Articles by "Tuncay Güney"
Tuncay Güney etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



AKP'nin bir ABD projesi olduğu, fikir ve proje babasının Abdurrahman Dilipak olduğunu;  hem Dilipak, hem de Ali Bulaç doğrulamışlardı.

PROJENİN İŞ DÜNYASI AYAĞINDAN SÖZ EDİLMEDİ.

Bugün AKP'ye yakın duran ve devlet ihaleleri alarak, 5-10 yılda büyüyen firmalardan bahsetmiyorum. Çok daha ciddi-köklü bir firmanın AKP projesinde rolü var mı? sorusunu soracak ve bunun izini sürmeye çalışacağız.

Türkiye'nin en büyük çikolata-bisküvi üreticisi ÜLKER, son yıllarda yaptığı yabancı satın almalarla dünyanın 3. büyük üreticisi oldu.

Koç, Sabancı, Şahenk vs.. leri geride bırakan MURAT ÜLKER, 2014 yılında 3.7 milyar dolarlık servetle Türkiye'nin EN ZENGİN İNSANI ünvanını aldı.

Peki ama nasıl?

Özellikle 28 Şubat'tan sonra TSK tesislerinde ürünlerinin satışı yasaklanan Ülker'e mütedeyyin halk sahip çıkmış, evine Ülker dışında başka mamûl sokmamıştı.

'Sular aktı deliler baktı', devran döndü. Zirvede laiklerle-İslâmcılar can-ciğer kuzu sarması... Koç'la Ülker birlikte ihaleye girdi. Murat Ülker Rahmi Koç'un,  Deniz Temiz Derneği yöneticisi oldu. Aynı dernek 'Sabri Ülker' ödülleri vermeye başladı. Murat Ülker, üç öğün dindarlara söven ve 'Kemalizmin sarsılmaz bekçisi ünvanını taşıyan', ateist ressam BEDRİ BAYKAM'ın boş çerçevesini 125 bin dolara satın aldı.

Hepsi bir oyunun parçası mıydı bilinmez?

BİLİNMEYEN BİR ŞEY DAHA: İki hafta önce Murat Ülker'le geçmişte ortaklık yapan bir iş adamıyla tanıştım. Söyledikleri moda tabirle; 'manidar'dı.

İş adamı Murat Ülker'in kendisine anlattıklarını şöyle aktardı: "2000 yılında Murat Ülker'le ortaklığımız oldu. Bir sohbet esnasında bana şunu söyledi. 'Tayyip Erdoğan Emniyet Gıda isimli firmasıyla bizim Anadolu yakasının dağıtım bayiliğini yapıyordu. O zaman belediye başkanıydı. Kendisine Emniyet Gıda'daki hisselerini devretmesi gerektiğini, zira önümüzdeki yıllarda kendisinin cumhurbaşkanlığına giden bir yola gireceğini söyledim.'"

Murat Ülker çok ileri görüşlü bir işadamı olabilir. Fakat bu ileri görüşlülük falcıları bile kıskandıracak cinsten.

Aklıma bazı sorular takılıyor:

1- Murat Ülker tarota mı baktı, bakla falı mı açtı?
2- Tayyip Erdoğan'la daha il başkanlığı yıllarında görüşmeye başlayan Amerikan büyükelçisi Abromowitz Erdoğan'ın bile haberi yokken onu Türkiye başkanlığına mı hazırlıyordu?
3- AKP kurulana kadar koalisyonlar ve krizler Türkiye'deki tüm partilerin ömrünü bitirdi. Seçmene sadece AKP şansı tanındı. Tüm bunlar ülkeyi AKP'ye hazırlamak için miydi?
4- 1998 yılında Erdoğan'ın hapis cezası Yargıtay'da beklerken, Tuncay Güney 10 milyon dolar karşılığında Erdoğan'a cezasının onanmayacağını teklif etti. Erdoğan, "hapis yatacağım" dedi. Birileri "hapse gir, sempati topla, yıllarca mağdur edebiyatı yapar, bunun rantını yersin" diye kulağına mı fısıldadı?
5-AKP kısa sürede kuruldu. 81 ilde ve ilçelerinde müthiş bir teşkilatmaya gitti. Bunun mali yönü hiç tartışılmadı. AKP parayı nereden buldu?
6- Erdoğan'ın aklının ucundan geçmezken, Murat Ülker tarafından uyarılması, Ülker'in proje içinde yer aldığı anlamına mı geliyor?
7- Erdoğan'a  'başkanlık',  Ülker'e de DÜNYANIN BİR NUMARASI olma sözü mü verildi?


Ülker'in yaptığı satın almalar

 1999
Cidde’de bir çikolata fabrikası satın aldı.
2005
Dünyanın en büyük ve tanınmış tahıl gevreği üreticisi Kellogg’s ile ortaklık.
2006
Fenerbahçe Ülker basketbol takımı kuruldu.
2007
Dünya devi çikolata markası Godiva’yı satın aldı.
2008
Doğa Çay ve Oba Çayı satın aldı.
2010
Avrupa’nın önde gelen meyve suyu üreticisi Eckes-Granini Group ile ortaklık.
Global bir baharat firması olan McCormick ile, yüzde 50-50 ortaklıkla Türkiye’de Yıldız McCormick şirketini kurmak için anlaştık
2011
Ambalaj sanayinin önemli şirketlerinden İtalyan Nuroll’u satın aldık.
Şok Market satın aldı.
Dia Market satın aldı.
İsveçli kağıt hijyen devi SCA ile ortaklık.
2013
Japon Nissin Foods Holdings ortaklığı.
Aytaç Et Entegre Tesislerini satın aldı.
Adapazarı Şeker Fabrikası’nı satın aldı.
2014
ABD çikolata kaplamalı ürünler pazarının köklü şirketlerinden DeMet’s Candy Company’i satın aldı.
İngiliz United Biscuits satın aldı.





2001 yılında emniyette ifade verdikten sonra, Veli Paşa'ya giden Tuncay, olayı anlattıktan sonra, emniyetteki ifade ortadan kaldırıldı. Tuncay'a da "S..tir git. ABD'den 10 seneden önce geri dönme" denildi. Ancak bir ayrıntı unutuldu. Adil Serdar Saçan ifade tutanağının kopyasını muhafaza etti. Yıllar sonra bu tutanağın, yüzlerce insanın ve kendisinin hapse girmesine neden olacak tarihin en büyük operasyonunu başlatacağını kim bilebilirdi.

Ergenekon'dan neredeyse tüm tutuklular tahliye edildi. Görünüşte 2007 yılında Tuncay Güney'in ifadesiyle start alan operasyonlar zincirinde, Veli Küçük kilit noktada görünüyordu. Küçük ile birlikte birkaç kişi daha Ergenekon'un operasyonel gücünün başında bulunduğu iddia ediliyordu.

Ne var ki; Kamuoyuna Ergenekon örgütü olarak lanse edilenlerin ve cezaevinde tutuklu bulunanların, Ergenekon'dan kopan bir grup olduğunu söylemekte bir behis yok. Operasyonlar özellikle ABD basınında, derin devlet ve Ergenekon olarak karşılık bulmamıştı.
ABD ordusunda kullanılan bir terim olan 'ÖRDEK ÇAVUŞ' bizim Ergenekon operasyonuna verilen ad idi ABD'de.
Türkiye'deki operasyonlar; mevcut yapıyı kabullenemeyen bir grup ayrılıkçının Ergenekon'dan ayrı bir yapılanma içine girmesi sonucu gerçek Ergenekon'un refleksi olarak değerlendirildi.

Burada kamuoyunun yönlendirilmesi davul zurna eşliğinde: “Askeri vesayetten kurtulduk. Derin devletten kurtulduk. Darbeciler içeride, yaşasın demokrasi” şeklinde oldu. Uzun süre bu martaval devam etti.
25 Aralık 2012'de başbakanın derin devletle alakalı itirafı işin lanse edildiği gibi olmadığını gösterdi bize: "Bunu tamamen sildik bitirdik yok ettik' böyle bir iddianın içinde olmam mümkün değil" dedi.

Hani askeri vesayet, derin devlet bitmişti...

Tüm kamuoyu başka bir açıklamayla daha da sarsılacak, aslında Ergenekon'un veya nam-ı diğer derin devletin yok edilme yalanının gün yüzüne çıkışı sarsıcı olacaktı. Başbakanın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan bir gazetede yazdığı makalede Aralık 2013 tarihinde: “Orduya kumpas kuruldu” diye yazdı.
AKP'nin cemaatle kavgası, bazı gerçeklerin anlaşılmasında deniz feneri görevi yapıyordu. Nitekim çıkarılan bir yasayla Ergenekon tutukluları bir bir serbest kaldı.

Operasyonlar başladığında bu iradenin ne hükümet ne de cemaate ait olmadığını defaatle yazmıştım.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir generali orduevinden alıp tutuklamak hangi iradenin ürünü olabilir. Albayların darbe yaparak genelkurmay başkanını tutukladığı bir ülkeden söz ediyoruz.

Cumuriyet tarihinde bırakın dokunmayı, hiçbir iktidarın veya oluşumun semtinden geçemediği TSK'nın, mensuplarına yapılan tutuklamaların kendi bünyesinde hiçbir infiale sebebiyet vermemesi sizce de anlamlı değil mi? Zamanında bir albayın, Kara Harp Okulu öğrencilerini darbe için sokağa döktüğü bir ülkeden söz ediyoruz.

Omuzlarındaki yıldızların samanyolu galaksisi kadar çok olan bu dokunulmaz seçkinlere, göz altı ve tutuklama kararı veren savcı ve hakimlerin halen ortalarda dolaşması bile bana inanılmaz geliyor. Bir gecede hepsi yok edilir, cesetleri bile bulunamazdı. Örneklerini yaşadık. Bakanların bile faili meçhule kurban gittiği bir ülkeden söz ediyoruz.

Öyleyse tüm bunların kararını veren daha üst bir yapı söz konusu. Çok daha sağlam bir irade. Yani devlet veya derin devlet adını sen koy.
13 Ocak'ta T24 haber sitesinde AKP kurucularından ve eski genel başkan yardımcılarından Dengir Mir Mehmet Fırat'la yapılan röportajda, başbakanın olanları paralel yapıya bağlamasını anlamsız bulduğunu ifade ederek; “Niye paralel yapıdan bahsedildiğini anlamıyorum; bana göre o paralel yapı değil, bizatihi devlet” diye yorumlamıştı. Buradan da anlaşılacağı gibi, Ergenekon, Balyoz ve bugünkü yolsuzluk operasyonları devletin refleksinden başka bir şey değildir. Geçmişte olanları AKP'nin başarısı, bugünküleri ise cemaatin hamlesi olarak değerlendirmek, siyasi manevradan başkası değildir.

Başbakanın herşeyi siyasi ranta çevirme kurnazlığını artık daha iyi anlıyoruz.

Burada görülen tehlike iktidarın devlet kurumlarını, tek parti dönemine dönüştürmesidir. HSYK, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumların çarklarıyla oynamak rejim için büyük tehlikedir. Devletin söz konusu değişikliklere nasıl bir karşılık vereceğini önümüzdeki dönemde görme fırsatımız olacak.

TUNCAY GÜNEY NASIL KURTULUR?

Ana konudan oldukça ayrılmış olmakla beraber, gelişmelerin fotoğrafını çekmek adına faydalı olduğunu düşünüyorum.

Neyse biz Tuncay Güney'in başına ne gelir? Sorusuna cevap aramaya devam edelim.

Güney'in MİT ve JİTEM, ilişkileri ortaya çıkarılmıştı. Fakat Güney'in gerçekten hangisi için çalıştığı bir türlü çözülememiş, her iki kurumun belli dönemlerde kullandığı varsayılmıştı.

Oysa gerçek biraz daha farklıydı.

'KÖSTEBEK - Jitem Mit ve Mossad Üçgeninde Tuncay Güney ile 240 Gün adlı kitabımda. Güney'le yaşadığım 240 günü anlatırken, onun aslında çok taraflı bir ajan olduğunu yazmıştım.

Eminim MİT ve JİTEM onun gerçek bir vatan haini olduğunu, para için yabancı devlet istihbarat servislerine belge sattığını kitabımdan sonra öğrendi.
Ne yazık ki, bununla ilgili Tuncay'a herhangi bir suçlama yapılmadığı gibi, Ergenekon davasında da sanık veya tanık olarak ismi geçmedi.

Kendileri için çalışan bir ajanın ihanetine uğrayan JİTEM'in, yaptıklarını Tuncay'ın yanına bırakması düşünülemez. Lider kadrosu cezaevinden çıkan yapılanmanın Tuncay Güney'den nasıl bir intikam alacağını doğrusu merak ediyorum. Yüzlerce kişinin yıllarca beton duvarlar ardında kalmalarına sebep olan kişinin kaderi hakkında karar vermesi de kaçınılmaz geliyor bana.

Kanada'da yaşamasına rağmen ulaşılması imkansız değil. Yakın gelecekte, bir araba kazasında hayatını kaybetmesi hiç şaşırtmaz beni. Yolda yürürken, ayağı takılıp kafa üstü betona çarparak beyin kanaması geçirmesi de...


İdealleri, hayalleri vardı. Sıkıntılı bir eğitim süreci geçirmişti. Mezun olmuş, artık dünyaya daha umutlu bakıyordu. Tüm bunları bırakarak, kimlerin kurbanı oldu? Hangi amaç ve dava(!) uğruna öldü/öldürüldü?
Ardından kimse sahip çıkmadı. Davalarına baktığı gazetede bile bir iki küçük haber yapıldı. Sonra onlar da unuttu...

Çünkü çalkantılı yıllardı. Herkes paçasını kurtarma peşine düşmüştü.
Tayyip Erdoğan yeni bir parti kurmak için start vermişti. Dönemin hükümet ortağı başbakan yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, sağda kurulacak yeni bir partinin kendisine zarar vereceğini iyi biliyordu.

Yılmaz elindeki tüm yetkilerle, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı dönemini mercek altına almış, yolsuzluk usulsüzlük ne varsa Erdoğan aleyhine kullanacaktı. İstanbul Mali ve Organize Suçlar Şubesi, Erdoğan için görevlendirilmişti. Erdoğan’a destek veren Yeni Şafak da, savaşta nasibine düşeni almıştı.

Bir taraftan Yılmaz’ı destekleyen Doğan Grubu gazetelerinde, diğer taraftan Erdoğan’ı destekleyen Yeni Şafak’ta her gün birbirlerini suçlayan manşetler yer alıyordu.

Yılmaz, Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmak üzereydi. Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Albayraklar’ın hukuki işlerine bakan Aksan hukuk bürosunda görev yapan avukat Vildan Ersin, hırsı ve cesurluğuyla dikkat çekiyordu.

Ersin, Eşinden boşanmış ve bir çocuğu vardı. Hayat onun için zordu. Zorlukları hızla aşması gerekiyordu.
Öğrenciyken, başörtülüydü. Dışarıdan yaptığı röportajlar bazı gazetelerde yayınlanıyordu. Okulun son döneminde başörtüsü yasağı ile karşılaşmış sonuna kadar direnmiş başını açmamıştı. Mezun olduktan sonra, avukatlık yapabilmesi, duruşmalara girebilmesi için başını açması gerekiyordu.

Sorduğumda, “Mecburum. Yoksa o kadar eğitim boşa gidecek. Daha okuldayken açan arkadaşlarım oldu. Açmadan bir şey yapamayız, mecburuz” şeklindeki savunması çaresizliğinin kanıtıydı.

Tek başınaydı, mücadele etmek zorundaydı. Aldığı ücretin çok komik olduğunu, buna karşın elinde son derece ciddi siyasi davalar olduğunu söylüyordu. “Bunca yıl boşuna mı hukuk fakültesinde mücadele ettim. Başörtüsü yüzünden okuldan atılma korkusu yaşadım. Diğer yandan kötü bir evlilik geçirdim onunla mücadele ettim. Şimdi yeni bir hayatın başlaması gerekmiyor mu? Her şey boşa mı gidecek” diyor, zaman zaman karamsarlığa kapılıyordu. Sabretmesi gerektiğini söylüyordum.

“Her şey zamanla değişecek. Zamanla... Sabretmen gerek”

Görev yaptığım derginin ofisi Çemberlitaş’ta olduğu için Sultanahmet adliyesine geldiğinde vakit bulursa bana uğrardı. Albayraklar için önemli işlerin içinde olduğunu söylediğinde onun için endişelenmiş, uyarma gereği duymuştum: “Mesleğin basamaklarından henüz yeni çıkmaya başladın. Kendine dikkat etmen gerek. Kariyerini zora sokacak ilişkilerin içinde bulunma. Birilerinin yaptığı yolsuzluklar yüzünden, kahramanlık yapma. Siyasi ilişkiler kirlidir. Bir gün hepsinin üzerine sünger çekilir, arada harcanan sen olma. Dikkatli ol.”

Hayatını kaybettiği o hafta beni ziyarete geldi. Yanlış hatırlamıyorsam, hafta sonu iki günlüğüne tatil için bir arkadaşıyla İtalya’ya gideceğini söyledi. Ekonomik durumunun ve maaşının böyle bir tatil için yeterli olmadığını biliyordum. Hangi arkadaşınla gidecekti? Bay mı, bayan mı? Tatil için parayı nereden bulmuştu?.. Hiçbir soru sormadım.

28 Temmuz 2001 cumartesi günü şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Pazartesi günü işe geldiğimde, gazeteci bir arkadaşımın telefonla araması sonucu olaydan haberdar oldum.

Beş, altı yıllık bir arkadaşlığımız vardı. Erkek kızdı doğrusu...

Haksızlığa asla tahammülü yoktu. Cevval ve cesurdu. Yaşama dair büyük planları, idealleri vardı. Yaşasaydı (Başarsaydı), AKP içinde önemli görevler verilecekti. Yazık oldu! Çok yazık...

Olay üzücü olmakla beraber, dehşet vericiydi. “Filler dövüşür, çimenler ezilir”…

Vildan fillerin savaşında, arada kalmıştı. İki siyasi gücün arasında ezilen, idealleri ve hırsı olan genç bir avukattı.

Ölümünden bir gün sonra avukatlığını yaptığı Yeni Şafak Gazetesi, şüpheli ölümü hakkında yaptığı haberle, Ersin’e sahip çıkmadığını ortaya koyuyordu:

“Vildan Ersin, dün öğle saatlerinde hava almak amacıyla Sarıyer ilçesine bağlı Kilyos sahiline gitti. Deniz kıyısında bulunan kayalıklarda yürümeye başlayan Ersin, bir süre yürüdükten sonra dengesini kaybederek denize düştü. Yüzme bilmeyen Ersin çevredeki vatandaşların tüm müdahalelerine rağmen kurtarılamadı”

Oysa gerçek çok daha farklı ve acıydı:

Vildan Ersin öldüğünde yanında Albayrak soruşturmasını yürüten İstanbul Emniyeti Mali Şube Dolandırıcılık Büro Amirliği’nde görevli polis memuru Kadir Koçyiğit bulunuyordu.
Polis memuru verdiği ifadede, Kilyos’ta akrabaları olduğunu önce akrabalarına uğradıklarını, sonra deniz kıyısına gezintiye gittiklerini, Ersin’in burada ayağının kaydığını denizde boğulduğunu söylemişti.
Koçyiğit’in akrabaları ise deniz kıyısına birlikte gittiklerini, Ersin’in orada kustuğunu daha sonra onları yalnız bıraktıkları şeklinde ifade verdiler.
Koçyiğit tek görgü şahidi ve tek zanlı olmakla beraber gözlem altına alınmadan serbest bırakıldı. Ertesi gün de, izne ayrıldı.

Ersin’in ağabeyi, kardeşinin çok iyi yüzme bildiğini söylemesine ve öldürülme ihtimali olduğu yönünde açıklamalar yapmasına rağmen savcı tarafından ciddiye alınmadı.

Vildan Ersin’in elinde Aydın Doğan, Mesut Yılmaz ve Cumhur Ersümer’e ait dosyalar olduğu ortaya atıldı...

Genç bir avukata böyle önemli dosyaların verilmesi imkânsız görünüyor. Vildan olsa olsa, emniyete sızması için birileri tarafından görevlendirilmiş olmalıydı.

Vildan’ın ölümüyle de, birilerine mesaj veriliyor olabilirdi.

Vildan Ersin öldüğünde, yanında bulunan polis memuru Kadir Koçyiğit’in amiri İstanbul Emniyeti Mali Şube Müdürü Ayhan Mimaroğlu’ydu. Mimaroğlu, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan ile birlikte Tayyip Erdoğan hakkında araştırma yapıyordu. 

Bildiğiniz gibi Saçan, 2001 yılında Tuncay Güney’i sorgulayan polis müdürü olarak tarih sahnesinde yerini almasına rağmen, Ergenekon zanlısı olarak tutuklanmayı engelleyememişti. Birileri geçmişin rövanşını mı alıyordu?..

Dosya savaşları çoktaan bitti. Siyasiler ve holdingler barıştı. Parsayı bölüşmede anlaştı. 
Devlerin savaşında, insanlar ezildi. Vildan Ersin, ardında gözü yaşlı bir aile ve öksüz bir evlat bıraktı.


Geçtiğimiz gün TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu tarafından dinlenen, Sisi’yi anlatmaya devam ediyoruz.

Aşağıda 1998 yılında yaşadığım ve Sisi’yi daha yakından tanıma fırsatını bulacağınız olaylar dizisini, yine iki yıl önce yayınlanan KÖSTEBEK isimli kitabımdan aldığım bölümde yer veriyorum.

Bu arada unutmadan şunu da ekleyeyim. Sisi komisyonda Tuncay Güney’le ilgili şunları söylemişti: 28 Şubat'ta Strateji adında bir dergi de dahil olmak üzere değişik yayın faaliyetinde bulunmak için bir yayın ekibi kurduk. Tuncay Güney bu süreçte işe alındı onunla bir kez görüştüm”

Tuncay Güney’i bir kez gördüğünü söyleyen Sisi, onunla eski patronunu kaçırmayı planlayacak kadar samimiydi.

*********
Kamuoyu onu ilk 80 Türkiyesi’nde Başbakan Turgut Özal’ın önünde soyunarak protesto yaptığında tanıdı. 90’lı yıllarda “Travestiler Kraliçesi Sisi” olarak isim yaptı. O yıllarda özel televizyonlarda, halk tarafından ilgi çeken talk showlarda boy gösteren Sisi, eşcinsellerin ve travestilerin sorunlarını dile getiriyordu.

Sonraları sansasyonel işlerle gündemde kalmaya çalışan Sisi, Türk siyasi tarihinin en tartışmalı sürecinde; 28 Şubat’ta, onun deyimiyle 'başrol' oynayacaktı.
Müslüm Gündüz-Fadime Şahin-Ali Kalkancı-Emire Kalkancı dörtlüsü gündeme bomba gibi düştüğü zaman, olayı yaklaşık 2-3 yıl önceden biliyorduk. Biliyorduk derken, Ali Kalkancı ve yediği nanelerden haberimiz olmuştu.

Çok şaşırmamakla beraber, olayın lanse ediliş şeklinden büyük rahatsılık duyduğumuz şüphe götürmezdi. Dindar görünümlü yarı çıplak insanların TV’lerde boy göstermesi ve başörtülü bir kadının, “Beni satıyorlardı” diye feryat etmesi herkesi çileden çıkarmıştı. Dindarlara vurulmuş çok büyük bir darbeydi. Sahte şeyhler, sahte müridler ortada cirit atıyordu.

Ali Kalkancı adını ilk duyduğumda Vakit Gazetesi’nde muhabir olarak görev yapıyordum.
Haber merkezine gelen ihbarla Kalkancı’nın ne menem biri olduğunu öğrenecektik. Telefondaki kişi, karısının Kalkancı’nın müridi olduğunu, onu tarikattan kurtaramadığını ölüm tehditleri aldığını söylemiş bizden yarım istemişti. Kalkancı’nın üzerine Vakit Gazetesi gidememiş, onu sahte şeyh olarak deşifre etmemiş-edememişti. Kalkancı’ya öyle kadınlar müptela olmuş ki; Daha önce belediye başkanlığı ve RP’den milletvekilliği yapmış birinin kızı ve gelininin Kalkancı müridi olduğunu öğrenmiştim. RP içinde bazı üst düzey kişilerin akrabalarının da mürid olduğunu öğrenince, gazeteye hak(!) vermiştim.

Bir taraftan Fadime Şahin diğer taraftan Ali Kalkancı’nın eşi Emire Kalkancı kanal kanal geziyor, sözde tarikat içindeki rezaletleri anlatıyorlardı.
Türkiye çalkalanıyor, Kalkancı ile ilişkili flash isimlerin ortaya çıkmasından ise RP korkuyordu.
Müslüm Gündüz ise olaydan önce Vakit Gazetesi’ni arada bir ziyaret eder, bazen de müritlerini gönderirdi. Gazete içinde birçok kişi Aczmendiler'den hoşlanmaz, samimiyetlerinden emin olamazlardı. Bazıları ise onlar için 'ajan' derdi.
Müslüm Gündüz ve Fadime Şahin’in basıldığı ev Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez’e aitti. Üzmez 2008 yılında çocuk tacizcisi iddiasıyla tutuklanıp cezaevine atılacaktı.

Tüm bunlar yaşandıktan sonra, ortaya birden bire Sisi çıktı ve “Bu olayları ben tertip ettim. Arkamda paşalar var” dedi.

28 şubattan bir yıl sonra Tuncay Güney’le tanışmıştım. Tuncay Sisi’nin daha önce Strateji Dergisi’nde çalıştığını söyledi. “Onun bir b.kla ilişkisi yok. Organizatörüm diye etrafta dolaşıyor. Sevda Demirel’i ve hani şu ünlü Kumkapı davası vardı ya, hani ölen adamın karısı vardı. Açıldı saçıldı karı, sahneye çıkmaya başladı. Sisi’ye sor, "ben onların menajeriyim" der. Gerçek başka tabi. Satıyor onları,” demişti.

Strateji’de çalışmaya başladıktan sonra Sisi’yi ve Emire Ersoy (Kalkancı)’u sık sık görecektim artık.
Emire, Ali Kalkancı’dan boşanmış, başörtüsünü de çıkarmıştı. Babası, Turgut Büyükdağ ile ortaktı. Arada bir gelir, Tuncay ve benimle sohbet ederdi. Hasta gibi bir görüntüsü vardı. Gözleri boşluğa bakardı her zaman. Televizyonda gördüğümüz kadından eser yoktu. Sanki biri beynini sıfırlamıştı, kafasının içi bomboştu adeta. Belki de ilaç kullanıyordu...

Seyhan Soylu Nam-ı diğer Sisi, derginin patronu olan Turgut Büyükdağ ile ilişkisini koparmamıştı. Dergiye haftada birkaç kez gelirdi.
Büyükdağ’ın merkezi Kuzey Kıbrıs’ta bulunan offshore bankası vardı. South Star ismindeki bankanın, İstanbul şubesi ise Sisi’nin Kurtuluş Caddesi Platin Apartmanı’nında bulunan ofisi görünüyordu.
Büyükdağ bankası aracılığıyla, uluslararası bazı işler çeviriyordu. Sisi ofisini kullandırdığı için gayet tabii olarak işlerden pay istiyordu. Büyükdağ, Tuncay dahil kimseye pabuç bırakacak biri değildi. Onun arkasından Tuncay ve Sisi atıp tutarlar, yüzüne karşı hiçbir şey söyleyemezlerdi.

Olayın özeti şöyle:

Turgut Büyükdağ, belki de hayatının en büyük oyununu oynuyordu.
Offshore bankası South Star aracılığı ile uluslararası bir işin içine girmişti. ABD’nin önemli bankalarından biri olan Wells Fargo’nun vakfından haftada birkaç kez faks geliyordu dergiye. Bu vakıfla ilgili yazışmaların çevirilerini yapması için bir arkadaşı işe almıştık; Gelen faksları çeviriyor, sonra Büyükdağ’a veriyor. Büyükdağ cevap yazıp onu İngilizceye çevirip tekrar ABD’deki Wells Fargo Vakfı’na gönderiyordu. Görevli arkadaş tüm yazışmaların bir kopyasını mutlaka Tuncay’a verirdi. Bir kopya da Tuncay’dan ben alırdım. Büyükdağ’ın haberi olmazdı tabii.
Sue Sawyer adlı vakıf görevlisi, Bosna için toplanan 50 milyon dolarlık yardım çeklerini South Star üzerinden göndermeyi düşünüyordu. Ortada garip bir durum vardı. Çünkü Sue Sawyer, olayı FBI’ın takip ettiğini bir süre beklemek gerektiğini yazıyordu faks mesajında. Wells Fargo antetli fakslar sürekli geliyor durum hakkında bilgiler veriyordu. Sisi ve Tuncay gelecek olan paralardan pay istiyorlardı.

Olayın detaylarını öğrenmeme fırsat bulamadan ortalık karıştı. Paralar bir türlü gelmediği için Sisi ve Tuncay sabırsızlanıyor, pay alamayacaklarını Büyükdağ’ın onları kandırdığına inanıyorlardı. Tuncay’la Sisi’nin Kurtuluş’taki ofisine sık gider olmuştuk. İkisi sürekli durum değerlendirmesi yapıyor, Büyükdağ’dan nasıl pay alacaklarını düşünüyorlardı. Sisi’nin kocası ve ben olayları dışarıdan seyrediyorduk. İkimizin de olanlar hakkında pek malumatı yoktu. Sisi’nin kocası hâlim-selim biri olmakla beraber, arada bir gaza geliyor, Büyükdağ’a diş bileyenler arasında yer alabiliyordu. Tabii gıyabında...

Sue Sawyer ve Turgut Büyükdağ imzalı yazışmalar ABD ve Strateji Dergisi arasında gidip geliyor, fakat para gelmiyordu.
Sonunda düşünüp taşınıp,“Turgut’u dağa kaldıralım” dediler.
PKK itirafçılarına, Turgut’u kaçırtıp eşinden fidye isteyeceklerdi. Turgut Gıda Sanayi olarak bilinen ve Büyükdağ’ın her türlü işi bu şirket üzerinden yürüttüğü TGS, eşi Yıldız Büyükdağ’a aitti.

Tüm bunlar yaşanırken, Turgut Büyükdağ kendine bir asistan almaya karar verdi. Birkaç görüşmeden sonra iyi İngilizce bilen genç bir kızı işe aldı. Turgut nerede kız oradaydı. Sanırım onunla yurtdışına da çıkacaktı.
Büyükdağ’ın ofiste bulunduğu bir gün, kız feryat figan odadan koşarak, dışarı çıktı ve kaçtı. Ardından elinde bir tutam saç bulunan Büyükdağ ve ardından sağ kolu Miço...

Daha ne olduğunu bile anlayamamıştık. Tuncay’la ikimiz onların ardı sıra baka kaldık.
Ertesi gün gazetelere bir haber düşmüştü: “Patrondan Dayak”

Eylül 1998 tarihinde yaşanan olayın gazetelere yansımış hâli şöyle:

“Cinci Hoca Ali Kalkancı'ya Babaeski'deki un fabrikasını kiraladığı iddiasıyla gündeme gelen TGS Factoring'in patronu Turgut Büyükdağ, işyerinden ayrılmak istediği için 22 yaşındaki N.G'yi Mecidiyeköy’deki ofisinde dövdüğü ve alıkoyduğu iddiasıyla gözaltına alındı. Kızkardeşi N.G'yi, Büyükdağ ve adamlarının elinden kurtaran A.G, yaşadıklarını şöyle anlattı: ‘‘Kardeşim, iki ay önce TGS Factoring'de işe girdi. Bir ay deneme süresi vardı. Önceki şirkette yasal olmayan bazı işlerin yapıldığı kuşkusuyla işten ayrıldı. İşyerinden verilen cep telefonunu iade için gitti. Saatler sonra telefonla aradı. Konuşamıyordu. Nerede olduğunu sordum söyleyemedi. Bulunabileceği yerleri sayarken, 'otel mi?' deyince evet yanıtını verdi. Otel ismi sayarken, Çırağan Oteli'ne de evet dedi. Polislerle otele gittiğimizde kardeşim, Büyükdağ ve üç adamıyla lobideydi. Dört kişi gözaltına alındı. Kardeşimi dövmüşler. Büyükdağ, oteldeki bir görüşmesine kaçmasın diye kardeşimi de götürmüş. Kardeşim lobide cep telefonlarını kapıp beni aramış. Kalabalıkta rezalet çıkar diye müdahale edememişler’’

Kızı dövdükten sonra Turgut birkaç gün, Gayrettepe emniyetinde gözaltında tutuldu. ABD’den paraların gelmesi bekleniyordu. Turgut içerideyken bunun gerçekleşmesi mümkün değildi.
Turgut’un içeriden çıkarılması gerekiyordu. Tuncay, Gayrettepe’ye giderek Turgut’un çıkmasını hızlandırdı.
Yaşanan olaylar herkesi yıpratıyordu. Halimden çok şikayetçi değildim. Çünkü beklentim yoktu. Maaşımı zamanında alıyordum. Olayları sanki beyazperdeden izliyordum. Arada bir kendimi de o perdenin içinde bulduğum oluyordu.

Tuncay ve Sisi, Büyükdağ’ı kaçırmaktan vazgeçti. Bekledikleri takdirde Turgut’un minnet duygusuyla onlara kazık atmayacaklarını düşünüyorlardı.
Yanıldılar...

Turgut birden bire ortadan kayboldu. Telefonları kapalıydı. Evinde yoktu. Tuncay ve Sisi küplere biniyorlar, Turgut’u bulunca yaşatmayacaklarını söylüyorlardı.
Amiyâne tabirle işin boku çıkmıştı...

……….
*********

Ezcümle: “Paşalar alnımdan öptü. Bende alnıma yıldız dövmesi yaptırdım” şeklinde açıklaması bulunan Sisi veya Seyhan Soylu ya da nüfus kütüğündeki adı Kezban Kapgit olan şahsiyet, bir dönem Tuncay Güney tarafından kullanılmıştır. Kendini menajer veya yapımcı olarak tanıtmasına rağmen, malum çevrelerde aslında ne iş yaptığını herkes bilmektedir.


EKİM 1991 DE PLAYBOY'A KAPAK OLMUŞTU.


SİSİ ÜZERİNDE KOKAİN İLE YAKALANMIŞ, BİR SÜRE TUTUKLU KALMIŞTI.  BİRLİKTE OLDUĞU ÜNLÜLERİ AÇIKLAYACAĞINI SÖYLEMİŞTİ.



1992 DE BİR KULÜPTE ÖZEL ŞOVLAR SERGİLEMİŞ, "ŞOVUMDA ESPRİ DE VAR. SEKS DE. BEN EĞLENCE İÇİN HER ŞEYİ YAPARIM" DEMİŞTİ.


ERGENEKON SANIĞI ÜMİT OĞUZTAN'IN 1991 YILINDA SİSİ'NİN HAYATINI YAZDIĞI KİTAP. KİTAPTA SİSİ'NİN ÜNLÜLERLE OLAN İLİŞKİLERİ YAZILMIŞ, İSİMLER AÇIKLANMAMIŞTIR. KİTAP MÜSTEHCEN BULUNDUĞU İÇİN O DÖNEM TOPLATILMIŞTIR.





Sisi TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu "Bugüne kadar bizde Şubat 31 çekti" yazılı bir  pardesü ile geldi.


Kamuoyunun 'Sisi' olarak bildiği, Seyhan Soylu adıyla ün yapan fakat asıl adı Kezban Kapgit olan ve kendi tabiriyle “28 Şubat’ın kahramanı benim” diyen, kimlerle ne iş yaptığı tam olarak çözülemeyen travesti Sisi 15 Ekim 2012’de TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu’nda dinlendi. Ne var ki, komisyon başkanı Nimet (Çubukçu) konuşmayı kısa kestirerek komisyonu kapattı. Çünkü Sisi konuştukça, bazılarının pek hoşuna gitmeyecek açıklamalarda bulunabilirdi. Çünkü Sisi paniklemişti. Ergenekon savcısınına ifadeye çağırdığından itibaren diken üstünde yaşıyordu. Zira geçmişte ettiği, çapından büyük lafları başına iş açabilirdi.

Henüz ortada Ergenekon fırtınası başlamadan Sisi’nin Zaman Gazetesi’nde Nuriye Akman tarafından yapılmış röportajı yayınlandı. Röportajdan söz etmeden önce Sisi’nin komisyona yaptığı açıklamalardan bir iki örnek verelim: “Aczimendi lideri Müslüm Gündüz, Ali Kalkancı ve Fadime Şahin’i tanımadığım gibi hiç görmedim” … “O tarihte sahte şıhlar şeyhler vardı, hacılar hocalar insanların göbeklerine bir şeyler yazıyordu, ben de ‘tesettüre girer istediğim tarikatı girerim’ dedim. Yatıra falan gittim ama tarikata girmedim.” …

Oysa Sisi geçmişte, 'Müslüm Gündüz-Fadime Şahin'kumpasını kendi kurduğunu ve Şahin’i TV’lere kendinin çıkardığını söylemişti. Çark etmiş. Anlaşılan çok korkmuş.

KÖSTEBEK adlı kitabımdan konuyla ilgili bir bölüm sunmak istiyorum: (Biliyorsunuz Ergenekon operasyonunun başlamasına sebep olan Tuncay Güney homoseksüeldi. 28 Şubat kahramanı(!) Sisi de travesti olunca, insanın aklı karışıyor.)

Memleket kıçı kırık travesti ve homoseksüele kaldıysa yanarım da buna yanarım...

Derin Devlet, Kontgerilla, Özel Harp Dairesi, JİTEM, ERGENEKON adı ne olursa olsun, Sisi olarak tanınan Seyhan Soylu olarak bilinen gerçek adı Kezban Kapgit olan travestinin söylediklerine susuyorsa yazıklar olsun...

28 Şubat 2002 tarihinde Zaman Gazetesi’nde Nuriye Akman, Kezban Kapgit ile röportaj yaptı. İtiraf gibi röportajda Kezban Kapgit nam-ı diğer Sisi, 28 şubatın görünmez kahramanı olduğunu ve paşaların kendisini alnından öptüğünü ilan etti.

Kimseden ses çıkmadı. Genelkurmay veya Milli Savunma Bakanlığı konuyla ilgilenmedi.
Darbeden kıl payı dönülen bir dönemin “fitilini ben ateşledim” diyen Sisi’ye hiçbir yargı mercii, özellikle de Ergenekon soruşturmasını sürdüren savcılar ehemmiyet vermedi.
Yoldan geçeni 'Ergenekon terör örgütüne mensup' diye tutuklayanlar, Sisi’nin açıklamalarını neden göz ardı ediyor, düşünmek gerek.

Birkaç emekli generalin özel toplantılarda yaptığı açıklamaları, “vatana ihanet, hükümete darbe teşebbüsü” olarak değerlendiren sayın savcılar, “Darbeye sebep olacak olaylar benim kumpasımdı” diyen birine teveccüh etmiyor.

Zaman Gazetesi’nde yayınlanan röportajın bazı bölümlerini aşağıda aynen veriyorum.

Nuriye Akman ve Sisi karşılıklı konuşuyorlar. Sisi yıllar önce polis akademisine gidiyormuş, cinsel durumu ortaya çıkınca kovulmuş. Akman da, şayet kovulmasaydın belki de emniyet müdürü olurdun diyor. Akman’ın söylediklerine Sisi’nin cevabı ve diyalog devam ediyor:

– Yok, onun yerine daha güzel şeyler yaptım. Mesela Jandarma İstihbarat Teşkilatı’nın yayınlarında genel koordinatörlük yaptım. Bundan altı yıl önce, sekiz ay kadar bir dönemdi.

Neden böyle bir görevi sana verdiler?

– Çünkü ben çok çalışkandım, çok milliyetçiydim. Yani polisimizin algılayamadığını askerlerimiz algılıyor.

Tam anlayamadım. Şimdi, tam olarak ne yaptın jandarma için?

– Ali Kalkancı tarikatı için tesettüre girdim. Adı Strateji, JİTEM kaynaklı bir dergi bu. O yüzden de istihbaratçılarla, emniyetçiler vardı içinde. Askeriyeden emekli olan insanlar vardı. Böyle bir çalışma içine girdik ki o tarihte Refah Partisi’nin oyu yüzde 38’di. Ali Kalkancı ve Emire Kalkancı olayını yakaladık. Aczimendi liderinin yakalanmasını, Fadime Şahin ile Emire Kalkancı’nın ekrana çıkarılmasını sağladık. Tarikat içerisinde yaşanan çarpık ilişkileri deşifre etmek, dini insanları sömürme aracı olarak kullananların maskelerini düşürmek için böyle bir şey hazırladık.

– JİTEM’le işbirliği yapmanın getirisi ne oldu?

– Bir şey söyleyeyim mi, ben o çalışma günlerimde hayatımın ekonomik olarak en kötü günlerini yaşadım. Çok da memnunum; ama bu kadar artık yeter dedim ve kendime yön çizmek zorunda kaldım. Bana ekonomik olarak getirileri hesapladım ve halkla ilişkiler alanına geçtim.

– Ne zaman evlendin?

– 1997.

– Bu Strateji Dergisi işi bittikten sonra mı yani?

– Tabii tabii. Yani ben derin devletin bir insanı olup da formaliteden evlendirilen biri değilim. Herkesin yapması gereken şeyler bunlar, milliyetçiler olarak. Birçok insandan şerefliyim ben. Bu ülkede Leyla Zana’ları Meclis’e aldılar. Ben 28 Şubat’ın gizli kahramanıyım. 28 Şubat süreci benim yaptığım olaylarla başladı.. Bir travestinin de bu ülke için savaştığını gösterdim ben insanlara. Uyanışa geçirdim ben herkesi, MGK’yı uyandırdım. Devletin üst kademesindeki bürokratları, milliyetçileri uyandırdım. Bu görevi üstlendiğim için de çok mutluyum. Bir sürü üst düzey bürokrattan, emniyet teşkilatından, askeriyeden, hiçbirinden bana toplum içinde bravo almadım; ama hepsi alnımı öptüler. Onun için de alnıma bir tane yıldız yaptırdım. Alnımdaki yıldızın sebebi de bu.


********** 

Memleket tragedyası...

Zaman Gazetesi’nde Sisi’nin röportajının yayınlanması bana manidar gelmişti. 2002 yılında yayınlanan röporajı arşivime almayı ihmal etmedim. Kitabı yazmaya başladıktan sonra, haberi yeniden okuyup bilgi tazeleyerek alıntı yapma gereği duydum.

Aynı zamanda Nuriye Akman’a, “Röportaj’dan dolayı Genelkurmay dahil, askeri veya sivil herhangi bir kurumdan tepki aldınız mı?” diye elektronik posta gönderdim.
Aradan aylar geçti. Şu satırları yazdığım esnada herhangi bir cevap alamadım.
Medyayı iyi takip etmeye çalışan biri olarak, röportajla ilgili herhangi bir tepki gelmiş olsaydı sanırım haberdar olurdum.

Tepki gelmiş olmaması çok vahim bir durum tabii. Sisi Strateji Dergisi’ni işaret ederek, “Jandarma İstihbarat Teşkilatı’nın yayınlarında genel koordinatörlük yaptım” diyor.

İddia çok büyük. Kimseden ses sadâ çıkmıyor.

O zaman biz soralım: Jandarma Genel Komutanılığı’na bağlı İstihbarat biriminin geçmişte “Strateji” isminde bir dergisi oldu mu?
Veya soruyu şu şekilde de sorabiliriz: Jandarma Genel Komutanlığı yayınlamış olduğu neşriyatlarda; Seyhan Soylu, Sisi veya Kezban Kapgit isimlerinden herhangi birini istihdam etti mi?

“Postmodern Darbe” olarak adlandırılan 28 Şubat için, alışılmışın dışında postmodern(!)  birinden mi yardım istendi... Yoksa Sisi gerçekleri mi söylüyor?

Yoksa Türk Silahlı Kuvvetleri’nin mangal yürekli, çelik bilekli komutanları, travesti Sisi’yle işbirliği mi yaptı?


**********

SİSİ'NİN TUNCAY GÜNEY İLE MACERALARI, DEVAM YAZISINDA:

- Özal'ın karşısıda soyunarak ünlenen SİSİ fidye için kimi kaçırmayı planladı?
- Playboy'a kapak olan SİSİ ile Tuncay Güney'in yolları nasıl kesişti?
- 900'lü hatlarda Seks sohbeti yapan SİSİ'nin Ali Kalkancı ile ne ilişkisi vardı?

Tekmili Birden:  

KAOSTA KAPIŞMA: KEZBAN KAPGİT NAM-I DİĞER SİSİ – II




Daha önce yayınladığı Köstebek adlı kitapta; Tayyip Erdoğan’ın Tuncay Güney bağlantısını  ortaya çıkaran gazeteci-yazar Kemal Kaplan son kitabı Tektaşın Kanı’nda bu defa Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “pırlanta” ilişkilerini ortaya koyuyor.
Gündemdeki olaylar bitmek tükenmek bilmiyor. Medya ve kamuoyu birilerinin belirlediği gündemin peşinden koşarken, arka planda neler oluyor? Ülke ekonomisi ve zenginlikleri nasıl sömürülüyor?

TEKTAŞIN KANI adlı kitap bunlardan sadece birini ele alıyor. Ya diğerleri...

Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta son yıllarda nasıl oluyor da, Türkiye'de peynir-ekmek gibi satılıyor?  Dünyada statü belirtisi olan pırlanta,  ülkemizde 36 ay vadeyle dar gelirli vatandaşın bile kolayca satın alabileceği duruma nasıl geldi.
Dünya elmas madenlerinin yüzde 70’ine, elmas satışlarının ise yüzde 90’ına hakim olan pırlanta karteli De Beers ve bağlı olduğu Oppenheimer hanedanının Türkiye’deki faaliyetleri…
Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta nasıl oldu da, son yıllarda ülkemizde her kesimden insanın kolayca ulaşabildiği bir metâ haline geldi? Aslında ölüm ve sömürü demek olan pırlanta, evlilik gibi kutsal bir kurumun simgesi haline nasıl geldi?
Pırlanta İsrail ekonomisi için son derece önemli. Ülkemizde İslâmcı olarak bilinen birçok kuyumcu firması nasıl oluyor da, İsrail’e vizesiz ve pasaportsuz özel izinle giderek, dünyada kimseye tanınmayan imkânlarla; 5 yıl vadeli pırlanta satın alabiliyor?  BU KUYUMCULAR KİM?

HANIMLAR PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTA ARDINDA HANGİ GERÇEKLERİ SAKLAYARAK SİZE IŞILDIYOR?

AŞKIN VE EVLİLİĞİN SEMBOLÜ(!) OLARAK LANSE EDİLEN PIRLANTANIN ARDINDA SAKLANAN KAN İMPARATORLUĞUNU ÖĞRENİN.

           Filistinliler için gözyaşı döken Tayyip Erdoğan’ın çocukları, İsrail elması satan Atasay ile nasıl ortak oldu?
         Ekmekten vergi alan AKP hükümeti, pırlantadan vergiyi neden kaldırdı.
           Tüm dünyada tepki gören ve yetkilileri kartel suçlaması nedeniyle ABD’ye ayak basamayan pırlanta karteli De Beers, Türkiye’de nasıl istediği gibi at koşturuyor?
        Pırlanta karteli De Beers ve uzantılarının Türkiye madenleri ve bankaları üzerindeki oyunları... 
         NİL KARAİBRAHİMGİL “Tektaşımı kendim aldım” şarkısını nasıl ve neden yazdı.
        60 yıl önce aynı şarkıyı Marlyn Monroe söyleyince ABD’de nasıl tepki aldı?  
        PKK Yahudi kürtler aracılığıyla, Türkiye’ye nasıl pırlanta getiriyor?
        Yahudi kürtler aracılığıyla Türkiye’ye gelen pırlantayı kimler nasıl kullanıyor?
        Türkiye’de kimler pırlantayı rüşvet aracı olarak kullanıyor?
        Avrupa’nın en büyük altın işleme merkezi olan İstanbul’daki KUYUMCUKENT'TE dönen pırlanta oyunları...
        İslamcı olarak bilinen bazı kuyumcular İsrail’e vizesiz özel izinle gidip 5 yıl vadeli pırlanta nasıl alıyorlar?
        Kuyumcu firmaları 36 ay vadeli pırlantayı dar gelirli vatandaşa nasıl ve hangi yöntemle satıyor?
       Filistin konusunda mangalda kül bırakmayan İslamcı Medya, Siyonist pırlanta karteli De Beers’e nasıl hizmet ediyor.
    İsrail ekonomisi için son derece önemli olan pırlantaya verdiğiniz her kuruş, Filistinli masum çocukların kanına giriyor.
   Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez bankası olarak bilinen Osmanlı Bankası, De Beers'in bağlı olduğu hanedana aitti.
    Aynı hanedana ait yatırım bankasının Türkiye faaliyetleri...

HANIMLAR DİKKAT!
     PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTANIN ARDINDA YATAN GERÇEKLERİ ÖĞRENDİĞİNİZDE BİR DAHA PIRLANTALI ÜRÜN KULLANAMAYACAKSINIZ!!!
BEYLER DİKKAT!
     EŞİNİZE VE SEVGİLİNİZE ALMANIZ İÇİN SİZE DAYATILAN PIRLANTANIN, "AŞKIN SEMBOLÜ" YALANINI ÖĞRENDİKTEN SONRA,  NASIL KULLANILDIĞINIZA İNANAMAYACAKSINIZ.


http://www.izlesene.com/video/tektasin-kani-bu-kitabi-okumadan-pirlanta-almayin/3030023


Namus bombası sessiz patladı!

 Milletvekili lojmanlarını kendilerine iş sahası seçip Ankara’yı karıştırdılar, canlarını zor kurtardılar!..


Onlar; macera tutkunu dört gençti. İstanbul’un renkli gecelerinin yaşandığı en gözde ve hareketli kulüplerini kendilerine iş alanı olarak seçmiş, jigololuğu meslek edinmişlerdi… Her gece kulüpleri gezer, dans edip, içki içer, özlemlerinin susuzluğunu gidermeye çalışan kadınlarla tanışıp arkadaşlık eder, karşılığında bol para kazanırlardı…
Geceler ve kadınlar onlara, onlar da; seçtikleri yaşam biçimlerine alışmışlardı. Bir zaman sonra içinde bulundukları atmosfer, dört macerapereste monoton gelmeye başlamıştı. İçlerinden biri: “Ankara’ya gidelim” dedi.
Ona Ankara’ya gitme kararı aldırtan; birkaç gün önce tesadüfen tanışıp beş yıldızlı bir otelin dairesinde hoş bir gece geçirdiği, orta yaşlardaki çakır keyifli ve konuşkan kadının anlattıkları olmuştu.. kadın, bir milletvekilinin eşiydi!.. İstanbul’a eğlenmek için gelmiş, birkaç hanım arkadaşıyla birlikte gittiği gece kulübünde tanışıp hoşlandığı genç adamla küçük bir kaçamak yaşamıştı…
Kadının anlattığına göre; Ankara, ağır siyasi atmosferinden ötürü can sıkıcıydı. Milletvekili hanımlarının bazılarını siyasi atmosferin ağırlığı ile eziyordu. Can  sıkıcı resmi davetler, hanımlar arasındaki çay ve konken partileri, siyasi arenanın dedikodudan hemen hemen hepsinin içinin kararmasına neden oluyor, fırsat buldukça seyahate çıkıp içinde bulundukları can sıkıcı havadan sıyrılıp biraz olsun nefes almaya çalışıyorlardı. Eşlerinin yoğun yaşamları; aile düzenini, siyasi entrikalar sinir sistemlerini yıpratıyor, bazı hanımlar kendilerini yalnız hissediyordu..
Hemen hemen hergün çıkılan alış veriş gezileri, ev işleri, eş dost ve ricacıların telefon trafiği, gelip giden konuklarla yapılan sohbetler, iç dünyalarını mutlu kılmaya yetmiyordu. Tabularla çevrili yaşamın yol açtığı baskılar ve yıllar boyu bastırılmak zorunda kalınan özlemler; akıp giden zamanın bakımlı yüzlerde bıraktığı derin izler, göz altlarında oluşan kırışıklıklar, onlara geriye dönüşü olmayan bir yolculuğun kilometre taşlarının büyük bir hızla geride kaldığını anlatmaya yetiyordu…
Ve şairin dediği gibi: “Yaşamak güzel şeydi…” yıllarca bastırmak zorunda kalınan özlemler, hiç hesapta yokken; birden bire patlayabiliyordu. İç dünyalarda bilinç altında sürüp giden bu patlamaların sarsıntıları derin çatlaklar ve uçurumlar açıyordu.

Macera tutkunu dört kafadar genç, artık gittikleri gece kulüplerinde ve diskoteklerde yalnız ve özgür kadınlara profesyonel arkadaşlık ilişkileri kurmanın nimetlerinden yararlanmaya yönelmişlerdi. Her şey tıkırında gidiyor, eğlenip değişik kadınla tatlı maceralar yaşarken para kazanıp rahat ve lüks bir yaşam sürdürüyorlardı… Ne var ki; birkaç yıl geçince İstanbul’un o renkli, heyecanlı geceleri monotonlaşmaya, birlikte oldukları kadınların istekleri de can sıkıcı olmaya başlamıştı.

Arayış içinde kıvranıyorlardı ki; dört kafadardan birisi olan G.Ç. , sürekli gittiği bir gece kulübünde o güne değin hiç karşılaşmadığı türde bir kadınla tanışıverdi. İçkinin baş döndürücü sarhoşluğuna kapılan kadın. Ankara’dan İstanbul’a gezip eğlenmeye geldiğini ve bir milletvekili ile evli olduğunu anlatıvermişti.
İlk kez bir milletvekili eşiyle karşılaşıp birlikte olan G.Ç. kadınla sabahın ilk ışıkları ağarıncaya değin sohbet etmiş, siyaset arenasında olup bitenleri öğrenip şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştu.
Sabah olup içkinin tatlı sarhoşluğundan sıyrılınca bir milletvekilinin karısıyla birlikte olmanın getireceği “tehlike”leri düşünmeye başlamış, bir an önce otelden çıkıp evine kavuşabilmenin selametli olduğunda karar kılmıştı.
Ancak; geceyi birlikte geçirdiği milletvekilinin karısı, kalması için ısrar ediyor, birkaç gün daha kalacağını ve birlikte olmak istediğini söylüyordu.

G.Ç. nin aklından silmeyi başaramadığı milletvekilinin karısının anlattıklarıydı. Ankara’yı ve oradaki gece kulüplerini düşlüyor, işin içinden çıkamıyordu! Acaba, Ankara’ya gidecek olsa, orada başarılı olabilir miydi?..
Dayanamayıp düşüncelerini arkadaşlarına anlattı. Dört macera tutkunu kafadar o gece sabaha değin kendi aralarında tartıştılar, uzun uzadıya planlar yaptılar, başlarına gelebilecek tehlikeleri düşündüler ve Ankara’ gitmeyi kararlaştırdılar.

Bugüne değin pek çok deneyim yaşamışlar, beklemedik anlarda karşılaştıkları her türden aksiliğin üstesinden gelip paçayı kurtarmayı başarmışlardı ya, ne olursa olsun yine bir çözüm bulurlardı.. bir sabah uçağa atladıkları gibi, kuş misali başkentte uçtular.
Otele yerleşir yerleşmez telefona sarılan “G.Ç.” İstanbul’da birlikte olduğu milletvekilinin karısını aradı ve Ankara’da olduğunu bildirdi. Çok beklememiş, maceraya ve aşka susamış kadın; ikidir hem bir çekirdek olmuş gülen gözleriyle gözlerinin içine bakmaya başlamıştı.. Birkaç gün sonra; birlikte çıkılan gezilere kadının arkadaşları da katılmaya başlamıştı… Ve “G.Ç.” arkadaşlarını devreye sokmakta gecikmedi. Her şey tıkırında gidiyordu. On gün geçmeden dört kafadar da, birer av yakalamayı başarmıştı. Milletvekilinin karısı, yine kendisi gibi milletvekili karısı olan üç kadın daha bulmuştu.
Sıkıfıkı arkadaşlıklarda kadın-kadına sohbetlerdeki fısıltılar ve yaşanan güzel anların tutkulu anlatımları, aşka ve ilgiye susamış arkadaşlarının da ilgisini çekmiş, tutkuları ve özlemleri ağır basmıştı.

Zaman içinde İstanbul-Ankara arasında yoğun bir kaçamak trafiği yaşanmaya başlamış, dört kafadar da, umduklarından daha çok para kazanır olmuşlardı.. Her şey rayında gidiyordu ki; para ve pahalı hediyeler karşılığında aşk satan dört kafadar, işi şımarıklığa döküp içinde bulundukları koşulları zorlamaya başladılar.
Uzaktan bir akraba olarak girip çıktıkları milletvekili lojmanlarında başka “kuşlar”ın da etini yemeğe kalkıştılar… Bu aç gözlülüğe kadınların “sezgileri” ve “kıskançlıkları” da eklenince; rotasında giden işler bir anda karışıvermiş ve içlerinden birisi oyunun “uzatmalarını” sürdürürken lojmanda bir milletvekilinin zamanlama hatasına kurban gidip yakalanmıştı!
Yaşadığı “şok”a karşın, soğukkanlılığını yitirmeyen milletvekili kocanın elinden güç kurtulan jigolo, canını kurtarıp lojmanlardan dışarıya çıkabildiğinde bildiği tüm duaları okuyordu. Arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’a hareket ettiler. Evlerinden içeriye girdiklerinde yakayı kurtardıklarına şükrediyorlardı. Nevar ki; kurtulamamışlardı.. Karısını “öldüresiye” döven milletvekili koca, jigoloların telefon numaralarını, adreslerini ve kimliklerini tespit etmiş, İstanbul’daki adamlarına bu dört “serseriyi” bir güzel benzetmeleri ve işlerini bitirmeleri talimatını vermişti.

İstanbul’a dönmelerinin ardından üç gün geçmiş, kapılarına “tekin” olmayan birtakım adamlar dayanıvermişti!
O gün, o çok sevdikleri evlerini terk edip izlerini kaybettirmeye çalıştılarsa da, birkaç gün sonra “belalı” adamlara yakayı kaptırdılar. “Bir daha Ankara’ya adımlarını bile atmamaları için” tekmelenmişlerdi. Dişleri ve kemikleri kırılmış, küçük bir ikaz almışlardı…
Ama; olsundu, onlar buna da şükrediyorlardı. Canlarından olmadıkları için kendilerini şanslı sayıyorlar, Tanrı’ya dua ediyorlardı.

G.Ç. bir ay kadar geçtikten sonra; Ankara’ya telefon açıp birlikte olduğu milletvekilinin karısına olup bitenleri anlatınca, kadın; ilk uçakla İstanbul’a gelmişti.
Onunda anlatacakları vardı. Olanlar, milletvekili lojmanlarında bir “bomba” gibi patlamıştı ama; hiç kimse bu konuda konuşmuyordu. Herkes her şeyi biliyor, fakat hiç kimse hiçbir şey bilmiyordu.
Milletvekili koca, karısının  koynunda yakaladığı gencin ardından bunalıma girmiş, pisikolojik tedavi görmeye başlamıştı. O gün karısını öldüresiye döverken, evinden taşan çığlıklar herkesin dikkatlerini çekmişti.
Aile içinde küçük bir anlaşmazlık diye düşünülmüşse de, nedeni hemen anlaşılmıştı. Milletvekili kafayı çekip dünyaya ve hayata kahrettiği bir gece yakın bir dost bildiğine başından geçenleri anlatınca, olay tüm Ankara’ya yayılmıştı.
Milletvekiline partisinin lideri bir sohbet anında “mesajı” vermiş, akıllı olmak gerektiğini söylemişti. Ve arkasından da, “Sabır, en büyük erdemdir” demeyi unutmamıştı!
Bu olayın milletvekili lojmanlarında bomba gibi patlamasının ardından kadının en yakın arkadaşları da, göz hapsine alınmışlar ve “mim”lenmişlerdi.
Fısıltılı konken partilerinin ençok konuşulan konusu: “Milletvekili Lojmanları”nı kendilerine iş sahası olarak seçen jigololar olmuştu.

İstanbul’a gelen “G.Ç.”nin müşterisi milletvekilinin karısının anlattıkları hiç de iç açıcı değil şeyler değildi. Artık görüşmemeliydiler!
Görüşmeleri  büyük riskti. Birbirlerine delicesine tutkundular, biran bile olsa ayrı kalmaya dayanamıyorlardı ama, olsundu. Sular durulana değin hiç görüşmemeliydiler. Ertesi gün erkenden İstanbul’dan Ankara’ya uçan milletvekilinin karısı, “son bahşiş” olan, kalın bir sarı zarfı eline tutuştururken, “Lütfen, artık beni arama” diyebilmiş, aşkını yüreğine gömmeyi yeğlemişti.
Profesyonel aşk çocuğu “G.Ç.” ve kendisi gibi “aşk çocuğu” olan arkadaşları, artık eskisi kadar cesur değiller. Bu yüzdende, yalnızca “dullara” hizmet veriyorlar.. Tabi artık eskisi kadar bol para kazanamıyorlar ve birlikte olmak zorunda kaldıkları kadınların yaş ortalamalarında artış var ama; “risk” sıfıra indiğinden, “ekmek parası” uğruna katlanıyorlar.

G.Ç. Bir süre sonra, Ankara’daki milletvekilleri bizi unuturlar. Ve ancak o zaman içimiz rahata erebilir. Şimdi eskiden iş tuttuğumuz ve pek çok müşterimizin olduğu gece kulüplerine gidemiyoruz. Ne olur, ne olmaz…Ama; bir süre sonra unutulur, kapanır gider. Seçimler yaklaşınca bizi akıllarından çıkartır, unuturlar” diyor.

Bizim jigololar milletvekili lojmanlarında yaşadıkları maceraları şimdiden “unutmaya” hazırlar, yeter ki başlarına bir şey gelip de, beklenmedik bir anda kamyon kazasına uğrayıp zamansız göç etmesinler. Hala tehdit edildikleri için, “diken” üstündeler.

Kemal Kaplan - KÖSTEBEK/JİTEM – MİT VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN (S. 325-333) (Stigma – 2010)



KEMÂL KAPLAN
Şubat 2011

Geçmişte uzun dönem kullanılan bir deyim vardı. “Vehbi Koç kadar zengin miyim ki...” Türkiye’de zenginlik, fabrikatörlük akla gelince ilk isim Vehbi Koç idi. Sabancı ondan sonra gelirdi. Başkent olduktan sonraki ilk yıllarında, kasabadan şehre dönüşen Ankara’da, bakkal dükkanında başlamıştı Vehbi Koç’un ticari macerası... Eski bir televizyon programında o yılları şöyle anlatmıştı kendi şivesiyle: “Çok güçcüktüm o zaman, babamın bakkal dükkanında çıraklık yapardım. Yerleri süpürür, temizlik işlerine bakardım. Dükkanı yeni açmıştık. Birkaç tekerlek kaşar almış dolaba koymuştuk. Aradan biraz zaman geçmiş, kaşarlarda güçcük güçcük kurtlar peydah oldu. Babamla beraber kurtları temizlemek için peynirleri delik deşik etmiştik. Peynirleri satan tüccar durumu öğrenince bize çok güldü. Oysa o kurtlar peynirin yağı oluyormuş daha sonra öğrendik...”
Bakkal dükkanından, ülkenin en büyük sermaye grubu olan Koç Holding’i Vehbi Koç inşaa etmiş, yıllarca aldığı doğru kararlarla holdingi büyütmeye devam ettirmişti.

Uzun yıllar sonra yaşlanmış, sağlık sorunları baş göstermişti. Bayrağı devretme zamanı gelmişti. Oğlu Rahmi Koç göreve hazırdı. Holding yönetimi oğlana emanet edildi. Baba inzivaya çekildi.
Rahmi Koç, babasının aksine her zaman medya önünde olmuş, sosyete dünyasının aranan simaları arasında yer almıştı.

Rahmi Koç 90'lı yıllarda, Türkiye Aleyhinde yıkıcı faaliyetleriyle bilinen Fener Rum Patriği 
Bartholomeus'un elini öptüğünde büyük tartışmalar yaşanmıştı.


                                                                                                                                                                                    

90’lı yıllarda Rum Patrikhanesi’nin hamisi gibi davranmaya başlayan Rahmi Koç, Rum Patriği Bartalemeus’un elini öperken görüntülendiğinde ise kıyametler kopmuştu. Ticari başarılarından ziyade, siyasi çıkışlarıyla basında yer almaya başlayan Koç, özellikle sağ basının hedefi haline geldi.

2000’li yıllarda da holding yönetimini daha fazla devam ettirmek istemeyip, oğlu Mustafa’ya devrederek, tekneyle dünya turuna çıktı.

2005 yılında görüştüğüm ve Koç Holding’de önemli görevler üstlenmiş olan biri. Rahmi Koç’la ilgili şunları anlatmıştı: “Babası Vehbi Koç gibi, ticari bir zekâya sahip değildi. İlgi duyduğu alanlar, onun holdingde yanlış kararlar almasına neden oluyordu. En iyisini yaptı, Mustafa’ya devretti işi”

Rahmi Koç, özellikle değerli tablolar ve tarihi eserlere olan ilgisiyle de gündeme geliyor, Koç Holding çeşitli tarihi kazılara sponsor oluyordu.
Tuzla açıklarında bulunan adasını iddialara göre, tarihi eserlerle doldurmuştu. Koç sosyeteye bu adada görkemli davetler veriyordu.

Bir gazeteci arkadaşım, Rahmi Koç’un Tuzla açıklarında bulunan adasıyla ilgili haber yapmıştı.
Haberde, adada birçok tarihi eser saklandığı, Rahmi Koç’un ülkenin çeşitli yerlerindeki kazılarda bulunan bazı eserleri adasını süslemek için kullandığı iddia ediliyordu.

Strateji Dergisi'nde beraber çalıştığımız esnadaTuncay Güney bir gün, “Marmara Denizi’nde Rahmi Koç’un bir adası var. Bana onun fotoğrafları lazım” demişti.

"Hayırdır ne yapacaksın fotoğrafları."
"Lazım."
"İyi de..." "MİT istiyor." "Senden mi? "Evet." "Neden?"
"Nereden bileyim. Demek ki gerekiyor." 
"İyi de ülkenin koskoca istihbarat teşkilatı neden kendi halletmiyor? Veya bugüne kadar ellerinde yokmuy muş da şimdi istiyorlar?
"Kemâl hocam. Olmaz mı? Elbette vardır. Fakat son durum için yeniden istiyorlar. Kendileri
çekemez mi? Çekemezler... Herhangi bir görevli gitse ve yakalansa, kimliği açığa çıksa..."
"Ne olur?"
"Adanın üzerinden uçak veya helikopter bile uçuramıyorlar. Anlaşmaları varmış."
"Anlaşma mı? kiminle?"
 "Rahmi Koç ile..."
 "Nasıl bir anlaşma. Ada Türkiye sınırları içinde değil mi?"
"Bilemem. Adayı fotoğraflamak gerek."
"Kolay iş."
 "Kolay mı? Oooo Kemâl hocam, aştın kendini."
"Kolay derken gidip çekeceğiz manasında söylemedim. Çekilmişi var."
 "Neee gerçekten mi?"
"Evet."
 "Nerede? Kimde?"
  "Birkaç yüz dolara alırım fotoğrafları."
"Ok. Ne zaman alırsın."
"Ne zaman istersen."

Geçmişte aynı gazetede çalıştığımız, “Koç Adası” haberini yapan arkadaşla hemen irtibat kurdum. Fotoğrafların kendisinde bulunduğunu, ne yapacağımı sordu. Soru sormamasını, kaç paraya satacağını sordum. Sanırım 200 dolara gidip fotoğrafları aldım.

Tuncay’a götürdüğümde keyfine diyecek yoktu. Dialara bir bir bakıp, hemen ofisten ayrıldı.
Ertesi gün döndüğünde, o kadar keyifli değildi. “Fotoğraflar yetersiz bulundu. Yeniden çekilmesi gerekiyormuş.”

 "Tüh."
"Nasıl çekeceğiz?"
 "Bizim arkadaşlar, tekne kiralayıp gitmişlerdi. Teleobjektifli fotoğraf makinası bul gerisi kolay."

İki gün sonra, Tuzladaydık. Bir balıkçı tekenesiyle anlaştık. Adamlar adaya yaklaşmak istemiyorlardı. “Adaya yaklaşmayın, Ateş açarız” diye megafonla anons yapıyorlarmış.
İyi korkutmuşlar balıkçıları. Adaya yaklaşmaya başlayınca, Tuncay fotoğraf makinasını bana verdi.

 "Kemâl hocam, iyi kareler yakala."
"Gazeteci olduğumu unutuyorsun. Sen hiç merak etme, işim bu."

Hava puslu olduğu için kaliteli görüntü almak güç oluyordu. Balıkçılar da adaya fazla yaklaşmak istemiyorlardı. Tuncay daha fazla para teklif edince iş değişti. Adada bir kör nokta olduğunu, oraya yaklaşılsa bile kimsenin görmediğini söyleyen kaptan, adanın arka tarafına dümen kırdı.
“Burası kayalık olduğu için, herhangi bir güvenlik tedbiri almamışlar. Bizim oltacılar oranın balığı bol olduğu için, gidip avlanıyorlar. Kimse görmeden...”

Tuncay’a dönerek;

"Adaya buradan çıkabiliriz. Ne dersin çıkalım mı?"
  "Delimisin sen? Milyar verseler çıkmam."
 "Korkuyor musun?"
"Evet. Ayıp mı? Korkuyorum."
 "Ben çıkabilirim."
  "Başına iş açma. Gayet güzel fotoğraflar çektik. Gidelim artık."
 "Sen bilirsin."

Dört makara film harcamış, İyi iş çıkarmıştık... Fotoğraflar 4-5 gün Tuncay’ın masasının üzerinde durdu. İlk getirdiğim fotoğrafları zaman kaybetmeden yerine ulaştıran Tuncay bunlar için acele etmiyordu. Nedenini sorduğumda, “Onlar alacak” dedi.

Ertesi gün, daha önceden MOSSAD için çalıştığını söylediği biri geldi. Tuncay fotoğrafları ona verdi. Şaşırıp kaldım...

O dönemde Rahmi Koç, çok önemli bir konuda odak noktası olmuştu. İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın özerk bir yönetim tarafından yönetilmesi gerektiğini savunuyordu. Rahmi Koç kurduğu, Deniztemiz Derneği’ne (TURMEPA) bununla ilgili bir proje hazırlattığını söylüyordu.

3 Ekim 1997 tarihli Milliyet Gazetesi konuyu sekiz sütuna manşet atarak gündeme taşımıştı: BOĞAZ’A ÖZERKLİK.

Rahmi Koç haberde,  "Çanakkale ve İstanbul Boğazı'na tek yönetim şart" diyordu.
Haberin ilerleyen satırlarında Koç şunları söylüyordu:

“İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının tek bir idare altında toplanması gerekiyor, bu konu üzerinde çalışıyoruz. Bu çok önemli çünkü şimdiki düzenlemede çok kişi karışıyor boğaz geçişlerine, her kafadan bir ses çıkıyor. Özel bir kuruluş istemiyoruz, özerk bir kuruluş istiyoruz. Eğer bunu yapabilirsek, gerek Birleşmiş Milletler bünyesindeki İnternational Maritime Organization'a (IMO) gerek de dünyanın büyük sigorta şirketlerine, petrol ve nakliye şirketlerine tek bir muhatap olacaktır, bu da çok iyi Türkiye bakımından”
...........
“Ve bir de politik boyutu var biliyorsunuz. Montreux Anlaşması'nda Boğazlar açık deniz sayılıyor, onun için bu projeyi hazırladığımızda Dışişleri Bakanlığı'na gideceğiz, askerlere gideceğiz, devlet ve askeri erkana anlatacağız bunu, ikna edeceğiz, yanlış tarafımız varsa onlar söyleyecekler, biz de düzelteceğiz, fakat kanun olarak Meclis'e gittiği zaman herhangi bir tepki gelmemesini arzu ediyoruz. Bütün parti başkanlarına da gidip anlatacağız”

Rahmi Koç’un projesine en büyük destek 28 Şubat’ın önemli komutanlarından Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’dan gelmişti.
Erkaya 30 Ağustos 1997’de emekli olunca, apar-topar büyükelçi ünvanı verilmiş. Yeni kurulan hükümetin başbakanı olan Mesut Yılmaz’a, (ne rastlantıdır ki) Boğazlardan Sorumlu Başbakanlık Başdanışmanı olarak atanmıştı.

Güven Erkaya aynı zamanda Rahmi Koç’un kurduğu Koç Üniversitesi’nde de mütevelli heyetine seçilmişti.
Rahmi Koç ile siyasi görüşü örtüşen ve Koç’un projelerinin devlet katında itibar görmesi için çalışan Erkaya, Yunanistan’a yaranmak için Koç ile adeta yarışıyordu.

Erkaya Yunanistan’a jest olsun diye hazırladığı bir raporda, “EGE ORDUSU KALDIRILSIN” diyerek haddini aşıyordu.

Mesut Yılmaz’dan sonra başbakan olan Bülent Ecevit döneminde de başbakanlık başdanışmanlığı görevini sürdüren Erkaya, hazırladığı raporla Türkiye gündemine bomba gibi düşecekti: 22 Mayıs 2000 tarihli Sabah Gazetesi’nin haberine göre, Ecevit’e “Gizli Aksiyon Planı” sunan Erkaya, plana göre Yunanistan’a iyi niyet(!) göstergesi olarak Ege Ordusu’nun kaldırılmasını ön görüyordu. Haber siyasi ve askeri çevrelerde şok etkisi yarattı.

Sabah Gazetesi’nde yapılan röportajda Erkaya, Yunanistan’ın karasularını 6 mile indirmesini taahhüt etmesi için iyi niyet göstergesi olarak önce bizim adım atmamız gerektiğini ve Ege Ordusu’nun kaldırılması gerektiğini söyleyerek, görüştüğü Yunanlılar sayesinde de bunu test ettiğini şu cümlelerle açıklıyordu:

"Çeşitli vesilelerle bir araya geldiğim Yunanlı meslektaşlarım ve Yunanlı hukukçular nezdinde kişisel görüşlerim olarak ileri sürülerek test edilmiştir. İleri sürdüğüm gayriresmi nitelikli görüşlerimin, büyük ilgi gördüğünü de tespit etmiş bulunuyorum"

Uğur Mumcu suikastı zanlısı olarak tutuklanan Abdullah Argun Çetin, 23 ay cezaevinde yattıktan sonra olayla ilgisi bulunmadığı gerekçesiyle serbest bırakıldı. Çetin mahkemede başka ülke adına ajanlık yaptığını da itiraf etmişti. Aksiyon Dergisi 2000 yılının ağustos ayında Çetin’le röportaj yapmış, Argun Çetin Güven Erkaya’yla ilgili ilginç iddialarda bulunmuştu:

“28 Şubat’ın mimarı Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’dır. Güven Erkaya MİT’e başkan olacaktı, ama yapamadılar. Şaibeli bir kanser teşhisi önünü kesti. Mesut Yılmaz Başbakan’dı o dönemde. Boğazlar’dan sorumlu danışman yaptılar. Yılmaz’a bastırdılar. Ama MİT’in içinde asker—sivil çatışması vardı. Siviller asker istemediği için engel oldular. Bunun üzerine Güven Erkaya’nın ağzını kapatabilmek için bayağı geniş yetkilerle Boğazlar’dan sorumlu danışman yaptılar. Ama asli görevi Tansu Çiller’in 1996’da yapmaya çalıştığı Amerika’daki FBI ve diğer istihbarat birimleri gibi birbirinden ayrı çalışan iç istihbarata dönük birimin başında olmaktı. Boğazlar danışmanlığı işin kamuflajı idi. Fakat ömrü vefa etmedi”

Güven Erkaya, “Ege Ordusu Kaldırılsın” dedikten 32 gün sonra, 24 haziran 2000’de ölmüştür. Ölüm nedeni olarak kanser gösterilmiştir.

Rahmi Koç, Güven Erkaya’nın ölümünden 3 yıl sonra, Koç Holding Yönetim Kurulu başkanlığından ayrıldı. Kendini tekne gezilerine verdi. Bugün Koç’un 'Boğazlara Özerklik' veya Erkaya’nın 'Ege Ordusu Kaldırılsın' projelerinden kimse söz etmiyor. Koç konuyla ilgili herhangi bir açıklama veya yorumda bulunmadığı gibi ortalarda da görünmüyor.
Koç Adası Kuş bakışı.

(Yukarıda okuduğunuz metin KÖSTEBEK - MİT JİTEM VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN ADLI KİTABIMDAN ALINMIŞTIR)