış, kadın da Fransa’daki bir Mason cemiyetinin liderlerinden birinden çalmış.
Kitabın daha sonra İngilizce bir tercümesi Londra’da yayınlanıyor. Ardından da Almanca bir çeviri Almanya’da. Kitap kısa zamanda Avrupa dillerinin neredeyse tamamına çevirilerek, hızla yayılıyor. Amerika’da Boston’da ise, Mr. Small Maynard basımevinde “The Protocols and World Revolution” adıyla yayınlanıyor.
İngiltere’de tükenen kitap, piyasada bulunmadığı için The Morning Post isimli büyük günlük bir gazete, kitapta yer alan protokollerin bulunduğu yazı dizisi yayınlamaya başlar. Yazıda ayrıca, I. Dünya Savaşı’ndan sonra, ortaya çıkan siyasi ve ekonomik güçlüklerin ardında Yahudilerin olduğunu ispat eden belgelerde bulunmaktadır.

YAZARI SÜRGÜNE GÖNDERİLİYOR

Nilus, bu kitabın yeni bir baskısını 1917’ de hazırladığı halde kitabın piyasaya çıkması engellenmiş. Daha sonra da kitabın bütün nüshaları  imha edilmiştir. Daha sonra Nilus tevkif edilip Sibirya’ya sürülmüş.
İki ülkede bu kitabı bulundurmak suç sayılmış. Bunlardan biri Sovyet Rusya. Diğerini siz tahmin edin bakalım... Tahmininiz doğru çıktı mı? Tabii İsrail diyenler olacaktır. Aslında bunda haklılar, ancak o tarihte henüz İsrail Devleti kurulmamıştı. Tamam tamam uzatmayalım. Diğeri de  Güney Afrika. Şaşırmadınız değil mi? Öğrenince bende şaşırmamıştım.

1933 yılında ise İsviçre’de kitapla ilgili başka ilginç bir olay yaşanıyor. 26 Haziran 1933 tarihinde İsviçre Yahudi Cemaatleri Federasyonu ve Bern Yahudi Cemiyeti , İsviçre Milli Cephesi'nin beş üyesine karşı dava açarak, Siyon Liderlerinin Protokolleri'nin sahte olduğu hususunda karar verilmesini ve neşrinin yasaklanmasını istiyorlar. Mahkemede ki hakimin muhakeme sırasında tatbik ettiği usul kanunlarının çok haricine çıkmış ve onun bu kasti tutumu İsviçre'de büyük hayret ve heyecan uyandırmıştır. Mahkeme de duruşmayı idare eden hakim, davacı tarafından şahit listesinde yazılı 16 şahidin hepsini çağırarak dinlemiş, davalıların 40 şahidinden ise ancak birinin ifade vermesine müsaade etmiştir. Ayrıca mahkemede resmi zabıt katibi tarafından zabıt tutulması gerekli iken hakim davacı tarafa iki hususi katip tayin etme hususunda müsaade ederek şahitlerin dinlenmesi ve muhakeme celselerinde cereyan eden hadiseleri zabıt halinde yazmaları için onlara yetki vermiştir.
İsviçre Muhakeme Usulü Kanunlarında yeri olmayan ve bu diğer birtakım tutumları , hakimin davacı taraf lehine karar verme temayülünde olduğunu ortaya koymuştur. 14 Mayıs 1935 tarihinde mahkemede Siyon Liderlerinin Protokolleri'nin sahte olduğuna dair bir karar verilmiştir. Bu sırada dikkati çeken bir hadise daha olmuş ve mahkeme kararının açıklanması tarihinden evvel Yahudi basını mahkeme kararını neşretmiştir.
1 Kasım 1937 tarihinde İsviçre Federal Mahkemesi, bu mahkeme kararının tümünü bozmuştur. O tarihten sonra Yahudi Propagandistler, İsviçre Federal Mahkemesi'nin mahalli mahkeme kararını bozarak hükümden kaldırdığı hususuna hiç temas etmeden sadece mahalli mahkeme kararını ileri sürerek Siyon Liderlerinin Protokolleri'nin sahte olduğunun mahkeme kararı ile ispat edildiğini iddia etmektedirler.
İsviçre'de “Siyon Liderlerinin Protokolleri” adlı kitabın günümüzde basılması, satılması ve okunması kanunen serbesttir.

“YERYÜZÜNDE YAHUDİDEN DAHA ÖLÜMCÜL BİR IRK YOK”

Protokollere göre, Yahudilerin sözde dünya hakimiyetini gerçekleştirebilmeleri için yapılan her şey mübahtır. Bu hakimiyeti elde etmek için sistematik bir çalışma içinde bulunmak gerekmekte. Bunun için, Yahudi olmayanların toplumsal yapısı bozulmalı, devlet yönetimleri el altından Yahudilere geçmelidir. Protokoller, 20. yüzyılda ve sonrasındaki dünya üzerinde Yahudilerin siyasi yapılanmalarına ışık tutuyor.

Yahudi Dr. Oscar Levy protokoller hakkında şu görüşü bildiriyor:  “Bunları yazan ya bir cani, ya da bir çılgın. Ancak, bir  cani ya da çılgın için olağanüstü bir başarı!... Eğer bu  fikirlerin gerçekten tek bir beyinden çıktığını düşünürsek, yazarın ne bir cani, ne bir çılgın, fakat adanmışlık duygusu ve imanın önderlik ettiği bir beyin olduğu ortaya çıkıyor. Hayal olabilmesi için korkunç derecede gerçek, kurgu olması için son derece mükemmel. Dünyada Yahudi ırkından daha gizemli, daha ölümcül ve daha ilginç bir başka ırk daha yoktur."

YAHUDİLER İÇİN KUVVETTEN BAŞKA HAK YOKTUR

Amerikalı filozof  Will DURANT  ise, protokolleri şöyle tanımlıyor: "Yahudiler için kuvvetten başka hak yoktur.  Hürriyet mezhebi, Goymların (Hıristiyanların) dinini de, hükümetini de sarstı. Altın, İsrailoğulları’nın elindedir; onlar bu altın sayesinde, demokratlaşmış devletlerde hükümetlere kumanda eden basına ve bu yoldan da  halka hakim olmuşlardır. Mason locaları, gösteri  ve propagandaları tertip eden Yahudiler   tarafından idare edilmektedir. Hıristiyan  kavimler bir gün gelecek ve öyle sarsılacaklardır ki bizim hakimiyetimizde evrensel bir hükümet isteyeceklerdir. İsrailoğullarının yolunu bulup kışkırtacağı bölgesel savaşlar ve dünya savaşı da bu  hakimiyeti çabuklaştıracaktır. Yahudi  otokrasisi, Hıristiyan devletler liberalizminin   yerini tutacaksa, ortada Musa’nın dininden başka din kalmayacaktır. Yahudi alemi, gücünü göstermek için Avrupa kavimlerinden birini katiller ve terörle korkutacak, böylelikle esirliği altına alacaktır. Sermaye üzerine vergi koymak, devleti borçlandırmak ve eğitimle ahlaksızlaştırmak sonuçta Hıristiyanları yıkacak ve bunca zamanlardan beri beklenen saat gelecektir. İşte protokollerden çıkan sonucun özü  budur."

SAVAŞLAR EKONOMİK ALANDA YAPILSIN

Protokollerden bazı bölümler:

...Hükûmet darbemizi başardığımız zaman çeşitli halklara şöyle diyeceğiz: "Her şey çok kötü bir şekilde idi, herkes ızdırap ile ezildi. Biz size eziyet veren sebepleri, milliyetler, hudutlar, tedâvüldeki paraların farklılıklarını ortadan kaldırıyoruz. Tabiî bize itaat sözü verip vermemekle serbestsiniz, fakat bizim size ne sunduğumuz husûsunda siz herhangi bir deneme yapmadan onun sizce teyid edilmesinin doğru bir hareket olması mümkün müdür?" O zaman avam bizi övecek ve bizi ümid ve intizârin hep birlikte yapılan zafer alayında ellerinin üzerinde taşıyacaklardır.

...Eğer biz devlet makinelerinde bir parçayı bozarsak devlet bir insan vücûdu gibi hastalanacak ve ölecektir. Liberalizm zehrini devlet organizmasına soktuğumuz zaman onun bütün siyâsî görünüşü değişikliğe uğradı. Devletler öldürücü bir hastalığa yakalanmışlardır: Kan zehirlenmesi… Geri kalan iş onların can çekişmelerinin sonunu beklemektir.

...Gayelerimize erişebilmek için harplerin mümkün olduğu kadar arazi kazançları ile neticelenmemesi zorunludur. Böylece harpler ekonomik alana kaydırılacaktır.

...Halkın içinde kabiliyetleri ve kölece itaatlerine göre titiz bir dikkatle seçeceğimiz idareciler, idare etme sanatında eğitim görmemiş kimselerden olacak ve bundan dolayı kendilerinden müşavirleri ve uzmanları olan çocukluklarından beri bütün dünya işlerini idare etmek için yetiştirilen bilgi ve zeka sahibi kimselerin ellerinde oyuncak olacaklardır.

...Bırakın; bizim onları ilmin emirleri diye kandırdığımız oyunların başrolünü oynasınlar. Bu maksatla devamlı olarak basınımızın vasıtası ile bu nazariyelere körü körüne itimat uyandırıyoruz.

...Bugünün devletlerinin elinde büyük bir kuvvet vardır ki; halkın içinde düşünce hareketleri meydana getirir. Bu, basındır. Basının rolü devamlı olarak ihtiyaçları zaruri imiş gibi göstermek ve halkın şikayetlerini ifade etmek ve hoşnutsuzluk meydana getirmektir. İfade hürriyetinin zaferi basında mücessem hale gelir.

...Netice olarak biz hangi maksat için bütün bu tedbirleri icat ettik ve bunların altındaki mânâları yoklamaları için onlara hiçbir fırsat vermeden bunları Yahudi olmayanların kafalarına yerleştirdik? Gerçekten ne için, eğer dağılmış kabilemizin düz yol ile erişemeyeceğini dolambaçlı yol ile elde etmek için değilse? İşte bu bizim gizli masonluk teşkilâtımızın temeli olarak vazife görmüştür ki bunları, arkadaşlarının gözlerine kum serpmek için mason localarının göstermelik ordusuna aldığımız Yahudi olmayan sığırlar bilmezler ve onlar hattâ bu teşkilâtın gâyelerinden bile şüphe duymazlar.

...Şimdiki zamanda bile, sâdece Fransız basınını ele alın, parola ile işleyen masonik dayanışmayı açığa vuran haller vardır: Bütün basın organları meslekî gizlilik içinde birbirlerine bağlıdırlar. Onlardan hiçbirisi kendi mâlûmat kaynaklarının sırrını bunların bildirilmesi kararlaştırılmadıkça dışarıya vermezler. Gazetecilerin hiçbirisi kendinin bütün mâzîsi içinde yüz kızartıcı bâzı yaralar ve buna benzeyen şeyler bulunmadıkça basın mesleğine kabûl edilmeyeceği için onlardan hiçbirisi bu sırrı ifşâ etmek tehlikesine girmeyecektir. Çünkü bu yaralar derhal açıklanır. Bu sırlar birkaç kişi arasında kaldığı müddetçe gazetecinin şöhreti memleket çoğunluğunu çeker, avam onu şevkle tâkip eder.

...Yahudi olmayanlara düşünme ve farkına varma husûsunda vakit bırakmamak için onların aklını sanayi ve ticaretle çevirmelidir. Böylece bütün milletler kâr peşinde ve yarışında bütün bütün yutulacaklar ve müşterek düşmanlarını fark etmeyeceklerdir. Fakat yine de hürriyetin Yahudi olmayanların toplumlarını parçalayıp yıkması için sanayii spekülatif temele oturtmalıyız. Netice olarak sanatı ile topraktan ne çıkarılmış ise onların ellerinden kayarak spekülasyona yani bizim sınıflarımıza geçecektir.

...Bozulmanın her yere girdiği, zenginlerin sadece yarı dolandırıcılık düzenlerinin becerikli sürpriz taktikleri ile kazanç sağladıkları, gevşekliğin hüküm sürdüğü, ahlâkın gönüllü olarak kabûl edilen prensiplerle değil cezâî tedbirler ve sert kânunlarla muhafaza edildiği, îman ve memlekete dâir duyguların kozmopolit inançlarla silindiği toplumlara ne şekilde idâre tarzı verilebilir? Bu toplumlara biraz sonra anlatacağım istibdatdan başka ne şekilde bir idâre verilebilir?

...Bundan başka kurnazca dalavereler ile ortaya konan teori ve sözler vasıtası ile genel hayâtın düzenleriyle ve her çeşit diğer desiseler ile kitleleri ve fertleri yönetmek sanatı gibi bizim idâreci beynimizin uzmanlarına ait olan hususlarda Yahudi olmayanlar bir şey anlamazlar. Analiz ve müşâhedeler, küçük çıkarlar üzerinde hassâsiyetle durma gibi maharetlerde bizim rakibimiz yoktur. Siyâsî faaliyet plânları çizmede ve dayanışmada bizimkinden fazlası mevcut değildir. Bu hususta yalnız Cizvitler bizimle mukayese edilebilir. Fakat biz kendi gizli teşkîlâtımızı dâima gölgede tutarak, onları açık bir teşkîlât olmaları sebebiyle düşüncesiz avâmın gözünden düşürmek yolunu bulduk.

...Yöneticiliğimizin en mühim amacı şu hususları ihtivâ eder: Halkın zihnini tenkîd ile bozmak, onu mukâvemet uyandıran ciddî düşüncelerden uzaklaştırmak, zihnî kuvvetleri boş nutukların sahte savaşı ile meşgûl etmek.

...Kamuoyunu avucumuzun içine almak gâyesiyle her taraftan birbirlerine zıt fikirleri netîce çıkamayacak şekilde karşı karşıya getirerek, bu karışıklık içinde Yahudi olmayanların başlarının dönmesi ve her çeşit siyâsî mevzûlarda hiçbir fikir sâhibi olmamanın en iyi hal olduğu kanaatine varmaları için, yeterli bir zaman boyunca çalışarak onları şaşkın hâle getirmeliyiz. Halkın siyâsî mevzûları anlamaması gerekmektedir. Çünkü o mevzûlar yalnız halkı idâre edenler tarafından anlaşılır. İste bu birinci sırdır.

...Hükümetimizin başarısı için zarûrî olan ikinci sır, aşağıdaki hususları ihtivâ eder: Millî başarısızlıkları, ihtirasları ve medenî hayat şartlarını çoğaltmak. Böylece keşmekeş doğuran bir durum içinde bir kimsenin nerede bulunduğunu bilmesi imkânsız olacak ve neticede halk birbirlerini anlamaz duruma gelecektir.

...Yahudi olmayanların sanayiini tamâmen çökertmek için Yahudi olmayanların arasında geliştirdiğimiz lüksü ve spekülâsyonun yardımına getireceğiz. Çünkü lüks için hırslı talep, her seyi yutup bitirmektedir. Biz işçi ücretlerini yükselteceğiz, fakat bu işçilere hiçbir menfaat sağlamayacaktır. Çünkü biz aynı zamanda hayat için en lüzumlu şeylerin fiyatlarında da yükselme meydana getireceğiz ve bunun ziraat ve hayvancılıktaki gerileme sebebiyle olduğunu iddia edeceğiz. Aynı işçileri anarşiye ve sarhoşluğa alıştırarak ihtisal kaynaklarını kurnazlıkla ve el altından derin bir şekilde mahvetmeğe çalışacağız.

...Şimdiki zamanda eğer herhangi bir devlet bize karşı bir itirazda bulunursa, bu durum bizim önceden verdiğimiz yetki ve bizim emrimiz iledir. Çünkü onların Yahudi düşmanlığı küçük yaştaki kardeşlerimizi terbiye etmemiz husûsunda bize gereklidir.

...Biz kânunların icrâsına, seçim işlerinin yürütülmesine, basına, şahsın hürriyetine ve bilhassa hür olarak mevcut oluşan köşe taşları olan terbiye ve eğitime ellerimizi sokmuş bulunuyoruz.

...Yanlış oldukları bizce bilinen, bununla berâber tarafımızdan telkîn edilen prensip ve teoriler içinde yetiştirmek sûretiyle Yahudi olmayanların gençliğini aldattık, şaşırttık ve bozduk.

...Hükûmet ile halkların, siyâsette dış görünüş ile yetindiklerini aklınızda tutmanızı ricâ edeceğim. Gerçekten temsilcileri, enerjilerinin çoğunu zevkleri için harcarken Yahudi olmayanlar, hâdiselerin altında yatan mânâyı nasil fark edebilir?





BU KİTABI OKUMADAN PIRLANTA ALMAYIN!

TEKTAŞIN KANI

AŞKIN VE EVLİLİĞİN SEMBOLÜ(!) OLARAK LANSE EDİLEN PIRLANTANIN ARDINDA SAKLANAN KAN İMPARATORLUĞUNU ÖĞRENİN.

Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta nasıl oldu da, son yıllarda ülkemizde her kesimden insanın kolayca ulaşabildiği bir metâ haline geldi? Aslında ölüm ve sömürü demek olan pırlanta, evlilik gibi kutsal bir kurumun simgesi haline nasıl geldi?

Pırlanta İsrail ekonomisi için son derece önemli. Ülkemizde İslâmcı olarak bilinen birçok kuyumcu firması nasıl oluyor da, İsrail’e vizesiz ve pasaportsuz özel izinle giderek, dünyada kimseye tanınmayan imkânlarla; 5 yıl vadeli pırlanta satın alabiliyor?BU KUYUMCULAR KİM?
 
·        Tüm dünyada tepki gören ve yetkilileri kartel suçlaması nedeniyle ABD’ye ayak basamayan pırlanta karteli De Beers Türkiye’de nasıl istediği gibi at koşturuyor?

·        Pırlanta karteli De Beers ve uzantılarının Türkiye madenleri ve bankaları üzerindeki oyunları... 

·         NİL KARAİBRAHİMGİL “Tektaşımı kendim aldım” şarkısını nasıl ve neden yazdı.

·        60 yıl önce aynı şarkıyı Marlyn Monroe söyleyince ABD’de nasıl tepki aldı?  
 
·        PKK Yahudi kürtler aracılığıyla, Türkiye’ye nasıl pırlanta getiriyor?

·        Yahudi kürtler aracılığıyla Türkiye’ye gelen pırlantayı kimler nasıl kullanıyor?

·        Türkiye’de kimler pırlantayı rüşvet aracı olarak kullanıyor?

·        Avrupa’nın en büyük altın işleme merkezi olan İstanbul’daki Kuyumcukent’te  dönen pırlanta oyunları...

·        İslamcı olarak bilinen bazı kuyumcular İsrail’e vizesiz özel izinle gidip 5 yıl vadeli pırlanta nasıl alıyorlar?

·        Kuyumcu firmaları 36 vadeli pırlantayı dar gelirli vatandaşa nasıl ve hangi şartlarda veriyor?

·        Filistin konusunda mangalda kül bırakmayan İslamcı Medya, Siyonist-Irkçı pırlanta Karteli De Beers’e nasıl hizmet ediyor.

.    İsrail ekonomisi için son derece önemli olan pırlantaya verdiğiniz her kuruş, Filistinli masum çocukların kanına giriyor.

.    Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez bankası olarak bilinen Osmanlı Bankası, De Beers'in bağlı olduğu hanedana aitti. 

.    Aynı hanedana ait yatırım bankasının Türkiye faaliyetleri...

.    Afrikalı faşist diktatörler De Beers ile işbirliği yaparak, ülkelerini İsrail ve işbirlikçi ülkelere nasıl peşkeş çekiyor.

.    Afrika'da pırlanta yüzünden sömürülen insanların açlık, sürgün ve ölümle burun buruna yaşamları...


HANIMLAR DİKKAT! 

     PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTANIN ARDINDA YATAN GERÇEKLERİ ÖĞRENDİĞİNİZDE BİR DAHA PIRLANTALI ÜRÜN KULLANAMAYACAKSINIZ!!!

BEYLER DİKKAT! 

     EŞİNİZE VE SEVGİLİNİZE ALMANIZ İÇİN SİZE DAYATILAN PIRLANTANIN, "AŞK SEMBOLÜ" YALANINI ÖĞRENDİKTEN SONRA,  NASIL KULLANILDIĞINIZA İNANAMAYACAKSINIZ.  




KİTAPTAN ALINTILAR


(Dünya pırlanta karteli) DE BEERS’DE YENİ DÖNEM
OPPENHEİMER AİLESİ

Rhodes’den sonra De Beers’e en az onun kadar hırslı ve karanlık geçmişi olan Oppenheimerler sahip oldu. Yahudi asıllı Alman olan Oppenheimer ailesi 1890’lı yıllarda elmas işinde çalışmak üzere önce İngiltere’ye, buradan da Güney Afrika’ya göçmüştü.
De Beers günümüzde halen bu ailenin elindedir. Bir süre Kimberly kentinde belediye başkanlığı yapan Ernest Oppenheimer, De Beers’in başına geçmeyi kafasına koymuştu.
Oppenheimer bir süre sonra Anglo Amerikan Ortaklığına pırlanta uzmanı olarak üye oldu ve Güney Afrika altın madenlerinin hisselerinin büyük kısmına sahip oldu. Onun amacı De Beers Şirketi’nin yönetim kurulunda iyi bir yer kazanmaktı ki gücü ve bilgisiyle firmayı büyütmek için pırlanta endüstrisinde iyi bir şansa sahip olacağını hissediyordu. En sonunda Oppenheimer sendika yapısının pırlanta dağıtımını kontrol etme konusunda De Beers’e yeterli gücü sağlayamayacağını hissetti. Hatta sendika üyeleri tarafından umulan büyük fiyat ve kalitenin düşürülme ihtimali tehlikesinin farkına vardı.
Bunu yanında Oppenheimer, De Beers kurul üyeleri tarafından aşırı hırslı bulundu ve kurul üyesi olma yolları on yıl kadar ertelendi. Bu onun cesaretini kırmadı ve ne zaman ki onlar hisseleri satmak zorunda kaldılar o ve arkadaşı Solly Joel ile birlikte yavaş yavaş hisseleri alarak şirketin en büyük iki hissedarı haline geldiler. Sonuç olarak 1926’da Oppenheimer, De Beers’in mülkiyetini ve tüm kontrolünü kazandı ve sonrasında başkan oldu.
De Beers’in bugünkü noktalara gelmesinde asıl pay Ernest’in oğlu Harry’e aittir.


İSRAİL'İN KURUCULARI ARASINDA ONLAR DA BULUNUYOR

Rhodes ve Oppenheimer gibi yahudi hanedanların elde ettiği güç, kişisel bir güçten öte, Yahudilik adına kazanılmış bir güçtür. Çünkü bu hanedanlar, ırk bilinci yüksek yahudilerdir ve güçlerini de Siyonist hedefler yönünde kullanmışlardır.
Harry Oppenheimer, II. Dünya Savaşı sırasında elmas ve altınlardan elde ettiği servetinin büyük bir bölümünü siyonist amaçlar uğruna, İsrail Devleti'nin kurulması için harcamıştır. Ayrıca savaşta Yahudilerin çıkarına olmak üzere büyük casusluk faaliyetlerine de girmiştir" diye yazıyor.[12] Yahudilerin kurduğu bu elmas tekeli, Güney Afrika'yla sınırlı kalmamış, bütün dünya elmas piyasasını ele geçirmiştir.
Harry Oppenheimer 2000 yılında öldükten sonra şirket yönetimi oğlu Nick Oppenheimer’a geçmiştir. Halen bu görevi sürdürmektedir.

KARTELİN VAZGEÇİLMEZ ÜLKESİ: İSRAİL

Bugün dünyanın en önemli elmas borsaları olan New York, Londra ve Anvers borsaları yine yahudilerin kontrolündedir. Geçmiş dönemde De Beers için tek sorun üretilen elmasın dünya piyasasına sürülmesinde çıkmıştı. Güney Afrika'nın uyguladığı ırkçılık politikası yüzünden konulan ambargolar, De Beers'in bu ülkeden elmas ihracatı yapmasını sık sık engelledi. Bu konuda ise De Beers'in yardımına İsrail yetişti. De Beers elmaslarını İsrail'e aktararak burada kesilmesini sağladı ve böylece elmaslar İsrail damgası taşıyarak dünya piyasalarına sürüldü. Böylelikle hem Güney Afrika'ya konulan ambargo delinmiş oldu, hem de İsrail ekonomisinde elmas çok önemli bir yer tutar duruma geldi.
Dünya Yahudileri için yaşadıkları ülkelerin tümü diasporadır. 500 yıldır Anadolu topraklarında yaşayan günümüz Yahudileri de Türkiye’yi vatanları olarak kabul etmez. CNN Türk TV kanalında Cüneyt Özdemir’in sunduğu bir programa katılan, zamanın Hahambaşısı David Asseo Türkiye’den söz ederken diaspora deyimini kullanmış, Özdemir’in uyarmasına rağmen sözünü tekrarlamıştı.

DE BEERS İÇİN TÜRKİYE NE ANLAM İFADE EDİYOR?

Önce De Beers için Türkiye pazarı ne demek ona bir bakalım, daha sonra ABD’de 50 yıl önce uygulanmaya başlayan satış stratejilerinin günümüzde Türkiye’de nasıl tuttuğuna değineceğiz.
Dünyada 68 milyar dolar büyüklüğündeki pırlantalı mücevher pazarı, Türkiye'de 2002 yılından bu yana neredeyse, ikiye katlandı. 2005'te yüzde 25 büyüme ile 810 milyon dolar büyüklüğe ulaşan Türkiye pırlanta pazarının 2006'da ise yüzde 10 büyümesi bekleniyor. Büyümeyi tetikleyen en önemli etken olarak ise altından pırlantaya geçiş gösteriliyor.
De Beers Grubu'nun pazarlama ve satış kolu DTC'nin Pırlanta Bilgi Merkezi Türkiye Müdürü Şebnem Balkan, Türkiye'nin DTC'nin faaliyette olduğu 16 ülke arasında 10'uncu sırada yer aldığını söylüyor.
Türk pırlantalı mücevher pazarının son 5 yılda çok hızlı bir büyüme trendine girdiğini belirten Balkan, 2005'te ekonomideki olumlu gelişmelerle pazarın yaklaşık yüzde 25 büyüdüğünü tahmin ettiklerini, 2006 için ise yüzde 10'luk bir büyüme öngördüklerini kaydetti. [18]

Türkiye'nin dünyada İtalya'dan sonra en büyük ikinci mücevher ihracatçısı olduğuna değinen Balkan şunları söyledi: "Türkiye ayrıca Çin ve Hindistan'dan sonra da üçüncü en büyük mücevher üreticisi. DTC olarak yeni konseptimiz Lava - Aşkın Enerjisi ile pırlantalı mücevher pazarını 2007 yılında çok büyüteceğimize inanıyoruz. Lava konseptini hem kadın hem erkekler çok beğendi. Lava'nın konsept tasarımı tamamen ilk kez Türkiye'de gerçekleştirildi." [19]

Balkan şöyle konuştu: "2005'te üretilen ham elmasların toplam değeri yaklaşık 12.6 milyar dolar. De Beers Grubu'nun ne kadar büyük olduğu ortada. En büyük pazarımız ABD. Ardından Japonya, İtalya, Körfez Ülkeleri, Hindistan, Tayvan, Fransa, Çin, Hong Kong, Türkiye, İngiltere, İspanya, Tayland, Kanada geliyor. 2007'de Çin, Hindistan gibi gelişmekte olan pazarlara daha fazla odaklanmak için Kanada, İspanya gibi daha küçük pazarlardaki faaliyetleri bitireceğiz." [20]

“De Beers Grubu'nun pazarlama ve satış şirketi DTC'nin yaptığı araştırmaya göre; Türk erkeği sevdiği kadına pırlantalı mücevher vermek istiyor. Türk kadını ne kadar pırlantalı mücevher arzu ediyorsa erkek de o kadar hediye etmeyi istiyor. Kadınlar kendilerine verilmesini istedikleri armağanların başında pırlantalı mücevherleri sıralıyor. Türk erkeği de duygularını ifade etmekte zorlandığında pırlantayı sevgilerinin bir sembolü olarak sunuyor.” [21]

De Beers yetkilisinin açıklamaları Türkiye pazarının ne kadar önemli olduğunu gözler önüne seriyor. Ancak burada kafaları karıştıran şu; Kişi başı GSMH’sı 6 bin doları [22] bulmayan Türkiye, nasıl oluyor da dünyada pırlantanın en çok satıldığı onuncu ülkesi oluyor.
Tablo öyle iştah açıcı ki; Türkiye’de mağaza açan yabancı mücevher satıcıları da pazar paylarını büyütmek için atağa geçiyor.
Bunlardan biri de Ortadoğu’nun en büyük mücevher satıcısı Damas. Damas, Türkiye’ye 2007 yılı başında geldi.7 ayda 5 mağaza açan firma, Türkiye pazarını o kadar iştah açıcı bulmuş olmalı ki, 2 yıl içinde mağaza sayısını 25’e [23] çıkarmayı düşünüyor. Firmanın CEO’su Tawhid Abdullah bakın Türkiye hakkında ne düşünüyor:  “Biz orta gelir grubu da dahil her segmentte ürün sunuyoruz. Yeni açacağımız mağazaların 6’sı üst gelir grubuna hitap edecek. Önümüzdeki günlerde imzalayacağımız anlaşmalarla, Nuruosmaniye ve Ortaköy `de 2-3 tarihi binayı yenileyeceğiz ve çok katlı mücevher mağazaları haline getireceğiz` dedi. [24]
Abdullah, Türk gençlerinin markaya bağlılığının kendilerine cazip geldiğini de kaydetti. Starbucks’ın, Türkiye’de kafe kültüründe yarattığı değişimi kendi sektörlerinde gerçekleştirmek istediklerini anlatan Abdullah, “Gençler, marka arabalarla geziyorlar, marka giyinip, marka parfüm kullanıyorlar. Starbucks’ta kahve içiyorlar ancak takılarında aynı marka özenini göstermiyorlar. Biz, Starbucks’ın kafe kültüründe yarattığı değişimi, kendi sektörümüzde yaratmak istiyoruz. Gençlere hitap eden mağazalarımızı, gençlerin bir araya gelmeyi tercih ettikleri mekanlarda, örneğin Starbucks’ların yanında açacağız` diye konuştu. [25]

İSLAMİ MEDYA KİTLESİNE İHANET EDİYOR

36 ay vadeli pırlanta satışları tüm gelir gruplarına hitap ettiği gibi, asıl hedef dar gelirli vatandaştı. Daha parayı kazanmadan harcamasını sağlayan kredi kartları, vatandaşın imdadına (!) yetişti. Ancak bu kampanyanın medyayla desteklenmesi gerekiyordu. Kampanya medya aracılığıyla, basın kuruluşları ve neredeyse tüm TV kanallarında yayınlandı.
De Beers, bugüne kadar pırlanta gibi lüks tüketim araçlarına soğuk bakan dindar Müslümanları da hedeflemişti bu kez. İslamcı medya olarak bilinen, Kanal7, STV, Yeni Şafak ve Zaman Gazeteleri’nde haberler peş peşe yayınlandı. Filistin zulmünü her fırsatta dile getiren, konu ile ilgili tartışma programları düzenleyen, belgeseller yayınlayan bu kuruluşlar, satılan her pırlantanın İsrail’in cebine girdiğini, oradan da dünyayı (Filistin ve Afrika) kana bulayan silahlara dönüştüğünü nasıl bilmezler-biliyorlarsa gözlerini mi yumuyorlar? Bu haberleri yayınlayanlara acaba De Beers para ödüyor mu? Filistin ve Yahudi Siyonizmi konusunda mangalda kül bırakmayan bu yayın kuruluşları, kendilerine inanan insanlara ihanet etmektedir.  

 “Sevgililer günü” diye adlandırılan 14 şubat insanlara pompalanan tüketim çılgınlığının günümüzdeki versiyonlarından sadece biridir. Bu tarihten birkaç hafta önce neredeyse tüm basılı ve görsel medya, “sevgililer günü”ne toplumu hazırlamaya başlar. Yaptıkları yayınlarla insanların eşlerine ve sevgililerine mutlaka hediye almaları konusunda onları mengene gibi sıkar ve suyunu çıkarır. Eşi ve sevgilisi olan herkes mutlaka hediye almalıdır onlara göre. Şubat ayı gelince, İslami medya olarak adlandırılan basın ve yayın kuruluşları da aynı geminin yolcuları misali, kendi kitlelerine pompalar durur bu önemli günü (!) ve pırlantayı:

Sevgiliye pırlanta/Yeni Şafak/14.02.2007
Pırlanta firmaları, özel zamanlara yönelik konseptlerini şimdi Sevgililer Günü'ne yöneltti. Ariş, Piatti, Zen, Goldaş, Atasay, e-Pırlanta, Altınbaş, Ekol, Favori, Montür İş, Baymonte gibi kuyumcu firmalarının tanıtım ve organizyon faaliyetleri yoğunlaştı. Özellikle kuyum sektöründe görülen yoğunluk, basın toplantıları, duvar ilanlarıyla birlikte medya reklamlarında da kendini göstermeye başladı. Bazı firmalar, "Ona Bu Sevgililer Gününde Kalbinizi Hediye Edin" derken, "Sevginizi Sonsuzlaştırın", "Aşk her şeyi Affeder, Ancak Pırlantayı Asla", "Sevdiğinizin Kalbini Pırlanta İle Çalın" gibi sloganlarla bu özel güne çağrılar yapıyor. Bazı firmalar da "İlk Pırlantam...", "Sevgililer Gününüz Pırlantalı Olsun" şeklinde kampanyalarıyla pırlanta kullanımının asil bir davranış, ilk pırlantaya adımın da "Sevgiye Yürümenin İnce Yolu" diyerek insanları etkilemeye çalışıyor. [38]

Günde 1 yeni lira taksitle pırlanta/ZAMAN/03 Şubat 2007
Ekonomik istikrar sayesinde hayatın her alanına giren uzun vadeli uygun ödeme şartları mücevherat sektörüne de yansıdı. Sektörün köklü kuruluşu Atasay Kuyumculuk, 70. yılında 'Tek taşsız kadın kalmayacak' sloganıyla tek taş pırlanta kampanyası başlattı. 
Sıfır faizle 12 ay, özel vade şartlarıyla da 36 aya varan taksit uygulamasını içeren kampanya kapsamında günde 1 Yeni Türk Lirası taksitle pırlanta alınabilecek. 5 Şubat'ta başlayıp yıl sonuna kadar sürecek kampanyada fiyat aralığı 500 YTL'den başlayıp 10 bin yeni liraya kadar çıkıyor. Kampanyaya klasik ve modern olmak üzere 5 binin üzerinde farklı tek taş model ürün dahil. Türk halkına tek taş pırlanta kampanyası ile 'şu kadarcık' bir katkıda bulunmaktan mutluluk duyduklarını belirten Atasay Üst Yöneticisi (CEO) Cihan Kamer, 40 milyon YTL karşılığında toplam 50 bin adet satış beklediklerini kaydetti. [39]

Günde 66 kuruşa pırlanta/Haber7.com/13 Şubat 2007
Pırlanta kullanımının her geçen gün daha da arttığı Türkiye’de firmalar 14 Şubat Sevgililer Günü için düzenledikleri ilgi çekici kampanyalarla satışlarını yükseltme yarışına girdi. Pırlanta pazarında özellikle tek taş yüzüğe olan rağbetin her zamankinden daha fazla olduğu gözleniyor. As Haber Ajansı’nın (asha) kuyum sektöründen edindiği bilgiye göre, yüzyıllar öncesinden gelen pırlanta tutkusu aslında bugün yine sonsuz sevginin simgesi olarak görülüyor. Yerli yabancı herkes, evlilik öncesinde, nişanlılık veya evlenme yıldönümlerinde, önemli ve özel günlerde sevdiklerine pırlanta almak istiyor.
Türk insanı tarafından da yakından ilgi görmesi, pırlanta satış oranlarını da yukarıya çekiyor. Dünyanın en büyük ham elmas tedarikçisi De Beers’in pazarlama kolu Diamond Trading Company’nin (DTC, Pırlanta Bilgi Merkezi), Işık Seli Bilezik, 2000 Damgalı Pırlantalı Mücevher, Uğurlu Pırlantam ve Tria’dan sonra bu yıl Lava konseptiyle Türk reklam pazarında yeniden ağırlığını hissettirmesi sektörü hareketlendirdi. Birçok firma kendi ölçülerinde çeşitli kampanyalarla DTC’ye ayak uydurmaya çalışıyor ve yaklaşık 800 milyon dolarlık pırlanta pazarından pay alma yarışında “ben de varım” diyor. Kampanya ve reklamlarla Türkiye mücevher pazarında pırlanta yüzde 40’lık satış oranıyla diğer ürünleri geride bırakırken takıda en fazla beğenilen ve güvenilen ürün ise yüzde 70 oranında pırlanta olarak anketlere yansıyor. [40]

Sevgiliye çeşit çeşit hediyeler/Yeni Şafak/13 Şubat 2007
Büyük mağaza ve markalar hediye trafiğinin en üst düzeye çıktığı 14 Şubat Sevgililer Günü için peş peşe kampanya açtılar. Bazı firmalar ürünlerini ucuzlatarak, bazıları taksit sayısını artırarak, bazıları ise alışveriş yapan müşterilerine hediye vererek kampanya kervanına katıldı.
Goldaş, pırlanta koleksiyonundan Sevgililer Günü için, tek taş ve Tria olmak üzere iki farklı konseptte seçenek sunuyor. Takılarda tasarım çizgisine uygun olarak beyaz altın kullanıldı. Koleksiyon, pırlanta bilekliklerin yanı sıra birbirinden şık yüzük, küpe ve kolye ucundan oluşuyor. [41]

Tüm bu reklam ve propaganda bombardımanından sonra sonuçlar müsebbipleri için beklenenin de üzerinde:
Kampanyayı başlatan Atasay Kuyumculuk bir ay içinde 20 bin pırlanta taş sattı [42]. Yanlış duymadınız evet 20 bin. Ancak bu rakam sadece Atasay’ın envanterine işlendi. Peki ya diğer firmalar bu zaman zarfında ne kadar satış yaptı?
Dindar (!) Atasay 1 ayda sattığı pırlantadan sonra yıl sonu hedefini de belirledi: 50 bin tek taş pırlanta [43].
Atasay Pırlantalı Mücevher Genel Müdürü Haldun Ulutürk’ün söyledikleri, kampanyanın hangi boyutlara ulaştığını daha iyi anlamamıza neden oluyor:
"Anneler Günü'nde tektaş yüzük ve bir de şampiyon ürünle ön plana çıkacağız. “Pırlanta pahalıdır" algısını yıkmayı amaçlıyoruz, Türk hanımlarını pırlantaya alıştırmak istedik ve bunda da başarı sağladık. Kampanyadan sonra mağaza ve internet sitelerindeki trafiğin yüzde 500-600 arttığını, kampanyanın satışlara etkisi yüzde 300-400 civarında” [44]
Yahudi ve Siyonist De Beers yine başarmıştı. Bu başarının “esas oğlanı” Dindar(!) olarak tanınan Atasay Kuyumculuk (CEO’su Cihan Kamer, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gayri resmi ekonomi danışmanı [45] olarak tanıtılıyor. Son 2 yılda çeşitli gazetelerde röportajlar yapılarak, adı gündemde tutuluyor. Acaba kısa sürede popülaritesi artan Kamer, yakın bir tarihte siyasete de girer mi? Girerse, Siyonist De Beers’in bunda ne kadar payı olur? Düşünmeden edemiyor insan), figüranları ise İslami(!) medyadır.

DÜNYAYI YÖNETENLERİN TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ EMELLERİ
VE DE BERS’İN ARDINDAKİ SİYONİST HANEDAN: OPPENHEİMER


Ey Türk! Uyanık ol! Ülkene sahip çık!

Türkiye toprakları insanlık tarihini boyunca, medeniyetlerin başlangıç noktası olmuş, bu medeniyetler bugünkü dünya uygarlığını meydana getirmiştir. Uygarlığın çıkış kaynağı Anadolu ve Ön Asya’dır. Köklerini araştıran Avrupalı bilim adamları dönüp dolaşıp kendilerini burada bulmuşlardır. Tarihin başlangıç noktası olarak kabul edilen bu topraklara da tarih boyu ilgi sürmüştür. Hem uygarlığın hem de, 3 semavi dinin de başlangıç noktası olan bu topraklar, tarih boyu çeşitli toplumlara kucak açmıştır.
Ünlü Türk tarihi araştırmacısı Kazım Mirşan, Türkler’in Anadolu’ya 1071 yılında değil, MÖ 7000’li yıllarda geldiğini yaptığı çalışmalarla ortaya koyuyor -Tartışmaya açık çalışmalar olması, bu toprakların vatanımız olduğu gerçeğini değiştirmiyor - Öyleyse burası bizim için çok önemlidir. Önemlidir çünkü vatanımızdır. Üzerinde binlerce yıldır yaşadığımız bu topraklara bugün de sahip çıkmak ve bu topraklar üzerinde oynanan oyunları öğrenmek, onları durdurmak da bize düşen görevdir.

Tarihin her döneminde bağımsız bir devlet çatısı altında yaşamış olmamıza rağmen, ne zaman ekonomik ve siyasi zayıflığa düştüysek o zaman etrafımızda oyunlar oynanmaya başlanmıştır.

Bugün olduğu gibi…

Yıllarca Sağ-Sol, Müslüman-Laik, Kürt-Türk, Alevi-Sünni, gibi fitnelerle, yüzlerce yıllık birlik ve beraberliği bozmaya çalışıyorlar.  
Oyunları bozmak için öncelikle, bu oyunları öğrenmemiz gerekiyor. Yıllardır ülkemiz üzerinde dönen emperyalist ve siyonist oyunlardan habersiz yaşadı halkımız. Yolsuzluk, rüşvet, banka boşaltmalar ve gizli anlaşmalar imzalanırken, faili meçhul cinayetler işlenirken; Futbol, televole, yerli diziler, popstarlarla halkımız uyutuldu. Dikkatler dağıtıldı.

Zamanın İspanya kralı, etrafındakileri toplamış, “Bana öyle bir şey bulun ki, 100 bin kişi aynı anda uyutulabilsin” demiş. Herkes şaşkın. Aradan bir süre geçmiş, danışmanlar, akıl hocaları, çeşitli fikirlerle gelmişler krala, ancak bu kadar insanın nasıl uyutulacağını bulamamışlar. Kral, bakmış bu iş olacak gibi değil. “Bakın” demiş: “Bu kadar insan, isteğimi yerine getiremediniz. 100 bin kişiyi uyutacak bir formül bulamadınız. O halde ben size söyleyeyim” deyince, herkes meraktan kulak kesilmiş. Kral topluluğa dönüp şunu söylemiş: “100 bin kişilik futbol stadı yapın” Stad yapılmış ve bu coşku halk arasında aylar sürmüş. Görkemli futbol turnuvaları düzenlenirken, Kralda bu arada hazineyi zimmetine geçirmekle meşgul olmuş.

Bir hikâye daha…

Dünyaca ünlü bir Alman otomasyon firmasının davetlisi olarak gittiğim Almanya’da, firmanın üst düzey bir yetkilisine şunu sormuştum: “Birinci ve ikinci dünya savaşından yenik çıkan Almanya nasıl oluyor da, dünyanın sanayi devi oluyor” demiştim. O,  uzun uzadıya izahatlarla durumu açıkladıktan sonra sanayiye verdikleri önemi şu kıssayla vurguladı: “3 kez dünya kupasını kazanan Almanya, kupayı aldığı yıllardan birinde, zamanın başbakanının karşısına kutlama için çıkacaklarmış. Ancak bir türlü de başbakandan davet gelmiyormuş. Danışmanları, “Efendim futbol takımımızın, dünya kupasını kazandığını biliyorsunuz. Nezaket gereği, kutlama için, davet etmeniz gerekir” demişler başbakana. Başbakan isteksiz de olsa, “Tamam çağırın gelsinler” demiş. Birkaç gün sonra, futbol takımı, başbakanın huzuruna çıkmış. Başbakan takıma hitaben, “Sevinin, çünkü dünya şampiyonu oldunuz. Ancak gururlanmayın. Çünkü, Almanya ağır sanayi devrimini, futbol sayesinde yapmadı” demiş.”

İşte size iki hikâye, bir tarafta yolsuzluklarını perdelemek için halkı futbolla uyutan kral, diğer tarafta ise, ülkesinin futbol şampiyonu olmasını önemsemeyen-önemsemediği gibi futbolculara da bu konuda telkinde bulunan bir başbakan.

Ülkemizde futbolun getirildiği noktaya bakarsak, durumu daha iyi değerlendirebiliriz.

(Almanya’daki yetkili bir itirafta daha bulunmuştu. Hitler’in kurduğu savaş sanayisinin, savaş sonrası Almanyası için son derece önemli olduğunu, resmi görüş olarak Hitler lanetlense de, onun sanayi için yaptıklarının asla küçümsenemeyeceğini söylemişti. Ama asıl beni şaşırtan bunu söyleyen kişinin Alman asıllı bir Yahudi olmasıydı.) 

BU TOPRAKLARA DİKKAT!

Gelişen sanayi ile birlikte son 50 yıldır artan hammadde kullanımı, dünya kaynaklarını neredeyse bitme noktasına getirdi. Başta ABD olmak üzere emperyalistler, tükenmekte olan kaynakların kontrolünü elinde tutmak için çeşitli bahanelerle savaşlara ve işgallere girişiyor. 40-50 yıllık rezervin kaldığı petrol, farklı coğrafyalarda aranmaya başlanmış-Rusya kuzey kutbunda petrol aramaya başlamış. Çağımızın vazgeçilmez enerji kaynakları olan petrol ve doğalgaza olan ihtiyaç her geçen gün artmakta, fakat rezervler azalmakta.
Dünyanın her bölgesinde, yeraltı zenginlikleri (petrol, doğalgaz, altın, elmas, bor, trona, krom) tüm hızıyla çıkarılmaya ve işlenmeye devam ediyor. Büyük bir hızla tüketilen bu zenginlikler, sanayinin olmazsa olmazının yanında, altın ve elmas gibi değerli madenler de lüks ve gücün olmazsa olmazıdır.

Dünya coğrafyasına baktığımızda, toprakları sömürülmeyen tek ülkenin Türkiye olduğunu görürüz. Dünya üzerinde yeraltı kaynakları kullanılmayan tek ülke Türkiye’dir.
Türkiye, yeraltı zenginliklerinin çıkarılması konusunda yüzyıllardır bakirliğini korumuştur. Emperyalist ülkeler ve içerideki işbirlikçileri, Türkiye’nin yeraltı kaynaklarını çıkarmasına ve işlemesine engel olmuştur-olmaktadır. Ancak dünya kaynaklarının tükenmeye yüz tutması, tüm emperyalist güçlerin gözlerini Türkiye’nin üzerine dikmektedir. Artık Anadolu zenginliklerinin emperyalistlere sunulma zamanı gelmiştir.

Geçmiş dönemde çıkarılması engellenen, zenginliklerin günümüzde artık değerini arttırmış olarak çıkarılması gerekiyor. Emperyalist devletlerin siyonist kartelleri de, Türkiye üzerinde oynadıkları siyasi oyunlarla bu zenginliklere sahip olmaya çalışıyor.

Burada, unutmamamız gereken çok önemli bir konu var: Ülkemizde bulunan madenleri kendimiz çıkarıp, işlemediğimiz sürece, zenginliklerden faydalanmamız söz konusu bile olmayacaktır. Dünyanın en büyük elmas ve altın yatakları bulunan Afrika ülkelerinde halk fakirlik ve açlık içinde ölüm kalım mücadelesi veriyor. Doğal zenginlikler nedeniyle siyasi hâkimiyetleri beyazların elinde olan birçok Afrika ülkesinin halkı, kendi ülkelerinde adeta köle gibi yaşamaya mahkûm kalmış durumda.

Türkiye, tüm dünyanın da iyi bildiği başta petrol ve bor olmak üzere birçok değerli maden, dünya rezervleri kıyaslamasında önemli yer tutmaktadır. Bu zenginlikleri ele geçirmek isteyen emperyalist-siyonist güçler her türlü fırsatı değerlendirmektedir.
Türk halkının (Sağ-Sol, Müslüman-Laik, Kürt-Türk, Alevi-Sünni) topyekûn birleşerek, sömürgeci güçlerin oyunlarını bozmaları gerekmektedir. Türkiye’ye gelerek masum sloganlar altında; perde arkasında ise zenginliklerimizi ele geçirmeye çalışanlarla savaşmalıyız.

Tabi bu savaş nasıl olacak diyeceksiniz. Bu savaş çok yönlü bir savaştır. İşin siyasi boyutu olduğu gibi ekonomik boyutu da çok önemlidir. Şimdi herkes kendine soracak ben nasıl savaşırım diye. Çok basit. Onların silahlarıyla... Ekonomik savaş sömürge kartellerini ülkemizden uzaklaştırmanın halk bazındaki en önemli unsurudur.

Yukarıda yazdıklarımızı bir hatırlayın: “Kanada ve İspanya’da satışları istediği seviyeye ulaşmayan De Beers, buradaki faaliyetlerini durduruyor”

Kitabımızda, “pırlanta”yı bir simge olarak kullandık, dikkatleri çekmek için popüler kültürden bizde yararlanmak zorundaydık. “Pırlanta”, halkımızın nasıl uyutulduğu, ülkemiz üzerinde dönen dolapların ne olduğunu anlamak açısından bir simgedir. Pırlantanın ardında çok derin ve kirli bir oyun döndüğünü, zenginliklerimizin nasıl sömürüldüğünü-sömürülmek istendiğini de okuyucu olarak anlamak size düşecektir. Anlatmak bize, anlamak size...

Pırlantanın ardında bulunan hanedan 300 yıldan fazla bir zamandır, ülkemizle ilgilidir. Bu hanedanı iyi tanımak ve faaliyetlerini öğrenmek, ülkemiz üzerindeki oyunların anlaşılması konusunda son derece elzemdir.

400 YILLIK HANEDAN İTTİFAKI: Oppenheimer ve Rothschild ailesi

Türkiye üzerinde özellikle madenler konusunda faaliyet gösteren firmaların kökeni Almanya’ya dayanır. Bu firmalar değişik isimler altında olmasına rağmen aslında tek bir hanedana aittir. De Beers’in sahibi olduğu Oppenheimer ailesi. Günümüzde Oppenheimerler’dan daha da güçlü olan bir yahudi aile daha vardır onlarda Rothschild’dır. Bu iki Frankfurt kökenli yahudi aile 1600’lü yılların başında Oppenheimer ailesinde birleşmektedir.
İki aile, ilişkileri o kadar birbirine geçmiştir ki, neredeyse herkes birbiriyle akrabadır. Kökleri o kadar genişlemiştir ki, dünyanın birçok ülkesinde bir Oppenheimer ve Rothschild’a rastlayabilirsiniz. değişik isimler atında bulunan dünyadaki birçok altın ve elmas firması bu iki aileye aittir. Dünya genelindeki altın ve elmasın yüzde 60’a yakınını bunlar çıkarır. Oppenheimerlar  Rothschild’ların, Rothschild’lar ise Oppenheimer’ların birçok firmasına ortaktır. Elmas ve pırlanta karteli De Beers bunlardan sadece biridir. Türkiye’deki faaliyetleri daha çok Oppenheimer’lerin de ortağı olduğu Rothschild firmaları yürütmektedir. Bu nedenle biz bu iki aileyi incelerken, ileriki bölümlerde Rothschild ailesine daha çok yer vereceğiz. Ancak bunda bir zafiyet söz konusu değildir. Az önce sözüne ettiğimiz gibi iki ailenin bağları ve ortaklıkları iç içe geçmiştir. Şu örneği verirsek sanırım kalbiniz daha da mutmain olacak ve Oppenheimerlar kadar Rothschildların da ülkemiz ile ne kadar alakalı olduğunu anlayacaksınız: Birçok insanın bir Türk bankası olarak bildiği, 1863 tarihinde kurulan Osmanlı Bankası Rothschild’lara aittir. (Bank-ı Osmanî-i Şahane, uzun yıllar Osmanlı İmparatorluğu'nun resmi bankası ve hazinedarı olarak görev yaptı. [46] )  


HANEDANIN TÜRKİYE FAALİYETLERİ

Oppenheimer ve Rothschild ailelerinin, Türkler ile ilk ilişkisi önce de değindiğimiz gibi, 1700’lü yıllara dayanır. Habsburgların, Türklerin Avrupa’ya akınlarını durdurmak için  mukavemetlerini ve karşı saldırılarını Oppenheimerlar finanse etmişlerdir. Belgrad ve Budapeşte’nin geri alınması, yine Oppenheimerlar vasıtasıyla; Avusturya’yı finanse etmesiyle başarılmıştır. Tarihte ilk karşılaşmamız işte böyle olmuştur Oppenheimer ailesiyle.

Daha sonra Rothschild ailesi ile ilişkiler başlamıştır. Kırım harbinde bizi finanse eden Rothschild’e karşı Rusya’yı da o ülkede bulunan başka bir yahudi aile finanse etmiştir. Yahudiler, bazen iki tarafı da finanse eder. Yenilen devletin kredi vererek tazminatını öder. Kazanan devletin ise, aldığı tazminatı değerlendirirlerdi.

İki ailenin ülkemiz ile daha sonraki münasebetleri, kredi vererek, banka kurarak ve en önemlilerinden biri de, 1978 yılına kadar ülkemizdeki bor madenlerini çıkararak devam etmiş, günümüzde de, başta altın olmak üzere; Bor, altın, trona, krom gibi madenleri çıkarmak ve işletmek istemektedirler. Bunlarla ilgili detaylı bilgilere girmeden önce sizlere kısa bilgiler aktarmak istiyoruz:

- 1854 yılında alınan ilk dış borç Yahudi bankerlerdendi. Rothschildlerin Kırım savaşını finanse etmesi ile kredi iyice arttı. İlk dış borcun alınmasından itibaren 10 yıl içinde Osmanlı mali sistemi Yahudilerin eline geçmişti.
Osmanlı ilk dış borcunu 1854’de Palmer ve Goldshmildt’den almıştır. Kırım savaşını ise Rothschildler finanse etmiştir. Osmanlı’yı yeteri kadar borçlandırdıktan sonra Rothschildler, Herzl’i Abdulhamid Han’a göndererek, borçları silme karşılığında Filistin topraklarının Yahudilere bırakılmasını teklif etmiştir.

- Bir Rothschild  kuruluşu olan Osmanlı Bankası Almanlarla birlikte Bağdat demiryolunu finanse etmekte, ve yeni imtiyazlar peşinde koşmaktaydı. Bir Rothschild  ajanı olan Gülbenkyan, Shell adına Osmanlı petrol alanlarının peşinde idi. Gülbenkyan başarılı oldu. Petrol imtiyazı daha sonra Irak Petrol Şirketi adını alan Türkiye Petrol Şirketine verildi. Amerika yüzde 23.5, İngiltere yüzde 23.5, Fransa yüzde 23.5, Shell  yüzde 23.5 ve Gülbenkyan yüzde 5 hisse aldılar. Bölge BM tarafından İngiltere’nin nüfuz alanı olarak ilan edildi. Projeler ve imtiyazların temeli demiryolu inşasına dayanmakta ve yapılacak demiryolunun 20 km sağı ve solu demiryolunu yapacak firmalara imtiyaz bölgesi olarak verilmekteydi. İmtiyaz bölgesindeki madenler, petrol, orman envali, tarım alanları, tarihi eserler ve ören yerleri bu firmaların tasarrufuna bırakılıyordu. Amerikan misyonerler Anadolu ve Ortadoğu’yu karış karış taramışlar ve demiryollarının güzergahlarını belirlemişlerdi.

- Jardine Matheson firmasının afyon ticaretinden kazanılan parası ile kurulan Rio Tinto, bugün dünyanın en büyük maden firması olup, tek başına dünya maden üretiminde yüzde 12.5’lik pay ile birinci sıradadır. İkinci sırada yüzde 11’lik pay ile yine İngiltere merkezli Anglo American Corp. üçüncü sırada yüzde 8’lik pay ile yine İngiltere merkezli Billiton/BHP gelmektedir. Türkiye’nin tüm maden üretiminin dünya üretiminde yüzde 0.9’luk bir paya sahip olduğu dikkate alınırsa firmaların büyüklükleri anlaşılır. Billiton/BHP firması Royal Deutch Shell’e ait olup, Shell ise Rothschild ailesinin kontrolündedir. Anglo American Corp.(AAC), Oppenheimer ailesinin kontrolünde olup, Rothschild ailesinin De Beers kanalıyla payı bulunmaktadır.
AAC’nin yüzde 37’si De Beers’e, De Beers’in yüzde 34’ü AAC’ye aittir. Her üç firmada ayrıca kraliyet ailesinin payları bulunmaktadır.

- John Reeves ise, The Rothschilds; The Financial Rulers of Nations adlı kitabında; “Etkileri o kadar güçlü idi ki, hiçbir savaş Rothschildler’in yardımı olmadan gerçekleşemezdi. Politika ve ticaret dünyasında öyle güçlü bir pozisyona yükseldiler ki, bir anlamda Avrupa’nın diktatörleri oldular.” demektedir.

- Bor madenlerinin devletleştirildiği 1978 yılından önce Türkiye’deki bor madenlerinin yüzde 80’ine Türk Borax adlı firması ile hakim olan Rio Tinto, Anatolia Mineral Development Ltd isimli firması ile bu günlerde ülkemizde altın, gümüş, bakır, çinko v.s. araması yapmaktadır. Bu firmaya Cominco’da ortaktır. Zengin altın rezervi buldukları belirtilmektedir.

- Rio Tinto’nun GAP projesi kapsamında yapılan Ilısu barajında da hissesi bulunmaktadır. Buradaki hissesi kendi faaliyet alanı ile ilgili olmayıp İngiltere’nin Ortadoğu politikaları muvacehesindedir.

- Hıristiyan dünyanın sermayesini kontrol altına almak uzun zaman aldı ise de bu büyük oranda başarıldı. Sıra İslam dünyasının sermayesini kontrol altına almaya, ya da Müslümanları ekonomik düşündürmeye gelmişti. Bu 20. yüzyılın sonlarına bırakıldı. 1984 yılında Ürdün Veliaht Prensi Hasan bin Tallal, İngiltere’den Prens Philip ve Sir Eveleyn de Rothschild, yani üç ayrı dinden üç kişi tarafından başlatılıp, 1993 yılında tamamlanan Dinlerarası Hoşgörü Deklarasyonu’nu (Interfaith Declaration) St George House’un tarihi ortamında yayınlıyorlardı. Bu deklarasyon ile üç din mensubu tüccarların ortak ahlaki değerleri belirleniyor ve bu değerlere uyulması için çağrıda bulunuluyordu.
Three Faiths Forum ve International Interfaith Organization’un üç kurucusundan biri olan Muslim Collage of London’un başkanı Zaki Badawi, 1983 yılında, Rothschildlerin kontrolündeki Bank of London’dan İslamic Banking Sistem of Luxembourg adına İslami Bankacılık faaliyetleri için ilk lisansı alıyordu. 1980’lerden sonra sadece Türkiye değil, tüm dünya, yeni bir kavram olarak İslamic Finance ile tanışıyordu. İslamic Finance ve Dinlerarası Diyalog & Hoşgörü kavramları eşzamanlı olarak, İslam dünyasını kontrol için tedavüle sürülmüştür. Zaki Badawi ve Sir Eveleyn de Rothschild, halen St George House’un Counseil’ünde birlikte çalışmaktadırlar.”

“Türkiye’de bugüne kadar 9 milyar dolara yakın özelleştirme ve satış işleminde danışmanlık yapan dünyanın önde gelen yatırım bankalarından biri olan Rothschild’in Başkanı Eric de Rothschild, "Türkiye, Ortadoğu ve Asya’da ofisimiz olan tek ülke. Uluslararası bir yatırım bankasıyız. Türkiye’de işler çok hızlı büyüyor. Şu andaki enerji, telekomünikasyon ve bankacılıktaki bütün büyük işlemlerle ilgileniyoruz" dedi.” [47]

“Rothschild Bankası’nın 200 yıllık deneyimi ve 25 değişik ülkede 3 bin çalışanı var. Şirketin danışmanlık ve borç verme işindeki 2005 yılı karı 40.8 milyon paund oldu. Toplam faaliyet geliri ise, bir önceki yıla göre yüzde 30’luk artışla 250.3 milyon dolara çıktı. Toplam komisyon ve ücret geliri ise, 134.7 milyon paunddan, 172.4 milyon paunda çıktı. Bankacılık grubunun net fazi geliri ise, yüzde 40 oranında artarak 69.6 milyon paund oldu. Brüt aktifleri 0.2 milyar paund azalarak 4.8 milyar paunda düştü. Grubun ticari bankacılık portföyü 2.2 milyar paunddan, 2.3 milyar paunda yükseldi.” [48]

“Baron Eric de Rothschild, Rothschild ailesinin devletlerin finansörü ve dünyanın gizli yöneticilerinden biri olduğu yönündeki soruyu şöyle yanıtladı: "Keşke gerçek olsa. Ama doğru olmasını da istemezdim. Bu gerçekten iyi bir şey de olmazdı. Kendinizden daha büyük bir şeyden sorumlu olmanız iyi bir şey değil. 19’uncu yüzyılın ortalarında önemli bir aileydik. Eğer bir ülkeyi finanse etmezsek savaş durabiliyordu. Fakat bu tamamen değişti. Artık biz tamamen küçük bir balığız. Çok büyük bir denizdeki küçük ve hızlı balığız. Aile tarihimizde Türkiye’ye de 1860, 1890 ve 1912’de borç verdik. Ondan sonra başka bir ilgimiz olmadı. Kendimizi Gates ve Buffett gibi insanlarla karşılaştırınca artık zengin bir aile değiliz." (Eric de Rothschild’in bu açıklamaları tevazudan öte içinde riya ve küstahlık barındırıyor. Bu aileyi ilerleyen bölümlerde daha iyi tanımaya başladıkça ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız.) [49]

Rothschild Yatırım Bankası’nın Türkiye’de bugüne kadar yer aldığı özelleştirme ve satış işlemleri:
- Telsim’in 4 milyar 550 milyon dolara satışında TMSF tarafına danışmanlık verdi.
- Garanti Bankası-General Electric’in (GE) 1.8 milyar dolarlık birleşmesinde GE’ye danışmanlık yaptı.
- 220 milyon dolarlık TEB ve PNB Baribas evliliğinde Çolakoğlu ailesine danışmanlık yaptı.
- Süreci devam eden Denizbank’ın Dexia’ya 2.4 milyar dolara satılmasında danışmanlığı devam ediyor.
- Türk Telekom’un özelleştirilmesinde Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’na analizler yaptı.
- Aycell-Aria birleşmesinde danışmanlık yaptı.
- Daha sonra iptal edilen Tekel’in sigara Japan Tobacco International’a satılmasında da danışmanlık yapmıştı.


ROTHSCHILD HANEDANI 

"Bir ulusun parasının denetimi elimde olsun, onun kanunlarını
kimin yazdığını umursamam artık"
                                         Mayer Amschel Bauer Rothschild

Judaica, "19. yüzyıldaki Yahudi bankacılığı, Rothschildlar'ın Frankfurt'taki yükselişiyle başladı" diyor. Kuşkusuz Rothschildlar'la birlikte yalnız 19. yüzyıldaki Yahudi bankacılığı değil, yeni bir devir de başlamış oluyordu.
Alman tarihçi Prof. Wilhem bu konuda şöyle der: "Rothschildler Avrupa politikasına paranın hükmünü getirmiştir. Dünyayı paranın ve onun fonksiyonlarından ibaret hale getirmek için çalışmışlardır."
Frederic Morton ise, The Rothschilds adlı kitabının önsözünde "son yüz elli yıldır, Rothschild hanedanının Avrupa tarihindeki perde arkası rolü şaşırtıcı boyutlardadır" diyor ve ekliyor, "yalnızca bireylere değil, uluslara da borç vermeyi başardıklarından dolayı inanılmaz karlar elde ettiler." Belki de bazılarının dediği gibi, Rothschildlar'ın zenginliği, ulusların çöküşüne bağlıydı." [54]

Hanedanın hikayesi 1744 yılında doğan Aşkenaz Yahudisi Mayer Amschel Rothschild ile başlar. Mayer Amschel, 12 yaşında kimsesiz kalır. Daha sonra Yahudi cemaati buna sahip çıkarak, sarraf olmasını sağlar. Mayer, sarraflığı sayesinde saraya yakın olur ve daha sonra saray simsarları arasına alınır. Dönemin ticaret merkezi olan Frankfurt’ta, tefecilik yapmaya başlayan Mayer Amschel’in 10 çocuğu olur. Bunlardan 5 tanesini (erkek olanları), Avruğa’nın 5 ayrı merkezine gönderir. İşte bu olaydan sonra, dünya tarihinde eşine benzerine hiç rastlanmayan bir “para imparatorluğu”nun ilk adımı atılmış oldu.
Beş ok ile sembolize edilen Rothschild hanedanının varisleri, finans dünyasında izledikleri yayılmacı politika sonucunda önce Avrupa ekonomisini daha sonra da dünya ekonomisini büyük ölçüde kontrol altına aldılar.
FOTO: 10
Fotoğraf altı yazı:  Mayer Amschel Rothschild, bugünkü Rothschild imparatorluğunun kurucusu.

Bu beş oğuldan Amschel Mayer Frankfurt'ta kaldı. Karl Mayer Napoli'ye, James Jacob Mayer Paris'e, Solomon Mayer Viyana'ya ve Nathan Mayer de Londra'ya gitti. Mayer Amschel’in oğulları gittikleri ülkelerde hem finans çevrelerinde hem de o ülkenin yahudi cemaatleri içinde lider konuma geldiler.

1816'da Viyana'ya giden Salomon Mayer, Habsburg hükümet bankacılığında kilit kişi oldu. Bu arada Avusturya'nın ünlü devlet adamı Metternich'le çok yakın ilişkiler kurdu (hatta 1848 devrimi sırasında Metternich'in kaçmasına yardım ettiği söylenir). Avusturya sınırları içinde Yahudilere yapılan her türlü yasal kısıtlamaların kalkmasını sağladı. Salomon Mayer'in ikinci oğlu Anselm Salomon ise Viyana'da, beş Yahudi ailesi; Arnstein, Eskeles, Geymuller, Stein ve Sina tarafından paylaşılan banka tekelini devraldı.

1821'de Napoli'de bir şube açan Karl Mayer ise İtalya'nın en önde gelen bankeri oldu. Sardunya, Sicilya, Napoli'ye hatta Papa devletine büyük miktarlarda borç verdi. Diğer dört oğlu da Rothschild ailesi üyeleriyle evlendiler.

Beş kardeşin en küçüğü olan James Jacob Mayer, 1812 yılında Paris'e gitti ve Rothschild Frères şirketini kurdu. Fransa'daki Yahudi toplumuyla yakın ilişkiler geliştirdi. Yönetimle de iyi bağlar kurarak, Fransa'yı İngiltere'yle birlikte Rothschild'lerin en önemli kalesi durumuna soktu.
27 Temmuz 1844'te Mazzini şöyle diyordu: "Eğer Rothschild isterse Fransa'nın kralı olabilir." 1909 baskılı Jewish Encyclopedia'da ise Rothschild'lerin Fransa'daki gücü şöyle açıklanıyordu: "1848 yılında Paris bankacıların toplam 352 milyon frankı olduğu halde, yalnızca Rothschild, Paris'te 600 milyon franka sahipti." [55]

İngiltere'ye giden Nathan Mayer ise 1806'da Hannah Barent Cohen ile evlendi. Bu ilişki onu İngiltere'nin Sefarad cemaatine de dahil etti. Judaica, Nathan Mayer'in, henüz 1810 yılında, Londra para piyasasındaki en büyük güç haline geldiğini bildiriyor. [56] 
1815'te, Nathan Mayer, Waterloo'daki İngiliz zaferini, kurduğu erken istihbarat ağı sayesinde çok önceden öğrendi ve Londra borsasına koşarak aldığı hisseleri ertesi gün çok büyük miktarla satarak bir gecede inanılmaz bir servet elde etti.

1836'da hanedanın Londra'daki temsilcisi Nathan Mayer Rothschild ölünce en büyük oğlu Lionel Nathan Rothschild başa geçti ve sadece Londra bölümünün iş bağlantılarını sağlamakla kalmadı, ayrıca İngiliz Yahudi toplumunun 30 yıl liderliğini de yaptı. Osmanlı’ya Kırım Savaşı'nı devam ettirecek 16 milyon poundluk borcu  sağladı. 1875'te İngiltere'de "İngiliz asilzadesi" ünvanını kazanan ilk Yahudiydi.

Bankerlik işine girmeden önce, ünlü bir haham ailesi olarak tanınan Rothschildlar'ın kurdukları bu hanedan ağı, onlara büyük bir ekonomik güç getirdi. Alman tarihçi Werner Sombart, Jews and Modern Capitalism adlı kitabında şöyle der: "1820 sonrasındaki dönem 'Rothschildler'in çağı' olarak bilinir. Öyle ki yüzyılın ortasında finans çevrelerinde şu yargı genel bir inanç haline gelmişti: Avrupa'da tek güç vardır, bu da Rothschild'lerdir." [57]

John Reeves ise, The Rothschilds; The Financial Rulers of Nations adlı kitabında şöyle yazar: Nathan Rothschild'ın İngiliz hükümetine ilk yardımı 1819'daydı ve 60 milyon dolarlık borç verdi; 1818-1832 arasında 105 milyon dolar miktarında sekiz adet borç daha verdi; aşağı yukarı 700 milyon dolarlık 18 adet hükümet borcu oluşturdu. Etkileri o kadar güçlüydü ki, hiçbir savaş Rothschild'lerin yardımı olmadan gerçekleşemezdi. Politika ve ticaret dünyasında öyle güçlü bir pozisyona yükseldiler ki bir anlamda Avrupa'nın diktatörleri oldular. [58]

Ünlü Amerikalı Yahudi yazar Hannah Arendt, The Origins of Totalitarianism (Totaliterizmin Kökenleri) adlı kitabında Rothschildlar'ın gücüne değinirken, 19. yüzyılda pek çok devlet adamının günlüklerine, yeni bir savaş çıkmayacağını, çünkü Rothschildlar'ın şimdilik böyle bir şey istemediklerini yazdıklarına dikkat çekiyor. Arendt, özellikle Tarihçi J. A. Robson'ın Imperialism adlı kitabında yazdığı şu satırları da vurguluyor: "Eğer Rothschild ailesi buna karşı koyarsa, herhangi bir Avrupa ülkesinin ciddi bir savaşa girebileceğine inanan var mı gerçekten?" Arendt, Metternich'in şu tespitini de aktarıyor: "Rothschild ailesinin Fransa devleti üzerindeki etkisi, başka herhangi bir yabancı devletin etkisinden daha fazladır." [59]

Bu, Rothschildlar'ın tek başlarına bir devlet kadar güç elde ettikleri anlamına geliyordu. İşin bir başka ilginç yanı da, Rothschildlar'ın bu kazançlarının çoğu kez başkalarının yıkımını getirmesiydi. E. C. Knuth, The Empire of the City adlı kitabında, bu konuya dikkat çekerek şöyle diyor: "Şu tartışmanın ötesinde bir gerçektir ki, Rothschildlar, servetlerini, tarihteki büyük çalkantılar ve büyük savaşlar sırasında, yani başkalarının büyük paralar yitirdiği zamanlarda oluşturmuşlardır." [60] 

Gerçekten de, Avrupa ülkelerinin içinde bulunduğu savaşlar dolayısıyla meydana gelen ekonomik krizler ve her türlü kargaşa ortamı en fazla Rotshchildlar'ın işine geliyordu. Rothschildlar'ın en çok sözü edilen özelliklerinden biri de, eski Saray Yahudileri'nin geleneğine uyarak, savaşan iki tarafı birden finanse etmeleriydi. Napolyon Savaşları sırasında, hanedanın Paris'teki kolu James Jacob Mayer Fransız ordularını, kardeşleri ise karşı taraftaki orduları finanse etmişlerdi. Napolyon Savaşlarının ardından Fransa'nın ödediği 120 milyon poundluk tazminatın ödenmesinde de Rothschildlar aracılık etmişti. [61] 

Bu "kirli" yöntemleri kullanan Rothschildlar, yüksek faizle borç vererek çok büyük miktarda karlar elde ettiler. Judaica'nın bildirdiğine göre, yalnızca 1815-1828 yılları arasında Rothschild serveti 3.332.000 franktan 118.400.000 Franka çıktı. Böylece tefecilik/faiz yöntemini kullanarak insanları sömüren Rothschild imparatorluğu doğdu.

İSRAİL VE YAHUDİ BANKER ROTHSCHILD FAKTÖRÜ 

Tüm bunların ötesinde dikkat çekici olan bir şey daha vardı: Rothschildlar'ın elde ettikleri güç, yalnızca bir ailenin elde ettiği güç değildi. Ailenin son derece dindar bir geleneği vardı ve elde ettikleri gücü de bu geleneğe, yani Yahudiliğin genel çıkarlarına uygun olarak kullanıyorlardı. The Universal Jewish Encyclopedia şöyle diyor: "Ailenin 17. yüzyıl kayıtları bazı hahamların isimlerini içermektedir. Rothschildlar'ın yaşantılarında Yahudi kurallarına olan dikkat çekici bağlılıkları, her nesilde bir Rothschild'ın Yahudi faaliyetlerinin organizatörü olmasını sağlamıştır."

Zaten hanedanın kurucusu olan Mayer Amschel, güçlü bir "ırk bilinci"ne sahipti. Bu nedenle de, Tevrat'ın "kızlarınızı onların oğullarına vermeyeceksiniz ve oğullarınıza ve kendinize onların kızlarını almayacaksınız" [62] hükmü gereği, oğullarına "ırk-dışı evlilikler" yapmamalarını vasiyet etmişti. Bu kural, hanedanın üyeleri tarafından titizlikle uygulandı. Rotschildlar, ya başka Rothschildlar'la, ya da Warburg, Oppenheimer gibi başka Yahudi hanedanlarla evlendiler.

Rothschildlar dev Yahudi bankerlerin belki en ünlüleriydiler, ancak tek değildiler. Onlarla aynı dönemde yani 19. yüzyılın başında yükselişe geçmiş olan Goldschmidt, Oppenheimer gibi soydaşlarına, yüzyılın sonlarına doğru yeni finans imparatorlukları kuran Warburg, Schiff, Lehman, Kahn gibi yeni hanedanlar da eklenmişti.
Yalnız bu büyük finansörlerin sahip oldukları "ırk bilinci"nin verdiği dayanışma ile, çok büyük bir güce ulaştıklarını vurgulamakta yarar var. Öyle ki, 19. yüzyılın ünlü sosyalistlerinden Bruno Bauer, "Viyana'da ancak müsamaha gören Yahudi, sahip olduğu mali güç sayesinde bütün imparatorlukların kaderini belirliyor. Alman devletlerinin en küçüklerinde hakları olmayabilen Yahudi, Avrupa'nın kaderine karar veriyor" diyordu.

Amerikalı yazar Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers adlı kitabında, söz konusu Yahudi bankerler arasındaki ilişkilere de değiniyor. İlk dikkat çeken, hemen hepsi Alman kökenli olan bu Aşkenaz hanedanların, az önce de vurguladığımız gibi birbirleriyle de büyük bir dayanışma içinde olmaları, hatta bir tür kapalı toplum oluşturmalarıdır. Çünkü sürekli birbirleriyle iş yapar, birbirlerini destekler ve birbirlerinden kız alıp-verirler. Yahudi yazar Nathan Ausubel de bu önemli bağlantıya değinerek, "Yahudiler Batı Avrupa'ya kapitalizmin yerleşmesini, çok geniş akrabalık bağları ve pazarları kontrolleri altında tutmaları sayesinde sağladılar" diyor.

Böylece bu Yahudi bankerler, 20. yüzyılın başında ellerindeki ekonomik güç ve kurdukları "ırk dayanışması" sayesinde çok büyük politik sonuçlar elde edecek hale geldiler. Elbette dünyanın tüm büyük sermayedarları, Yahudilerden oluşmuyordu. Ama Yahudi sermayedarların özelliği diğer "meslektaş"larından farklı olarak politik sistemi yalnızca "daha çok kâr" etme amacına uygun olarak değil, bir de "Siyon idealini gerçekleştirme" hedefine, uygun olarak yönlendirmeye çalışmalarıydı.

Rothschild hanedanı, Siyon idealine uygun olarak çalışan bu finansörlerin kuşkusuz en önemlisiydi. Her şeyden önce, Rothschild hanedanı, Yahudi bankerler arasındaki hiyerarşinin en tepesindeydi; yani Yahudi ekonomik gücünün lideriydi. Bu nedenle de Siyasi Siyonizm akımının lideri Theodor Herzl, ilk olarak Rothschildlar'dan destek istemeye gitmişti. Hanedan kısa süre sonra Siyasi Siyonizmin ve Filistin'e yapılan Yahudi göçünün en önemli destekçisi haline gelmişti. Daha sonra da Rothschildlar, İsrail'in en önemli ekonomik dayanaklarından biri oldular.

20. yüzyılın başında, Yahudi önde gelenleri için yerine getirilmesi gereken üç büyük hedef vardı:
1- Dini otoritenin tam olarak yenilgiye uğratılması (ki artık bu dini otorite Papa değildi, o 19. yüzyılın son çeyreğinde politik yönden İttifak tarafından yok edilmişti. Avrupa sekülerleşmeye başlamıştı. Bu dini otorite, Halife, yani Osmanlı'ydı.)
2- Kalan monarşilerin de yok edilmesi. (İttifak'ın hiçbir zaman çok güvenmediği ve "istikrarsız" bulduğu monarşilerden zaten üç tane kalmıştı: Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı)
3- Vaadedilmiş Topraklar'ın, Yahudilerin, ya da şimdilik orayı sonradan Yahudilere verecek bir gücün eline geçmesi.
Ne ilginçtir ki, I. Dünya Savaşı, tam da bu hedefleri yerine getirdi...

    Küreselleşmenin madencilikteki amiral gemisi: Rio Tinto ve bor pazar yapısı 
    (Eti Holding A.Ş. Baş Müfettişi Galip TÜRKMEN)

Özal ve Bor Madenleri

“Bir bor konusu Türkiye’nin en büyük rezervidir, yani, “Dünyanın en büyük rezervlerine sahibiz” diye iddia ediyoruz, ama acaba bor satışları maden olarak değil, hammadde olarak değil, nihai mamul olarak satışlarının yüzde kaçına sahibiz? Yüzde 10’una yüzde 15’ine sahip miyiz? Ben zannetmiyorum; yani nihai mamul olarak, katma değeri ilave edilmiş olarak sahip değiliz. 1960’lı yılların sonuna doğru bu konu üzerine Planlamada eğildiğimiz zaman karşımıza bir büyük monopol sistem meydana çıktı. Üzerinde çok durduk, bu gün gibi
hatırlıyorum, hatta bir takım anlaşmaya yaklaşmıştık. Şöyle bir anlaşma; Hepinizin de bildiği gibi, “Amerikan Boraks” diye Kaliforniya’da bir grup, daha doğrusu Kaliforniya’daki rezervleri işleten grup, aşağı yukarı dünyanın o tarihlerde yüzde 80’ine sahip durumdaydı ve birtakım patentleri de var. Nihai mamulleri yapıyor.
Pazarlaması gayet güçlü. O tarihlerdeki araştırmalarımızda, ya rakiplerine gidecektik, ya da onlarla bir ortaklık kuracaktık; yani monopol olacaksak, beraber monopol olalım diye düşündük. Bu şekilde bir anlaşmaya varma imkanı gözüktü, bu söylediğim 1970 yılına doğrudur. 1970 yılı dahil, bu yabancılarla dünyayı ikiye bölmek, Avrupa’yı ve Amerika’nın doğusunu Türkiye’den beslemek; Japonya, Uzakdoğu ve Amerika’nın batısını Kaliforniya’dan beslemek – ekonomik oluyor tabii, mesafeler bakımından ekonomik oluyor- böyle bir anlaşmaya varmak üzereydik; ama maalesef o zaman Türkiye’deki devletleştirme havaları, illa her şeyi biz yapacağız havaları bu gelişmeye mani olmuştur. Tabii ileri ki yıllarda ülkemiz bunun sıkıntısını çok çekti, döviz yokluğunun ana sebeplerinden biri, bu politikaların 1970’li yılların başından itibaren uygulanamaması, özellikle 12 Mart’tan sonra uygulanmamasıdır.”

Bu sözler 21–22 Haziran 1990 tarihlerinde Ankara’da gerçekleştirilen I. Maden Şurası’nın açılış konuşmasını yapan zamanın Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a ait.
Özal biliyor muydu bilinmez ama, bilinen şu ki, konuşmanın yapıldığı tarihte dünya bor pazarı, tam da düşündükleri gibi, ikiye bölünmüştü. Avrupa’yı ve Amerika’nın doğusunu Türkiye’den beslemek; Japonya, Uzakdoğu ve Amerika’nın batısını Kaliforniya’dan beslemek şeklindeki paylaşma aynen yürürlükte idi. Uzakdoğu’da en büyük pazar olan Japonya, US Borax tarafından beslenmektedir. Tayland ve Güney Kore Türk borlarına bırakılmıştır, ancak buraya satışlar Owens Corning’in alt kuruluşu olan American Borate Company (ABC) ve Sumitoma tarafından yapılmaktadır. Amerika’nın batısı US Borax tarafından beslenmektedir.
Amerika’nın doğusu ve Avrupa, Türkiye’den beslenmektedir. Amerika’nın doğusuna satışlar ABC, PPG ve Kobitex aracılığı ile yapılmaktadır. US Borax, Rio Tinto’nun Londra kolu Rio Tinto Plc.nin alt kuruluşu olan Kennecott Holding’e bağlıdır. Sermayesinin yüzde 100’ü Rio Tinto’ya aittir.
FOTO: 16
Fotoğraf altı yazı: Hasan Çetin, “Bor Kapanı” adlı kitabından “Bor” konusunu tüm detaylarıyla incelemişti.

Gözcü Gazetesi’nin 11.08.2001 tarihli nüshasında “Dehşet Verici Rapor” başlığı ile yayınlanan yazı dizisinin üçüncüsünde Rio Tinto hakkında; “Rio Tinto Mining Exploration adı bir zamanlar Trabzon Limanı’nın özelleştirilmesinde de geçer. Turgut Özal Hükümeti zamanında ünlü bir yahudi işadamımız yüzde 50’si Avustralyalı, yüzde 25’i Amerikalı ortaklarına, yüzde 25’i kendisine ait bir şirket kurar ve Özal Hükümeti’nden Trabzon Limanı’nın işletim hakkını ister. Bu işadamımız limandan hem maden ihracatı yapacak hem de Ermenistan Devlet Başkanı Ter Petrosyan’a verdiği sözü yerine getirerek Trabzon Limanı’nı Ermenistan’ın ithalat–ihracat kapısı haline getirecek. Ermeniler de soykırım iddialarından bir şekilde vazgeçecekler. Hükümetten onay alan bu işadamımıza önce İstanbul basınından birkaç milliyetçi yazar tarafından, ardından Trabzon halkından büyük tepki gelir. Bu proje bir şekilde rafa kaldırılır. Bu yahudi iş adamımızın Amerikalı ortakları Ermeni lobisidir. Avustralyalı ortağı ise Rio Tinto’dur. Rio Tinto kısaca; İngiltere ve Avustralya’da merkezleri olan Siyonist bir şirkettir” ifadeleri yer almaktadır. Anlaşılan Rio Tinto, Türk-Ermeni probleminden (Asala’yı da hatırlayalım) faydalanmanın yolunu bulmuş, ancak Trabzon halkını aşamamış.

Afyon ticaretinden kazanılan para ile kurulan şirket Rio Tinto, 1873 yılında Jardine Matheson firması tarafından kurulmuştur. Şirkette en büyük hisse Rothschild ailesine aittir ve İngiliz kraliyet ailesinin de hissesi bulunmaktadır. Jardine Matheson 1800’lü yılların başından itibaren Türkiye’den Çin’e “afyon” ticareti yapan bir firmadır. 1837 Paniği’nde diğer afyon tüccarları Russel ve Perkins firmalarının zor duruma düşmeleri ve Rothschildlere başvurmaları üzerine, Jardine Matheson, Russel Co ve Perkins Co birleştirilerek Rothschild ailesine ait J.P. Morgan denetiminde afyon karteli oluşturuldu. 1839 yılında Çin ile İngiltere arasındaki Afyon Savaşı’nın Çin’in mağlubiyeti ile sonuçlanması üzerine Hong Kong İngilizlere bırakıldı. Burada, Rothschildler tarafından kurulan Hong Kong Shangai Bank Corporation (ülkemizde de faaliyet gösteren: HSBC) afyon ticaretini finanse etmeye başladı.

Jardine Matheson firmasının afyon ticaretinden kazanılan parası ile kurulan Rio Tinto, bugün dünyanın en büyük maden firması olup, tek başına dünya maden üretiminde yüzde 12.5’lik pay ile birinci sıradadır. İkinci sırada yüzde 11’lik pay ile yine İngiltere merkezli Anglo American Corp., üçüncü sırada yüzde 8’lik pay ile yine İngiltere merkezli Billiton/BHP gelmektedir. Türkiye’nin tüm maden üretiminin dünya üretiminde yüzde 0.9’luk bir paya sahip olduğu dikkate alınırsa firmaların büyüklükleri anlaşılır. Billiton/BHP firması Royal Deutch Shell’e ait olup, Shell ise Rothschild ailesinin kontrolündedir. Anglo American Corp.(AAC) Oppenheimer ailesinin kontrolünde olup, Rothschild ailesinin De Beers kanalıyla payı bulunmaktadır.
AAC’nin yüzde 37’si De Beers’e, De Beers’in yüzde 34’ü AAC’ye aittir. Her üç firmada ayrıca kraliyet ailesinin payları bulunmaktadır.
Rio Tinto, 2001 yılında eroinin serbest bırakılması için ciddi miktarda para harcamıştır. Avustralya’da bazı kiliseler bünyesinde oluşturulan Tolerance Room’larda (Hoşgörü Odaları) haftanın belli gün ve saatlerinde isteyenlere düşük miktarda eroin enjekte edilmektedir. T-Room’ların masraflarını karşılayanlar ve lobi çalışmalarını destekleyenler arasında Rio Tinto’da vardır. Diğer destekçiler, Westpacbank, ANZBank, NABank gibi Rio Tinto’nun kurumsal yatırımcılarıdır. Prens Charles’e ait Queen Truest firmasının da bu çalışmayı desteklediği belirtilmektedir. (14 Mayıs 1999-Allen Douglas)

Yukarıda sayılan üç firma ve diğer firmalarla birlikte İngiltere dünya madenlerinin yaklaşık yüzde 50’sini tek başına kontrol etmektedir. Bu durum altın, gümüş, elmas gibi kıymetli madenlerde yüzde 100’e yaklaşmaktadır. Türkiye’de altın, gümüş, trona, bakır, çinko, nikel, platonyum v.s. maden aramaları yapan ve yatırım için MAI, MIGA, Endüstriyel Bölgeler Yasa Tasarısı gibi düzenlemelerin yapılmasını bekleyen firmaların tamamı sonuçta İngiltere’de yerleşik firmaların kontrolündedir. Kanada ve Avustralya’da yerleşik maden firmalarının tamamı da bunların kontrolündedir.
FOTO: 17
Fotoğraf altı yazı:  Dünya madenlerinin yüzde 12.5’ini elinde bulunduran Rio Tinto’nun İspanya’nın Sevilla kentinde bulunan Altın Madeni.

Rio Tinto’nun Ortaklık Yapısı

CRA – RTZ birleşmesinden sonra Rio Tinto adını alan grup, iki ana merkezde toplanmıştır. İngiltere’de Rio Tinto Plc.nin, Avustralya’da Rio Tinto Ltd.nin merkezleri bulunmaktadır. Rio Tinto Plc.nin yüzde 49’u Rio Tinto Ltd.e aittir. Diğer yatırımcılar Dodge&Cox Inc., State Farm Mutual, Sun Life Assurance (Rothschild), World Asset Management, Merrill Lynch (HSBC) Investment, Delaware Capital ve diğer firmalardır. Rio Tinto Ltd.nin ortaklık yapısı ise Mayıs 2000’de aşağıdaki gibidir.
Tinto Holdings Australia Pty Ltd 47.39
Chase Manhattan Nominees Ltd 6.51
Westpac Custodian Nominees Ltd 6.30
National Nominees Ltd (NABank) 4.47
Citicorp Nominees Ltd 2.67
AMP Life Ltd 2.27
Queensland Investment Corporation 1.63
HSBC Custody Nominees Ltd 1.55
BT Custodial Services Pty Ltd 0.96
MLC Ltd 0.85
Perpetual Trustees Nominees Ltd 0.79
Mitsubishi Development Ltd 0.69
Permanent Truste Ltd 0.79
ve diğerleri.

En büyük kişisel yatırımcı ise İngiliz kraliyet ailesidir. Rio Tinto Limited’in ortaklık yapısı oldukça ilginç. Şu anda Türkiye’de faaliyet gösteren yabancı bankaların neredeyse tamamının hissesi bulunmaktadır. Chase Manhattan ile J.P. Morgan’ın birleştiği, Citicorp’un, Salomon Smith Barney, Citibank ve ABN Amro’ya sahip olduğu, HSBC’nin de aynı sermaye grubundan olduğu dikkate alındığında ülkemizin içine düşürüldüğü cenderenin boyutları anlaşılır. Bunların dışında kalan Deutschebank, Alman firması olmasına rağmen yukarıda sayılan bankalarla birlikte hareket etmektedir. Bu bize finans sektöründe rekabetin olmadığını göstermektedir. Diğer sektörler incelendiğinde de aynı durumun olduğu görülecektir. Rio Tinto/Comalco’nun yüzde 30 hissesinin bulunduğu Queensland Alümina firmasına aynı zamanda, Kaiser yüzde 28, Alcan yüzde 22 ve Pechiney yüzde 20 hisselerle ortaktırlar. Yıllık 3 milyon 650 bin ton alümina üretim kapasitesi ile dünyanın en büyük alümina tesisine rakip dört firma ortaktırlar. Tesis hammaddesini Rio Tinto’nun Weipa Boksit maden ocağından temin etmektedir. Bu dört firmanın bir biriyle rekabet etmesi mümkün değildir. Rio Tinto; Normandy, BHP, MIM, Newcrest, Hudson Conway, Westfield Holding (7 milyar dolar cirosu var), National Australia Bank, (NABank) Mayne Nickless, Bankers Trust Australia, Westpac, Fosters Browing, Pasific Dunlop, Santoc Ltd., Quantas, Ford Motor Australia, Telstra firmalarını kontrol etmektedir. Ayrıca, Freeport McMoran, WMC, ARCO, Commenwealth Bank, Macquade Bank, Reylesbury Holding, Vodafone firmaları üzerinde büyük etkisi vardır.

Rio Tinto yönetiminin tavırları ve ILO standartları karşısındaki duyarsızlığı bir çok küçük hissedarının tepkisini çekmiş ve bu hissedarlar 2000 yılı mart ayında örgütlenerek, yönetimi hesap vermeye ve ILO standartlarına uyulacağını açıklamaya davet etmişlerdir. Tinto Holding’den başka beş büyük ortak Chase Manhattan, Westpac, Citicorp, HSBC, National Nominees Ltd (National Australia Bank) yönetime destek açıklamışlar, böylece girişim sonuçsuz kalmıştır. Çocuk işçi çalıştıran, çevre felaketlerine yol açan, eroinin serbest bırakılması için çalışan, vergi vermekten kaçınan, ayrılıkçı hareketleri destekleyen bir firma olarak tanınmaktadır Avustralya’da. 19. yüzyılın başlarında, House of Rothschild (Rothschild tröstü) ABD’de bazı yatırımlar yaptı ve kendine bağlı bankalar kurdu. Rothschildlar’ın ABD’de kurduğu bu bankaların ilki, The City Bank adını taşıyordu. 1812 yılında New York’ta kurulan banka, daha sonra National City Bank adını aldı ve 50 yıl boyunca da Moses Taylor tarafından yönetildi. Taylor 1882’de geride 70 milyon dolar bırakarak öldü ve yerine oğlu Percy geçti. Ertesi yıl, John D. Rockefellerlar’ın kardeşi William Rockefeller bankaya yüklü bir para yatırarak ortak oldu.
1891’de ise Rockefellerlar, Percy’i ikna ederek, onun yerine banka yöneticiliğine ortakları James Stillman’ın geçmesini sağladılar. James Stillman’ın da bir “Londra bağlantısı” vardı; babası Don Carlos uzun yıllar Rothschildlar’a hizmet etmişti. (Eustace Mullins, The World Order: Our Secret Rulers, s. 104-105) Bu firma şimdiki Citicorp’tur.

Türk Borlarının Alıcıları ve Rio Tinto

Owens Corning, Eti Holding’in en büyük müşterisidir. Yıllık bor alımı 200 bin tona kadar çıkmaktadır. Tamamen ham bor almaktadır. Owens Corning aldığı borların bir kısmını kendi ihtiyacında kullanmakta, büyük çoğunluğunu ise Amerika’nın doğusuna ve Uzakdoğu’ya alt kuruluşu American Borate Company (ABC) kanalıyla pazarlamaktadır. ABC aynı zamanda ABD’deki Billie bor madenlerinin sahibidir, ancak Türkiye’den daha ucuza bor temin ettiği için bu madeni işletmediği hususu Devler Planlama Teşkilatı ihtisas komisyonu raporlarında yer almaktadır. Türkiye’den alınan bor, ABC ürünü gibi pazarlanmaktadır. Owens Corning’in kurumsal ortakları; Goldman Sachs, Credit Suisse First Boston, J.P.Morgan Chase Manathan, First Chicago Capital, BankAmerica, Citicorp, Merrill Lynch/ HSBC firmalarıdır. Owens Corning ile Rio Tinto aynı sermaye grubuna aittir.(www.biz.yahoo.com)

PPG Industries firması Türkiye’den yıllık 100 bin ton dan fazla ham bor almaktadır. Eti Holding’in Owens Corning ve Degussa’dan sonra üçüncü büyük müşterisidir. Firmanın ortakları, Capital Research and Management Company, Barclays Bank, Morgan Stanley, J.P.Morgan Chase Manhattan, Aim Funds, Putnam/Rothschild Investment, State Street Corp., Mellonbank, Wellington Management, Lazard Freres firmalarıdır. J.P.Morgan Chase aynı zamanda Rio Tinto’nun ortağıdır. Barclaysbank ve Lazard Freres ile Rothschild ailesinin bağları, Putnam’ın doğrudan Rothschildlere ait olduğu dikkate alındığında PPG’nin de Rio Tinto ile aynı sermaye grubuna ait olduğu anlaşılır.
Ayrıca Chase Manhattan’a ait olan FMC, Eti Holding’den zaman zaman ham bor almaktadır. Rockefeller’e ait Chase Manhattan, Rio Tinto’nun ikinci büyük kurumsal ortağı olduğu gibi Rothschild ailesinin kontrolündeki J.P. Morgan ile birleşerek J.P. Morgan Chase adını almıştır. FMC’nin alt kuruluşu olan FMC Foret’e bağlı Euromin firması ayrıca bor almaktadır. FMC’nin kendisi de bor üreticisidir. Türkiye temsilcisi Bortaş firması Rio Tinto ile birlikte arama yaptıkları ifade edilmektedir. Etibank’ın 1993 yılında açtığı trona ihalesine Rio Tinto ve FMC beraber girmişlerdir.
Borade kanalıyla kendisine satış yapılan St.Gobain firmasında Rothschild & Cie.nin hissesi bulunmaktadır.
Temmuz 2000’de St. Gobain, Rothschildlerden 1 milyar sterlin kredi kullanmıştır. Bir Rothschild firması olan Suez Lyonnaise des Eaux’in Saint Gobain’de hissesi bulunmaktadır. St. Gobain’in de bu firmada hissesi vardır. http://www.ashursts.co.uk/whats/deals4feb.htm
US Borax/Rio Tinto tarafından Hindistan’da kurulan Borax Morarjı firması halen Eti Holding’in bu bölgedeki büyük müşterisidir.

Harris Chemical, 1996 yılında zor duruma düşünce, bor ve trona üretim şirketleri olan İtalya’daki Lardarello ve Amerika’daki North American Chemical Company/NACC firmalarını satılığa çıkarır. Rio Tinto, bu firmaları IMC Global aracılığı ile satın alır. Tabii önce IMC Global’e TWX kanalıyla ortak olur. Rio Tinto’nun kontrolündeki Lardarello, kendisinin ürettiği ve Eti Holding’den aldığı ham borlarla Eti Holding’in Asit Borik ve Perborat ürünlerinde rakibi olmaya devam eder. NACC Amerika’daki ikinci büyük bor üreticisidir. NACC ve Lardarello’nun yeni ismi IMC Chemical olmuştur. IMC Chemical’in yüzde 60’ı Citicorp Venture Capital’e (CVC) satılmıştır. CVC, trona üretiminde 4.3 milyon ton kapasite ile ikinci sıradadır ve trona konusunda da Eti Holding’in rakibidir. Rothschild ve Rockefeller ortaklığı olan Citicorp aynı zamanda Rio Tinto’nun kurumsal ortakları arasındadır.

Yine Rothschildlar’ın İtalya ayağı olarak bilinen ve Vatikan’ın parasını birlikte işlettikleri Ferruzzi ailesine ait Montedison gruba dahil Ausimont, Eti Holding’den ham bor almaktadır. Montedison gruba dahil Central Soya firması ile Soros kanalıyla Rothschild ailesine bağlı olan Marc Rich arasındaki ilişkinin boyutları oldukça ileri düzeyde ve kara para aklama şeklinde olduğu basına yansımıştır. Marc Rich, (Marc Rich Co., Glencore, Novarco, Clarendon, Stelser ve diğerleri ile) Eti Holding’in bor dışındaki ürünlerinde en büyük müşterisidir.
Eti Holding’in ikinci büyük müşterisi, Etimine kanalıyla 150 bin tona yakın ham bor sattığı, Degussa Goldschmitd AG firmasıdır. Degussa, Goldschmitd ailesinin kontrolündeki E.ON gruba dahil bir firmadır. Degussa’nın yüzde 51 hissesine sahip olduğu Aktivseurtoff firması doğrudan Eti Holding’den 30 bin ton civarında bor almaktadır. Çevre felaketleri ile tanınan Nukem Nuclair firmasına Rio Tinto ve Degussa ortaktır. E.ON gruba dahil Stinnes firmasının alt kuruluşu Frank & Shulte firması Quiborax firmasının dünya çapında yetkili pazarlamacısıdır.
Yine bu gruba dahil RAG firması ile Rio Tinto, Glencore, Anglo American Corp., Billiton/BHP kömür karteli oluşturmuşlardır. Rio Tinto ve E.ON iç içe firmalardır. E.ON Almanya’da yerleşik  olmasına rağmen Rio Tinto ile aynı sermaye grubuna dahildir ve ayrıca bir çok ortak yatırımları vardır.
Özelleştirme kanalıyla alınan VEBA ile VIAG’ın 2000 yılında birleşmesi ile E.ON doğmuştur. RAG’ın uranyum ihtiyacı Rio Tinto ve İran Devleti’nin ortak olduğu Rossing Uranium tarafından karşılanmaktadır.

Rio Tinto ve İran

İlginçtir, Rio Tinto’nun sahipleri İsrail’i kuranlardır. Rio Tinto, Namibya’daki dünyanın en büyük uranyum tesisine İran Devleti ile ortaktır ve halen İran’ın uranyum ihtiyacını karşılamaktadır.
İsrail ise Türkiye’ye İran’ın nükleer tehdidine karşı savunma şemsiyesi oluşturmayı teklif etmektedir. Aynı tezgahı 1800’lü yılların sonunda demiryollarının yapımı ile kurmuşlar ve bunda da başarılı olmuşlardı. Şöyle ki; bu yıllarda demir çelik sektörü
ile Avrupa’da ve Amerika’da demiryolu işletmeciliği Rothschildlerin kontrolünde idi, demiryolu inşasında kullanılacak demirler bu firmalardan temin ediliyordu. (Örneğin Katowiçe Demir Çelik İşletmesi) Rothschildler bir taraftan demir satarken diğer yandan demiryollarının çevresinde başta madenler olmak üzere bir çok imtiyazlar elde ediyorlardı. Ayrıca, demiryollarının finansmanını da sağlıyorlardı. Böylece bir taşla bir çok kuş vuruyorlardı.
Bu durum onlara siyasi güç de sağlıyordu. Bir taraftan İran’a uranyum satarken diğer yandan Türkiye’ye silah satmak, hem her iki tarafı kendine bağlamak hem de kendi çıkarlarını maksimize etmek, iyi iş doğrusu.
Rio Tinto, aynı zamanda İran’ın Dhakhasan bölgesinde altın bulmuş ve yatırım aşamasına gelmiştir.
FOTO: 18
Fotoğraf altı yazı:  Yahudi sermayeli Rio Tinto ve İran, Namibya’daki Rössing Uranyum Tesisleri’ni birlikte işletmektedir. (İran’ın, İsrail politikaları akla geldiğinde akla birçok soru işareti taklıyor)

Osmanlı ve Rio Tinto

Rio Tinto’yu 1900’lü yılların ilk çeyreğinde Lord Denbigh kanalıyla İngiltere’nin çıkarları için Osmanlı yetkililerine Glascow projesini kabul ettirmeye çalışırken bulmaktayız. Bu dönem Chester/ABD, Glascow/UK gibi projeler ile Fransız ve Almanlar’ın demiryolu imtiyaz kavgalarının yoğun bir şekilde yapıldığı dönemdir.
Osmanlı ilk dış borcunu 1854’de Palmer ve Goldshmildt’den almıştır. Kırım savaşını ise Rothschildler finanse etmiştir. Osmanlı’yı yeteri kadar borçlandırdıktan sonra Rothschildler, Herzl’i Abdulhamid Han’a göndererek, borçları silme karşılığında Filistin topraklarının yahudilere bırakılmasını teklif etmiştir. Bu teklif rağbet görmez.
Chester projesinin arkasında ABD’de yerleşik, Rothschild ve Warburg ortaklığı olan Kuhn Loeb & Co (şimdiki American Express) firması vardır. Ayrıca, Chester projesi kapsamında kurulan Ottoman American Development Company firmasının yönetiminde bir Rothschilds kuruluşu olan Wickers Armstrong firmasının Washington temsilcisi de bulunmakta idi. Bu proje daha sonra Atatürk tarafından çöpe atıldı.
Yine bir Rothschild kuruluşu olan Osmanlı Bankası, Almanlarla birlikte Bağdat demiryolunu finanse etmekte, ve yeni imtiyazlar peşinde koşmaktaydı. Bir Rothschilds ajanı olan Gülbenkyan, Shell adına Osmanlı petrol alanlarının peşinde idi. Gülbenkyan başarılı oldu. Petrol imtiyazı daha sonra Irak Petrol Şirketi adını alan Türkiye Petrol Şirketine verildi. Amerika yüzde 23.5, İngiltere yüzde 23.5, Fransa yüzde 23.5, Shell yüzde 23.5 ve Gülbenkyan [74] yüzde 5 hisse aldılar. Bölge BM tarafından İngiltere’nin nüfuz alanı olarak ilan edildi. Projeler ve imtiyazların temeli demiryolu inşasına dayanmakta ve yapılacak demiryolunun 20 km sağı ve solu demiryolunu yapacak firmalara imtiyaz bölgesi olarak verilmekteydi. İmtiyaz bölgesindeki madenler, petrol, orman envali, tarım alanları, tarihi eserler ve ören yerleri bu firmaların tasarrufuna bırakılıyordu. Amerikan misyonerler Anadolu ve Ortadoğu’yu karış karış taramışlar ve demiryollarının güzergahlarını belirlemişlerdi.
FOTO: 19
Fotoğraf altı yazı:  Rothschilds ajanı olan Osmanlı Ermenisi Klaust Sarkis Gülbenkyan, Ortadoğu petrollerini, İngiliz ve Fransızlara peşkeş çekti, kendisine de bu hizmetleri karşılığında yüzde 5 hisse verildi. Gülbenkyan bu olaydan sonra dünya petrol tarihine “Bay Yüzde 5” olarak geçti.

Türkiye ve Rio Tinto

Bor madenlerinin devletleştirildiği 1978 yılından önce Türkiye’deki bor madenlerinin yüzde 80’in, Türk Borax adlı firması ile hakim olan Rio Tinto, Anatolia Mineral Development Ltd isimli firması ile bu günlerde ülkemizde altın, gümüş, bakır, çinko v.s. araması yapmaktadır. Bu firmaya Cominco’da ortaktır. Zengin altın rezervi buldukları belirtilmektedir. Ancak bu bilgilere ihtiyatlı yaklaşmakta fayda vardır. Rio Tinto ve diğer altın arayıcılar, ülkemizin içinde bulunduğu ve patronu olan bankalarca körüklenen krizden faydalanarak; krize çare olarak “işte altın, altın çıkarmak için yerli sermayenin gücü yetersiz, o halde yabancı sermayenin önünü açalım” şeklinde bir yaklaşımla önemli imtiyazlar elde etmek isteyebilirler. Bu manada, Yabancı Sermaye Derneği (YASED) tarafından hazırlanan Endüstri Bölgeleri Kanun Tasarısı, “manda yönetimini” aratmacak kadar önemli tavizler içermektedir. Nitekim, halen Kütahya’da faaliyet gösteren 100.Yıl Gümüş Tesisleri 120 ton/yıl altın işleme kapasitesine sahip iken bu durum kimsenin aklına gelmemekte, tek çözüm yabancı sermayenin önünün açılması olarak gösterilmektedir. Önü açılmış yabancı sermaye aslında en çok yerli sermayeyi tehdit etmektedir.
Bu onların başka ülkelerde oynadıkları oyunlara benzemektedir. Rio Tinto lobisi şimdilerde bu tezi ısrarla işlemekte ve toplumun önüne altın haritaları sermektedir.

Aynı hanedana ait Rio Tur firması ile de trona aramaları yaptığı ve Ankara/Kazan’da trona rezervi tespit ettiği belirtilmektedir. Bu doğru ise, Eti Holding–Park Holding ortaklığı ile Beypazarı’nda yapılacak tesisin açılmadan kapanması demektir. Türkiye’de önemli miktarda altın sahası kapatan Eldorado Gold firması Anglo American Corp’a (AAC) aittir. Fransız Mines d’Or SA firmasına ait iken Eurogold firmasının üretim yapmasını engelleyenlerin arkasında AAC (Oppenheimer ailesinin kontrolündedir) olduğu ifade edilmektedir. Eurogold isim değiştirerek Normandy olmuştur. Ana firma Normandy Posseidon’un kontrolü Rio Tinto ve AAC’dedir. Altın fiyatları, her gün, iki kez İngiltere’de bulunan Rothschild Bank tarafından belirlenmektedir. Hammadde temin ettikleri ülkelerden hiç birisi gelişmişlik seviyesini yakalayamamıştır. Rio Tinto’nun GAP projesi kapsamında yapılan Ilısu barajında da hissesi bulunmaktadır.

US Borax’ın Geleceği

Rio Tinto’nun kendi açıkladığı bilgilere göre elinde en fazla 20 yıllık bor rezervi kalmıştır. Boron’daki yataklarda açık ocak işletmeciliği yapma imkânı kalmadığı, kapalı ocaklardan yapılacak üretimin de oldukça pahalı olduğu bilinmektedir. Rio Tinto Arjantin’deki bor yataklarından üretimi durdurmuştur. ABD ise üretime en fazla 10 yıl daha müsaade eder ve kalan bor rezervini stratejik rezerv ilan ederek üretimi durdurur.
Bu durumda Rio Tinto/US Borax’ın önünde iki çözüm bulunmaktadır. Ya yeni bir bor rezervine sahip olacak yada bor madenine alternatif bulacaktır. Yeni bir bor rezervine sahip olabilmesinin en kestirme ve etkili yolu Türk bor madenlerine sahip olmaktır ya da pazarlamasını tamamen kontrol altına almaktır. Rio Tinto ile aynı sermaye grubuna dahil olup, Eti Holding’den bugüne kadar hiç bor almamış ya da çok az bor ürünü almış diğer şirketlerin ihtiyaçlarının çok üzerinde taleplerle gelmesi sürpriz olmayacaktır. Yüksek miktarda ve uzun süreli bağlantılarla ürün talep eden yeni aracılar ortaya çıkacaktır. Böylece US Borax/Rio Tinto’nun üretimden çekilmesi ile doğacak boşluk kendi çıkarlarına uygun olarak doldurulacaktır.
Bu uğurda nasıl mücadele ettiği, lobisinin nasıl çalıştığı kamuoyu tarafından bilinmektedir. Bor madenlerinin özelleştirilmesi için yeniden girişimlerde bulunacaklardır. Bunun için akla hayale gelmedik yollara başvurmaktan çekinmeyeceklerdir.
Bor madenine alternatif ürün geliştirme hususunda yoğun bir çalışma yürütülmektedir. Trona madeninin bor yerine kullanılması için çalışmaları halen devam etmektedir. Owens Corning’in borsuz fiberglas üretme çabaları ve deterjan üretiminde borun trona ile ikame edilmesine yönelik gayretler ancak bu şekilde anlamlı hale gelmektedir. Rio Tinto son yıllarda ABD’de trona işletmeciliğine başlamıştır. US Borax firması Owens Lake Operation adlı kuruluşa ortak olarak trona üretimine girmiştir. IMC Chemical kanalıyla dünyanın ikinci büyük trona üreticisi olmuştur. 1993 yılından bu yana Beypazarı trona madenlerinin işletmeye açılmasını engelleme gayreti içinde olmuştur. Bu yatırımı engelleyemez ise kendisi kontrol altına almak istemektedir. Trona’nın en çok tüketildiği Avrupa’ya en yakındaki tek doğal soda yatağının Türkiye’de olması bu cevheri stratejik hale getirmektedir.

Rio Tinto’nun Arkasındaki Güçler

Alman ve İngiliz firmalarının ortaklıklarının arkasında, Rothschild, Oppenheimer ve Goldschmild ailelerinin Frankfurt kökenli aileler olmaları yatmaktadır. Daha sonra İngiltere’ye göçen bu ailelerin soyağaçları 1600’lü yılların başında Oppenheimer ailesinde birleşmektedir. 1700’lü yılların sonunda Rothschildler daha güçlü olmuşlardır. Ancak bu ailelerin birçok gelişmiş devletten daha fazla ekonomik gücü elde etmeleri ve korumaları
pek mümkün görülmemekte ve bu şirketlerdeki İngiltere kraliyet ailesinin payının varlığı, bu ailelerin arkasında Birleşik Krallığın (İngiltere) olduğunu düşündürmektedir. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın ve büyükelçiliklerinin bu firmaların işini takip etmesi bu düşünceyi kuvvetlendirmektedir. Rio Tinto’ya karşı Avustralya’da ciddi bir muhalefet vardır ve bunlara göre; Rio Tinto, İngiliz egemenliğinin “Amiral Gemisi”dir.
Türk özel sektörü bir biri ile kıyasıya rekabeti neticesinde Rio Tinto’ya zarar vermeye başlayınca, Rusya’ya bor sevk edildiği gerekçesi ile Çanakkale çıkışında bor yüklü gemilere el konulur. NATO kanalıyla yapılan bu el koyma işinin Rio Tinto’nun isteği üzerine olduğu açıktır. NATO eski Genel Sekreteri Lord Carrington, Rio Tinto’da yöneticilik yapmıştır. Rio Tinto’nun, Bilderberg, Mont Pelerin, RIIA/Chatham House ve CFR’yi finanse eden kuruluşlar arasında olduğu çeşitli yayınlarda yer almaktadır. NATO, Türk borlarına Rusya’ya
gidiyor diye el koyarken, aynı yıllarda hammaddesi bor olan fiberglas tesisleri, ABD’de yerleşik Owens Corning firması tarafından SSCB ülkelerine kuruluyordu.

Sonuç
Bor pazar yapısı bu şekilde ortaya çıkınca niçin özel sektörün işletemeyeceği, daha iyi anlaşılacaktır. Pazarlama özel sektör eliyle yapılamaz, çünkü rakip firma oldukça güçlü olup, dışarıda özel sektör firmalarına satış yaptırmazlar. Rio Tinto/US Borax bor teknolojisi konusunda çok önemli mesafeler almış, patentler elde etmiştir.
Bu durum pazarın yapısından kaynaklanmaktadır. Pazar bu şekilde oluşunca, Eti Holding’in koruyacak müşterisi olmadığından, teknoloji geliştirmesi de gerekmemektedir. Bu kısır döngü içinde Rio Tinto’nun peşinden gitmek zorunda bırakılmıştır.
Böyle gelmiş ama böyle gitmemeli. Türk borları üzerinden aracıların Eti Holding kadar kazanmasının engellenmesi artık kaçınılmaz olmuştur. Bu aracıların Türk borlarını kullanma imtiyazı ile kurdukları tesisler Türkiye’de kurulmalı ve katma değer ülkemizde kalmalıdır. Bunlar sağlandığında yıllık 1 milyar dolarlık bor gelirinden bahsedilebilecektir. Owens Corning, PPG, Degussa gibi firmalara reel piyasa fiyatlarından ve ihtiyaçları kadar bor verilip, diğer tüketicilerle Eti Holding arasına girmeleri engellendiğinde ise en az yıllık 2 milyar dolarlık gelir söz konusu olacaktır.

Eti Holding müşterileri ile doğrudan görüşmeler yapabilecek personele ve ihracat tecrübesine fazlası ile sahip olup bu firmaların Türkiye’de ayrıca temsilci bulundurmasına gerek yoktur. Bilhassa iktidara göre değişen firma temsilcileri, pazarlama politikasının ülke menfaatleri yönünde geliştirilmesinin önünde ciddi bir engeldir. Her yeni temsilci, fiyatın bir miktar daha düşürülmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca kurum ile müşteriler arasına kalın bir duvar çekilmektedir.
Aracılar ve temsilciler devreden çıkarıldığında artık müşteriler ile doğrudan ve karşılıklı çıkarlar çerçevesinde muhatap olunacağından Eti Holding’in de korunacak müşterileri olacak, Ar-Ge çalışmaları da artacaktır. Rafine bor ürünlerine geçiş ve bora dayalı sanayinin gelişmesi ise on milyar dolarlarla ifade edilecek, başlı başına birkaç sektör demektir.
Çözüm, devletin Eti Holding’e sahip çıkması ve pazarlama işinin devletin diğer etkin organları ile ortak yürütülmesindedir. Pazarlama ağı genişletilmeli, tekel olduğu alanlarda ürünlerinin bir biri ile veya aracıların Eti Holding ile rekabet etmesi önlenmelidir. Bunun yanında, ham ürün satışından vazgeçilerek rafine ürünlere ve bora dayalı sanayiye yönelinmesi gerekmektedir. Eti Holdingin bilgi ve tecrübesi bunu başaracak düzeydedir.

Rio Tinto yatırım yapacağı ülkelerin üniversiteleri ve bilhassa madencilik kuruluşları ile iyi ilişkiler kurar, buralardaki öğretim üyelerine, ihtiyacı bulunmasa dahi, araştırma projeleri verir ve kendisine bağlar. Dolaylı olarak finanse ettiği enstitüler, vakıflar, dernekler kurdurur. Yaptığı masraflar kendisine lobi desteği olarak döner. Bu ülkemiz için de böyledir. Dünya üzerinde liberal felsefenin yaygınlaşması için faaliyet gösteren Mont Pelerin Topluluğu’na büyük oranda destek verdiği belirtilmektedir. Bu topluluk aynı zamanda globalleşmenin fikir babası olarak bilinmektedir. Rio Tinto için Çin ve Türkiye’nin ayrı bir önemi vardır. Bu bağlamda ülkemizdeki bazı üniversitelere ve buralardaki öğretim üyelerine projeler vermek suretiyle yardımda bulunduğu bilinmektedir.

Uluslararası firmalar, faaliyet gösterdikleri ülkelerdeki madencilik derneklerine, vakıflara ve enstitülere yardım yaparak yürüttükleri lobi faaliyetlerini artık yeterli görmediklerinden daha güçlü desteklere yönelmişlerdir. Bu destekler şimdilik MAI ve MIGA olarak karşımıza çıkmaktadır. Rio Tinto ve benzeri uluslararası firmalar GATT çerçevesinde Dünya Ticaret Örgütü’nün güçlü korumasına yönelmişler, daha doğrusu bu korunma ihtiyacı Dünya
Ticaret Örgütü’nü doğurmuştur. Bu tür bir örgütlenmenin felsefi alt yapısını oluşturmak için Mont Pelerin Topluluğu (uzantıları Liberal Düşünce Toplulukları), Aspen Enstitüsü gibi entellektüel kulüpleri, siyasi alt yapı için CFR, Bilderberg, RIIA gibi kuruluşları kullanmışlardır.
GATT, MAI ve MIGA gibi uluslararası hukuk normlarını oluşturduktan sonra sıra bu anlaşmaların uygulanmasını sağlayacak tahkim kuruluşları ve güvenlik kuvvetlerinin yapılandırılmasına gelecektir. Güvenlik kuruluşları, uluslararası nitelikte olacak ve uluslararası firmaların ve bunların sahibi birkaç gelişmiş ülke ile birkaç ailenin çıkarlarını koruyacaktır.

Böyle bir gücün oluşturulması için terör oldukça iyi bir fırsat, zira ekonomik gerekçelerle oluşturulacak güvenlik kuruluşlarının uluslararası kamuoyu tarafından kabul edilmesi zordur.
Ortaya çıkacak yeni güvenlik ihtiyacı, yeni güvenlik kuruluşları için yeterli meşruiyet temelini oluşturacaktır.
Terörün aldığı son uluslararası hal, güvenliğin uluslararası ve devletler ötesi tehdit altında olduğunu göstermiştir.
O halde oluşacak yeni güvenlik konsepti devletler üstü olmalıdır. İşte bunun için Bay Bush, tüm devletlere ya bizim yanımızdasınız ya da terörün demektedir. Terör bahane edilerek bu güç bir kez oluşturuldu mu, artık liberal düşünceye de ihtiyaç kalmayacaktır.
Bu çalışmada madencilik alanındaki dünyanın en büyük şirketi olan Rio Tinto, bor madenleri merkeze alınarak incelenmiştir.

Rio Tinto ve Finans Kapital’e dahil şirketlerin diğer madenlerde -kamu kuruluşlarının elinde olanlar hariç- büyük bir hakimiyeti bulunmaktadır. Türk özel sektör madenciliğinin sermaye, teknoloji ve bilgi yönünden zayıf olduğu bilinen bir husustur. Devlet kuruluşları ise başta Eti Holding olmak üzere oldukça iyi bir bilgi birikimi ve teknik iş gücü kapasitesine sahiptir. Bu kuruluşlar Marakeş sürecinden çıkarılıp, siyasetten arındırıldıkları ve özerklikleri yönünde gerekli hukuki düzenlemeler yapıldığı takdirde başarılı projelere imza atabilirler. Yabancı sermaye ise girdiği ülkelere teknoloji getirmeyi bırakın, vergi dahi vermeden işletmecilik yapma yollarını aramaktadır. Hammadde ihracı ile kalkınmış hiçbir ülke bulunmamaktadır.

Neslimiz 150 milyar doların üzerindeki borç ile gelecek nesillere hiç de iyi bir miras bırakmamaktadır. Buna bir de çevre felaketlerine yol açan yabancı şirketler, bu şirketlere verilmiş ve uluslararası kuruluşların garantisindeki uzun sureli ruhsatlarla adeta işgal edilmiş bölgeler eklendiğinde torunlarımız ve onların çocukları elbette bizi hayırla anmayacaktır. Günümüzü kurtaralım diye yarınları satarsak, Çanakkale’de Kocatepe’de, Dumlupınar’da bizler için kendilerini feda edenlerin de kemikleri sızlayacaktır. Bundan yabancı sermayeye karşı olunduğu anlamı çıkarılmamalıdır. Ancak yabancı yatırımcıların istediği tavizler verildiğinde geleceğin ipotek edileceği de açıktır. Ayrıca, uluslararası şirketlerin, asıl sermayenin sahibi olan ülkelerin dış politikalarının birer parçası olduğu gerçeği de dikkatlerden ırak tutulmamalıdır. Son zamanlarda bu tür şirketlerin bir çoğunun devletler üstü dolayısıyla toplumlardan bağımsız  organizasyonların çıkarlarına hizmet eder hale geldikleri konusu tartışılmaktadır.