Articles by "Mossad"
Mossad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2001 yılında emniyette ifade verdikten sonra, Veli Paşa'ya giden Tuncay, olayı anlattıktan sonra, emniyetteki ifade ortadan kaldırıldı. Tuncay'a da "S..tir git. ABD'den 10 seneden önce geri dönme" denildi. Ancak bir ayrıntı unutuldu. Adil Serdar Saçan ifade tutanağının kopyasını muhafaza etti. Yıllar sonra bu tutanağın, yüzlerce insanın ve kendisinin hapse girmesine neden olacak tarihin en büyük operasyonunu başlatacağını kim bilebilirdi.

Ergenekon'dan neredeyse tüm tutuklular tahliye edildi. Görünüşte 2007 yılında Tuncay Güney'in ifadesiyle start alan operasyonlar zincirinde, Veli Küçük kilit noktada görünüyordu. Küçük ile birlikte birkaç kişi daha Ergenekon'un operasyonel gücünün başında bulunduğu iddia ediliyordu.

Ne var ki; Kamuoyuna Ergenekon örgütü olarak lanse edilenlerin ve cezaevinde tutuklu bulunanların, Ergenekon'dan kopan bir grup olduğunu söylemekte bir behis yok. Operasyonlar özellikle ABD basınında, derin devlet ve Ergenekon olarak karşılık bulmamıştı.
ABD ordusunda kullanılan bir terim olan 'ÖRDEK ÇAVUŞ' bizim Ergenekon operasyonuna verilen ad idi ABD'de.
Türkiye'deki operasyonlar; mevcut yapıyı kabullenemeyen bir grup ayrılıkçının Ergenekon'dan ayrı bir yapılanma içine girmesi sonucu gerçek Ergenekon'un refleksi olarak değerlendirildi.

Burada kamuoyunun yönlendirilmesi davul zurna eşliğinde: “Askeri vesayetten kurtulduk. Derin devletten kurtulduk. Darbeciler içeride, yaşasın demokrasi” şeklinde oldu. Uzun süre bu martaval devam etti.
25 Aralık 2012'de başbakanın derin devletle alakalı itirafı işin lanse edildiği gibi olmadığını gösterdi bize: "Bunu tamamen sildik bitirdik yok ettik' böyle bir iddianın içinde olmam mümkün değil" dedi.

Hani askeri vesayet, derin devlet bitmişti...

Tüm kamuoyu başka bir açıklamayla daha da sarsılacak, aslında Ergenekon'un veya nam-ı diğer derin devletin yok edilme yalanının gün yüzüne çıkışı sarsıcı olacaktı. Başbakanın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan bir gazetede yazdığı makalede Aralık 2013 tarihinde: “Orduya kumpas kuruldu” diye yazdı.
AKP'nin cemaatle kavgası, bazı gerçeklerin anlaşılmasında deniz feneri görevi yapıyordu. Nitekim çıkarılan bir yasayla Ergenekon tutukluları bir bir serbest kaldı.

Operasyonlar başladığında bu iradenin ne hükümet ne de cemaate ait olmadığını defaatle yazmıştım.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir generali orduevinden alıp tutuklamak hangi iradenin ürünü olabilir. Albayların darbe yaparak genelkurmay başkanını tutukladığı bir ülkeden söz ediyoruz.

Cumuriyet tarihinde bırakın dokunmayı, hiçbir iktidarın veya oluşumun semtinden geçemediği TSK'nın, mensuplarına yapılan tutuklamaların kendi bünyesinde hiçbir infiale sebebiyet vermemesi sizce de anlamlı değil mi? Zamanında bir albayın, Kara Harp Okulu öğrencilerini darbe için sokağa döktüğü bir ülkeden söz ediyoruz.

Omuzlarındaki yıldızların samanyolu galaksisi kadar çok olan bu dokunulmaz seçkinlere, göz altı ve tutuklama kararı veren savcı ve hakimlerin halen ortalarda dolaşması bile bana inanılmaz geliyor. Bir gecede hepsi yok edilir, cesetleri bile bulunamazdı. Örneklerini yaşadık. Bakanların bile faili meçhule kurban gittiği bir ülkeden söz ediyoruz.

Öyleyse tüm bunların kararını veren daha üst bir yapı söz konusu. Çok daha sağlam bir irade. Yani devlet veya derin devlet adını sen koy.
13 Ocak'ta T24 haber sitesinde AKP kurucularından ve eski genel başkan yardımcılarından Dengir Mir Mehmet Fırat'la yapılan röportajda, başbakanın olanları paralel yapıya bağlamasını anlamsız bulduğunu ifade ederek; “Niye paralel yapıdan bahsedildiğini anlamıyorum; bana göre o paralel yapı değil, bizatihi devlet” diye yorumlamıştı. Buradan da anlaşılacağı gibi, Ergenekon, Balyoz ve bugünkü yolsuzluk operasyonları devletin refleksinden başka bir şey değildir. Geçmişte olanları AKP'nin başarısı, bugünküleri ise cemaatin hamlesi olarak değerlendirmek, siyasi manevradan başkası değildir.

Başbakanın herşeyi siyasi ranta çevirme kurnazlığını artık daha iyi anlıyoruz.

Burada görülen tehlike iktidarın devlet kurumlarını, tek parti dönemine dönüştürmesidir. HSYK, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumların çarklarıyla oynamak rejim için büyük tehlikedir. Devletin söz konusu değişikliklere nasıl bir karşılık vereceğini önümüzdeki dönemde görme fırsatımız olacak.

TUNCAY GÜNEY NASIL KURTULUR?

Ana konudan oldukça ayrılmış olmakla beraber, gelişmelerin fotoğrafını çekmek adına faydalı olduğunu düşünüyorum.

Neyse biz Tuncay Güney'in başına ne gelir? Sorusuna cevap aramaya devam edelim.

Güney'in MİT ve JİTEM, ilişkileri ortaya çıkarılmıştı. Fakat Güney'in gerçekten hangisi için çalıştığı bir türlü çözülememiş, her iki kurumun belli dönemlerde kullandığı varsayılmıştı.

Oysa gerçek biraz daha farklıydı.

'KÖSTEBEK - Jitem Mit ve Mossad Üçgeninde Tuncay Güney ile 240 Gün adlı kitabımda. Güney'le yaşadığım 240 günü anlatırken, onun aslında çok taraflı bir ajan olduğunu yazmıştım.

Eminim MİT ve JİTEM onun gerçek bir vatan haini olduğunu, para için yabancı devlet istihbarat servislerine belge sattığını kitabımdan sonra öğrendi.
Ne yazık ki, bununla ilgili Tuncay'a herhangi bir suçlama yapılmadığı gibi, Ergenekon davasında da sanık veya tanık olarak ismi geçmedi.

Kendileri için çalışan bir ajanın ihanetine uğrayan JİTEM'in, yaptıklarını Tuncay'ın yanına bırakması düşünülemez. Lider kadrosu cezaevinden çıkan yapılanmanın Tuncay Güney'den nasıl bir intikam alacağını doğrusu merak ediyorum. Yüzlerce kişinin yıllarca beton duvarlar ardında kalmalarına sebep olan kişinin kaderi hakkında karar vermesi de kaçınılmaz geliyor bana.

Kanada'da yaşamasına rağmen ulaşılması imkansız değil. Yakın gelecekte, bir araba kazasında hayatını kaybetmesi hiç şaşırtmaz beni. Yolda yürürken, ayağı takılıp kafa üstü betona çarparak beyin kanaması geçirmesi de...


 Önceki gün PKK’lı teröristler, Diyarbakır’dan Trabzon’a giden bir yolcu otobüsünü Bingöl yolu üzerinde durdurarak, otobüsün içinde bulunan bir İngiliz turisti kaçırdı. Kaçırılan turistin terör bölgesinde ne işi var. Türkiye’ye gelen turistler batı dururken, neden Güneydoğu bölgemizi geziyor. Hiç kendinize sordunuz mu?

Yerli turistin bile gitmediği bölgede bir İngiliz, otobüsle seyahat yapıyor. Neden?

2005 yılında Şemdinli’de bombalanan Umut Kitabevi olayından sonra TBMM araştırma komisyonu kurarak, bölgede neler olduğunu mercek altına almıştı. 4 ay süren komisyon çalışmasından sonra 670 sayfalık oldukça çarpıcı verilerin bulunduğu bir rapor hazırlanarak meclise sunuldu. Raporda yabancı ülke gizli servislerinin ajanlarının Güneydoğu’da cirit attığı bilgisi de yer alıyor.

Raporda, gizli servislerin halen bölgeden "elini çekmediği" ve "AB sürecinin izlenmesi adı altında" yabancı ajanların turist görünümünde buraya geldiği belirtildi.
Raporda; "bölgeye tamamen gezme-öğrenme amaçlı gelen yabancı turistlerle, niyetleri ülkenin birlik ve bütünlüğü ve kamu düzeninin bozulmasını hedefleyen turistler" arasında özenle ayrım yapılması, "yörede bulunmaları sakıncalı bulunanlar hakkında tüm idari tedbirlerin eksiksiz alınmasına dikkat çekmenin gerekli olduğu" vurgulandı.

Gizli servis ajanlarının bölgede istedikleri gibi davrandıkları ve AB sürecinin izlenmesinin dışında turist görünümünün de bu amaçla kullanıldığı, raporda şöyle anlatıldı: "Hakkâri bölgesinin geçmişteki konumu, tarihsel geçmişi, sınır olduğu devletlerin niteliği gibi hususlar göz önünde bulundurulduğunda, bazı ülkelerin gizli servislerinin henüz bu yöremizden elini tam olarak çekmediği, Ülkemizin Avrupa Birliği sürecinde kat ettiği süreç ve uygulamaların izlenmesi adı altında bölgeye asıl amaçları PKK terör örgütü ve/veya bu örgüte müzahir kuruluşlara ilişki kurmak suretiyle bölgedeki huzur ve güven ortamının bozulmasına sebebiyet vermek olan bazı kişilerin turist olarak geldiği veya gönderildiği değerlendirilmektedir."

Güneydoğu'da 3 bin ajan var. Bölgede görev yapan istihbarat kaynakları, yabancıların çoğunun 'etnik ayrımcılığı körükleyen' ajanlar olduğunu vurguluyor. Yabancılar arasında ajanlık suçundan dolayı İnterpol tarafından aranan kişilerin olduğuna dikkat çekiliyor. Diyarbakır emniyeti ise yabancıların İngiltere, Belçika, İsveç, Norveç, Finlandiya, İspanya, İsviçre, Fransa gibi Avrupa ülkeleriyle Japonya, İran, Irak ve Suriye'den geldiklerini belirtiyor.

2007 yılında Tercüman Gazetesi’nda çıkan bir haberde eski bir DEHAP’lının açıklamaları ise olayın vehametini bir kez daha kanıtlar nitelikte: “DEHAP Batman eski İl Başkanı Av. Mehdi Öztüzün, gelen heyetlerin iyi niyetli olmadıklarını belirterek, “İnsan hakları kuruluşları, farklılıklarınızı öne çıkarın, kimliğinizi belli edin diye etnik ayrımcılık yapmamız için telkinde bulunuyor. DEHAP İl Başkanı iken bana böyle söyleyen yabancılar oldu. Bunlar gelip köyleri dolaşıyor; ama masum değiller. Batman’da CIA ajanları kol geziyor dedik, bunu mahalli gazetede haber yaptık. Bu duruma kimse inanmadı, fakat gerçeği dile getirdik ve halen de getiriyoruz. ABD’li heyet Irak’taki Kürtleri destekleyin diye bana telkinlerde bulundu.” diyor.”

Meclis raporundan sonra, Güneydoğu’da herhangi bir ajan avına çıkıldığı veya çıkıldıysa bunların sınırdışı edilip edilmedikleri bilinmiyor. MİT’in bu konuda yaptığı çalışmalar ise ne yazık ki, sadece rapor tutmaktan öteye gitmiyor.


Namus bombası sessiz patladı!

 Milletvekili lojmanlarını kendilerine iş sahası seçip Ankara’yı karıştırdılar, canlarını zor kurtardılar!..


Onlar; macera tutkunu dört gençti. İstanbul’un renkli gecelerinin yaşandığı en gözde ve hareketli kulüplerini kendilerine iş alanı olarak seçmiş, jigololuğu meslek edinmişlerdi… Her gece kulüpleri gezer, dans edip, içki içer, özlemlerinin susuzluğunu gidermeye çalışan kadınlarla tanışıp arkadaşlık eder, karşılığında bol para kazanırlardı…
Geceler ve kadınlar onlara, onlar da; seçtikleri yaşam biçimlerine alışmışlardı. Bir zaman sonra içinde bulundukları atmosfer, dört macerapereste monoton gelmeye başlamıştı. İçlerinden biri: “Ankara’ya gidelim” dedi.
Ona Ankara’ya gitme kararı aldırtan; birkaç gün önce tesadüfen tanışıp beş yıldızlı bir otelin dairesinde hoş bir gece geçirdiği, orta yaşlardaki çakır keyifli ve konuşkan kadının anlattıkları olmuştu.. kadın, bir milletvekilinin eşiydi!.. İstanbul’a eğlenmek için gelmiş, birkaç hanım arkadaşıyla birlikte gittiği gece kulübünde tanışıp hoşlandığı genç adamla küçük bir kaçamak yaşamıştı…
Kadının anlattığına göre; Ankara, ağır siyasi atmosferinden ötürü can sıkıcıydı. Milletvekili hanımlarının bazılarını siyasi atmosferin ağırlığı ile eziyordu. Can  sıkıcı resmi davetler, hanımlar arasındaki çay ve konken partileri, siyasi arenanın dedikodudan hemen hemen hepsinin içinin kararmasına neden oluyor, fırsat buldukça seyahate çıkıp içinde bulundukları can sıkıcı havadan sıyrılıp biraz olsun nefes almaya çalışıyorlardı. Eşlerinin yoğun yaşamları; aile düzenini, siyasi entrikalar sinir sistemlerini yıpratıyor, bazı hanımlar kendilerini yalnız hissediyordu..
Hemen hemen hergün çıkılan alış veriş gezileri, ev işleri, eş dost ve ricacıların telefon trafiği, gelip giden konuklarla yapılan sohbetler, iç dünyalarını mutlu kılmaya yetmiyordu. Tabularla çevrili yaşamın yol açtığı baskılar ve yıllar boyu bastırılmak zorunda kalınan özlemler; akıp giden zamanın bakımlı yüzlerde bıraktığı derin izler, göz altlarında oluşan kırışıklıklar, onlara geriye dönüşü olmayan bir yolculuğun kilometre taşlarının büyük bir hızla geride kaldığını anlatmaya yetiyordu…
Ve şairin dediği gibi: “Yaşamak güzel şeydi…” yıllarca bastırmak zorunda kalınan özlemler, hiç hesapta yokken; birden bire patlayabiliyordu. İç dünyalarda bilinç altında sürüp giden bu patlamaların sarsıntıları derin çatlaklar ve uçurumlar açıyordu.

Macera tutkunu dört kafadar genç, artık gittikleri gece kulüplerinde ve diskoteklerde yalnız ve özgür kadınlara profesyonel arkadaşlık ilişkileri kurmanın nimetlerinden yararlanmaya yönelmişlerdi. Her şey tıkırında gidiyor, eğlenip değişik kadınla tatlı maceralar yaşarken para kazanıp rahat ve lüks bir yaşam sürdürüyorlardı… Ne var ki; birkaç yıl geçince İstanbul’un o renkli, heyecanlı geceleri monotonlaşmaya, birlikte oldukları kadınların istekleri de can sıkıcı olmaya başlamıştı.

Arayış içinde kıvranıyorlardı ki; dört kafadardan birisi olan G.Ç. , sürekli gittiği bir gece kulübünde o güne değin hiç karşılaşmadığı türde bir kadınla tanışıverdi. İçkinin baş döndürücü sarhoşluğuna kapılan kadın. Ankara’dan İstanbul’a gezip eğlenmeye geldiğini ve bir milletvekili ile evli olduğunu anlatıvermişti.
İlk kez bir milletvekili eşiyle karşılaşıp birlikte olan G.Ç. kadınla sabahın ilk ışıkları ağarıncaya değin sohbet etmiş, siyaset arenasında olup bitenleri öğrenip şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştu.
Sabah olup içkinin tatlı sarhoşluğundan sıyrılınca bir milletvekilinin karısıyla birlikte olmanın getireceği “tehlike”leri düşünmeye başlamış, bir an önce otelden çıkıp evine kavuşabilmenin selametli olduğunda karar kılmıştı.
Ancak; geceyi birlikte geçirdiği milletvekilinin karısı, kalması için ısrar ediyor, birkaç gün daha kalacağını ve birlikte olmak istediğini söylüyordu.

G.Ç. nin aklından silmeyi başaramadığı milletvekilinin karısının anlattıklarıydı. Ankara’yı ve oradaki gece kulüplerini düşlüyor, işin içinden çıkamıyordu! Acaba, Ankara’ya gidecek olsa, orada başarılı olabilir miydi?..
Dayanamayıp düşüncelerini arkadaşlarına anlattı. Dört macera tutkunu kafadar o gece sabaha değin kendi aralarında tartıştılar, uzun uzadıya planlar yaptılar, başlarına gelebilecek tehlikeleri düşündüler ve Ankara’ gitmeyi kararlaştırdılar.

Bugüne değin pek çok deneyim yaşamışlar, beklemedik anlarda karşılaştıkları her türden aksiliğin üstesinden gelip paçayı kurtarmayı başarmışlardı ya, ne olursa olsun yine bir çözüm bulurlardı.. bir sabah uçağa atladıkları gibi, kuş misali başkentte uçtular.
Otele yerleşir yerleşmez telefona sarılan “G.Ç.” İstanbul’da birlikte olduğu milletvekilinin karısını aradı ve Ankara’da olduğunu bildirdi. Çok beklememiş, maceraya ve aşka susamış kadın; ikidir hem bir çekirdek olmuş gülen gözleriyle gözlerinin içine bakmaya başlamıştı.. Birkaç gün sonra; birlikte çıkılan gezilere kadının arkadaşları da katılmaya başlamıştı… Ve “G.Ç.” arkadaşlarını devreye sokmakta gecikmedi. Her şey tıkırında gidiyordu. On gün geçmeden dört kafadar da, birer av yakalamayı başarmıştı. Milletvekilinin karısı, yine kendisi gibi milletvekili karısı olan üç kadın daha bulmuştu.
Sıkıfıkı arkadaşlıklarda kadın-kadına sohbetlerdeki fısıltılar ve yaşanan güzel anların tutkulu anlatımları, aşka ve ilgiye susamış arkadaşlarının da ilgisini çekmiş, tutkuları ve özlemleri ağır basmıştı.

Zaman içinde İstanbul-Ankara arasında yoğun bir kaçamak trafiği yaşanmaya başlamış, dört kafadar da, umduklarından daha çok para kazanır olmuşlardı.. Her şey rayında gidiyordu ki; para ve pahalı hediyeler karşılığında aşk satan dört kafadar, işi şımarıklığa döküp içinde bulundukları koşulları zorlamaya başladılar.
Uzaktan bir akraba olarak girip çıktıkları milletvekili lojmanlarında başka “kuşlar”ın da etini yemeğe kalkıştılar… Bu aç gözlülüğe kadınların “sezgileri” ve “kıskançlıkları” da eklenince; rotasında giden işler bir anda karışıvermiş ve içlerinden birisi oyunun “uzatmalarını” sürdürürken lojmanda bir milletvekilinin zamanlama hatasına kurban gidip yakalanmıştı!
Yaşadığı “şok”a karşın, soğukkanlılığını yitirmeyen milletvekili kocanın elinden güç kurtulan jigolo, canını kurtarıp lojmanlardan dışarıya çıkabildiğinde bildiği tüm duaları okuyordu. Arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’a hareket ettiler. Evlerinden içeriye girdiklerinde yakayı kurtardıklarına şükrediyorlardı. Nevar ki; kurtulamamışlardı.. Karısını “öldüresiye” döven milletvekili koca, jigoloların telefon numaralarını, adreslerini ve kimliklerini tespit etmiş, İstanbul’daki adamlarına bu dört “serseriyi” bir güzel benzetmeleri ve işlerini bitirmeleri talimatını vermişti.

İstanbul’a dönmelerinin ardından üç gün geçmiş, kapılarına “tekin” olmayan birtakım adamlar dayanıvermişti!
O gün, o çok sevdikleri evlerini terk edip izlerini kaybettirmeye çalıştılarsa da, birkaç gün sonra “belalı” adamlara yakayı kaptırdılar. “Bir daha Ankara’ya adımlarını bile atmamaları için” tekmelenmişlerdi. Dişleri ve kemikleri kırılmış, küçük bir ikaz almışlardı…
Ama; olsundu, onlar buna da şükrediyorlardı. Canlarından olmadıkları için kendilerini şanslı sayıyorlar, Tanrı’ya dua ediyorlardı.

G.Ç. bir ay kadar geçtikten sonra; Ankara’ya telefon açıp birlikte olduğu milletvekilinin karısına olup bitenleri anlatınca, kadın; ilk uçakla İstanbul’a gelmişti.
Onunda anlatacakları vardı. Olanlar, milletvekili lojmanlarında bir “bomba” gibi patlamıştı ama; hiç kimse bu konuda konuşmuyordu. Herkes her şeyi biliyor, fakat hiç kimse hiçbir şey bilmiyordu.
Milletvekili koca, karısının  koynunda yakaladığı gencin ardından bunalıma girmiş, pisikolojik tedavi görmeye başlamıştı. O gün karısını öldüresiye döverken, evinden taşan çığlıklar herkesin dikkatlerini çekmişti.
Aile içinde küçük bir anlaşmazlık diye düşünülmüşse de, nedeni hemen anlaşılmıştı. Milletvekili kafayı çekip dünyaya ve hayata kahrettiği bir gece yakın bir dost bildiğine başından geçenleri anlatınca, olay tüm Ankara’ya yayılmıştı.
Milletvekiline partisinin lideri bir sohbet anında “mesajı” vermiş, akıllı olmak gerektiğini söylemişti. Ve arkasından da, “Sabır, en büyük erdemdir” demeyi unutmamıştı!
Bu olayın milletvekili lojmanlarında bomba gibi patlamasının ardından kadının en yakın arkadaşları da, göz hapsine alınmışlar ve “mim”lenmişlerdi.
Fısıltılı konken partilerinin ençok konuşulan konusu: “Milletvekili Lojmanları”nı kendilerine iş sahası olarak seçen jigololar olmuştu.

İstanbul’a gelen “G.Ç.”nin müşterisi milletvekilinin karısının anlattıkları hiç de iç açıcı değil şeyler değildi. Artık görüşmemeliydiler!
Görüşmeleri  büyük riskti. Birbirlerine delicesine tutkundular, biran bile olsa ayrı kalmaya dayanamıyorlardı ama, olsundu. Sular durulana değin hiç görüşmemeliydiler. Ertesi gün erkenden İstanbul’dan Ankara’ya uçan milletvekilinin karısı, “son bahşiş” olan, kalın bir sarı zarfı eline tutuştururken, “Lütfen, artık beni arama” diyebilmiş, aşkını yüreğine gömmeyi yeğlemişti.
Profesyonel aşk çocuğu “G.Ç.” ve kendisi gibi “aşk çocuğu” olan arkadaşları, artık eskisi kadar cesur değiller. Bu yüzdende, yalnızca “dullara” hizmet veriyorlar.. Tabi artık eskisi kadar bol para kazanamıyorlar ve birlikte olmak zorunda kaldıkları kadınların yaş ortalamalarında artış var ama; “risk” sıfıra indiğinden, “ekmek parası” uğruna katlanıyorlar.

G.Ç. Bir süre sonra, Ankara’daki milletvekilleri bizi unuturlar. Ve ancak o zaman içimiz rahata erebilir. Şimdi eskiden iş tuttuğumuz ve pek çok müşterimizin olduğu gece kulüplerine gidemiyoruz. Ne olur, ne olmaz…Ama; bir süre sonra unutulur, kapanır gider. Seçimler yaklaşınca bizi akıllarından çıkartır, unuturlar” diyor.

Bizim jigololar milletvekili lojmanlarında yaşadıkları maceraları şimdiden “unutmaya” hazırlar, yeter ki başlarına bir şey gelip de, beklenmedik bir anda kamyon kazasına uğrayıp zamansız göç etmesinler. Hala tehdit edildikleri için, “diken” üstündeler.

Kemal Kaplan - KÖSTEBEK/JİTEM – MİT VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN (S. 325-333) (Stigma – 2010)



KEMÂL KAPLAN
Şubat 2011

Geçmişte uzun dönem kullanılan bir deyim vardı. “Vehbi Koç kadar zengin miyim ki...” Türkiye’de zenginlik, fabrikatörlük akla gelince ilk isim Vehbi Koç idi. Sabancı ondan sonra gelirdi. Başkent olduktan sonraki ilk yıllarında, kasabadan şehre dönüşen Ankara’da, bakkal dükkanında başlamıştı Vehbi Koç’un ticari macerası... Eski bir televizyon programında o yılları şöyle anlatmıştı kendi şivesiyle: “Çok güçcüktüm o zaman, babamın bakkal dükkanında çıraklık yapardım. Yerleri süpürür, temizlik işlerine bakardım. Dükkanı yeni açmıştık. Birkaç tekerlek kaşar almış dolaba koymuştuk. Aradan biraz zaman geçmiş, kaşarlarda güçcük güçcük kurtlar peydah oldu. Babamla beraber kurtları temizlemek için peynirleri delik deşik etmiştik. Peynirleri satan tüccar durumu öğrenince bize çok güldü. Oysa o kurtlar peynirin yağı oluyormuş daha sonra öğrendik...”
Bakkal dükkanından, ülkenin en büyük sermaye grubu olan Koç Holding’i Vehbi Koç inşaa etmiş, yıllarca aldığı doğru kararlarla holdingi büyütmeye devam ettirmişti.

Uzun yıllar sonra yaşlanmış, sağlık sorunları baş göstermişti. Bayrağı devretme zamanı gelmişti. Oğlu Rahmi Koç göreve hazırdı. Holding yönetimi oğlana emanet edildi. Baba inzivaya çekildi.
Rahmi Koç, babasının aksine her zaman medya önünde olmuş, sosyete dünyasının aranan simaları arasında yer almıştı.

Rahmi Koç 90'lı yıllarda, Türkiye Aleyhinde yıkıcı faaliyetleriyle bilinen Fener Rum Patriği 
Bartholomeus'un elini öptüğünde büyük tartışmalar yaşanmıştı.


                                                                                                                                                                                    

90’lı yıllarda Rum Patrikhanesi’nin hamisi gibi davranmaya başlayan Rahmi Koç, Rum Patriği Bartalemeus’un elini öperken görüntülendiğinde ise kıyametler kopmuştu. Ticari başarılarından ziyade, siyasi çıkışlarıyla basında yer almaya başlayan Koç, özellikle sağ basının hedefi haline geldi.

2000’li yıllarda da holding yönetimini daha fazla devam ettirmek istemeyip, oğlu Mustafa’ya devrederek, tekneyle dünya turuna çıktı.

2005 yılında görüştüğüm ve Koç Holding’de önemli görevler üstlenmiş olan biri. Rahmi Koç’la ilgili şunları anlatmıştı: “Babası Vehbi Koç gibi, ticari bir zekâya sahip değildi. İlgi duyduğu alanlar, onun holdingde yanlış kararlar almasına neden oluyordu. En iyisini yaptı, Mustafa’ya devretti işi”

Rahmi Koç, özellikle değerli tablolar ve tarihi eserlere olan ilgisiyle de gündeme geliyor, Koç Holding çeşitli tarihi kazılara sponsor oluyordu.
Tuzla açıklarında bulunan adasını iddialara göre, tarihi eserlerle doldurmuştu. Koç sosyeteye bu adada görkemli davetler veriyordu.

Bir gazeteci arkadaşım, Rahmi Koç’un Tuzla açıklarında bulunan adasıyla ilgili haber yapmıştı.
Haberde, adada birçok tarihi eser saklandığı, Rahmi Koç’un ülkenin çeşitli yerlerindeki kazılarda bulunan bazı eserleri adasını süslemek için kullandığı iddia ediliyordu.

Strateji Dergisi'nde beraber çalıştığımız esnadaTuncay Güney bir gün, “Marmara Denizi’nde Rahmi Koç’un bir adası var. Bana onun fotoğrafları lazım” demişti.

"Hayırdır ne yapacaksın fotoğrafları."
"Lazım."
"İyi de..." "MİT istiyor." "Senden mi? "Evet." "Neden?"
"Nereden bileyim. Demek ki gerekiyor." 
"İyi de ülkenin koskoca istihbarat teşkilatı neden kendi halletmiyor? Veya bugüne kadar ellerinde yokmuy muş da şimdi istiyorlar?
"Kemâl hocam. Olmaz mı? Elbette vardır. Fakat son durum için yeniden istiyorlar. Kendileri
çekemez mi? Çekemezler... Herhangi bir görevli gitse ve yakalansa, kimliği açığa çıksa..."
"Ne olur?"
"Adanın üzerinden uçak veya helikopter bile uçuramıyorlar. Anlaşmaları varmış."
"Anlaşma mı? kiminle?"
 "Rahmi Koç ile..."
 "Nasıl bir anlaşma. Ada Türkiye sınırları içinde değil mi?"
"Bilemem. Adayı fotoğraflamak gerek."
"Kolay iş."
 "Kolay mı? Oooo Kemâl hocam, aştın kendini."
"Kolay derken gidip çekeceğiz manasında söylemedim. Çekilmişi var."
 "Neee gerçekten mi?"
"Evet."
 "Nerede? Kimde?"
  "Birkaç yüz dolara alırım fotoğrafları."
"Ok. Ne zaman alırsın."
"Ne zaman istersen."

Geçmişte aynı gazetede çalıştığımız, “Koç Adası” haberini yapan arkadaşla hemen irtibat kurdum. Fotoğrafların kendisinde bulunduğunu, ne yapacağımı sordu. Soru sormamasını, kaç paraya satacağını sordum. Sanırım 200 dolara gidip fotoğrafları aldım.

Tuncay’a götürdüğümde keyfine diyecek yoktu. Dialara bir bir bakıp, hemen ofisten ayrıldı.
Ertesi gün döndüğünde, o kadar keyifli değildi. “Fotoğraflar yetersiz bulundu. Yeniden çekilmesi gerekiyormuş.”

 "Tüh."
"Nasıl çekeceğiz?"
 "Bizim arkadaşlar, tekne kiralayıp gitmişlerdi. Teleobjektifli fotoğraf makinası bul gerisi kolay."

İki gün sonra, Tuzladaydık. Bir balıkçı tekenesiyle anlaştık. Adamlar adaya yaklaşmak istemiyorlardı. “Adaya yaklaşmayın, Ateş açarız” diye megafonla anons yapıyorlarmış.
İyi korkutmuşlar balıkçıları. Adaya yaklaşmaya başlayınca, Tuncay fotoğraf makinasını bana verdi.

 "Kemâl hocam, iyi kareler yakala."
"Gazeteci olduğumu unutuyorsun. Sen hiç merak etme, işim bu."

Hava puslu olduğu için kaliteli görüntü almak güç oluyordu. Balıkçılar da adaya fazla yaklaşmak istemiyorlardı. Tuncay daha fazla para teklif edince iş değişti. Adada bir kör nokta olduğunu, oraya yaklaşılsa bile kimsenin görmediğini söyleyen kaptan, adanın arka tarafına dümen kırdı.
“Burası kayalık olduğu için, herhangi bir güvenlik tedbiri almamışlar. Bizim oltacılar oranın balığı bol olduğu için, gidip avlanıyorlar. Kimse görmeden...”

Tuncay’a dönerek;

"Adaya buradan çıkabiliriz. Ne dersin çıkalım mı?"
  "Delimisin sen? Milyar verseler çıkmam."
 "Korkuyor musun?"
"Evet. Ayıp mı? Korkuyorum."
 "Ben çıkabilirim."
  "Başına iş açma. Gayet güzel fotoğraflar çektik. Gidelim artık."
 "Sen bilirsin."

Dört makara film harcamış, İyi iş çıkarmıştık... Fotoğraflar 4-5 gün Tuncay’ın masasının üzerinde durdu. İlk getirdiğim fotoğrafları zaman kaybetmeden yerine ulaştıran Tuncay bunlar için acele etmiyordu. Nedenini sorduğumda, “Onlar alacak” dedi.

Ertesi gün, daha önceden MOSSAD için çalıştığını söylediği biri geldi. Tuncay fotoğrafları ona verdi. Şaşırıp kaldım...

O dönemde Rahmi Koç, çok önemli bir konuda odak noktası olmuştu. İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın özerk bir yönetim tarafından yönetilmesi gerektiğini savunuyordu. Rahmi Koç kurduğu, Deniztemiz Derneği’ne (TURMEPA) bununla ilgili bir proje hazırlattığını söylüyordu.

3 Ekim 1997 tarihli Milliyet Gazetesi konuyu sekiz sütuna manşet atarak gündeme taşımıştı: BOĞAZ’A ÖZERKLİK.

Rahmi Koç haberde,  "Çanakkale ve İstanbul Boğazı'na tek yönetim şart" diyordu.
Haberin ilerleyen satırlarında Koç şunları söylüyordu:

“İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının tek bir idare altında toplanması gerekiyor, bu konu üzerinde çalışıyoruz. Bu çok önemli çünkü şimdiki düzenlemede çok kişi karışıyor boğaz geçişlerine, her kafadan bir ses çıkıyor. Özel bir kuruluş istemiyoruz, özerk bir kuruluş istiyoruz. Eğer bunu yapabilirsek, gerek Birleşmiş Milletler bünyesindeki İnternational Maritime Organization'a (IMO) gerek de dünyanın büyük sigorta şirketlerine, petrol ve nakliye şirketlerine tek bir muhatap olacaktır, bu da çok iyi Türkiye bakımından”
...........
“Ve bir de politik boyutu var biliyorsunuz. Montreux Anlaşması'nda Boğazlar açık deniz sayılıyor, onun için bu projeyi hazırladığımızda Dışişleri Bakanlığı'na gideceğiz, askerlere gideceğiz, devlet ve askeri erkana anlatacağız bunu, ikna edeceğiz, yanlış tarafımız varsa onlar söyleyecekler, biz de düzelteceğiz, fakat kanun olarak Meclis'e gittiği zaman herhangi bir tepki gelmemesini arzu ediyoruz. Bütün parti başkanlarına da gidip anlatacağız”

Rahmi Koç’un projesine en büyük destek 28 Şubat’ın önemli komutanlarından Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’dan gelmişti.
Erkaya 30 Ağustos 1997’de emekli olunca, apar-topar büyükelçi ünvanı verilmiş. Yeni kurulan hükümetin başbakanı olan Mesut Yılmaz’a, (ne rastlantıdır ki) Boğazlardan Sorumlu Başbakanlık Başdanışmanı olarak atanmıştı.

Güven Erkaya aynı zamanda Rahmi Koç’un kurduğu Koç Üniversitesi’nde de mütevelli heyetine seçilmişti.
Rahmi Koç ile siyasi görüşü örtüşen ve Koç’un projelerinin devlet katında itibar görmesi için çalışan Erkaya, Yunanistan’a yaranmak için Koç ile adeta yarışıyordu.

Erkaya Yunanistan’a jest olsun diye hazırladığı bir raporda, “EGE ORDUSU KALDIRILSIN” diyerek haddini aşıyordu.

Mesut Yılmaz’dan sonra başbakan olan Bülent Ecevit döneminde de başbakanlık başdanışmanlığı görevini sürdüren Erkaya, hazırladığı raporla Türkiye gündemine bomba gibi düşecekti: 22 Mayıs 2000 tarihli Sabah Gazetesi’nin haberine göre, Ecevit’e “Gizli Aksiyon Planı” sunan Erkaya, plana göre Yunanistan’a iyi niyet(!) göstergesi olarak Ege Ordusu’nun kaldırılmasını ön görüyordu. Haber siyasi ve askeri çevrelerde şok etkisi yarattı.

Sabah Gazetesi’nde yapılan röportajda Erkaya, Yunanistan’ın karasularını 6 mile indirmesini taahhüt etmesi için iyi niyet göstergesi olarak önce bizim adım atmamız gerektiğini ve Ege Ordusu’nun kaldırılması gerektiğini söyleyerek, görüştüğü Yunanlılar sayesinde de bunu test ettiğini şu cümlelerle açıklıyordu:

"Çeşitli vesilelerle bir araya geldiğim Yunanlı meslektaşlarım ve Yunanlı hukukçular nezdinde kişisel görüşlerim olarak ileri sürülerek test edilmiştir. İleri sürdüğüm gayriresmi nitelikli görüşlerimin, büyük ilgi gördüğünü de tespit etmiş bulunuyorum"

Uğur Mumcu suikastı zanlısı olarak tutuklanan Abdullah Argun Çetin, 23 ay cezaevinde yattıktan sonra olayla ilgisi bulunmadığı gerekçesiyle serbest bırakıldı. Çetin mahkemede başka ülke adına ajanlık yaptığını da itiraf etmişti. Aksiyon Dergisi 2000 yılının ağustos ayında Çetin’le röportaj yapmış, Argun Çetin Güven Erkaya’yla ilgili ilginç iddialarda bulunmuştu:

“28 Şubat’ın mimarı Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’dır. Güven Erkaya MİT’e başkan olacaktı, ama yapamadılar. Şaibeli bir kanser teşhisi önünü kesti. Mesut Yılmaz Başbakan’dı o dönemde. Boğazlar’dan sorumlu danışman yaptılar. Yılmaz’a bastırdılar. Ama MİT’in içinde asker—sivil çatışması vardı. Siviller asker istemediği için engel oldular. Bunun üzerine Güven Erkaya’nın ağzını kapatabilmek için bayağı geniş yetkilerle Boğazlar’dan sorumlu danışman yaptılar. Ama asli görevi Tansu Çiller’in 1996’da yapmaya çalıştığı Amerika’daki FBI ve diğer istihbarat birimleri gibi birbirinden ayrı çalışan iç istihbarata dönük birimin başında olmaktı. Boğazlar danışmanlığı işin kamuflajı idi. Fakat ömrü vefa etmedi”

Güven Erkaya, “Ege Ordusu Kaldırılsın” dedikten 32 gün sonra, 24 haziran 2000’de ölmüştür. Ölüm nedeni olarak kanser gösterilmiştir.

Rahmi Koç, Güven Erkaya’nın ölümünden 3 yıl sonra, Koç Holding Yönetim Kurulu başkanlığından ayrıldı. Kendini tekne gezilerine verdi. Bugün Koç’un 'Boğazlara Özerklik' veya Erkaya’nın 'Ege Ordusu Kaldırılsın' projelerinden kimse söz etmiyor. Koç konuyla ilgili herhangi bir açıklama veya yorumda bulunmadığı gibi ortalarda da görünmüyor.
Koç Adası Kuş bakışı.

(Yukarıda okuduğunuz metin KÖSTEBEK - MİT JİTEM VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN ADLI KİTABIMDAN ALINMIŞTIR)