Dikkat Çeken Konular

15 Temmuz darbe girişiminin ardından TSK'dan ihraç edilen ve itirafçı olan bir F-16 pilotu: "Kriptolu boyutunda devam eden bir sürü insan var. Benim devremde uçan insanlar var. Yüzde yüz diyorum, biliyorum. Şu an uçuyorlar" iddiasında bulundu.
Hürriyet'ten Fevzi Kızılkoyun'un haberine göre, Fırat Kalkanı Harekatı'ndan ilk uçan pilotlardan biri olduğunu söyleyen pilotun açıklamaları şöyle:
"Darbe girişiminden sonra 8-9 ay Diyarbakır’da görevlendirildim. Fırat Kalkanı Harekâtı’nda F-16 ile uçtum, keşif uçuşu yaptım. Darbeden sonra Akıncı’dan F-16’larla ilk kalkan ekip biziz, 4 kişiydik. Fırat Kalkanı’nda ilk uçanlardan biriyim, keşif uçağıyla. Cerablus-Azez-El Bab harekâtında görev aldım. Diyarbakır’da görevdeyken, Akıncı’ya dönmem söylendi. Sabah uçuş yazılmıştı, iptal edildi. Anladım ki gözaltı kararı çıkmış. Gözaltı kararının ardından savcıya giderek tüm samimiyetimle ne biliyorsam hepsini anlattım. Daha sonra serbest kaldım, tekrar görevime döndüm. Defalarca uçuşa katıldım, yurtiçi-yurtdışı görevlerde bulundum. Gözaltına alınıp serbest kaldıktan 7 ay sonra ise ihraç edildim.
(FETÖ çözüldü mü? Halen tehlike var mı?) Hava Kuvvetleri boyutunda eğer bizim tarzımızdaki itirafçıları atmaya devam ederlerse zor çözerler. Kriptolu boyutunda devam eden bir sürü insan var. Benim devremde uçan insanlar var. Yüzde yüz diyorum, biliyorum. Şu an uçuyorlar."

Kaynak Yeniçağ:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde Yerel Yönetimler Sempozyumu”nda önemli açıklamalar yaptı. Plastik poşete karşı başlatılan kampanyaya da değinen Cumhurbaşkanı Erdoğan, poşet yerine kenevirden imal edilen filelerin kullanılmasını önerdi. 
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Biz keneviri ithal ediyoruz. Kenevire dayalı yapılması gereken şeyler varsa ithal ürünlerle yapılıyor. Gıda Tarım Bakanlığı bu konuda çalışmalara başlıyor” dedi
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde Yerel Yönetimler Sempozyumu”nda konuştu. İşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamalarından önemli satır başları;
“ENFLASYON ORTALAMAMIZ 9.54”
Son 30 yılda 14 yılının enflasyon ortalaması 70,3. Şu anda muhalefete bakıyoruz enflasyonun en yüksek olduğu dönem şu andaki iktidarın dönemidir. 1989 enflasyon 64,3. 1990 enflasyon 60,4. 1991 enflasyon 71,1 ANAP dönemi, DYP-SHP enflasyon 66. 1993 71,1 DYP-SHP. 1994 enflasyon 120,3 DYP-SHP. 
1995 enflasyon 76,1 DYP-SHP. 1996 79,8 Refah-DYP, 1997 enflasyon 99,1 ANAP-DSP, 1998 enflasyon 69,7 ANAP-DSP, 1999 68,8, 2000 enflasyon 39, 2001 68,5 enflasyon, 2002 enflasyon 29,8. Bundan sonra hep tek başına bizim iktidarımız. Enflasyon ortalamamız 9,54.
Ana muhalefet çıkıyor en yüksek enflasyon AK Parti iktidarı döneminde olmuştur diyor. Yalan üzerine siyaset, yalan üzerine yerel yönetim kurulu olduğu zaman çöp, çukurdan kurtulamazsınız. İstanbul’a belediye başkanı olduğum zaman CHP zihniyetinden almıştım.
“BİZ KENEVİRİ İTHAL EDİYORUZ”
Son zamanlar bu plastik poşetler vb. birçok ürünlerle ilgili olarak bir savaş başlattık. Bunun 500 yıl, 750-1000 yıl bunu toprak eritemiyor. Savaşımızı kararlı bir şekilde başlattık. Anacağım evde file dokurdu. File ile alışveriş yapar gelirdik. Bunun toprakla bir dostluğu var. O zamanlar bunlar kenevirden yapılırdı. 
Ülkemizde keneviri yok ettik. Kenevirden atlet, fanila dokunurdu. Çünkü teri emmesi çok farklı. Bize dost görünen düşmanlar ülkemden kenevir üretimini aldı. Biz keneviri ithal ediyoruz. Kenevire dayalı yapılması gereken şeyler varsa ithal ürünlerle yapılıyor. Gıda Tarım Bakanlığı bu konuda çalışmalara başlıyor. Birilerinin bu işi başlatması lazımdı. Şu anda biz de bunun çalışmasını yapıyoruz. 
19 İLDE İZİN VERİLMİŞTİ
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından 2016 yılında Türkiye’nin 19 ilinde izin alınması şartıyla kenevir üretimine izin verilmişti. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre Türkiye, 2017’de toplam 1 ton kenevir tohumu üretti.
KENEVİRİN FAYDASI NEDİR
ERKEK KENEVİR BİTKİSİNİN FAYDALARI
İpliği antibakteriyeldir. İpliğinden yapılan kumaşlar medikal sanayi dahil yüzlerce yerde kullanılabilinir.
Kenevir elyafı inşaatlarda izolasyon malzemesi olarak kullanılır.
Kenevirden suntadan sağlam tahta (fibreboard) yapılır.
Kenevirden yapılmış doğal çimentodan su karıştılıp kalıplara dökülerek inşaat tuğlası yapılır. Tuğladan, betondan daha hafiftir ve daha sağlamdır. 600 yıl dayanıklıdır.
Ses geçirmez mataryeldir.
Keneviri izolasyon maddesi olarak kullandığınızda yakıt tüketimini azaltırsınız
Ateşe dayanıklıdır. Bu materyalden yapılan evler yalnız sağlıklı değil daha güvenlidir.
Bataklık kurutmada çok etkilidir.
Radyasyon temizleyicidir.
Bir dönümlük kenevir, 25 dönümlük orman kadar oksijen üretir.
Derine inen kökleri toprağın havalandırılmasını sağlar
Bir ağacın beş katı daha fazla çevreye oksijen yayar.
Kağıt yapılmaya ağaçtan daha uygun olduğu için ormanları korur.
Tohumu omega kompleksleri bakımından zengin ve besleyicidir. Tohumunun yağı bir çok hastalığa iyi gelir.

Devletinin Kuruluşu (1299)

Kayı boyuna ait Ertuğrul Gazi yönetimindeki aşiret Anadolu Selçukluları zamanında Ankara dolaylarına yerleştirilmişlerdi. Sonraki süreçte Osman Bey idaresindeki kayı Türkleri Eskişehir ve Söğüt çevresine yerleştiler.
Osman Gazi Karacahisar İnegöl Yenişehir ve Bilecik yörelerini fethedince çevredeki Bizans tekfurları ordu kurdular Bu ordu, Osman Gazi idaresindeki birlikler tarafından Koyunhisar (Bafeon) Savaşında yenilgiye uğratıldı (1302). Böylece Osmanlılar ilk zaferlerini kazandılar.

Orhan Gazi Dönemi (1324-1362)

1.Bursa fethedildi ve başkent yapıldı.
2.İznik'in fethine girişildi. Bunu önlemek isteyen Bizans kralının kurduğu ordu Maltepe (Pelekonon) Savaşında yenilgiye uğratıldı (1329). Böylece Osmanlılar, Bizans devletiyle doğrudan yaptıkları bu savaşı kazandılar. Savaştan sonra İznik başkent yapıldı.
3.Bizansta taht kavgasına giren Kantakuze'ne yardım edildi. Bu yardım karşılığında Geliboludaki Çimpe Kalesi kazanıldı. Gelibolunun fethine girişildi. Kazanılan Tekirdağ dolaylarına Anadolu'dan getirilen Türkler yerleştirildi.
4.Karesi Beyilğine son verildi. Rumeliye geçiş yolu Çimpe kalesiyle birlikte açılmış oldu.
5.Divan teşkilâtı kuruldu. Yaya ve Müsellem (atlı) askerlerden ilk düzenli ordu kuruldu. Böylece beylikten devlete geçiş sağlandı.

I. Murat Dönemi (1362-1389)

1.Karamanlıların kışkırtması nedeniyle Ankara'yı idrelerine alan Ahiler'den Ankara geri alındı.
2.Rumeli'de yapılan Sazlıdere Savaşı kazanıldı. Bundan sonra Edirne fethedildi (1363)
3.Papalık Edirne'nin fethine tepki olarak propoganda yaptı Bunun sonucu Balkanlı uluslar Haçlı Ordusu kurdular. Haçlılar Sırpsındığı Savaşında yenilgiye uğratıldı (1364).
4.Sırpların kurduğu haçlı ordusu Çirmen Savaşında yenilgiye uğratıldı. (1371)
5.Hamitoğulları Beyliğinden Toprak satın alındı.
6.Karamanlılar, Osmanlıların Anadoluya yönelmesine karşı çıktılar Osmanlıların yaptıkları savaşla karamanlılara üstünlüklerini kabul ettirdiler.
7.Balkanlarda bir Osmanlı akıncı birliği Ploşnik Savaşında yenilgiye uğratıldı. Bundan yararlanan Sırplar Osmanlıları Balkanlardan atmak için birleşik Haçlı ordusu kurdular. I. Murat, bu haçlı ordusunu I. Kosova Savaşında yenilgiye uğrattı (1389) Ancak Savaş sonunda I. Murat bir Sırplının saldırısıyla öldü.

Yıldırım Beyazıt Dönemi (1389-1402)

1.I. Murat'ın kararı üzerine hükümdar oldu. Taht kavgasına gireceğinden şüphelendiği kardeşi Yakup'u öldürttü.
2.Karamanlılar dahil Batı Anadolu'daki beyliklere son verdi. Böylece büyük ölçüde siyasi birliği sağladı.
3.İstanbul'u ilk kez kuşattı. Bunun üzerine Batı Avrupa uluslarının katılımıyla büyük bir Haçlı ordusu kuruldu. Yıldırım Beyazıt bu orduyu Niğbolu Savaşında yendi (1396).
4.Yıldırım Beyazıt Bizans'ı ikinci kez kuşattı. Karadenizden Bizans'a gelecek yardımları önlemek için Anadolu Hisarını (Güzelce Hisarı) yaptırdı. Kuşatma sürerken Doğu Anadolu'da Timur tehlikesi belirdi. Bunun üzerine Bizans'la anlaşma yapılarak kuşatma kaldırıldı. Bu anlaşmaya göre:
a)Bizans yıllık vergi verecek.
b)İstanbulda bir müslüman Mahallesi kurulacak
c)Haliç'e bir Osmanlı birliği yerleştirilecek.

Ankara Savaşı (1402)

Nedenleri
1.Timur'a topraklarını kaptıran Karakoyunlu ve Celayir hükümdarlarının Osmanlı Devleti'ne sığınmaları Timur'un bunları kendisine teslim edilmesini istemesi.
2.Yıldırım Beyazıt'ın, beyliklerine son verdiği Anadolu beylerinin Timur'dan yardım istemeleri.
3.Timur'un, kendi üstünlüğünün tanınmasını istemesi.
Ankara Savaşını Timur kazandı.

Sonuçlar
1.Anadolu'da siyasi birlik bozuldu. Bu durum savaşın en önemli sonucudur. Çünkü beylikler yeniden kurulmuştur.
2.Yıldırım Beyazıt öldü ve oğulları arasında taht kavgaları başladı.
3.Yıldırımın oğulları arasındaki taht kavgası döneminde (fetret devrinde) devlet dağılma tehlikesi geçirdi. 11 yıl süren bu kavgayı Çelebi Mehmetkazanmıştır.

Çelebi Mehmet Dönemi (1413-1421)

1.Bozulan devlet kurumlarını yeniden sağlamlaştırdı. Anadolu'da otoriteyi yeniden sağladı. Böylece devleti dağılmaktan kurtardı. Bu çalışmalarından dolayı Çelebi Mehmet devletin ikinci kurucusu sayılmıştır.
2.Ege denizinde Venediklilere ait Adalardan Anadolu kıyılarına saldırılar oldu. Bundan dolayı Venediklilerle ilk büyük deniz savaşı yapıldı. Osmanlının deniz gücü zayıftı. Osmanlılar yenildi. Bizans'ın araya girmesiyle anlaşma yapıldı.
3.Fetret dönemindeki siyasi ve sosyal sorunları gerekçe gösteren Şeyh Bedrettin isyan çıkardı. Rumelide çıkan bu isyan bastırıldı. (1420)
4.Timur'un Semerkant'a götürdüğü Mustafa Çelebi geri dönerek taht kavgasına girdi. Mücadeleyi kaybedince Bizans'a sığındı. Bu kişinin gerçek Şehzade Mustafa Çelebi olmadığı iddia edildi. Bundan dolayı bu olaya "Düzmece Mustafa Olayı" denilmiştir.

II. Murat Dönemi (1421-1451)

1.Bizans Devleti Mustafa Çelebi'nin başlattığı taht kavgasını yeniden destekledi. II. Murat bu mücadeleyi kazandı. Mustafa Çelebi öldürüldü.
2.Karaman ve Germiyan Beyleri Osmanlının otoritesini sarsmak için II. Muratın kardeşi Şehzade Mustafa'yı taht kavgasına sürüklediler. II. Murat bu mücadeleyi kazandı.
3.Osmanlı orduları Balkanlarda Macarlarla yaptıkları savaşları kaybettiler. Bunun üzerine II. Murat barış istedi. Macarlarla Edirne Segedin Anlaşması imzalandı (1444). Anlaşmaya göre
a)10 yıl savaş olmayacak.
b)Tuna sınır sayılacak.
4.II. Murat iktidarı küçük yaştaki II. Mehmete bıraktı. Ancak devlet adamları arasında sorunlar çıktı. Macarlar anlaşmayı bozdular. II. Murat yeniden padişahlığa geldi. Macarlar Varna Savaşında yenilgiye uğratıldı (1444).
5.II. Murat iktidarı tekrar bıraktı. Yine aynı sorunlar çıktı. II. Murat tekrar padişahlığa geldi. Macarların yönetimindeki haçlı ordusunu II. Kosova Savaşında yenilgiye uğrattı (1448). Balkanlı uluslar bir daha saldırı düzenlemediler. Böylece Osmanlıların Balkanlara yerleşmesi kesinleşmiştir


KEMÂL KAPLAN
6 Aralık 2018

1994 yılında başladığım Vakit Gazetesi’ne gelen birİ – daha doğrusu çalışmaya başlayan – oldukça dikkatimi çekmişti. Heybetli, heyecanlı, kıpır kıpır bir adam, Köşe yazısı yazmaya başladı. Aksaray Langa’daki üç katlı bir evden bozma gazete binasında Ahmet Kekeç ile aynı odayı paylaşıyorlardı. Adı: Yılmaz Yalçıner.

Önce yazılarını okumaya başladım. Sonra muhabbete…

Gençliğin verdiği deli kan damarlarda çılgın atarken, Yılmaz abinin sohbetleri zihin açıcı geliyordu bize. Hapiste uzun yıllar yattığını ve uçak kaçırdığını, İrancı eğilimlerinden sonra öğrenmiştim.
İran İslâm devriminde bizim İslâmcıları bir heyecan bürümüştü. Model ülke olarak düşündükleri İran’a ve Humeyni’ye hayranlıkları her geçen gün artarken, bir gün Humeyni’nin radyo konuşmasında, “Şah’ın zulmü Ömerinki’ni geçmişti.”Deyince bizimkiler Humeyni’ye yüz çevirmiş, âkâidlerine uygun olmayan bir anlayışın hâkimiyetine sempati kesilmişti. 90’larda İran ile görüş ayrılıkları çoktan çizgilerini belirlemişken, Yalçıner’in eskilere dayanan taraftarlığını devam ettirmesi benim için hayal kırıklığı idi.

Davasına olan inancı ve dürüstlüğü ve dobralığından dolayı ona saygım devam ediyordu.  

Mahmutbey’deki gazete binası inşa edildiğinde sanırım yıllardan 96 idi. Daha geniş odalar ferah koridorlar içimizi rahatlatmıştı. Yalçıner köşesinde ateşli yazılarına devam ederken, bir gün heyecanla bizi binanın üst katında boş bulunan geniş bir odaya çağırdı: “Çocuklar gelin, gelin de bir tarihi burada belgeleyin.”
Odaya girdiğimizde iki deste gazete balyası masanın üzerinde duruyordu.
‘Dürüst Gazete’
İsim Yalçıner ile bağdaştığı gibi ilk sayısının ilk manşeti de onun hayatını kökten değiştiren;
‘Diyarbakır Uçağı Kaçırıldı’
Haberi idi.

Aklıma ilk gelen; Hüseyin Üzmez’in Vakit’te Ahmet Emin Yalman’ı nasıl öldüremediğini(!) anlatıp 40 gün boyunca tam sayfa yaptığı tefrikasıydı. 16 yıl önce kaçırdığı uçağın haberini ilk sayıda manşete koyduğuna göre o da öyle mi yapacaktı?

Dürüst Gazete’nin uzun soluklu olmayacağını onun dışında herkes anlamıştı. Sanırım patron Yalçıner’in ikinci bir gazete çıkarma ısrarına dayanamayıp tatmin amaçlı bir gazete çıkarmıştı. Hem de sadece bir sayı

Doğrusu üzülmüştüm…

Önceleri Vakit, bugün Akit olarak bilinen ve hiçbir zaman künyede imtiyaz sahibi olarak bulunmayan gazetenin tek sahibi ve hakimi Mustafa Karahasanoğlu inanılmaz bir ticari zekâya sahipti. Müthiş bir etki ve politika ile yönettiği gazetede herkesin ağzına bir parmak bal çalmayı çok ama çok iyi biliyordu. Yalçıner’e de bol kepçe ile vermişti.

Devlet kurumlarına, TSK’ya, hükümete, Kemalist ve laiklere saldırılarda ön safta Yılmaz Yalçıner ve Hasan Karakaya bulunuyordu. Müstear isimlerle yazılan asparagas haberler uçuşurken, Yalçıner’e her nasılsa bir gazete peydah edildi.

Gazete bir sayı yayınlandı yayınlamasına da, dağıtımı dahi yapılmadı. Deneme baskısı olarak yok oldu gitti.

Haklarında artan tazminat davaları sonrasında Yalçıner bir süre yazmadı, gazeteden ayrıldı. Belki de küsmüştü. Daha sonra Abdullah Birisi müsteharıyla ‘arşiv’ adlı sayfayı hazırlamaya başladı.
Ben gazeteden ayrıldıktan sonra bir daha görmedim kendisini…



Uçak kaçıran gazeteci – “Herkes başını örtsün”

Önceleri ateşli bir ülkücü sonrasında, 1978-1980 arası iki gazete çıkaran Yılmaz Yalçıner kendi deyimi ile “Humeyni’nin sözcüsü” gibiydi. 1980 askeri darbesinden sadece bir ay sonra uçak kaçırma olayı tertip edecekti arkadaşlarıyla.  

12 Eylül’le sağ ve soldan tutuklama, sorgulama ve işkenceler tüm hızıyla devam ederken, dört kişinin uçak kaçırarak İran’a gitmek istemesinin yerine uçak kaçırarak tutuklanan arkadaşlarının serbest bırakılmalarını talep etmeleri daha akılcıl geliyor bana. Bir röportajında “herkes ülkeyi terk ediyordu, bize pasaport vermediler. Biz de uçak kaçırdık”demişti. Oysa  olaylara karışan pek çok insan doğu ve batı sınırlarından pasaportsuz ülkeyi terk ediyordu. Onlar da bu yolu seçebilirler, Humeyni yanlısı yayınlardan dolayı İran’a kolayca giriş yapıp orada devlet tarafından korunurlardı. (Nitekim Türkiye’de bunu yapmış Şii İran yanlısı İslamcılar bulunmaktadır. Haklarındaki davalar düşmese bile, mahkemenin tutuklanmama güvencesi verdiği Star Gazetesi yazarı Selahaddin Eş Çakırgil buna bir örnek teşkil ediyor. Çakırgil 78-80 döneminde Yalçıner ile birlikte çalıştılar. 12 Eylül darbesiyle İran’a kaçarak uzun yıllar burada yaşadı. 90’lı yılların ortalarında İran yanlısı Selam Gazetesi’nde köşe yazıları yayınlanıyordu.)

Yılmaz Yalçıner, Mekki Yassıkaya, Hasan Güneser ve Ömer Yorulmaz 14 Ekim günü İstanbul’dan Ankara’ya gitmek üzere kalkan THY’nın Diyarbakır adlı uçağına binerler. Bir süre sonra kokpite girerek pilotları etkisiz hale getirirler dört kişide sadece küçük bir tabanca bulunmaktadır. Pilot anons yaparak durumu yolculara iletir, ikinci anonsu Yalçıner dualarla başlatır, uçağı kaçırdıklarını İran’a gideceklerini ve kadın yolcuların başlarını örtmelerini söyler.

Yalçıner ile daha önce yaptığımız sohbetlerde hostesleri başlarını örtmeleri yönünde ikaz ettiklerini,  örtecek bir şey bulamayınca koltukların baş koyma yerlerinde bulunan kumaşları vererek örtünmelerini sağladıklarını söylemişti.

Korsanlar uçaktaki kadınlara başlarını örttürüyorlar.  (Uçak içi fotoğraflar Coşkun Aral)

Civangate Skandalının kilit ismi SELİM EDES ve SUSURLUK RAPORU'nda uyuşturucu kaçakçılarıyla aynı bölümde geçen TURGAY CİNER kaçırılan Diyarbakır Uçağı'nda bulunuyordu.

Uçakta iki ilginç işadamı

Diyarbakır Uçağı korsanların yanı sıra içinde bulunan ünlü(!) yolcularından dolayı ayrıca ele alınması gerekir diye düşünüyorum.

Ankara’ya gidecek bir uçakta elbette tanınmış simalar olması mümkündür. Bunlar olayla ilgili veya olayın gerçekleşmesine sebep olabilecek kişiler ise durum değişir.

Yolculardan ilki;
TURGAY CİNER: AKP döneminin gözde işadamı… Susurluk Raporu'nda adı uyuşturucu kaçakçılığına ilişkin suçlamaların yer aldığı bölümde geçen Turgay Ciner hakkında Susurluk olayına kadar Oflu Osman’ın dağıtım şebekesi içinde yer aldığı, Almanya ve İngiltere ile bağlantılı olduğu ve örgütlü bir şekilde uyuşturucu ticareti yaptığı hakkında, ciddi iddialar bulunmaktadır. (atin.org) Ciner’in, Mehmet Ağar, Çevik Bir, Mesut-Turgut Yılmaz gibi daha pek çok siyasi figür ile yakın ilişki içinde olduğu bilinmektedir.

İkincisi;
SELİM EDES: Asrın skandalı olarak 1994 Civangate olarak adlandırılan olayın aktörü olan Edes, dönemin Emlak Bankası Genel Müdürü Engin Civan’a 5 milyon dolar rüşvet vermek ve Civan’ı  öldürtmeye azmettirmekten hüküm giymiştir. Özallı ANAP döneminin öne çıkan müteahhidi olarak değerlendirilen Edes, başta Özal ailesi olmak üzere dönemin birçok siyasi ve askeri önde geleni ile ilişkileri bulunmaktadır. Edes günümüzde Amerika’da eski bir CIA ajanı ile uluslar arası şirketlere danışmanlık yapmaktadır. İddiasına göre; Ataşehir’de bulunan araziler nedeniyle Engin Civan ile yaşadığı sorunu Özal ailesine iletmiş, onlar da Civan’a rüşvet verilmesini önermiştir. Verilen rüşvetten sonra genel müdür değişikliği olmuş, bu defa Edes rüşveti geri istemiş vermeyince tekrar Özallara gitmiş bu defa işi Alaattin Çakıcı’ya devredildiğini öğrenmiştir. Civan Çakıcı’nın adamı tarafından vurulmuştur.

Burada bir nokta koyalım.

Korsan, pilot, gazeteci kahkahaya boğulmuş

Yolcular panik içinde kadınlar başlarını örtmek için iki karış kumaş arıyor, erkekler kıpırdamadan oturuyor. Uçak “yakıt ikmali yapılacak” bahanesiyle Diyarbakır’a indirilmiş. Uçakta genç bir foto muhabiri bulunuyor. Henüz 24 yaşındaki Coşkun Aral kimse görmeden küçük dokunuşlarla denklanşörüne basarak yolcuların fotoğrafını çekiyor. “Böyle bir olayın içinde olmayı hep hayal etmiştim” diyen Aral, korsanlarla röportaj yapma istediğini bildiriyor. Dünya tarihinde o döneme kadar böyle bir habercilik yapılmamış, eşi benzeri yok.

Korsanlar röportaj teklifini kabul ediyorlar. Aral’ı kokpite götürüyorlar. Kokpit kapısı açıldığında, birinin - polisten önce - içeriye bir kahkaha bombası attığı görülüyor. Herkes gülüyor, sebebi sonra ortaya çıkıyor. Aral’ın anlatımına göre; Yılmaz Yalçıner pilotun ensesine silahı doğrultunca pilot gıdıklanmış. Yanlış yazmadım evet kıdıklanmış ve gülmeye başlamış, kokpitte hosteslerden birinin yolcu olan kocası da bulunuyormuş, Yalçıner’e demişki, “Silahı benim esmeme daya bakalım ben de gıdıklanacak mıyım?”  (Hostesin yolcu olan kocası korsanların isteğiyle kokpite çağrılmış, polis baskınında ölenlerden biri de o.)

Coşkun Aral kokpite girince şaşkınlık içinde denklanşöre basıyor. 
Kokpittekiler gülmekten kopmuş. Hava korsanı Yılmaz Yalçıner pilotun ensesine silahı dayayınca...

Herkes basmış kahkahayı… Anlayacağınız ‘dekman’ oynuyorlarmış.

Aral kokpitte asılmış denklanşöre şakır şakır çekmiş.

Sonra uçağa operasyon başlamış, iki yolcu emniyet güçleri tarafından öldürülmüş, korsanların tabancası ise bir kez dahi ateşlenmemiş.

Yine söylediğine göre Coşkun Aral’ı da eylemcilerden sanarak yakalamışlar, darp etmişler ve sorgulamışlar.

Dört hava korsanını Diyarbakır cezaevine atmışlar. Yılmaz Yalçıner 11 yıl 7 ay hapiste yatmış.

Paris’te son tango

Diyarbakır’a inen uçakta gergin bekleyiş sürerken, Paris’te bir ofis odasında SIPA ajansın telefonları susmuyordu. Dünyanın dört bir tarafından haberi alan yayın organları, ajansın sahibi Gökşin Sipahioğlu’ndan aldığı garanti ile mutlu oluyordu.

Neden mi?

Coşkun Aral SIPA için çalışıyor, Sipahioğlu da onun o uçakta olduğunu biliyordu.
Aslında SIPA bu tür başarılara alışmıştı. SIPA muhabirleri dünyanın neresinde olursa olsun, olaylar başlamadan orada bulunmaları ile meşhurdu. Diyarbakır uçağında da öyle olmuştu. Aral henüz fotoğrafları göndermeden fotoğraflar satılmıştı.

1977 yılında Savaş Ay ile Paris’e giderek çektikleri Türkiye fotoğraflarını Gökşin Sipahioğlu’na satmaya çalıştıktan sonra reddedilen Coşkun Aral, artık dünyaca SIPA muhabiri olarak tanınacaktı. (Aral bir röportajında 77 yılı nisan ayındaki Sipahioğlu görüşmesinden sonra acele İstanbul’a geldiklerini çünkü 1 mayısın kanlı geçeceğini daha önceden öğrendiklerini söylemişti.)

Dünyanın en büyük fotoğraf ajanslarından bir olan SIPA’nın kurucusu Gökşin Sipahioğlu kimdir? Kısaca bir de ona bakalım.

6-7 Eylül olaylarının başlamasına sebep olan asparagas haberi yayınlayan kişi Sipahioğlu’dur.  Çalıştığı İstanbul Expres Gazetesi’nde 6 Eylül 1955 tarihinde attığı ‘Atamızın Evi Bomba ile Hasara Uğradı’ manşeti olayların fitilini ateşlemişti. Gazetenin patronu Mithat Perin yıllar sonra Sipahioğlu tarafından kandırıldığını söyleyecekti. Oysa Atatürk’ün Selanik’te doğduğu eve sadece ses bombası atılmış, bunu yapan iki kişi yakalanmış ve Türk oldukları ortaya çıkmıştı.

Komplo mu?

Yukarıda koyduğumuz noktadan devam edelim.

Eskiden Beyazıd Meydanı’na özellikle pazar günü kitapçılar sergi açardı. Bir gün bu kitapçılardan biriyle tanışmıştım. Eski ülkücülerden biriydi. Epey hapis yatmış sol ve sağ mevzusundan gençliğin kandırılıp kullanıldığını idrak etmiş bir adamcağız idi. Yıllar süren cezaevi hayatı sonrasındaki atlatamadığı travmalardan hayatının hêba olduğu ortadaydı. Konu nasıl oraya geldi ise, Diyarbakır Uçağı’nın kaçırılma hadisesinde korsanlardan birinin ağabeyini tanıdığını onun bir başkomiser olduğunu ve olayın bir komplo olduğunu söyledi. Daha fazla detay istemiş olsam da vermedi.

Uçaktaki iki ilginç işadamı, Yalçıner ve grubu, Coşkun Aral ve Osman Arolat medya ikilisi aynı uçakta bulunmasından nasıl bir sonuç çıkarılması – veya çıkarılmaması – gerektiğini doğrusu kestiremiyorum. Bu kadar tesadüfün aynı uçakta birleşmesi Allah’ın bir hikmeti mi? Yoksa kuantum fiziğinin rastlantısal döngüsü mü?

İçkili iftarın görgü tanığı veya bozacının şahidi...

2014 yılında bir televizyon programında Kadir Mısıroğlu, Gülen cemaatinin Çırağan Sarayı’nda verdiği bir iftar yemeğinde alkollü içki içildiğini iddia etmiş, bunu da Yılmaz Yalçıner’in şahitliğine dayandırmıştı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın iftar yemekleri çok meşhurdu, her kesimden gazeteci ve siyasi orada bulunurdu. Ben de defalarca gitmişimdir. Böylesi büyük katılımlı bir davette, iftar yemeğinde alkollü içecek içilmesinin iddiası gülünçtür ve iftiradan öte gitmez. Oradaki gayrimüslüm misafirlerin bile böyle bir girişimde bulunmaları mümkün değildir. Mısıroğlu bir adım daha ileri giderek, Yalçıner’in iftar akşamı Çırağan’da işi soruşturduğunu söyleyerek, “Yalçıner gecenin bitiminde otel görevlilerine giderek alkollü içeceklerin hesabını kim ödedi diye sormuş, ‘Hüseyin Gülerce’ cevabını almıştır.” demişti. Gülerce bu iddiayı yalanlamış olmasına rağmen, Yalçıner’den hiçbir açıklama gelmemiştir.

90’lı yıllara yeniden dönecek olursak; Gülen ile Vakit’in arası hiç iyi değildi. Vakit ile Gülen cemaatinin arası, AKP döneminde 17/24 Aralık olaylarına kadar bal-kaymaktı öncesinde ve sonrasında Vakit saldırılarını hiç bırakmadı. Hatta bunu bir olayda fiiliyata döktü. Sanırım 1997 yılıydı MÜSİAD ‘İslami basın’ı haftada bir kez bir araya getiriyordu. Her hafta bir yayın organında yemek düzenleniyordu sıra Vakit’e gelmişti. Organizasyon MÜSİAD basın danışmanı Fahri Sarrafoğlu (kitap ve makalelerde adını ne zaman kullansam bana hep sitem eder.) tarafından yapılıyordu. Vakit’teki toplantı epey gümbürtülü geçtiğini sonradan öğrendik. Yılmaz Yalçıner ve patronun büyük kardeşi Nuri Karahasaoğlu, Zaman Gazetesi adına toplantıya katılan kişiyi epey hırpalamış. Nedeni ise;  Hürriyet ve birçok basın kuruluşunun ortak kurduğu Zaman’ın da dâhil olduğu dağıtım şirketinin Vakit’i dağıtmaması.

Mülkiyeyi birbirine katmış

Yalçıner 67-68 döneminde Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne kayıt yaptırdıktan sonra sağ ve sol görüşlü öğrenciler arasında taşlı-sopalı kavgalar başlıyor. O tarihte okulda bulunan Sudi Kocaimamoğlu, çatışmanın Yılmaz Yalçıner’in provakatif davranışları neticesinde olduğunu söylüyor. 1965-66 döneminde okuldaki panoların yanında Ülkü Derneği panosunun da bulunduğunu dernek başkanı  Nazım Dumlu’nun yazılarını panoda paylaştığını, 66’da Dumlu mezun olduktan sonra, yerine gelen Mehmet Şahin’nde panoya yazı yazdığı ancak bu yazıların hiçbir şekilde çatışmaya sebep olmadığını söyledikten sonra: “1967-1968 yılında Yılmaz Yalçıner adlı öğrencinin birinci sınıfa kaydını yaptırmasıyla Ülkü Derneğinde bir hareket görülmeye başladı. Panoda saldırgan yazılar çıkmaya başlamıştı. Şiddetli sol ve komünist düşmanlığı yanında, zaman zaman “Sahte milliyetçiler” diye Hür Düşünce Kulübü mensuplarına da bindiriyorlardı. Yılmaz Yalçıner bir röportajında Ülkü Ocağını kendisinin kurduğunu söylemesine karşın, dernek ondan önce kurulmuştu. Ancak Yılmaz Yalçıner zamanında Ülkü Derneği, Ülkü Ocağı adını alıp diğer Fakültelerde de örgütlenmeye başlamıştı.”  Diyor.

Dönemin Hür Düşünce Kulübü içinde yer alan Mehmet Keçeciler ve Hasan Celal Güzel, Yılmaz Yalçıner’i uyarmalarına rağmen, saldırgan yazılarına devam eder. Keçeciler ve Güzel Türkeş’in bir konuşma için gittiği salona giderek Türkeş’e Yalçıner’i şikâyet ederler. Türkeş onu ikaz edeceğini söylediği halde Yalçıner yapacağından geri durmaz. Sonunda arkadaşlarıyla kendi yurdunu basarak ele geçirmeye çalışır. Taşlı-sopalı saldırıdan sonra, yurdun camı-çerçevesi inmiş pek çok öğrenci yaralanmıştır. Sol görüşlü öğrenciler durumu önceden haber aldığından baskın başarısız olur. Yalçıner göreceği tepkiyi bildiğinden okula bir süre ara verir.

Olayın devamını yine Sudi Kocaimamoğlu’ndan dinleyelim: “Yılmaz’ın bu yurt baskını olayı okul ve yurtta büyük bir tepki ile karşılanmış ve sağcı ve solcusuyla tüm okul, Yılmaz Yalçıner’e nefret duymaya başlamışlardı. Kimse öğrencisi olduğu okulun yurdunu bastırmayı kabullenemiyordu. Yılmaz, bir süre okula gelemedi. Zaten okula geldiğinde, linçle karşılaşabileceği haberleri kendisine de ulaşıyordu. Deli cesareti derler ya, bir gün Yılmaz çıkar, ders saatinde okula gelir ve derse girer. Ders büyük anfide yapılmaktadır. Kürsüde Anayasa’ya Giriş dersini anlatan Prof. Muammer Aksoy vardır. Sınıfta bir anda homurtular başlamıştır. Bu arada derse girdiğini gören birkaç kişi diğer sınıflara haber verirler. Ders zili çalmadan büyük anfinin önü öğrencilerle dolmuştur. Kapı açılır, Muammer hocanın şaşkın bakışları arasında içeri girmeye başlarlar. Yılmaz’ı dışarı çağırırlar. Yılmaz başına gelecekleri anlar, yerinden kalkarak hızla Muammer Aksoy’a doğru koşmaya başlar. Bu sırada sağdan soldan koşan öğrenciler vurmaya başlamışlardır. Bir hayli darbe alarak Muammer Aksoy’un ayaklarına kendini atar, ”Hocam beni öldürecekler” der.”

Muammer Aksoy Yalçıner’in kürsünün altına sokarak ona siper olur. Bu arada Aksoy Öğrencilere “Ona vurmayın bana vurun, beni ezmeden, ona bir şey yapamazsınız” diye bağırmaktadır. O da yumruk ve tekmelerden nasibini almıştır. Okul görevlileri gelip Yalçıner’i oradan çıkararak hastaneye götürüler.  İki gün sonraki Milliyet Gazetesi’nde çıkan haberin başlığı şöyledir: “Beni Muammer Aksoy dövdürdü.”

Yılmaz Yalçıner bu olaydan sonra okulu bırakmak zorunda kalmış, Ülkü Ocağı’da kapanmıştır. O günden sonra her yerde Türkeş’in yanında görülmektedir. Yalçıner MHP ile kan uyuşmazlığı nedeniyle ayrıldığını söylese de, Kocaimamoğlu’na göre MHP’den atılmıştır.

Macera devam ediyor

Bir ‘iflah olmaz vak’anın’ profilini çizmeye çalışırken macera burada bitmemeli deyip flahsback yaparak yeniden 14 Ekim 1980 tarihine geri dönelim. Dört hava korsanı dönemin insanlık dışı işkencelerle ün yapan Diyarbakır Cezaevi’ne kapatılmıştır. Cezaevi sol görüşlü Kürtlerle dolu, sadece dört hava korsanı İslamcı-sağ eğilimlere sahip olduğundan yönetimin onlara tavrı farklıdır.  Kenan Evren tarafından bizzat Diyarbakır Cezaevine gönderildiği söylenen yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran(*) iç güvenlik komutanı olarak görev yapıyordu.  

TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu bünyesinde 2016 yılında kurulan alt komisyon raporlarında Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan işkencelerden Yıldıran’ın sorumlu olduğu ifade verenler tarafından kayda geçirilmiştir.

İşkenceci Yıldıran’ın cezaevinde hava korsanlarının arkadaşı olduğu söylenmektedir.  Yılmaz Yalçıner, Yıldıran tarafından kurduran çocuk koğuşunun sorumlusu olarak görevlendirilir. Yalçıner o tarihte 34 yaşındadır. Serbestî adlı derginin 2003 tarihli 14. Sayısında ‘Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’ adlı haberde çocuk koğuşunda yatan bir mâhkumun anlattıkları oldukça ilgi çekicidir:
“Hizbullah konusu ile Diyarbakır Cezaevi’nin ilişkisi ise bugüne kadar çok da fazla göz önüne çıkmamış, görece daha geri planda durmuştur. Çocuk koğuşunda kalan K.Y. anlatıyor: “Çocuk koğuşunun açılması aslında normal değildi. Herhalde kolordunun, askeriyenin, devletin bilinçli bir politikasıydı. Ayrıca o dönem Diyarbakır’da uçak kaçıran dört hava korsanın da katkılarıyla (Biliyorsunuz o korsanlar İslami Cihat patentliydiler) Diyarbakır 5 No’lu Askeri Cezaevi’nde Çocuk Koğuşu kuruldu. Bu hava korsanları, Diyarbakır Askeri Cezaevi’ndeydiler ve Esat Oktay Yıldıran’ın da çok yakın dostlarıydılar, dolayısıyla işkencelerden ve diğer uygulamalardan muaftılar. Korsanların başı olarak bilinen Yılmaz Yalçıner’i ise, Çocuk Koğuşu’na sorumlu yaptılar. O dönem yakalanan birçok insan çocuk yaştaki oğlu ya da kardeşiyle beraber tutuklanmıştı. Bunların sayısı da az değildi. Çocuk Koğuşu şöyle bir anlayışla kuruldu: ‘Eğer bu çocukları ağabeylerinden, babalarından ayırırsak, hem bölücü fikirlerden uzak tutmuş oluruz, hem de kendi isteğimiz doğrultusunda onların kafasını şekillendiririz’…”  

 “Belirtmek gerekir ki burada bahsedilen anlayış daha sonra PKK ile mücadele etmek için bölgede Hizbullah’ın güçlendirilmesi fikriyle ciddi paralellikler taşır. K.Y.’nin anlatısının devamı ise bir cezaevinin kocaman bir coğrafyanın kaderini nasıl çizdiği ile ilgili ciddi fikirler verir: “İşte bütün çocuklara uzun, tesettürlü don (ailelerine aldırtarak) giydiriyorlardı, yoğun bir şekilde Kuran okutuyorlardı. Özellikle şeriat uygulamalarının anlatıldığı yayınları okutuyorlardı. Radikal İslamcı örgütlerin yetiştirdiği insan tipinin aynısını orada yetiştiriyorlardı. Mesela Türkiye’nin bir Darülharb olduğunu, Türkiye’nin bir şeriat devleti olması gerektiğini söylüyorlardı; tamamıyla şeriat anlayışına ve duygularına uygun bir gençlik yetiştirdiler. Nitekim o koğuşta yetişen çocukların bir kısmının, daha sonra Hizbullah’ın karıştığı faili meçhul cinayetlerde de kullanıldıklarını dolaylı yollardan öğrendik.” Burada da özellikle 90’larda bölgede gerçekleştirilen faili meçhul cinayetlerden bahsedilmektedir.”

Ertuğrul Mavioğlu’nun ‘Apoletli Adalet-Bir 12 Eylül Hesaplaşması’ adlı kitabının 147 ve 148. Sayfalarında aynı iddialar bulunuyor:
“Yılmaz Yalçıner yakalandığında Akıncılar olarak bilinen İslamcı örgütün liderlerindendi.... Bu kişi 31. koğuşa toplanan genç tutuklurı, Kürtlükten, devrimcilikten uzaklaştırıp İslâm’ın kaidelerine göre yetiştirmekle önemli bir rol üstlendi. Bir süre sonra bu gençler mahkemeye çıktıklarında şaşırıyorduk. Daha beş ay önce aynı koğuşta kalmışız, çok iyi tanıyoruz. Ama bir bakıyorsun eski düşüncelerinin tamamını inkar etmiş... 31. Koğuş zamanla Hizbullah'ın eylemci kesimine kadro yetiştiren bir yer haline dönüştü. Kendi içlerinde öyle bir sistem kurmuşlardı ki, koğuşun yöneticisi olan kişinin iç çamaşırları dahi diğer tutuklular tarafından yıkanıyordu. 31. Koğuş Türk-İslam sentezinin öğretildiği bir yerdi.”

Ahmet Hakan ‘Vakit’ten İki Arıza Tip’ adlı yazısında Yalçıner için “Hapisten çıktıktan sonra ise Vakit Gazetesi’nde müşahede altına alınmıştır.”  Yorumunu yapmıştır. Yalçıner’in uzun süren hapis hayatı boyunca dışarıdaki dünyada eylemsel anlamda yeni liderler türemişti. En az onun kadar cevval bu adamlar devletin sağ çarklarının tıkır tıkır işlemesinde roller üstlenmişti.

İedolojik anlamda üstlendiği rolü fazlasıyla yerine getiren Vakit, Yalçıner faktörünü çok iyi değerlendirmesini bilmiştir. Müşahede altında tutulmasına rağmen Yalçıner, Vakit’in ideolog kadrosunda parlayan bir yıldızdır.

Bir itiraf!

Yılmaz Yalçıner 2011 yılında Yeni Şafak Gazetesi’ne verdiği mülakatta geçmişi değerlendirerek özeleştiri yapıyor. Bir nevi günah çıkarma..:
“Ben uçak kaçıran adam değilim. Şura'yı, Tevhid'i çıkaran adam da değilim. Arkadaşlarım zaman zaman beni teselli etmek için, “Onlar o günlerde yapılması gereken şeylerdi” diyorlar. Ben de “Keşke yapmasaydım” diyorum. Çünkü iyi niyetle de olsa yanlışlıkla başarılı olsaydık, mazallah Türkiye'yi de İran misali bir diktatörlüğe sürüklemiş olacaktık. Adı İslami bir diktatörlük olacaktı. Bu İslam'a da bühtandır, halka da zulümdür. Vebal altına girecektik. Bugünkü düşüncemde özgür bir ülkeyi düşlüyorum. Hâlâ özgürlük istiyorum.”



(*) Yıldıran'ın Diyarbakır cezaevinde mahkumlara dışkı yedirmekten, kadınlara tecavüz edilmesine, mahkumların cinsel organlarına elektrik verilmesine kadar pek çok işkencede azmettirici olduğu yönünde oek çok görgü şahidi bulunmaktadır. 



KEMÂL KAPLAN
2 Eylül 2018

Yangınlar tarih boyu İstanbul'un kaderini değiştirmiştir. Bazı yangınlar ise birilerinin kaderini...
Aksaray Yeraltı Çarşısı Yangını da bunlardan biri.

Türkiye'nin ilk AVM'si olarak tarihe geçen Aksaray Yeraltı Çarşısı'nın yapımına 1969 yılında başlanmıştı. 31 Mart 1973 yılında tamamlanmasına rağmen, dönemin belediye başkanı Fahri Atabey tarafından 1 Kasım'da açılışı yapıldı. 60 milyon liraya mâl olan çarşı yeraltı otoparkı dahil 20 dönüm arazi üzerine kurularak, 140 dükkândan oluşmaktaydı.

1969 yılında inşaat halindeki çarşı.

Kapalıçarşı ve Mısır Çarşısı'ndan sonra İstanbul'un üçüncü büyük çarşısı olan Aksaray Yeraltı Çarşısı, açılışından 2 yıl sonra 24 Aralık 1975 tarihinde çıkan yangınla adeta kül oldu. Ne garip bir rastlantıdır ki, olaydan iki gün sonra henüz çarşının külleri soğumamışken, yine İstanbul tarihinde önemli bir yeri olan Gürün Han yangını çıkacaktı.  

 

Sait Halim Paşa Yalısı yangını, Gürün Han yangını gibi Aksaray Yeraltı Çarşısı yangını da tesadüf veya kaza değildi. Onun da yanmasının ardında bir şeyleri örtbas etme kastı vardı.

Terzi Nuri Kaymaz 2016 yılında yaptığı çalışma ile Gürün Han Yangını'nın ardında yatan sebeplerini ortaya çıkarttığı gibi, yangına sebep olan mafya babasını da açıklamıştı. (Onunla ilgili ortaya çıkarttığımız gerçeği daha önce yazmıştık:  GÜRÜN HAN'I HAMALLARA HANGİ MAFYA BABASI YAKTIRDI ...

Kaymaz bir süreden bu yana yakın tarihte meydana gelen İstanbul yangınlarını araştıyor. Ortaya çıkan gerçekler ürkütücü olduğu gibi düşündürücü de...

 

Lafı fazla uzatmadan Terzi Nuri'nin araştırmaları sonucu ortaya çıkardığı bulgulara geçelim.


İstanbul Belediye Başkanı Dr. Fahri Atabey Aksaray Yeraltı Çarşısının açılışını yaparken.

 

Açılışın onuruna verilen yemekte
İsmet İnönü, Bülent Ulusu, Cevdet Sunay ve protokol.


 

"KAR MI YAĞMIŞ ŞU HARPUT'UN BAŞINA"


302 Mercedes otobüsün içi dumandan göz gözü görmüyordu. 20 yıllık Magirus otobüslerden sonra Elazığ-İstanbul arasına Mercedes'ler geleli çok olmamıştı. Sigara içmek bugünkü gibi yasak değildi şehirler arası otobüslerde. İki Gakkoş el sarımı sigaralarını tüttürürken, cam tarafından oturanın kucağındaki küçük valiz dikkati çekmiyor değildi. Çünkü koltuk üstü raflar  bunun için yapılmıştı. Kucaktaki bagaj da neyin nesi..?

Hüseyin 40, Abdullah 35'inde idi. Hüso iri yarı gövdeli kumral iki çocuk sahibi rençberlik yapıyordu. Abdo daha kısa ve narin yapılı esmerdi, onun da iki çocuğu vardı ve kaportacıydı. Otobüs Sivas'a girip mola verdiğinde, karınları acıkmış otogarın hemen dışında bulunan bir esnaf lokanlatasında karınlarını doyururken, küçük valiz yine Hüso'nun kucağında idi.

İki yıllık uğraş ve çabaları o küçük valizin içinde duruyordu. İkisinin de kalbi orada atıyor, uzun yıllar dostluklarına rağmen, birbirlerine olan güvensizlikleri gözlerinden okunuyordu.

Definecilik insanın ruhuna kadar işleyen, onunla yatıp onunla kalktığınız madde bağımlılığından da beter bir illetti. 10 yıldan uzun süredir iki arkadaş bu illetin müptelası olmuştu. Harput ve çevresinde gizli gizli kazmadıkları yer kalmamış, define haritası diye aldıkları haritalara az para kaptırmamış, az varta atlatmamışlardı. Lakin bu defa iş tamamdı. Öyle bir eser çıkarmışlardı ki, ikisinin de yedi ceddine yeterdi.

Definecilikte gömü çıkarma, hazine bulma tutku ötesi bir durum olmakla birlikte, ona sahip olmakla iş bitmiyordu. Bir de bunun elden çıkarılması, satılması gerekiyordu. Defineyi bulmaktan belki çok daha riskli bir olaydı bu.

İki arkadaş bu riskin farkında idiler. İstanbul defineciliğin her iki aşaması için de cennet bir merkezdi. Gömünün burada satılması dışında başka alternatifleri yoktu. Otobüs Topkapı otogarına girdiğinde ikisininde yorgunluk yüzlerinden okunmasına rağmen, ellerindeki küçük valiz onları ayakta tutan yegâne sebebi barındırıyordu. Hüso ve Abdo daha önce defalarca İstanbul'a gelmişti. Elbette define için. Balat'taki Defineciler Kahvesi bu işin Oxford'u gibiydi. Topkapı Kaleiçi'ndeki her defasında kaldıkları otele gittiler. 
Saat 9'u geçmişti. Emektar resepsiyon görevlisi iki yataklı bir oda vermişti onlara. Küçük valiz dışında hiçbir eşyaları yoktu. Üzerlerindeki kıyafetle yatağa uzandılar. İkisi de fazla konuşmayan tiplerdi. İçe kapanık olmaları definecilik için iyi bir özellik sayılabilirdi. Çok konuşan açık vermeye mahkumdu. 

Valiz iki yatak arasındaki boşluğa bırakıldı. Yorgunluğa daha fazla dayanamayan iki arkadaş, zengin olduktan sonra yaşayacakları hayatın hayali ile uykuya daldılar.

Kahverengi valizin üzerine perdeden sızan aralık ayının soluk sabah güneşi vuruyordu. Köhne otel odasının iki yatağı iki gakkoşun ağır bedeni altında ezilirken, ter kokusu her yanı kaplamıştı. Hüso gözlerini açtı. Valize elini uzattı, onu adeta okşadıktan sonra, yere düşen sekiz köşeli kasketini alarak, ayağa kalktı. Abdo horultu içinde uykunun sarhoşluğuna teslim olmuştu. Hüso sarsarak uyanmasını sağladı. Abdo bir an panikledi ne olduğunu anlayamadı. 
Valizi görünce  kendini toparladı. İçini kemiren güvensizlik duygusu bu defa minnete dönüşerek, kısık gözleriyle Hüso'yu selamladı.

Otelin hemen yan tarafındaki lokantada çorba içip, sigara tellendirdiler. Saat epey geç olmuştu. Yeraltı Çarşısı çoktan açılmış, dükkanların sabah temizliği yapılmış, ilk müşteriler bekleniyordu siftah için.

Hüso ve Abdo otelin karşısındaki durağa giderek Taksim-Topkapı yazan otobüse arka kapıdan bindiler. Kapının hemen yanında kendine ayrılan bölümde oturan biletçiden iki tam abonman kestirdiler. Ön kapıya yakın bir yere oturarak, otobüsün hareket etmesini beklediler. Valiz bu defa Abdo'nun kucağındaydı. Beş dakika sonra kalkan otobüs Millet Caddesi'ne girerek, Şehremini, Çapa, Fındıkzade, üzerinden Yusufpaşa durağına gelince, iki arkadaş burada indi.

İSKİ tarafındaki kapıdan Yeraltı Çarşısı'na girerek, 17 numaradaki Behram'ın sadece erkek gömleği sattığı dükkanına girdiler. Elazığ'dan hemşehri Behram aynı zamanda Abdo'nun uzaktan akrabasıydı. Mert bir adamdı İstabul'da ondan başka kimseye güvenemezlerdi. 

Tezgahtar Behram'ın henüz gelmediğini söyleyerek, arkada yeni demlediği çaydan onlara ikram etti. Tezgahtar  ile verdiği, Samsun'u tüttürmeye başladıkları esnada 45'ini geçmiş saçları tepeden epey açılmış Behram selam vererek içeri girdi. İki kafadarı görünce biraz tedirgin oldu. Zira onların ne tür maceralar peşinde koştuğunu çok iyi bilirdi. Yine de severdi onları, bir zararları yoktu, hayalperestlikleri dışında. 

oşbeş faslından sonra Behram tezgahtarı Yeşildirek'e gömlek siparişi için gönderdi. Abdo'nun kucağındaki valiz onu işkillendirse de, bir şey sormadı. Nasıl olsa neden geldiklerini anlatacaklardı.

VALİZİN İÇİNDEKİ TANRIÇA

Abdo, Behram'ın meraklı bakışları altında yıllardır hayal peşinde koştuktan sonra bu defa turnayı gözünden vurduklarını anlatırken, valizin kilitlerini açmaya başladı. İçinden çıkardığı bir tutam amerikan bezini evire-çevire açmaya başlamadan önce, Behram'a dükkanın kapısını kapatmasını söyledi. Amerikan bezin içinden yirmi santim uzunluğunda altın bir heykel çıktı. Abdo heykeli Behram'a uzattı. Heykeli sağ eliyle kavrarken titrediğini hisseden Behram başına geleceklerden habersiz, iki hemşehrisinin hazinesine zaten iri olan yeşil gözlerini daha da belerterek bakmaya başladı.

İlk şaşkınlıktan sonra Behram, bu heykeli ellerinden nasıl çıkartacaklarını sordu. İkisinin de İstanbul'da güvenebileceği kimse yoktu. Behram'dan onlara bunu satacak birilerini bulmalarını ve karşılığında yüzde yirmi vereceklerini söylediler.

Doğru kişileri bulunca milyonlarca lira edebilecek bu küçük tanrıça, başlarını belaya da sokabilir, polise yakalanabilirler veya birileri haber alırsa her türlü musibeti yaşayabilirlerdi. Behram müdereddit bakışlarını iki kafadarın üzerinde gezdirdi. Sonra elindeki heykele bakmaya başladı. Korktuğu gibi, para kazanma düşüncesiyle rahatlıyordu. Duygusal hezeyanları atlattıktan sonra, Kapalıçarşı'da birini tanıdığını söyledi.

KAPALIÇARŞI'DA KAPALI(!) İŞLER

Döviz serbestisi yoktu. Dolar veya mark almak için merkez bankasında birtakım prosedürleri yerine getirmen gerekiyordu,  yurtdışına gideceklere mahsustu. Tekel tüketilen milyonlarca paket sigaranın piyasadaki tek hakimiydi. Marlboro, Kent kaçak gelirdi. Merkezi Tahtakale olan piyasadan Türkiye'ye sigara sevkedilirdi.

Malatyalı Mehmet hem Kapalıçarşı hem Tahtakale'de döviz ve sigara işi yapıyordu. Ve imkana göre her türlü illegalite...

Behram Kapalıçarşıda bir yere telefon ederek Mehmet'i sordu. Yarım saat sonra çalan telefonun diğer tarafındaki kişi Malatyalıydı. Behram çarşı kapanmadan Mehmet'in Aksaray'a gelmesini istedi. Mehmet kaçın kurasıydı. Hiç sorgulamadı. Saat 5 gibi dükkana geldi. Behram bir saat kadar önce dönen tezgahtarını erken paydos ettirdi. Genç tezgahtar bütün gün müşteri ile uğraşmaktan bezdiği için erken çıkmak onun için nimetti.

TANRIÇA'NIN LANETİ

Mehmet'e durumu anlattılar, heykelciği gösterdiler. Mehmet'in ağzının suyu aktı. Lakin bir hafta önce Mali Şube tarafından sorguya alınmıştı. Ve takip edildiğini biliyordu. Bu iş için uygun zaman değildi. Mehmet izin isteyerek ayrıldı. Bizimkiler hüsrana uğradılar.

Behram nerede kalacaklarını sordu. Heykelciği ellerinde taşımalarının sakıncalı olduğunu, terör olayları yüzünden polisin yollarda sık sık kimlik sorup, üst araması yaptığını, kıyafetlerinin ve ellerindeki valizin de dikkat çektiğini, heykeli dükkanın arka taraftaki küçük depoda gömleklerin arasında saklanmasının daha güvenli olduğunu söyledi. Hüso ve Abdo yapacakları bir şey olmadığının bilinciyle kabul ettiler. Heykel itina ile gömleklerin arasına kamufle edildikten sonra, dükkanı kapatıp Behram'ın misafiri olarak Kumkapı'nın yolunu tutular. Rakılar içildi, mezeler yendi, sohbetler edildi, kafalar ziyadesiyle dumanlandıktan sonra, bir taksi iki kafadarı otele, Behram'ı Merter'deki evine bıraktı.

Ertesi gün ağrılı başlar, bulanan midelere rağmen bizimkiler çarşı açılmadan giriş kapısında bekliyordu. Akşamdan kaldıkları aşikar iki kişiyi çarşının kapılarını açmaya gelen bekçi hemen fark etti. Biraz da şüphelendi. Kıyafetlerinden İstanbullu olmadıkları belliydi. Merdivenleri hızla inip 17 numaranın önünde beklemeye başladılar. Bekçi de arkalarından seyirterek uzaktan durumu kesiyordu. Az sonra Behram kafasını oğuşturarak, çarşının koridorunda göründü. Dükkanı açtıktan sonra bizimkiler de içeri daldı. Bekçi şimdi dükkana daha da yaklaşmış, ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Bir güvenlik sorunu olabilirdi. Sonra üçünün de oturup sohbete başladığını görünce, hemşehri ziyareti diye düşünüp uzaklaştı.

Üç Elazığlı heykeli yerinden çıkarıp, elden ele gezdirip tekrar zulaya koydular. Çaylar içildikten sonra, Behram'ın aklına Yusufpaşa'daki Nihat geldi. Nihat çarşıda tanınan bir tipti. Kürd İdris'in çek-senet işlerini yapardı. Sıkışan esnafın senetlerini bozdurur yolunu bulurdu. Nihat'a telefon ettiler. Bir saat sonra Nihat dükkana geldi. Tezgahtar yeniden Yeşildirek'e gönderildi. Zuladan heykel çıkarılıp, Nihat'a gösterildi. Heykel yeniden yerine kondu. Nihat bir görüp bir kaybolan heykelin etkisine girerek, bir alıcı bulabileceğini söyledi. Sonra gitti.

Çarşıda çok dikkat çeken bir olay yaşanmıştı. Uğur Mumcu iki gün arka arkaya Aksaray Yeraltı Çarşısı'nda dolaşırken ve alış-veriş yaparken görüldü. Ankaralı bir gazetecinin burada alış-veriş yapması pek rastlanır bir şey değildi. Yoksa bir haber üzerinde miydi?

Tarihler  23 Aralık 1975'i gösteriyordu. Hüso ve Abdo dükkan kapandıktan sonra Behram'dan ayrıldılar. Kaleiçindeki bir meyhane'de kafaları demlendirdikten sonra, gidip yattılar.

Gece yarısından sonra İstanbul'un gökyüzünü bir duman kapladı. Bu duman Yeraltı Çarşısı'ndan çıkıyordu. Yerin altı cayır cayır yanıyor. İtfaiye dumandan içeri giremiyordu. Yaklaşık  yüz dükkan kül oldu tabii 17 numara da...

Beş gün boyunca kimse içeri sokulmadı. Dükkanlarının akıbetini merak eden esnaf izin verildikten sonra gördükleri manzara karşısında şoke oldular. Yangında 3 kişi hayatını kaybetti. elektrik kontağı olarak raporlar düzenlendi.

Heykel mi?

Elbette ortadan kayboldu.

Nihat da...

Bir süre sonra Nihat'ın Kıbrıs'a yerleştiği kumarhane işlettiği ve gayrimenkuller aldığı söylentileri yayıldı. 

Behram bir daha ortaya çıkmadı. 

Hüseyin 2015 yılında Harput'ta hakkın rahmetine kavuştu. Abdullah Harput'ta halen yaşıyor.

Yangın esnasında asfaltın delinerek yangını söndürme çalışmaları.



*******

Konumuz yangından açılmışken, geçmişte yaşanan HALKBANK yangınında ortadan kaybolan kredi dosyalarını ve  Melih Gökçek'in olayla ilgili tutumunu daha önce yazmıştım. 

Meraklısına: