Articles by "MİT"
MİT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Soğukkk. 
Bir şubat günü... Mermer zemin soğuğun azametini daha bir arttırıyor. Kalabalık sessiz... Sessiz kalabalıklar mecazen ziyadesiyle görülür, pratikte az.

Askeri erkân, vali, belediye başkanı, eski ve yeni istihbaratçılar, bazı politikacılar, bazı gazeteciler kalabalığı oluşturan zevattı. Tayyip Erdoğan'ın 'Selâtin Camii' tanımlamasıyla açtığı Ataşehir Mimar Sinan Camii avlusu bizi mermer sütunlarıyla sarmalıyordu.



Tanışalı 18-19 yıl olmuştur. MİT'in tarihte deşifre ettiği tek ajanı Mahir Kaynak'la ilk irtibatım telefonla idi, bir haber hakkında görüş almıştım. Haber kaynağının ayağına gidemezsen telefon açar, telefonu bir kayıt cihazına bağlar, sorular sorar cevapları alır oturur kasedi çözersin. Haberci için hızlı haber yapma tekniği...

Geçen zaman içinde şahsen tanışma fırsatı bulmuş, bilgi, birikim ve öğütlerinden ziyadesiyle faydalanmıştım. Ketum olan istihbaratçıların aksine Kaynak, bilgi paylaşımında sakınca görmezdi. Öldürülme riski olmasına rağmen, oturduğu apartmanda hiçbir güvenlik önlemi olmadığı gibi, girişteki zilde de adını yazmaktan geri durmamıştı. Bu onun meydan okumasıydı. 

Köstebek adlı kitabı yazmayı planladığımda kendisine danışmış: "Bir süre bekle, sisler bir aralansın" öğüdünü dinleyip, Ergenekon Operasyonu'ndan birkaç yıl sonra kitabı kaleme almıştım. Önsöz yazmasını istediğimde ise, kitabı okumuş sonra, MİT'in adının bulaştığı Tuncay Güney vakıası için, "Beni bu işe bulaştırma, on kitap yaz onuna da önsöz yazayım" demişti. Güney'in MİT ilişkisi hakkında benim bilmediğim bilgilere muhakkak vâkıftı. Paylaşmada cömert dediysem istisnaları olurdu elbette...

Bir defasında, "Hocam, çalıştığınız kurum sizi deşifre etti. Zor günler geçirdiniz. Üniversitede öğrenciler tarafından yuhalandınız. Özellikle 90'larda itibar tazelediniz. Yorum, teori ve öngörülerinizi insanlara anlatacak TV programları yaptınız. Bu misyonu kendinize siz mi yüklediniz? Neyi amaçlıyorsunuz?" demiştim. "Bilgimin zekâtını veriyorum. Bir oyun oynuyorum ama sonu belli. Biliyorum ki ben kaybedeceğim. Lakin iyi oynamalıyım." diye cevaplamıştı.

Şubat soğuğunda bizi mermer avluya hapseden musalla taşındaki tabutun içinde yatan Mahir Kaynak idi. İlk defa gittiğim Mimar Sinan camine ezan sesiyle girdim. Musalla taşındaki Kaynak'ın yanına usulca yaklaşıp, merhuma bir fatiha gönderdim. Dirilerin acısını paylaşmak için taziye kuyruğuna girdim. Kızı Deniz hanımın, damat ve tanımadığım torunlarından sonra, eşi Şükran hanımın elini öperek başsağlığında bulundum ve diğer çocuklarıyla...

Cenaze törenlerinde enteresan insan manzaraları olur. Merhum hakkında konuşulanların yanında, sık görüşemeyen ahbaplar için iyi bir buluşma yeridir. Ayaküstü hoş-beşlerle hasret giderilmeye çalışılır, randevu sözleri alınır. Bunları yaparken üzüntülü çehrenizi bozmayacak, asla kahkaha atmayacak, küçük gülümsemelerle işi geçiştireceksiniz.

Mahir hocanın cenazesinde de değişen bir şey yoktu.

Cenaze namazına saf tutarken, çelenkler dikkatimi çekti. Süleyman Demirel, eski harbiyeli olduğu için TSK, büyükşehir belediye başkanı, vs.lerin içinde "müsteşar" yazılı bir çelenk gözden kaçmıyordu. Gözden kaçmıyordu çünkü en ortada en görünen yerdeydi. Bir an durumu çözemedim. Sonra "aptallığım atmosferin kasvetinden" avuntusuyla, çelengi MİT'in gönderdiğini anladım. İyi de neden "MİT müsteşarlığı" veya "MİT müsteşarı Hakan Fidan" veya sadece "Hakan Fidan" yazmıyordu. Absürd ve kaba buldum. Kimin fikriydi. Yoksa teamüller mi böyleydi. Anlamsız, mantıksız davranışlara "teamül" kulbu takılması uygarlık nasipsizliğinden herhalde.

En popüler, en çok konuşan, kalbi herkese açık istihbaratçı Mahir hocayla bir güzel helâlleştik. Son görevimizi ifâ ettik. 

Allah rahmet etsin.
 




2001 yılında emniyette ifade verdikten sonra, Veli Paşa'ya giden Tuncay, olayı anlattıktan sonra, emniyetteki ifade ortadan kaldırıldı. Tuncay'a da "S..tir git. ABD'den 10 seneden önce geri dönme" denildi. Ancak bir ayrıntı unutuldu. Adil Serdar Saçan ifade tutanağının kopyasını muhafaza etti. Yıllar sonra bu tutanağın, yüzlerce insanın ve kendisinin hapse girmesine neden olacak tarihin en büyük operasyonunu başlatacağını kim bilebilirdi.

Ergenekon'dan neredeyse tüm tutuklular tahliye edildi. Görünüşte 2007 yılında Tuncay Güney'in ifadesiyle start alan operasyonlar zincirinde, Veli Küçük kilit noktada görünüyordu. Küçük ile birlikte birkaç kişi daha Ergenekon'un operasyonel gücünün başında bulunduğu iddia ediliyordu.

Ne var ki; Kamuoyuna Ergenekon örgütü olarak lanse edilenlerin ve cezaevinde tutuklu bulunanların, Ergenekon'dan kopan bir grup olduğunu söylemekte bir behis yok. Operasyonlar özellikle ABD basınında, derin devlet ve Ergenekon olarak karşılık bulmamıştı.
ABD ordusunda kullanılan bir terim olan 'ÖRDEK ÇAVUŞ' bizim Ergenekon operasyonuna verilen ad idi ABD'de.
Türkiye'deki operasyonlar; mevcut yapıyı kabullenemeyen bir grup ayrılıkçının Ergenekon'dan ayrı bir yapılanma içine girmesi sonucu gerçek Ergenekon'un refleksi olarak değerlendirildi.

Burada kamuoyunun yönlendirilmesi davul zurna eşliğinde: “Askeri vesayetten kurtulduk. Derin devletten kurtulduk. Darbeciler içeride, yaşasın demokrasi” şeklinde oldu. Uzun süre bu martaval devam etti.
25 Aralık 2012'de başbakanın derin devletle alakalı itirafı işin lanse edildiği gibi olmadığını gösterdi bize: "Bunu tamamen sildik bitirdik yok ettik' böyle bir iddianın içinde olmam mümkün değil" dedi.

Hani askeri vesayet, derin devlet bitmişti...

Tüm kamuoyu başka bir açıklamayla daha da sarsılacak, aslında Ergenekon'un veya nam-ı diğer derin devletin yok edilme yalanının gün yüzüne çıkışı sarsıcı olacaktı. Başbakanın siyasi başdanışmanı Yalçın Akdoğan bir gazetede yazdığı makalede Aralık 2013 tarihinde: “Orduya kumpas kuruldu” diye yazdı.
AKP'nin cemaatle kavgası, bazı gerçeklerin anlaşılmasında deniz feneri görevi yapıyordu. Nitekim çıkarılan bir yasayla Ergenekon tutukluları bir bir serbest kaldı.

Operasyonlar başladığında bu iradenin ne hükümet ne de cemaate ait olmadığını defaatle yazmıştım.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir generali orduevinden alıp tutuklamak hangi iradenin ürünü olabilir. Albayların darbe yaparak genelkurmay başkanını tutukladığı bir ülkeden söz ediyoruz.

Cumuriyet tarihinde bırakın dokunmayı, hiçbir iktidarın veya oluşumun semtinden geçemediği TSK'nın, mensuplarına yapılan tutuklamaların kendi bünyesinde hiçbir infiale sebebiyet vermemesi sizce de anlamlı değil mi? Zamanında bir albayın, Kara Harp Okulu öğrencilerini darbe için sokağa döktüğü bir ülkeden söz ediyoruz.

Omuzlarındaki yıldızların samanyolu galaksisi kadar çok olan bu dokunulmaz seçkinlere, göz altı ve tutuklama kararı veren savcı ve hakimlerin halen ortalarda dolaşması bile bana inanılmaz geliyor. Bir gecede hepsi yok edilir, cesetleri bile bulunamazdı. Örneklerini yaşadık. Bakanların bile faili meçhule kurban gittiği bir ülkeden söz ediyoruz.

Öyleyse tüm bunların kararını veren daha üst bir yapı söz konusu. Çok daha sağlam bir irade. Yani devlet veya derin devlet adını sen koy.
13 Ocak'ta T24 haber sitesinde AKP kurucularından ve eski genel başkan yardımcılarından Dengir Mir Mehmet Fırat'la yapılan röportajda, başbakanın olanları paralel yapıya bağlamasını anlamsız bulduğunu ifade ederek; “Niye paralel yapıdan bahsedildiğini anlamıyorum; bana göre o paralel yapı değil, bizatihi devlet” diye yorumlamıştı. Buradan da anlaşılacağı gibi, Ergenekon, Balyoz ve bugünkü yolsuzluk operasyonları devletin refleksinden başka bir şey değildir. Geçmişte olanları AKP'nin başarısı, bugünküleri ise cemaatin hamlesi olarak değerlendirmek, siyasi manevradan başkası değildir.

Başbakanın herşeyi siyasi ranta çevirme kurnazlığını artık daha iyi anlıyoruz.

Burada görülen tehlike iktidarın devlet kurumlarını, tek parti dönemine dönüştürmesidir. HSYK, Danıştay ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumların çarklarıyla oynamak rejim için büyük tehlikedir. Devletin söz konusu değişikliklere nasıl bir karşılık vereceğini önümüzdeki dönemde görme fırsatımız olacak.

TUNCAY GÜNEY NASIL KURTULUR?

Ana konudan oldukça ayrılmış olmakla beraber, gelişmelerin fotoğrafını çekmek adına faydalı olduğunu düşünüyorum.

Neyse biz Tuncay Güney'in başına ne gelir? Sorusuna cevap aramaya devam edelim.

Güney'in MİT ve JİTEM, ilişkileri ortaya çıkarılmıştı. Fakat Güney'in gerçekten hangisi için çalıştığı bir türlü çözülememiş, her iki kurumun belli dönemlerde kullandığı varsayılmıştı.

Oysa gerçek biraz daha farklıydı.

'KÖSTEBEK - Jitem Mit ve Mossad Üçgeninde Tuncay Güney ile 240 Gün adlı kitabımda. Güney'le yaşadığım 240 günü anlatırken, onun aslında çok taraflı bir ajan olduğunu yazmıştım.

Eminim MİT ve JİTEM onun gerçek bir vatan haini olduğunu, para için yabancı devlet istihbarat servislerine belge sattığını kitabımdan sonra öğrendi.
Ne yazık ki, bununla ilgili Tuncay'a herhangi bir suçlama yapılmadığı gibi, Ergenekon davasında da sanık veya tanık olarak ismi geçmedi.

Kendileri için çalışan bir ajanın ihanetine uğrayan JİTEM'in, yaptıklarını Tuncay'ın yanına bırakması düşünülemez. Lider kadrosu cezaevinden çıkan yapılanmanın Tuncay Güney'den nasıl bir intikam alacağını doğrusu merak ediyorum. Yüzlerce kişinin yıllarca beton duvarlar ardında kalmalarına sebep olan kişinin kaderi hakkında karar vermesi de kaçınılmaz geliyor bana.

Kanada'da yaşamasına rağmen ulaşılması imkansız değil. Yakın gelecekte, bir araba kazasında hayatını kaybetmesi hiç şaşırtmaz beni. Yolda yürürken, ayağı takılıp kafa üstü betona çarparak beyin kanaması geçirmesi de...


"Türkiye bir ağaçtır. Gürlediği zaman budanacak, ölmeye yüz tuttuğu zaman da sulanacak. Eğer Amerika, Avrupa, Rusya, Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçerlerse Türkiye'deki terör bıçakla pastayı kesmiş gibi biter. Eğer emellerinden vazgeçmezlerse, ASALA biter, PKK başlar, PKK biter, bir başka bela başlar. "


Türkiye’nin 30 yıldır başına bela olan; yaklaşık 30 bin insanın canına, milyarlarca dolara mâl olan PKK belasından kurtuluyoruz. Sevinmeli miyiz?
Yıllarca TSK ve emniyet güçlerinin her türlü silah ve teçhizatla ve binlerce personelle bertaraf edemediği terör örgütünü, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) kapsamında ABD, “bitsin” dedi ve terör bitiyor.

Abdullah Öcalan, hapse girdiğinden itibaren örgütü yönetmeye devam etti. Türkiye Cumhuriyeti dünyada eşine rastlanmayan bir olaya seyirci kaldı. Dünyanın hiçbir ülkesi yoktur ki, yakaladığı örgüt liderine, hapisten örgütünü yönetme imkânı tanısın. Yoksa her şey bir oyun muydu? Yoksa Türk halkı 30 yıldır kandırıldı mı?

Öncelikle film şeridini biraz gerilere saralım ve PKK’nın kuruluş yıllarına dönelim.
PKK 1984 yılındaki ilk eylemini gerçekleştirmeden önce, Türkiye’nin başında başka bir bela vardı: ASALA.


ASALA 1973 yılında, sözde Ermeni soykırımını dünyaya duyurmak amacıyla kurulmuş bir terör örgütüdür. Eylemlerine son verdiği 1984 yılına kadar; 21 ülkenin 38 kentinde, 39'u silahlı, 70'i bombalı, biri de işgal şeklinde olmak üzere toplam 110 terör olayı gerçekleştirmişlerdir. Bu saldırılarda Türkiye'nin 42 diplomatı ile 4 yabancı uyruklu kişi hayatını kaybederken, 15 Türk ve 66 yabancı uyruklu kişi de yaralanmıştır.
ASALA-PKK ilişkisinin temeli 1980’lerin ilk yarısında Filistin’de atılır. İlişkilerin başlamasında en önemli rolü ASALA’yı eğiten George Habbaş üstlenir. Kürdistan News and Commet Dergisi’nde ASALA ve PKK ortak bir deklarasyon yayınlayarak “Türkiye’deki yönetimin faşist olduğunu Ermeni ve Kürt halkı adına faşist Türkiye’ye karşı ortak eylem kararı aldıklarını” bildirir. 
1984 yılından sonra ASALA’da  kopmalar başlar, üçe bölünür. ASALA’nın başındaki Agop Agopyan’ın faili meçhul bir cinayete kurban gitmesiyle ASALA tarihe karışır. 1984 yılında PKK ilk kanlı eylemini Eruh’da gerçekleştirir.
ASALA’nın eğitildiği Lübnan’ın Bekaa kamplarında artık PKK militanları eğitilmeye başlar. Dağılan ASALA’dan ayrılan Ermeni teröristler, PKK içinde kendilerine yer bulurlar. Özellikle 1990’lı yıllarda ölü veya diri ele geçirilen PKK militanlarının büyük kısmının sünnetsiz ve üzerlerinde Ermeni sembolleri olduğunu yetkililer gözlemler. Fakat PKK içinde Ermeni unsuları bulunması, bir süre sonra bölge halkı tarafından kabul görmeyince Ermeniler PKK içinden tasfiye edilir.

DHKP-C SAHNEDE   

21 Mart’taki Diyarbakır Nevruz kutlamalarında Apo’nun mesajı okunur ve birkaç gün sonra da, örgütün eş başkanı Murat Karayılan eylemsizlik kararını açıklar.
Hükümet zaten bir süreden beri Apo ile görüşmekte ve PKK’lıların bir başka ülkeye gitmelerine izin vereceklerini açıklamaktadır.

Tam da bu sırada; Ankara’da iki eylem gerçekleşir. Biri AKP merkezine diğeri ise, Adalet Bakanlığı’na. Eylemi  DHKP-C üstlenir. Örgüt eylemle ilgili bir bildiri hazırlar ve bildiride eylemden dolayı Türk halkından özür diler. İlginç değil mi?

Peki nereden çıktı bu örgüt?
Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi yani kısa adıyla DHKP-C’nin kuruluşu 90’lı yıllara dayanıyor. Ama kökleri 70’lere uzanıyor. Dev-Yol’a kadar…
 Dev-Yol’dan ayrılan Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ve arkadaşları Dev-Sol’u kurarlar. Dev-Sol, PKK’dan bile daha büyük ve önemli cinayetlere imza atar daha sonra adını DHKP-C olarak değiştirir. O dönemde ASALA’nın , PKK ve Dev-Sol ile irtibat içinde olduğu Türk istihbaratçıları tarafından ortaya çıkarılmıştır.

ŞAİBELİ(!) TERÖR ÖRGÜTÜ

PKK’dan sonra en çok tartışılan ve bağlantılarının açığa çıkarılamadığı örgüt olan Devrimci Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin (DHKP-C), işlediği cinayetler ve eylemler hâlâ çözülememiştir.
1978 yılında mensup oldukları Dev-Yol’u pasiflikle suçlayan, Alevi ve Kürt kökenli Dursun Karataş ile Bülent Uluer ve Paşa Güven, Mahir Çayan’ın THKP-C’siyle sancılı bir süreçten sonra birleşerek Dev-Sol’u kurarlar. 12 Eylül 1980’den sonra birçok örgüt yurtdışına kaçarken Dev-Sol Türkiye’de kalır. Bu kalış öyle plansız ve sıradan bir tercih değildir. Zira art arda işlenen “kilit” cinayetler bu yapının neden dışarı çıkmadığını gösterir. Tabii bir de başka bir güç adına çalıştığını da. Şüphesiz bu cinayetlerde ismi öne çıkan isim Dursun Karataş’tır. Ancak kendisi her defasında (tam 29 kez) polisin elinden kurtulmayı başarır.
Örgütün kurucularından Paşa Güven, 1 Mayıs 1976 gecesi silahla yakalanır ve cezaevine konur. Burada ülkücü mafya babası Dündar Kılıç ile birlikte kalır. Kılıç, kendisi için her zaman “delikanlı çocuktur” diye bahseder. Mahpus hayatı, uyuşturucu ticareti ve devlet için bazı eylemler gerçekleştirmesine kadar devam eden olaylar zincirinin ilk halkasını oluşturur. Paşa Güven, dönemin Gümrük ve Tekel Bakanı Gün Sazak ile eski Başbakan Nihat Erim’in suikastla öldürülmelerinin ardından Lübnan’a kaçar. 1983’te de buradan Fransa’ya geçer. İsmi “derin devlet” ile birlikte anılır. 1991 yılında örgüt içi hesaplaşma nedeniyle Fransa’da öldürülür.
SORU: Marksist örgütün, ülkücü mafya babasıyla ortak paydaları ne olabilir?

AKIL ALMAZ SUİKASTLER

DHKP-C’nin “kirli ilişkiler” ağını ortaya çıkaran bir başka ayrıntı ise liderleri Dursun Karataş’ın Ekim 1989’da Bayrampaşa Cezaevi’nden Bedri Yağan ile birlikte firar etmesidir. Kısa bir zaman sonra aralarında Aslan Tayfun Özkök, İbrahim Erdoğan, Aslan Sener Yıldırım, Sinan Kukul gibi örgütün önemli isimlerinin de yer aldığı on kişi de Bayrampaşa’dan ellerini kollarını sallayarak kaçar. Bu kaçışların planlı ve bir amaca matuf olduğu 4 ay sonra anlaşılır. Önce ünlü MİT’çi Hiram Abas cinayeti işlenir, ardından Bayrampaşa Savcısı Fikret Niyazi Aygan öldürülür.

1991 ve 1992 yılları içindeki bir buçuk yıllık zaman dilimi içinde Dev-Sol; Emekli Tümgeneral Memduh Ünlütürk, Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Temel Cingöz, emekli Korgeneral İsmail Selen, MİT eski müsteşarı emekli Orgeneral Adnan Ersöz, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Şakir Koç, İstanbul DGM Başsavcısı Yaşar Günaydın, emekli Oramiral Kemal Kayacan gibi önemli görevler yapan kişileri öldürür. Bu cinayetleri Dev-Sol’un nasıl işlediği halen en büyük soru işareti olarak karşımıza çıkmaktadır. Zira bu eylemlerin yapıldığı dönemde örgütte bulunanların çeşitli zamanlarda verdikleri ifadelerde örgütün böyle bir eylem planı olmadığı üzerinde durmaları oldukça manidar. Örgüt mensuplarının ortak düşüncesi büyük istihbarat ve bilgi gerektiren bu cinayetlerin örgüte ısmarlandığı yönünde. Çünkü tanıklar DHKP-C’nin o dönemde söz konusu cinayetler için istihbarat toplama gücünün olmadığını belirtiyor.

Bu eylemlerden sonra 1994’te örgütün adı DHKP-C olarak değiştirilir. Örgütün lideri Dursun Karataş bu sırada 175 ülkede kırmızı bültenle aranmaya başlamıştı. Örgüt yeni ismiyle ilk eylemini eski Adalet Bakanı Mehmet Topaç’ı öldürerek yaptı. İkinci olarak ise, örgütü 1995 yılında Gazi Mahallesi Olayları’nda görüyoruz. Olayların provakasyon olduğu sonraki yıllarda belirlenmiş hatta Ergenekon bağlantılı olduğu iddiaları ortaya atılmıştı.

DHKP-C başbakan Tansu Çiller’e yapacağı suikast girişimiyle 1995 yılında bir kez daha gündeme oturacaktır. Roketatarlı, suikast silahlı, eylemin tüm ayrıntıları krokileri hazırlanmış olmasına suikastten vazgeçilir. Nedeni muamma…

Örgüt 9 Ocak 1996 tarihinde en popüler eylemini gerçekleştirecekti. Sabancı Suikasti.
Örgüt mensubu oldukları ve suikasti düzenledikleri söylenen, Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un bu eylemi gerçekleştirdiğine kimse inanmadı. Mustafa Duyar daha sonra teslim oldu.
Veli Küçük tarafından emir verilerek Afyon Cezaevi’nde Karagümrük Çetesi tarafından öldürüldü. Çete lideri Nuri Ergin, 2000 yılında Uşak Cezaevi’nde çıkan bir isyanda pencereden dışarı çıkarak, “Bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü, ben öldürttüm. Şimdi canlı söylüyorum. Devlet için mermi sıktık. Veli  ağabeyi ara, Veli Küçük’ü ara. Bizi sor! Başka bir şey söylemiyorum.” Diyerek cinayeti üstlenmiştir.
SORU: Dünyada hangi terör örgütü bu kadar kısa sürede, bu kadar çok siyasi suikast gerçekleştirmiştir?



 30 BİN KİŞİNİN KATİLİ MİT’E Mİ ÇALIŞIYORDU?

PKK’nın ve kurucusu Abdullah Öcalan’ın devlet ile ilişkisini tartışmaya açan en önemli kişi merhum Uğur Mumcu’dur. Mumcu, konuyla ilgili ulaştığı bilgileri açıklamadan kısa bir süre önce bombalı saldırı sonucu 1993 yılında hayatını kaybetmişti.

Abdullah Öcalan’ın MİT görevlisi olduğu ve örgütü bu şemsiye altında kurduğu söylenmektedir. Öcalan’ın öğrencilik yıllarında yaşadığı bazı olaylar iddiayı kuvvetlendirmektedir. Abdullah Öcalan’ın uzun bir süre Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki kaydının silinmemesi, sekiz sene boyunca askerliğini tecil ettirebilmesi, bursunun kesilmemesi, onun sanki gizli bir el tarafından korunduğunu göstermektedir.
Eski milletvekili Abdülmelik Fırat anılarında, gazeteci Avni Özgürel’in kendisine, “Öcalan öğrenci iken MİT’te ofis-boy’du” dediğini öne sürmüş ardından açıklama yapan Özgürel, o tarihlerde Öcalan’ı MİT’in bir yan kuruluşu Fikir Ajansı’nda ofis-boy’luk, yani getir götür işleri yaparken gördüğünü açıklamıştır.
AKP milletvekili gazeteci-yazar Şamil Tayyar ise 2011 yılında yaptığı bir açıklamada, 1972 yılında bir eylemde yakalanan Öcalan’ın serbest bırakılması için dönemin Genelkurmay ikinci başkanı Turgut Sunalp’ın etken rol oynadığını belirterek şunları söylüyor: “Abdullah Öcalan, 1971 muhtırasından sonra öğrenci eylemi yaptığı gerekçesi ile gözaltına alındı. 8 Nisan 1972 yılında 6 ay cezaevinde kaldı. Ekim 1972'de serbest bırakıldı. Savcı, iddianamesinde ağır ifadeler kullanmıştı. O iddianame esas alınsa yıllarca içerde kalırdı. Sonra bir anda Baki Tuğ mütalaasını değişirdi. İsim, Ramazan Özcan diye yazılmış, sekreter isimleri karıştırmış. Abdullah Özcan yazılmış, sonra Abdullah Öcalan olmuş. Öcalan'a haksızlık edilmiş. Operasyonu yöneten değil, katılan biriymiş. 3 ay yatıp çıkıyor. Dönemin Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Turgut Sunalp arıyor ve Öcalan adamımızdır, serbest bırakın diyor ve iddianame değiştiriliyor.”

Eski Emniyet İstihbarat Daire Başkanı olan ve Batı Çalışma Grubu’nun faaliyetlerini deşifre den Bülent Orakoğlu çok daha vahim iddialar ortaya koyuyor: “Türkiye’de PKK olayı derinden kanayan bir yaradır. Biz önemli bir dönemde istihbarat daire başkanlığı yaptık. Abdullah Öcalan’la ilgili bir Meclis araştırma komisyonu kurulsun diyoruz. Niye kurmuyorlar? Nedir Öcalan’ın özelliği? Onu dünyada kim desteklemiş? Türkiye’de, Türk devletinin içinde kimler yetkilerini aşarak bunları desteklemiş? PKK propagandası yaptı diye bir sürü insanı, yazarı cezalandırıyorsunuz. Eeeee, siz devletin içinde yetkinizi aşarak görevinizi belki kötüye kullandınız. PKK’yla kimler, niçin irtibata geçti? Bunlar ortaya çıkarılamadı. Türkiye’de faili meçhul cinayetlerin yarısının arkasında PKK’yla ilişkiler vardır.”

Kayınpederi Ali Yıldırım’ın MİT adına çalıştığı da ortaya çıkan Öcalan’la gazeteci Hakan Aygün’ün 90’lı yıllarda yaptığı röportajda Öcalan, Aygün’ün, “kayınpederiniz yoluyla MİT tarafından kullanılmış olamaz mısınız?” sorusuna bakın nasıl cevap veriyor: “Şöyle söyleyeyim. Olabilir... MİT'in bizi bizim de MİT'i kullanmışlığımız vardır. Yani karşılıklıdır...”

PKK’DAN SONRA…

Okuduğunuz veriler ve sorduğumuz sorular neticesinde kafalarda sanırız bazı silüetler, belirgin hale gelmeye başlamıştır. ASALA, PKK, DHKP-C veya adı ne olursa olsun. Türkiye Cumhuriyeti’nin başında her zaman bir bela olacaktır. ABD’nin iradesiyle tasfiye olan PKK, yerini illa ki bir başka örgüte bırakacaktır. Bu örgütü de, zamana ve şartlara göre, başta ABD, İsrail, Rusya, Almanya ve üzerimizde hegemonya kurmaya çalışan başka devletler kullanacaklar, ülkemiz rahat nefes alamayacaktır.

Ekonomik ve siyasi anlamda dizginlerimiz başkalarının elinde olduğu sürece kısır döngüden kurtulmak mümkün olmayacaktır.
Başladığımız sözleri yeniden hatırlatarak bitirelim:
Uzun yıllar ASALA ile ilgili araştırma ve haberler yapan Gazeteci Tokay Gözütok, terör konusunda şunları söylüyor: "Türkiye bir ağaçtır. Gürlediği zaman budanacak, ölmeye yüz tuttuğu zaman da sulanacak. Eğer Amerika, Avrupa, Rusya, Türkiye üzerindeki emellerinden vazgeçerlerse Türkiye'deki terör bıçakla pastayı kesmiş gibi biter. Eğer emellerinden vazgeçmezlerse, ASALA biter, PKK başlar, PKK biter, bir başka bela başlar. "

(Bu yazıyı hazırladıktan sonra Murat Karayılan basın toplantısı düzenledi. Ve PKK'nın silahlarıyla birlikte Türkiye'yi terk edeceğini açıkladı. Bundan da anlaşılacağı gibi. PKK, K. Irak'ta kızağa alınacak. ABD ve diğer egemenler, istediği zaman PKK'nın düğmesine yeniden basabilecek.)



Geçen yıl medyada gündeme gelen Suriye tarafından esir düştüğü öne sürülen 49 MİT mensubunun akıbeti hala netlik kazanmış değil. Bugünlerde MİT’çilerin iadesi için pazarlık yapıldığı basında yeniden gündeme geldi. Suriye tarafıyla görüşmelerin sürdüğü ve MİT’çilere karşılık Esad muhalifi bazı komutanların verileceği iddia ediliyor.

Savaş bölgesinde yakalanan istihbaratçılarımızın esir edilmesi Suriye ile aramızda yaşananlardan dolayı normal bir hadise gibi görünse de, geçmişte de benzer bir olay cereyan etmişti. 1996 yılında 54 mit ajanı esir düşmüş, bir kısmı ise Suriyeli yetkililer tarafından PKK’ya teslim edilmişti. Beşinin öldürüldüğü hakkında bilgi alınmış olsa da, diğerlerinin durumu bugüne kadar sırrını korudu.

KÖSTEBEK – JİTEM MİT VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN adlı kitabımdan konuyla ilgili bölümü aşağıda sunuyorum.


**********


Onlar; tam  54 kişiydiler. Vatan görevi için canlarını hiçe saydılar. Suriye’de esir düştüler!

SKANDAL! TÜRKİYE EVLATLALARIMIZI KURTAR

MİT ajanlarımızın beşi PKK kamplarında öldürüldü… ikisi ise  kayıp!..

Kanlı terör örgütü PKK faaliyetleri, GAP-Arayış Projesi için istihbarat toplamak için;  özel eğitilmiş 54 MİT ajanımız ve Türk Silahlı Kuvvetlerimizin 3 istihbarat subayı, 1996 yılının Nisan ayında, bir gece gizlice Suriye’ye girdiler. Ve Suriye istihbarat kuruluşu, El-Muhaberat tarafından düzenlenen bir operasyonla yakalanıp tutuklandılar ve PKK’ya teslim edildiler. PKK kamplarında esir tutulan, görevleri için canlarını hiçe sayan vatan evlatlarımızı bugüne değin kurtaran çıkmadı Neden? Bu acı gerçeğin sorumlusu siyasi otoritedir. Suriye’nin resmi istihbarat birimi “El Muhaberat” Ajanlarımız Lübnan sınırına yakın Baalbek’in küçük bir köyünde hapishane olarak kullanılan binaya kapatıldıktan sonra, kanlı terör örgütü PKK’ya teslim edildi. 

Resmi yazışmalar ne diyor?

Türk Silahla Kuvvetleri’nin istihbarat görevlileri 4 Nisan 1997 tarihli, 11.03.151/135702-4958 sayılı raporlarında şunları dile getiriyorlardı: “Suriye istihbarat servisi tarafından 14 MİT personeli ile 3 Kara Kuvvetleri İstihbarat Personeli’ne gizlice operasyon düzenlendi. Tutuklu Türk istihbarat birimleri Suriye ile Lübnan sınırı arasında bulunan küçük bir yerleşim merkezinde “esir” olarak cezaevine kondukları saptandı. Lübnan’a bağlı bulunan kasaba Baalbek’e bağlı küçük bir köy statüsünde. Suriye istihbarat servisi tarafından 1995 yılında PKK’dan sonra, Türk Halk Kurtuluş Ordusu’ndan, Dev-Genç ve Dev-Sol ile solun diğer fraksiyonları olan DHKP-C’ye tahsis edildiği saptandı.”
11.03.151/b05.10014 sayılı raporda ise; “Suriye istihbarat servisi gizlice Türk istihbarat elemanlarının hücre evlerinin yerlerini saptayıp, PKK’nın da operasyonda yardımcı olduğu saptandı. Alınan cevaplar neticesinde “Muhaberat” tarafından yapılan organizasyonun PKK’nın ve Devrimci Sol örgütlerin girişimiyle gerçekleştiği belirlendi.” Diye, 54 MİT ajanımızın ve 3 istihbarat subayımızın yakalanışları bildiriliyordu… Bu yazışmalar Jandarma Genel komutanlığı İstihbarat Daire Başkanlığı’na iletildi. O günden bugüne değin MİT yalnızca iki istihbarat ajanımızı esaretten kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmayı başarabildi. TSK’nın 3 istihbarat subayı da kurtarıldı. Ancak; görevleri gereği canlarını hiçe sayan MİT ajanlarımızın geri kalanlarının akıbeti meçhul.

İçlerinde ünlü ajanlarımız var

Suriye’ye sızmadan önce Dev-Sol, Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Ekim, SVP, Kurtuluş, Partizan gibi örgütler içinde çalışmalar yapmış olan ajanlarımız ile itiraflarda bulunan Muzaffer Tahta, Zeytinburnu Halkevi’nin saymanı “Çarli”, MİT’in Uluslararası Terörizmle Mücadele Dairesi’nden istihbaratçılarımız kanlı terör örgütü PKK’nın sözde mahkemelerinde yargılandılar. Ve Türkiye’ye karşı “Koz” olarak kullanılmak istendiler. Başarılı olamayınca beşini öldürdüler.

Suriye’de bastırılan sahte Suriye paralarının piyasaya sürme operasyonuna katılmış ajanlarımızdan, 1964 Mardin doğumlu Mahmut Alluş’un yaşadığını ısrarla öne süren Suriye askeri ataşesi, El Halil onun Kıbrıs yoluyla Türkiye’ye ulaşacağını belirtiyorsa da, bugüne değin kendisinden bir haber alınabilmiş değil. Öldürülmüş olma olasılığı giderek kuvvetleniyor.

Suriye  PKK'ya teslim etti

Kanlı terör örgütü PKK’nın eylemlerini, faaliyet girişimlerini, uyuşturucu trafiğini çözüp ülkemiz istihbarat birimlerine bilgi aktaran MİT ajanlarımızın kaldıkları evlere Suriye resmi istihbarat kuruluşu “El Muhaberat” ın terör örgütleriyle el birliği ederek, bir gece gizlice düzenlediği operasyonla tutukladıktan sonra, yataklık ettiği PKK’nın kampına esir bırakmasının ardından yaklaşık iki yıla yakın bir süre geçti.
Bu süre içinde ajanlarımıza sistematik ve programlı biçimde psikolojik işkence uygulanarak dirençleri kırılmaya çalışılmasının yanı sıra, kendi emelleri adına kullanabilmek için her türden “iş birliği” önerildi. Ancak; Suriye istihbaratı girişimlerinin hiçbirinde başarı sağlayamadı. Suriye, diplomasisi GAP’tan salt kendi çıkarları adına yararlanma girişimlerinde de, bir başarı sağlayamadı.
Türkiye’ye karşı koz olarak kullanılmak istenen 54 MİT ajanımız PKK’nın kamplarında esarete mahkum edilerek, her türlü yola başvuruldu. Ancak, başarılı olunamadı. Görevleri için canlarını hiçe sayan ajanlarımızdan beşi bugün yaşamıyor, onları PKK kampında öldürdükleri kesinlik kazanmış durumda. Kalanlardan ikisinin daha öldürülmüş olma olasılıkları çok yüksek. Hayatta kalan 47’si hala PKK kamplarında çok güç koşullara direnç gösteriyor.
Siyasi otorite günü birlik hesaplar içinde, olup biten gerçeklerden habersiz, “Örtülü Ödenek”ten “nemalanma”yı bırakmalı, ülkemiz için canlarını hiçe sayan vatan evlatlarını kurtarma girişimlerini başlatmalıdır.

Siyasi otorite duyarsız

Seçim meydanlarında halkın karşısına geçip nutuklar atan siyasi otoritenin liderlerine soruyoruz: “Suriye istihbarat örgütü “El Muhaberat”ın tuzak kurup gecenin karanlığında tutuklayıp kanlı terör örgütü PKK’ya esir bıraktığı 54 MİT ajanımızdan bugün hayatta kalabilen 47’sinin akıbetleri ne olacak? Bundan iki yıl önceki hükümet mensupları bu gerçek karşısında neler yaptı?
Bugünün hükümeti PKK kamplarında esaret yaşamı sürdüren 47 MİT ajanımız için ne yapmayı düşünüyor? Daha doğru dürüst kaç MİT ajanının iki yıla yakın bir süredir Suriye’de esir düşmüş olduğunu bile bilmeyen siyasi otoriteye esir düşen MİT ajanlarımızın tam sayısını ve isimlerini veriyoruz. Geçmiş dönem hükümetinin başaramadığını ve “es” geçtiğini Mesut Yılmaz hükümetinin çözümlemesi mümkün olacak mı?
STRATEJİ Dergisi, habercilikte ve araştırmacılıkta bir kez daha kusursuzluğunu ortaya koyuyor ve esir düşen 54 MİT ajanımızın isim isim tam listesini açıklıyor.
Suriye resmi istihbarat örgütü “El Muhaberat”ın tutuklayıp PKK’ya esir bıraktığı, her birisi sayısız başarılı operasyonlara katılmış, çok özel eğitim görmüş ve üstlendikleri her görevde canlarını hiçe sayabilmiş,  kahramanlar ve gerçek “şerefliler” in isimlerini ilk kez gün ışığına çıkartıp minnetle anıyoruz. 
“Türkiye Evlatlarımızı Kurtar” diye, haykırıyoruz… onlar; 54 MİT Ajanımız… Vatan için canlarını hiçe saydı.. Suriye’de esir kaldı… içlerinden beşi öldü. Onlar için Allah’dan rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz..

Hayatta kalanların içinden ikisinin öldürülmüş olma olasılığının gerçekleşmemiş olmasını arzuluyoruz. Onlar için; hiç susmayacak ve kurtarılmaları sağlanana değin haykıracağız… Hatırlatırız; bu da, bizlerin vatandaşlık görevidir.  (STRATEJİ/13 Şubat 1998/sayı:4)





 Önceki gün PKK’lı teröristler, Diyarbakır’dan Trabzon’a giden bir yolcu otobüsünü Bingöl yolu üzerinde durdurarak, otobüsün içinde bulunan bir İngiliz turisti kaçırdı. Kaçırılan turistin terör bölgesinde ne işi var. Türkiye’ye gelen turistler batı dururken, neden Güneydoğu bölgemizi geziyor. Hiç kendinize sordunuz mu?

Yerli turistin bile gitmediği bölgede bir İngiliz, otobüsle seyahat yapıyor. Neden?

2005 yılında Şemdinli’de bombalanan Umut Kitabevi olayından sonra TBMM araştırma komisyonu kurarak, bölgede neler olduğunu mercek altına almıştı. 4 ay süren komisyon çalışmasından sonra 670 sayfalık oldukça çarpıcı verilerin bulunduğu bir rapor hazırlanarak meclise sunuldu. Raporda yabancı ülke gizli servislerinin ajanlarının Güneydoğu’da cirit attığı bilgisi de yer alıyor.

Raporda, gizli servislerin halen bölgeden "elini çekmediği" ve "AB sürecinin izlenmesi adı altında" yabancı ajanların turist görünümünde buraya geldiği belirtildi.
Raporda; "bölgeye tamamen gezme-öğrenme amaçlı gelen yabancı turistlerle, niyetleri ülkenin birlik ve bütünlüğü ve kamu düzeninin bozulmasını hedefleyen turistler" arasında özenle ayrım yapılması, "yörede bulunmaları sakıncalı bulunanlar hakkında tüm idari tedbirlerin eksiksiz alınmasına dikkat çekmenin gerekli olduğu" vurgulandı.

Gizli servis ajanlarının bölgede istedikleri gibi davrandıkları ve AB sürecinin izlenmesinin dışında turist görünümünün de bu amaçla kullanıldığı, raporda şöyle anlatıldı: "Hakkâri bölgesinin geçmişteki konumu, tarihsel geçmişi, sınır olduğu devletlerin niteliği gibi hususlar göz önünde bulundurulduğunda, bazı ülkelerin gizli servislerinin henüz bu yöremizden elini tam olarak çekmediği, Ülkemizin Avrupa Birliği sürecinde kat ettiği süreç ve uygulamaların izlenmesi adı altında bölgeye asıl amaçları PKK terör örgütü ve/veya bu örgüte müzahir kuruluşlara ilişki kurmak suretiyle bölgedeki huzur ve güven ortamının bozulmasına sebebiyet vermek olan bazı kişilerin turist olarak geldiği veya gönderildiği değerlendirilmektedir."

Güneydoğu'da 3 bin ajan var. Bölgede görev yapan istihbarat kaynakları, yabancıların çoğunun 'etnik ayrımcılığı körükleyen' ajanlar olduğunu vurguluyor. Yabancılar arasında ajanlık suçundan dolayı İnterpol tarafından aranan kişilerin olduğuna dikkat çekiliyor. Diyarbakır emniyeti ise yabancıların İngiltere, Belçika, İsveç, Norveç, Finlandiya, İspanya, İsviçre, Fransa gibi Avrupa ülkeleriyle Japonya, İran, Irak ve Suriye'den geldiklerini belirtiyor.

2007 yılında Tercüman Gazetesi’nda çıkan bir haberde eski bir DEHAP’lının açıklamaları ise olayın vehametini bir kez daha kanıtlar nitelikte: “DEHAP Batman eski İl Başkanı Av. Mehdi Öztüzün, gelen heyetlerin iyi niyetli olmadıklarını belirterek, “İnsan hakları kuruluşları, farklılıklarınızı öne çıkarın, kimliğinizi belli edin diye etnik ayrımcılık yapmamız için telkinde bulunuyor. DEHAP İl Başkanı iken bana böyle söyleyen yabancılar oldu. Bunlar gelip köyleri dolaşıyor; ama masum değiller. Batman’da CIA ajanları kol geziyor dedik, bunu mahalli gazetede haber yaptık. Bu duruma kimse inanmadı, fakat gerçeği dile getirdik ve halen de getiriyoruz. ABD’li heyet Irak’taki Kürtleri destekleyin diye bana telkinlerde bulundu.” diyor.”

Meclis raporundan sonra, Güneydoğu’da herhangi bir ajan avına çıkıldığı veya çıkıldıysa bunların sınırdışı edilip edilmedikleri bilinmiyor. MİT’in bu konuda yaptığı çalışmalar ise ne yazık ki, sadece rapor tutmaktan öteye gitmiyor.


Namus bombası sessiz patladı!

 Milletvekili lojmanlarını kendilerine iş sahası seçip Ankara’yı karıştırdılar, canlarını zor kurtardılar!..


Onlar; macera tutkunu dört gençti. İstanbul’un renkli gecelerinin yaşandığı en gözde ve hareketli kulüplerini kendilerine iş alanı olarak seçmiş, jigololuğu meslek edinmişlerdi… Her gece kulüpleri gezer, dans edip, içki içer, özlemlerinin susuzluğunu gidermeye çalışan kadınlarla tanışıp arkadaşlık eder, karşılığında bol para kazanırlardı…
Geceler ve kadınlar onlara, onlar da; seçtikleri yaşam biçimlerine alışmışlardı. Bir zaman sonra içinde bulundukları atmosfer, dört macerapereste monoton gelmeye başlamıştı. İçlerinden biri: “Ankara’ya gidelim” dedi.
Ona Ankara’ya gitme kararı aldırtan; birkaç gün önce tesadüfen tanışıp beş yıldızlı bir otelin dairesinde hoş bir gece geçirdiği, orta yaşlardaki çakır keyifli ve konuşkan kadının anlattıkları olmuştu.. kadın, bir milletvekilinin eşiydi!.. İstanbul’a eğlenmek için gelmiş, birkaç hanım arkadaşıyla birlikte gittiği gece kulübünde tanışıp hoşlandığı genç adamla küçük bir kaçamak yaşamıştı…
Kadının anlattığına göre; Ankara, ağır siyasi atmosferinden ötürü can sıkıcıydı. Milletvekili hanımlarının bazılarını siyasi atmosferin ağırlığı ile eziyordu. Can  sıkıcı resmi davetler, hanımlar arasındaki çay ve konken partileri, siyasi arenanın dedikodudan hemen hemen hepsinin içinin kararmasına neden oluyor, fırsat buldukça seyahate çıkıp içinde bulundukları can sıkıcı havadan sıyrılıp biraz olsun nefes almaya çalışıyorlardı. Eşlerinin yoğun yaşamları; aile düzenini, siyasi entrikalar sinir sistemlerini yıpratıyor, bazı hanımlar kendilerini yalnız hissediyordu..
Hemen hemen hergün çıkılan alış veriş gezileri, ev işleri, eş dost ve ricacıların telefon trafiği, gelip giden konuklarla yapılan sohbetler, iç dünyalarını mutlu kılmaya yetmiyordu. Tabularla çevrili yaşamın yol açtığı baskılar ve yıllar boyu bastırılmak zorunda kalınan özlemler; akıp giden zamanın bakımlı yüzlerde bıraktığı derin izler, göz altlarında oluşan kırışıklıklar, onlara geriye dönüşü olmayan bir yolculuğun kilometre taşlarının büyük bir hızla geride kaldığını anlatmaya yetiyordu…
Ve şairin dediği gibi: “Yaşamak güzel şeydi…” yıllarca bastırmak zorunda kalınan özlemler, hiç hesapta yokken; birden bire patlayabiliyordu. İç dünyalarda bilinç altında sürüp giden bu patlamaların sarsıntıları derin çatlaklar ve uçurumlar açıyordu.

Macera tutkunu dört kafadar genç, artık gittikleri gece kulüplerinde ve diskoteklerde yalnız ve özgür kadınlara profesyonel arkadaşlık ilişkileri kurmanın nimetlerinden yararlanmaya yönelmişlerdi. Her şey tıkırında gidiyor, eğlenip değişik kadınla tatlı maceralar yaşarken para kazanıp rahat ve lüks bir yaşam sürdürüyorlardı… Ne var ki; birkaç yıl geçince İstanbul’un o renkli, heyecanlı geceleri monotonlaşmaya, birlikte oldukları kadınların istekleri de can sıkıcı olmaya başlamıştı.

Arayış içinde kıvranıyorlardı ki; dört kafadardan birisi olan G.Ç. , sürekli gittiği bir gece kulübünde o güne değin hiç karşılaşmadığı türde bir kadınla tanışıverdi. İçkinin baş döndürücü sarhoşluğuna kapılan kadın. Ankara’dan İstanbul’a gezip eğlenmeye geldiğini ve bir milletvekili ile evli olduğunu anlatıvermişti.
İlk kez bir milletvekili eşiyle karşılaşıp birlikte olan G.Ç. kadınla sabahın ilk ışıkları ağarıncaya değin sohbet etmiş, siyaset arenasında olup bitenleri öğrenip şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştu.
Sabah olup içkinin tatlı sarhoşluğundan sıyrılınca bir milletvekilinin karısıyla birlikte olmanın getireceği “tehlike”leri düşünmeye başlamış, bir an önce otelden çıkıp evine kavuşabilmenin selametli olduğunda karar kılmıştı.
Ancak; geceyi birlikte geçirdiği milletvekilinin karısı, kalması için ısrar ediyor, birkaç gün daha kalacağını ve birlikte olmak istediğini söylüyordu.

G.Ç. nin aklından silmeyi başaramadığı milletvekilinin karısının anlattıklarıydı. Ankara’yı ve oradaki gece kulüplerini düşlüyor, işin içinden çıkamıyordu! Acaba, Ankara’ya gidecek olsa, orada başarılı olabilir miydi?..
Dayanamayıp düşüncelerini arkadaşlarına anlattı. Dört macera tutkunu kafadar o gece sabaha değin kendi aralarında tartıştılar, uzun uzadıya planlar yaptılar, başlarına gelebilecek tehlikeleri düşündüler ve Ankara’ gitmeyi kararlaştırdılar.

Bugüne değin pek çok deneyim yaşamışlar, beklemedik anlarda karşılaştıkları her türden aksiliğin üstesinden gelip paçayı kurtarmayı başarmışlardı ya, ne olursa olsun yine bir çözüm bulurlardı.. bir sabah uçağa atladıkları gibi, kuş misali başkentte uçtular.
Otele yerleşir yerleşmez telefona sarılan “G.Ç.” İstanbul’da birlikte olduğu milletvekilinin karısını aradı ve Ankara’da olduğunu bildirdi. Çok beklememiş, maceraya ve aşka susamış kadın; ikidir hem bir çekirdek olmuş gülen gözleriyle gözlerinin içine bakmaya başlamıştı.. Birkaç gün sonra; birlikte çıkılan gezilere kadının arkadaşları da katılmaya başlamıştı… Ve “G.Ç.” arkadaşlarını devreye sokmakta gecikmedi. Her şey tıkırında gidiyordu. On gün geçmeden dört kafadar da, birer av yakalamayı başarmıştı. Milletvekilinin karısı, yine kendisi gibi milletvekili karısı olan üç kadın daha bulmuştu.
Sıkıfıkı arkadaşlıklarda kadın-kadına sohbetlerdeki fısıltılar ve yaşanan güzel anların tutkulu anlatımları, aşka ve ilgiye susamış arkadaşlarının da ilgisini çekmiş, tutkuları ve özlemleri ağır basmıştı.

Zaman içinde İstanbul-Ankara arasında yoğun bir kaçamak trafiği yaşanmaya başlamış, dört kafadar da, umduklarından daha çok para kazanır olmuşlardı.. Her şey rayında gidiyordu ki; para ve pahalı hediyeler karşılığında aşk satan dört kafadar, işi şımarıklığa döküp içinde bulundukları koşulları zorlamaya başladılar.
Uzaktan bir akraba olarak girip çıktıkları milletvekili lojmanlarında başka “kuşlar”ın da etini yemeğe kalkıştılar… Bu aç gözlülüğe kadınların “sezgileri” ve “kıskançlıkları” da eklenince; rotasında giden işler bir anda karışıvermiş ve içlerinden birisi oyunun “uzatmalarını” sürdürürken lojmanda bir milletvekilinin zamanlama hatasına kurban gidip yakalanmıştı!
Yaşadığı “şok”a karşın, soğukkanlılığını yitirmeyen milletvekili kocanın elinden güç kurtulan jigolo, canını kurtarıp lojmanlardan dışarıya çıkabildiğinde bildiği tüm duaları okuyordu. Arkadaşlarıyla birlikte İstanbul’a hareket ettiler. Evlerinden içeriye girdiklerinde yakayı kurtardıklarına şükrediyorlardı. Nevar ki; kurtulamamışlardı.. Karısını “öldüresiye” döven milletvekili koca, jigoloların telefon numaralarını, adreslerini ve kimliklerini tespit etmiş, İstanbul’daki adamlarına bu dört “serseriyi” bir güzel benzetmeleri ve işlerini bitirmeleri talimatını vermişti.

İstanbul’a dönmelerinin ardından üç gün geçmiş, kapılarına “tekin” olmayan birtakım adamlar dayanıvermişti!
O gün, o çok sevdikleri evlerini terk edip izlerini kaybettirmeye çalıştılarsa da, birkaç gün sonra “belalı” adamlara yakayı kaptırdılar. “Bir daha Ankara’ya adımlarını bile atmamaları için” tekmelenmişlerdi. Dişleri ve kemikleri kırılmış, küçük bir ikaz almışlardı…
Ama; olsundu, onlar buna da şükrediyorlardı. Canlarından olmadıkları için kendilerini şanslı sayıyorlar, Tanrı’ya dua ediyorlardı.

G.Ç. bir ay kadar geçtikten sonra; Ankara’ya telefon açıp birlikte olduğu milletvekilinin karısına olup bitenleri anlatınca, kadın; ilk uçakla İstanbul’a gelmişti.
Onunda anlatacakları vardı. Olanlar, milletvekili lojmanlarında bir “bomba” gibi patlamıştı ama; hiç kimse bu konuda konuşmuyordu. Herkes her şeyi biliyor, fakat hiç kimse hiçbir şey bilmiyordu.
Milletvekili koca, karısının  koynunda yakaladığı gencin ardından bunalıma girmiş, pisikolojik tedavi görmeye başlamıştı. O gün karısını öldüresiye döverken, evinden taşan çığlıklar herkesin dikkatlerini çekmişti.
Aile içinde küçük bir anlaşmazlık diye düşünülmüşse de, nedeni hemen anlaşılmıştı. Milletvekili kafayı çekip dünyaya ve hayata kahrettiği bir gece yakın bir dost bildiğine başından geçenleri anlatınca, olay tüm Ankara’ya yayılmıştı.
Milletvekiline partisinin lideri bir sohbet anında “mesajı” vermiş, akıllı olmak gerektiğini söylemişti. Ve arkasından da, “Sabır, en büyük erdemdir” demeyi unutmamıştı!
Bu olayın milletvekili lojmanlarında bomba gibi patlamasının ardından kadının en yakın arkadaşları da, göz hapsine alınmışlar ve “mim”lenmişlerdi.
Fısıltılı konken partilerinin ençok konuşulan konusu: “Milletvekili Lojmanları”nı kendilerine iş sahası olarak seçen jigololar olmuştu.

İstanbul’a gelen “G.Ç.”nin müşterisi milletvekilinin karısının anlattıkları hiç de iç açıcı değil şeyler değildi. Artık görüşmemeliydiler!
Görüşmeleri  büyük riskti. Birbirlerine delicesine tutkundular, biran bile olsa ayrı kalmaya dayanamıyorlardı ama, olsundu. Sular durulana değin hiç görüşmemeliydiler. Ertesi gün erkenden İstanbul’dan Ankara’ya uçan milletvekilinin karısı, “son bahşiş” olan, kalın bir sarı zarfı eline tutuştururken, “Lütfen, artık beni arama” diyebilmiş, aşkını yüreğine gömmeyi yeğlemişti.
Profesyonel aşk çocuğu “G.Ç.” ve kendisi gibi “aşk çocuğu” olan arkadaşları, artık eskisi kadar cesur değiller. Bu yüzdende, yalnızca “dullara” hizmet veriyorlar.. Tabi artık eskisi kadar bol para kazanamıyorlar ve birlikte olmak zorunda kaldıkları kadınların yaş ortalamalarında artış var ama; “risk” sıfıra indiğinden, “ekmek parası” uğruna katlanıyorlar.

G.Ç. Bir süre sonra, Ankara’daki milletvekilleri bizi unuturlar. Ve ancak o zaman içimiz rahata erebilir. Şimdi eskiden iş tuttuğumuz ve pek çok müşterimizin olduğu gece kulüplerine gidemiyoruz. Ne olur, ne olmaz…Ama; bir süre sonra unutulur, kapanır gider. Seçimler yaklaşınca bizi akıllarından çıkartır, unuturlar” diyor.

Bizim jigololar milletvekili lojmanlarında yaşadıkları maceraları şimdiden “unutmaya” hazırlar, yeter ki başlarına bir şey gelip de, beklenmedik bir anda kamyon kazasına uğrayıp zamansız göç etmesinler. Hala tehdit edildikleri için, “diken” üstündeler.

Kemal Kaplan - KÖSTEBEK/JİTEM – MİT VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN (S. 325-333) (Stigma – 2010)