Mart 2017

28 Şubat döneminde gazeteci olarak sahada görev yapıyordum. Medya ve 'Post Modern' darbecilerin el ele vererek nasıl bir kumpas organize ettiklerine şahit oldum.
Siviller askeri cezaevine gönderildi. Birçok gazeteci işten çıkarıldı. Müdahil avukatlar bile dava dosyaları örgütsel döküman kabul edilerek kodesi boyladı.
Antidemokratik bir süreç ülkeyi kasıp kavuruyordu. 
Aradan uzuuun yıllar geçti. Dünün mağdurları bugünün mağrurları oldu.
Rövanş kıyasıya geçiyor.
10 yıl boyunca dini bir yapılanma ile ülkeyi yöneten AKP hükümeti, 17/25 Aralık'tan sonra  partnerine açtığı savaşı kazanmış görünüyor. 15 Temmuz'un sağladığı ivmeyi asla azımsayamayız.

Binlerce kişi örgüt mensubu olmakla suçlanıyor, işinden kovuluyor, mahpus damında gün sayıyor. Siyasetçi, gazeteci, memur, asker, yargı mensubu örgüt üyeliği suçlamasıyla ya mağdur veya cezaevinde.

Operasyonlar bitecek gibi de görünmüyor. Dün bir örgüt evine polisin düzenlediği operasyonda, evde özel paketlere sarılmış çiğnenmiş sakız ve iç çamaşırı bulunmuş.

DİKKAT!

Çiğnenmiş sakız ve iç çamaşırı...

Aklıma 1960 darbesi ve Menderes hakkında açılan davalar geldi. Bir tanesi BEBEK DAVASI idi. Davada iddiaya göre Menderes'in özel kasasında bir adet kadın külodu bulunmuştu. Duruşmalar sırasında savcı, Türk bayrağının önünde söz konusu külodu sallıyor, Menderes'e türlü ithamlarda bulunuyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Milleti adına yüz karası bir sahne...

BU GÖZLER NELER GÖRDÜ NELER...

- Dava dosyalarının örgütsel döküman olarak kabul edildiğini GÖRDÜM.
- Yolda yürüyen adamı terörsite benzeten polisin adamı sorguda öldürdükten sonra boş araziye attığını GÖRDÜM.
- Mahkemenin mutfak tüpü ve mutfak bıçağını suç aleti olarak kabul ettiğini GÖRDÜM.
- Naylon katiller, naylon militanlar, naylon suikastlar ve naylon darbeler GÖRDÜM.
- Gördüm de, gördüm...

ÇİĞNENMİŞ SAKIZ VE İÇ ÇAMAŞIRININ SUÇ UNSURU VE HABER KONUSU OLDUĞUNU GÖRMEK DE VARMIŞ. Onu da bugün gördüm.

ERDOĞAN'IN B VE C PLANI

Türkiye'nin nasıl bir süreçten geçtiği herkesin malumu. 17 Nisan sabahı nasıl bir Türkiye'ye uyanacağız belli değil. Ancak benim her iki seçenekte de ümidim yok.
'EVET' çıkarsa ülke tek adam diktatörlüğüne geçeceğinin yanı sıra bir saltanat da bekliyorum doğrusu.
'HAYIR' beni daha da korkutuyor. 7 Haziran seçimlerini bir düşünün. AKP iktidar olacak oya sahip olamayınca ülkede neler olmuştu. AKP'nin anayasa profesörü bile şunu söylemişti: "Millet kaosu seçti."
Böylesine korkutucu ve manüple edici bir siyasi anlayışın 16 Nisan'da HAYIR çıkması karşısında tası-tarağı toplayı köşesine çekileceğini mi sanıyorsunuz. Hele hele Tayyip Erdoğan'ın, kendini saraya kapatacağını sanıyorsanız aldanırsınız. O saray boşuna mı yapıldı.
Erdoğan çoktan B ve C planını yapmıştır. Hiç endişeniz olmasın.
7 Haziran'da çoğunluğu sağlayamayan AKP, Kasım ayında nasıl iktidar oldu bir düşünün.
Her ne kadar oyum 'HAYIR' olacak ise de; sonucun HAYIR çıkması beni EVET kadar endişelendiriyor.





Şimdiye kadar hakkında, emsaline nasîb pek çok eserler yazıldı. San’atı, fikriyâtı, hayâtı, hizmeti tahlîl ve tevkîr edildi. Ve her ölüm yıl dönümü vatanın her köşesinde İstiklâl Marşı şâiri ve Safâhat mübdii olarak hürmetle yâda vesîle yüzlerce konferans verildi, musâhabeler yapıldı ve bu millet yaşadıkça sinesinden fışkıran bu tebcîl şerareleri artacak, eksilmeyecektir.

Merhûmun devrinde yaşayan bütün edîb ve şâirlerle kendisini yakından, uzaktan tanıyanların hâtıralarını, kendisiyle hayatı boyunca fikir beraberliğinde bulunmuş olanlar tarihimize büyük eserler hediye ettiler. En son olarak büyük şâirimizin ençok sevdiği dostlarından ve millî mücâdele arkadaşlarından, memleketimizin değerli din âlimlerinden Birinci Büyük Millet Meclisine Balıkesir Meb’usu olarak iltihâk eden üstad Haşan Basri Çantay merhum, sağlığında bizlere Âkif hakkında etraflı bir eser hazırlamakta olduğunu beyan buyurmuştu. Hayatında onu bastırmak kendisine müyesser olmadı. Fakat Hayrülhalefi Mürşid Çantay,merhum üstâdın bu emeğini yurt çapında değerlendirmek üzere neşre karar vermiştir. Kendisine bilhassa teşekkür ederiz. Üstad Haşan Basrî Çantay'ın millî mücadele ve birinci Büyük Millet Meclisi süresince Mehmed Akif merhumla geceli gündüzlü arkadaşlık etmiş olması ve bütün fikriyâtına, tahassüsâtına yakından ilgili bulunması dolayısiyle tarihe, en yetkili kalem olarak «Akîfnâm e»yi ihdâ etmiş oluyor. Yurdumuzun her iki büyük şahsiyetine Cenâb-ı Hakdan rahmetler, mağfiretler niyaz ederken Mürşid Çantay Bey
kardeşimizi de candan tebrik ederiz.
Mahir İz
Kitaptan...

Buradan İndiriniz


İstanbul’un büyük bir kısmını tahrip eden Çırçır (1908), İshak Paşa (1912), Vefâ (1918) ve Karagümrük (1919) gibi seri hâlindeki büyük yangınlardan önceki Eyüb, Galata ve Üsküdar dışında sur ile alâkalı İstanbul yarımadasının topografyasını ve âbidelerini 1/2000’lik ölçekle gösteren harita. 45 x 60 ebadında, 20 levha (pafta)
1 Kasım 1922 tarihli oturumda ise Rıza Nur Bey’in teklifindeki altıncı madde;-hilafetin Osmanlı hanedanına ait olup, Türkiye Devletinin de hilafet makamının dayanağı olduğunu, Halifeliğe TBMM tarafından bu hanedanın ilim ve ahlak bakımından en iyi yetişmiş olanının seçileceği- şeklinde düzeltildi. Bu teklife büyük ölçüde benzeyen, ancak hilafeti babadan oğul'a geçmek üzere Osmanlı hanedanına bırakan Hüseyin Avni Bey’in “tadil name” teklifi de tartışılmıştır. Bu aşamada söz alan Mustafa Kemal Paşa, Türk ve İslam tarihi üzerinde kısa bir hatırlatma yaparak Peygamber ve dört halifesinin devlet idaresine geliş şekillerini hatırlattıktan sonra Selçuklu tarihinden örnekler vererek Sultan Melikşah ile Abbasi halifesi arasındaki ilişkileri değerlendirmiştir. Melikşah'ın devletin hâkimiyet ve saltanatını temsil ederken hilafet makamını da muhafaza ettiğine dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, mevcut durumda da hilafet makamı muhafaza edilerek onun yanında hâkimiyet ve saltanat-ı milliye'nin bulunduğunu belirtmektedir.


Mustafa Kemal Paşa'ya göre “Bütün Türkiye halkı bütün kuvvetiyle hilafet makamının dayanağı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdani ve dini bir vazife olarak taahhüt ve tekeffül” etmekteydi. Padişahlığın ortadan kalkması ile halifeliğin ne olacağı sorusunun ortaya çıktığına dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, hilafet ile saltanat ve hâkimiyet makamlarının yan yana bulunmasının en tabi hallerden olduğunu belirtmiştir. Ancak saltanat makamında milletin kendisinin oturduğunu, hilafet makamında ise dayanağı Türkiye Devleti olan bir şahsın oturacağını göstermişti. Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkacak durumu ise iki taraflı görmekteydi. “Bu suretle bir taraftan Türkiye halkı çağdaş ve medeni bir devlet halinde her gün daha sağlam daha mesut ve müreffeh olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak, kişilerin ihaneti tehlikesine maruz kalmayacaktır”. Diğer taraftan “hilafet makamı da bütün İslam âleminin ruh ve vicdanının bağlantı noktası olabilecektir”. Mustafa Kemal Paşa aynı anlama gelen diğer tekliflerin de birleştirilerek bir an evvel Meclisin oyuna sunulması temennisiyle konuşmasını bitirmiş ancak ikinci grup üyelerinden gelen teklifler üzerine konu Şer’iyye, Adliye ve Kanun-ı Esasi Encümenlerine havale edilmiştir.


Encümende saltanat ve hilafetin ayrılıp ayrılamayacağı tartışmalara uzayınca, Mustafa Kemal Paşa söz alarak milletin isyan ederek hâkimiyetini eline aldığını, kabul edilmesinin iyi olacağını belirtmiştir. Bu müdahale üzerine komisyon teklifi oybirliği ile karara bağlamış ve aynı günün ikinci celsesinde Meclis genel kuruluna sunmuştur. Buna göre: Türkiye halkı milli iradeye dayanmayan hiçbir kuvvet ve heyeti tanımadığı gibi, İstanbul’daki şahsi hâkimiyete dayalı hükümet şeklini 16 Mart 1920’den itibaren ve ebediyen kaldırmıştır. Bu karar bir muhalif dışında bütün milletvekillerinin oybirliğiyle kabul edilmiştir. Burdur milletvekili İsmail Suphi (Soysallıoğlu) ve icra vekilleri heyeti reisi Rauf Bey karar gününün bayram olmasını teklif etmişlerdi.


Saltanatın kaldırılması sürecinde yapılan tartışmalar; Osmanlı aydınlarının genelinde görülen yapılan ve yapılacak atılımların, düzenlemelerin her şartta Osmanlı hanedanı idaresinde gerçekleştirilmesi gerektiği düşüncesinin Büyük Millet Meclisindeki bir gurup milletvekilinde de devam ettiğini göstermektedir.


Savaşın başarıyla sonuçlandırılarak milli hâkimiyetin Büyük Millet Meclisinde tecelli etmesi dolayısıyla Buhara, Afganistan ve yurdun çeşitli yerlerinden tebrik telgraflarının mecliste okunması bu aşamada edinilen ve moral destek sağlayan iç ve dış destek için bir ölçü olmalıdır.


Saltanatın kaldırılması kararından sonra üzerinde sadece halife unvanı kalan Vahdettin’in kaçış gününe kadar İstanbul’da yaşananlar hakkında pek net tespitler yoktur. Ancak 4 Kasım1920 tarihi ile hükümetin toptan istifa etmesinden sonra Vahdettin’in yurtdışına kaçacağı söylentileri çıkmıştır. İçişleri eski bakanı Ali Kemal Beyin kaçırıldıktan sonra linç edildiğinin duyulması, İstanbul'da saltanat karşıtı birtakım gösterilerin yapılması ve Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini muhatap almaması üzerine VI.Mehmed Vahideddin’in paniğe kapıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 16 Kasım 1922 tarihinde İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığına yaptığı yazılı başvuru ile İngiltere’ye sığınmıştır.

18 Kasım 1922 tarihli toplantının beşinci celsesinde hükümet, halife Vahideddin efendinin İngilizlere sığınarak İstanbul’dan ayrıldığını bildirmiştir. Meclis, Şer’iyye Vekili Vehbi efendinin bir fetvası ile “hilafetten bilfiil feragat etmekle şer ‘an münhali’ (tahttan indirilmiş) olduğuna” karar vermiştir. Yeni halife için yapılan seçimde 163 milletvekili oy kullanmış, Abdülmecid Efendi 148 oyla Halife seçilmiştir. Meclis’te mevcut anlayışların dikkat çekici bir göstergesi olmak üzere Meclisin Halife’ye bağlılık arz etmesi hususunda hararetli tartışmalar yapılmış ve İstanbul’a gönderilen 15 kişilik bir TBMM heyeti 24 Kasım 1922’de yeni halife tarafından kabul edilmiştir.

Gelişmelerin istikametini göstermesi bakımından önemli bir husus ta Halife Abdülmecid’in Meclisin seçim kararı kendisine tebliğ edildikten sonra Ankara’ya gönderdiği ilk telgrafta dikkati çekmektedir. Halife, “Cuma selamlığında Fatih Sultan Mehmet tarzı bir sarık sarmak, hil’at giymek isteğini bildirirken, İslam âlemine yayınlayacağı beyannamede Vahdettin hakkında bir şeyler söylemek istemediğini, ancak memleketin selameti gerektiriyorsa bunu dahi yapabileceğini” ifade etmiştir. Abdülmecid Efendi’nin bu yaklaşımı ile Mecliste ortaya çıkan halifeye tâbi olma eğilimi Mustafa Kemal Paşa'yı halifelik meselesini daha etraflı bir şekilde düşünmeye itmiştir.

1924 yılı bütçe görüşmeleri öncesi Ankara basınında hakkında çıkan tenkit yazılarının yanı sıra İstanbul’a giden hükümet temsilcileri ve resmi heyetlerin kendisini ziyaretten çekinmelerinden üzüntü duyduğunu belirten Halife Abdülmecid Efendi yanlış anlaşılmaktan çekindiği için Ankara’ya temsilci göndermediğini hükümete bildirmişti. Halife Abdülmecid Efendi, ayrıca “hazine-i hilafetin gücünün yetmediği ve mükellefiyetinin haricindeki masraflarını karşılamada hükümetin 15 Nisan 1923 tarihinde vaat ettiği bütçe artırımı için de gereğinin yapılmasını” istiyordu. Halifenin resmi devlet teşkilatının önemli bir parçası olduğuna inandığını gösteren bu talebi Mustafa Kemal Paşa için bardağı taşıran son damla olmuştur.

Ordunun harp oyunları tatbikatına katılmak için İzmir’de bulunan Cumhurbaşkanı, aynı gün başbakan İsmet Paşa’ya gönderdiği telgrafta şikâyet ettiği hususların sebebinin halifenin bizzat kendi davranışlarından kaynaklandığını, zira gerek saraydaki gerekse dışarıdaki tavrının saltanat havası taşıdığının altını çizmektedir. Halife'nin yabancı devlet temsilcilerine memurlar göndererek münasebet kurması, Cuma alaylarına çıkması, asker sivil herkesi kabul edip dertleriyle ilgilenmesinin Cumhurbaşkanında rahatsızlık yarattığı açıktır. Mustafa Kemal Paşa’ya göre Abdülmecid Efendi kendi konumunu bilmeli ve ona göre davranmalıdır, zira “Halife ve bütün cihan katî olarak bilmek lazımdır ki, mevcut ve mahfuz olan halife ve halife makamının hakikatte ne dinen ve ne de siyaseten hiçbir mana ve hikmet-i mevcudiyeti yoktur”. Hilafet makamının “tarihi bir hatıra olmaktan” fazla bir ehemmiyeti olmadığının altını çizen Cumhurbaşkanı, halifenin devlet memurlarının ve resmi heyetlerin kendisini ziyaretini istemesini de Cumhuriyet hükümeti ile karşı karşıya gelmek olarak değerlendirmiştir. Halife’ye mutlaka Cumhurbaşkanından daha az bir ödenek verilmesi gerektiğini belirten Paşa, maksadın saltanat ve debdebe değil, insanca bir yaşam sürmesini sağlamak olduğunu hatırlatmıştır. Halifenin ve mensuplarının yaşayacağı yer meselesinin hükümetçe ihmal edildiğine dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, çok geniş olan görevli ve hizmetli kadrosunun halifeyi “hâlâ saltanat rüyası içinde uyutmasına" dikkat çekmiştir. Meselenin çok önemli olduğunu, “her gün ufuktan saltanat güneşinin doğmasına duacı bir hanedan ve mensupları hakkındaki muamelemizde Türkiye Cumhuriyetini, nezaket ve safsata kurbanı edemeyiz” sözleriyle gözler önüne seren Paşa, halifenin makamının ne olduğunu açıkça bilmesini ve mevcut durumla yetinmesini istemiştir.


PROF. DR. CEZMİ ERASLAN
TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ







Mimar Sinan’ın İstanbul’u“ kitabı bu çalışmaların son ürünüdür. Yüzyılı aşan ömründe beş Osmanlı Sultanı gören, elli yıl mimarbaşı olarak çalışan Sinan’ın tespit edilebilen dört yüz elli civarında eseri vardır. Farklı coğrafyaların farklı şehirlerindeki bu şaheserler, Osmanlı’nın mührü olmuş, bu eserlerin yarısından fazlasıyla süslenen İstanbul ise Mimar Sinan’ın İstanbul’u olarak tanımlanmıştır. “Mimar Sinan’ın İstanbul’u” adlı kitabımızda İstanbul’a inşa edilen iki yüzden fazla eserden günümüze ulaşan ve özgün halini koruyanları bulacaksınız. Büyük usta Mimar Sinan’ı rahmetle anarken eserin hazırlamasında emeği geçen herkese teşekkür eder, sevgi ve saygılarımı sunarım.

Dr. Bülent KATKAK



Bu liste, Mimar Sinan’ın İstanbul ‘daki eserlerinden günümüze ulaşan ve özgün halini koruyan yapılardan oluşmaktadır. Eserlerin envanter bilgileri ve alfabetik listeleri ÇEKÜL (Çevre ve Kültür Değerlerini Koruma ve Tanıtma Vakfı) tarafından hazırlanmıştır. Oluşturulan listelerde külliyelere tek numara verilmiş, birimleri ise o başlık altında sıralanmıştır. Külliyeyi içeren yapılar ayrı ayrı düşünüldüğünde İstanbul’da Sinan’dan günümüze ulaşan eser sayısı yüzü geçmektedir.” Yapılarla ilgili bilgiler de ÇEKÜL tarafından hazırlanmıştır.

1. At Meydanı İbrahim Paşa Sarayı (Fatih). 
2. Atik Valide Nurbanu Sultan Külliyesi (Üsküdar): Cami, Medrese, Mektep, Tekke, İmaret, Darülkurra, Kervansaray, Darüşşifa. 
3. Hürrem Sultan Hamamı (Ayasofya, Fatih). 
4. Bali paşa Cami (Fatih). 
5. Barbaros Hayrettin Paşa Türbesi (Beşiktaş). 
6. Büyükçekmece Külliyesi: Köprü, Kervansaray, Mescit. 
7. Defterdar Mahmut Çelebi Mescidi (Eyüp). 
8. Evvelbent Paşadere Kemeri (Kağıthane) 
9. Gazi İskender Paşa Külliyesi (Beykoz): Cami, Türbe. 
10. Güzel Ahmet Paşa Türbesi (Fatih). 
11. Güzelce (Gözlüce) Kemer (Sultangazi). 
12. Hadım İbrahim Paşa Külliyesi (Fatih): Cami, Türbe. 
13. Haseki Hürrem Sultan Külliyesi (Fatih): Cami, Darüşşifa, Medrese, Sıbyan Mektebi. 
14. Haseki Hürrem Sultan Türbesi (Süleymaniye). 
15. Havz-ı Kebir (Büyük havuz) (Kağıthane). 
16. Hüsrev Çelebi Ramazan Efendi Cami (Fatih). 
17. Hüsrev Kethüda Darülkurrası Vefa (Fatih). 
18. Hüsrev Kethüda Hamamı (Ortaköy). 19. Hüsrev Paşa Türbesi (Fatih). 
20. Kapıağası (Haramidere) Köprüsü (Beylikdüzü). 
21. Kara Ahmet Paşa Külliyesi (Fatih). Medrese, Türbe 
22. Kılıç Ali Paşa Külliyesi (Beyoğlu). Cami, Hamam, Sebil, Türbe 
23. Kovuk (Eğri) Kemer (Sultangazi) 
24. Mağlova Kemeri (Sultangazi) 
25. Mehmet Ağa Külliyesi (Fatih). Cami, Türbe 17 
26. Mesih Mehmet Paşa Külliyesi (Fatih): Cami, Türbe. 
27. Mihrimah Sultan Külliyesi (Edirnekapı): Cami, Medrese, Hamam. 
28. Mihrimah Sultan Külliyesi (Üsküdar): Cami, Medrese, Sıbyan Mektebi 
29. Mimar Sinan Ağa / Mimar Sinan Mescidi (Fatih). 
30. Molla Çelebi (Fındıklı) Camii (Beyoğlu). 
31. Saray Mutfakları (Topkapı Sarayı Fatih). 
32. Nişancı Mehmet Paşa Külliyesi (Fatih): Cami, Türbe. 
33. Pertev Paşa Türbesi (Eyüp). 
34. Piyale Paşa Külliyesi (Beyoğlu). 
35. Rüstem Paşa Camii (Fatih). 
36. Rüstem Paşa Kervansarayı (Beyoğlu-Perşembe Pazarı). 
37. Rüstem Paşa Medresesi (Fatih). 
38. Rüstem Paşa Türbesi (Fatih). 
39. Semiz Ali Paşa Medresesi (Fatih). 
40. Sinan Paşa Külliyesi (Beşiktaş): Cami, Medrese. 
41. Siyavuş Paşa Evladı Türbesi (Eyüp). 
42. Sokollu Mehmet Paşa Cami Azapkapı (Beyoğlu). 
43. Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi (Eyüp): Türbe, Medrese, Darülkurra 
44. Sokollu Mehmet Paşa Külliyesi (Kadırga, Fatih): Cami, Medrese, Tekke 
45. Sultan Murat Köşkü (Topkapı Sarayı, Fatih).
46. Sultan Selim (I) Medresesi (Fatih). 
47. Sultan Selim (II) Türbesi (Fatih). 
48. Süleymaniye Külliyesi (Süleymaniye, Fatih): Kanuni Sultan Süleyman Türbesi, (Hürrem Sultan Türbesi) Medrese-i Evvel, Medrese–i Sani, Medrese-i Salis, Medrese-i Rabi, Darülhadis, Darülkurra, Darüşşifa, Darüttıb, İmaret, Sıbyan Mektebi, Kervansaray, Hamam. 
49. Şah Huban Hatun Türbesi (Fatih). 
50. Şehzade Mehmet Külliyesi (Fatih): Cami, İmaret, Kervansaray, Medrese, Sıbyan Mektebi, Tabhane, Türbe. 
51. Şehzadeler Türbesi (Fatih). 
52. Şemsi Ahmet Paşa Külliyesi (Üsküdar): Cami, Türbe, Medrese. 
53. Tophane (Kurşunlu) Mahzeni (Beyoğlu). 
54. Uzun Kemer (Eyüp). 
55. Valide Sultan Hamamı (Üsküdar). 
56. Zal Mahmut Paşa Külliyesi (Eyüp): Cami, Türbe, Medrese (I), Medrese (II)






ÖNSÖZ

Miladi 1390 itibari ile İstanbul’un Anadolu kıyıları tamamen Türk kuvvetlerinin denetimi altına girmiş, akabinde inşa edilen Anadoluhisarı üzerinden fethin ilk provaları başlamıştır. Takvimler, 1452 senesini gösterdiğinde ise 30.000 m2’lik alan üzerinde dört ay gibi kısa bir sürede inşa edilen Rumelihisarı artık fethin habercisidir.

Boğaziçi’nde karşılıklı yer alan iki hisar, Osmanlı İstanbul’unun en eski yapıları olup ilk Türk mahalleleriyle, askeri başarı kadar sosyal ve iktisadi yapılanmasıyla Türk-İslam Medeniyeti’nin İstanbul’daki inkişafinın başlangıç noktaları olmuştur.

Anadoluhisarı ve Rumelihisarı Osmanlı İstanbul’unun en eski yerleşim yerleri olma hususiyetini bünyelerinde barındırmalarına rağmen maalesef buradaki semtler içerisinde ikamet edenler başta olmak üzere İstanbullular için aidiyet ve sahiplenme duygusunu kazandıracak yazılı eser sayısı bir elin parmaklarını bile geçmemektedir. Her iki kadim hisar hakkında yazılan ilk eserlerden olan ve ilk baskısı 1941 yılında yayımlanan Albert Gabriel’in İstanbul Türk Kaleleri adlı, Tercüman’ın 1001Temel Eser serisi içerisinde Türkçesi de yayımlanan kitap elimizdeki en baş kaynağı teşkil etmektedir. Rumelihisarı’nın 1955-1957 tarihleri arasında gerçekleştirilen onarımı aşamasında görev alan Cahide Tamer’in, yapılan onarımlar ile ilgili aktardığı ve Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu tarafından 2001 tarihinde yayınlanmış olan kitap, son restorasyonu hakkında bilgi kaynağımız olmaktadır. Elinizdeki bu çalışma, İhsan Kesedar’ın “Rumelihisarı” adlı eserinin ardından Anadolu ve Rumelihisarları ile Mahallelerini ele alan ilk müstakil kitap çalışmasını oluşturmaktadır.

Şu gerçek unutulmamalıdır ki, İstanbul tarihi konusunda söylenecek söz, araştırılacak belge ve yazılacak o kadar çok metin var ki, içerisine girdikçe anlaşılmaktadır. Kolay değil üç büyük medeniyete ve imparatorluğa ev sahipliği yapmış şehirden bahsetmekteyiz dünya tarihinde, onsuz bahsedilemeyen. Resulullah Efendimiz’in (s.a.v) hadis-i şerifi ile önemine binaen İslam orduların kızıl elması olması gibi pek çok tarihi ve kültürel değerleri bünyesinde barındıran ilahi dinlere ev sahipliği yapan şehir olan İstanbul hakkında yazılan kitapların hiçbiri son söz değildir. Gün yüzüne çıkan her belge ve bilgi yeni yazılara ve kitaplara yelken açtırmaktadır.

Elinizdeki bu çalışma, yeni araştırmacılara ve İstanbul sevdalılarına derli toplu bir kaynak oluşturma niyetiyle hazırlanmış, zihnimizdeki bilgileri kağıda dökerek sizlerle paylaşmaktan öte bir şey hedeflenmemiştir. Her yönü ve her şeyi ile bu kadim şehrin bize ait olduğunu ve bizlerin de bu şehri gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktaracak emanetçiler olduğumuzu unutmamamız gerektiği düşüncesiyle…
Süleyman Faruk GÖNCÜOĞLU – Rumelihisarı Mayıs 2015


Buradan İndiriniz 




2012 YILINDA AŞAĞIDAKİ METNİ YAZMIŞTIM.

... AKP ve Tayyip Erdoğan ABD güdümünde Hafız Esad muhalifliğini en uç noktalarda yaşamaya devam ediyor. Batı dünyası Esad'ı henüz silmiş değil. Esad'lı da bir çözüm bulma umudunu taşıyorlar.
Esad batının çizdiği yoldan gider de, iç savaş durursa, Esad iktidarda kalırsa acaba Türkiye'nin hali ve olur.

Sen adamın ülkesinde çıkan iç savaşı destekle, isyancılara karargah ol, silahlandır. Sonra da "Esad'lı çözüm istemiyoruz" diye dünyaya ilan et...

Tüm bunların yanında Esad iktidarda kalmayı başarırsa Türkiye için sonuçları ne olur hiç düşünen var mı? En uzun sınırımızın olduğu Suriye ile yıllarca PKK ve su meselesi yüzünden gergin olan ilişkiler Hafız Esad'ın ölümünden sonra yumuşamıştı. Oğul Esad'la kurulan iyi siyasi ilişkiler büyük bir ticaret hacmini de beraberinde getirdi. Sınırlar açıldı. Sonra ne oldu? Malum... Esad kalırsa, halen bize sorun olan PKK'nın Suriye'de nasıl palazlanacağını ve bizzat Esad eliyle desteklenip Türkiye'ye nasıl musallat edileceğini varın siz düşünün.

Diğer siyasi, ekonomik ve stratejik kayıpları yazmaya bile gerek görmüyorum.

Metnin orijinali:  BEŞAR "ŞAŞAR" AMA YA ŞAŞMAZSA... YA ESAD GİTMEZSE

**********

2017 Yılına gelindiğinde Suriye'de batağa saplanıp, tek başımıza kaldığımızı artık hepimiz görebiliyoruz. Birilerinin gaza getirdiği Recep Tayyip Erdoğan, 'Ortadoğu fatihi' rüyasından geç de olsa uyandı. Lakin Beşar Esad ile tesis ettiği dostluğun geri gelmesi mümkün değil. 

Kaybeden Erdoğan nezdinde Türkiye'dir. 

Rusya ile ABD Türkiye'nin Suriye ile ilgili hiçbir projesine sıcak bakmıyor. 
Operasyona devam eden TSK'nın da nereye kadar devam edeceği tam bir muamma.

Kısaca dolduruşa gelen Erdoğan, Türkiye'yi Ortadoğu'da geri dönüşü oldukça zor bir duruma soktu. 

Mısır, Suriye, Irak tüm Ortadoğu politikalarında sınıfta kaldık. Bölgede tamamen yapayalnız kaldık.




Zevat-ı kiramın ,üzerimize top tüfek ile gelip namus-u vatanımıza kast eden Akif'in ''Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ'' dediği milletleri anıp,Alman silah arkadaşlarımızı anmadan bir zafer kutlamak samimiyetsiz ve vefasızca olur...
Şöyle ki;
Deniz zaferi sırasında

''Uzlaşma devletlerinin 18 Mart 1915’te Boğaz’ı geçmek için savaşa dâhil ettiği 12 büyük zırhlı geminin bir kısmı, Osmanlı bataryalarının ise hepsi isabet almıştır. Boğazın girişindeki bataryalar susturulmuş, iç bataryalar çok az yara almıştır. 176 toptan sadece altısı kullanılamayacak hale gelmiştir. 40 ölü, 74 yaralı vardır ve yaralılardan 18’i Alman’dır.''*
Kara savaşları sırasında Anafartalar’da ki
''Çanakkale Boğazı’nda uygun ve mevcut yerlerin korunmaya alınması, eski tesislerin ve özellikle bataryaların modern teknik araçlarıyla yenilenmesi, mayınlama ve engel ağlarının çekilmesi… Faaliyetleri…5 Alman subayı ve 160 asker tarafından yapıldı…5.Ordunun tüm topçuları… Prusya Albayı... Oscar Gressmann’ın komutası altındaydı… Albay Heinrich Wehrle, 5.Ordunun Ağır Topçu Komutanı idi.”**

Yine kara savaşlarında

Alman U-21 numaralı denizaltısının 25 ve 27 Mayıs tarihlerinde ardı ardına Çanakkale kara harekâtını Boğaz dışından Gelibolu’yu bombardıman ederek desteklemekte olan Majestik ve Triumph adlı iki büyük İngiliz savaş gemisini batırması, İtilâf Donanması’na maddi ve manevi büyük bir darbe daha indirmiştir. Bu iki olayın sonucu olarak, İngiltere Deniz Bakanlığı muhripten daha büyük gemileri, yani zırhlılarını Gelibolu Yarımadası’ndaki kara harekâtını top ateşiyle destekleme görevinden çekme ve bu gemileri Mondros Limanı’na alma kararını vermiştir***







































Kaynakça

Atabey Figen ,Çanakkale Muharebeleri Süresince Marmara’da Deniz Nakliyatı ,Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi Sayı 73

Kılıç Sezen,Liman von Sanders’in Çanakkale Savaşları ile İlgili Bazı İddiaları

Karal Enver Ziya,Osmanlı Tarihi, IX. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2011

Kannengiesser Hans,Çanakkale’de Türklerle Beraber, Bir Alman Albayının Gözünden Çanakkale, Timaş, İstanbul 2009




*Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, IX. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara 2011, s. 431-432, 443-445

**Hans Kannengiesser, Çanakkale’de Türklerle Beraber, Bir Alman Albayının Gözünden Çanakkale, Timaş, İstanbul 2009 s. 52-53, 240.

***Ellis Ashmead Barlett, Çanakkale Gerçeği, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2005, s.260.



İşgal Kuvvetlerinin Gemileri Boğazda





İşgal altındaki İstanbul, eski Harbiye Nezareti kapısı, Beyazıt meydanı. Fransız Ft17 tankı




16 Mart 1920 İngilizler İstanbul Şehzadebaşı karakolunu basıp uyuyan askerlerimizi katlettiler.







İstanbu'u işgal harekâtı, 16 Mart 1920 günü saat 06.00 sularında İngilizlerin, Şehzadebaşı’ndaki X.Kafkas Fırkası Karargâhı’na düzenledikleri baskın ile başlatılmıştı. Ancak, İtilâf Devletleri sanki işgal henüz başlamamış gibi hareket ederek, Osmanlı Devlet adamlarını konu hakkında birkaç saat sonra bilgilendirdiler. Öyle ki, 16 Mart 1920 sabahı, Fransız Yüksek Komiserliği’nin Baş Tercümanı M.Ledoux, Padişah Vahideddin’i ziyaret ederek; İstanbul’un bugünden itibaren işgal edileceğini bildirirken,11 İngiliz Yüksek Komiserliği’nden Andrew Ryan ise saat 09.40’da Sadrazam Salih Paşa’yı ziyaretle, üç İtilâf Devleti Komiseri adına hazırlanmış olan ve işgalin gerekçesini bildiren notayı takdim etti. Notanın tam metni şöyleydi:



Bu notaya bağlı bulunan karar metni ise şu şekildeydi:



Yüksek Komiserlerin bu notaları üzerine, Sadrazam Salih Paşa da kendilerine şu yazılı cevabı vermiştir:

“17 Mart 1920 Fransa, Büyük Britanya ve İtalya Fevkalâde Komiserlerine: Zât-ı Âlîleri tarafından 16 Mart 1920 tarihiyle irsal buyurulan ve o tarihte saat 10.00’dan itibaren İstanbul şehrinin, Müttefik Devletler’in askeri işgali altına alınacağını bildiren müşterek notayı ve ilavesini almakla şerefyab oldum. Bu münasebetle, İstanbul’daki vaziyetin, müttefiklerin emniyetini tehdit edecek mahiyette olmadığını arz etmek isterim. Burada hiçbir karışıklık vukua gelmemiş bulunduğu gibi, herhangi bir karışıklığın zuhûru ihtimalini hatıra getirecek bir hal de mevcut değildir. Zaten Müttefik Devletler, her çeşit ihtimali bertaraf etmeye yetecek miktarda kuvvete maliktirler. Vaziyet böyle olduğuna göre, Hükümet-i Seniye, bu şekilde tedbir alınmasının sebebini anlayamamakta ve kendisinin en esaslı haklarına vurulan bu darbeyi protesto etmeyi, vazifesi icabından saymaktadır. Anadolu’daki harekâta gelince, bu harekâtı tevlid eden başlıca sebep; Aydın Vilâyeti’nin Yunan askerleri tarafından tamamen haksız bir şekilde işgal edilmesi ve bu askerin, kendilerine cürüm ortaklığı yapan yerli Rumların iştirakiyle kalkıştıkları işitilmemiş derecede müthiş ve tüyler ürpertici bir takım gaddarlıkladır ki, bu keyfiyet Zât-ı Âlîlerinizce de meçhul değildir. O sıralarda büyük bir Ermenistan ve Pontus Rum Devleti ihdas olunacağına dair ortalıkta deveran eden ısrarlı şâyialarla, endişe verici sair rivayât ve neşriyâtın vücuda getirdiği korku ve heyecan, bu harekâtın Küçük Asya’nın daha geniş sahaları üzerine yayılmasına yardım etmiştir. Hükümet-i Seniye, nüfuz ve iktidarının, mütareke müddetinin uzaması ve bu mütareke şartlarının tatbik edilme şeklinden dolayı, ehemmiyetli derecede azalması neticesinde, kontrolünden daha da kolayca çıkmış olan bu harekâta yabancı kalmıştı. Hükümet-i Seniye mevzui bahis hareketlerin müsebbipleri ve tara&arları tarafından îka edilebilecek tecavüzleri takbih ve tenkit etmekten başka bir şey yapamamakta idi. Babıâli bu vesile ile mütarekenin akdinden itibaren, Küçük Asya’nın hiçbir tarafında bir katliam vuku bulmadığını bir kere daha beyana lüzum görmektedir. Maraş’taki vukuata gelince, bu hadiseler Müslümanlarla silahlı Ermeni müfrezeleri arasında cereyan eden çarpışmalardan başka bir şey değildi ve bu çarpışmalara da, Ermeni müfrezeleri sebebiyet vermişti. Babıâli, bazı kimselerin bu çarpışmaları bir Ermeni katliamı şeklinde tasvir etmek istemiş bulunduklarına teessüf eder. Zât-ı Âlîleri, zikri geçen notada, bu türlü vakaların ve tecavüzlerin tekerrürü halinde Türkiye ile yapılması tasavvur edilen sulh şeraitinin daha da sertleşeceğini ve verilmiş olan imtiyazların geri alınabileceğini ilave ediyorlar. Memlekette bu gibi emniyeti sekteye uğratacak hallerin artık vukua gelmeyeceği ümidini memnuniyetle ifade etmek isterim. Ayrıca Müttefik Devletler’in, bazı zevât tarafından düşüncesizce îka edilen hareket ve söylenen sözlerin neticesini Osmanlı Milleti üzerine yüklemenin ve milletin mukadderatını, iradesi haricinde vuku bulan tesadüfî bazı hâdisâta tabi kılmanın, adalete uygun olmayacağını lütfen teslim buyuracaklarından eminim. Müttefikler Âlî Konseyi’nin Türkiye hakkında vereceği kararlarda daha yüksek evsa!aki mütalaalar ve hislerden mülhem olacağından da şüphe etmiyorum. Tazimlerimin kabulü.”

İstanbul’un işgali ile ilgili olarak General Wilson ise, Harbiye Nezâreti’ne, 16 Mart 1920’de gönderdiği yazıda; “Meclis-i Alî’nin emri altıda ifa-i vazife eyleyen Düvel-i İtilâfiye Fevkalâde Komiserleri’nden telâkki eylediğim talimata tevfikan, İstanbul’un işgali hususunda lazım gelen tedabiri askeriyeyi ittihaz eylemekte olduğumu Zât-ı Devletleri’ne arz eylemekle mübahiyim. Harbiye ve Bahriye Nezâretleri’nin işgaliyle, Telgraf ve Telefon Müdüriyet-i Umumiyesi’nin kontrolü ve asayişi umumiyenin temini tedabiri mezkure adadına dâhildir. Bu ahval dâhilinde emriniz altında bulunan kıtaatın kendi yerlerine çekilmelerini ve hasbel vazife harice çıkacak herhangi bir askerin silahsız olmasını temin etmenizi rica ederim”diyordu

Yüksek Komiserler, işgalin gerekçelerini ise; bozuk bir Türkçe ile yayınladıkları şu bildiriyle İstanbul halkına duyurmuşlardı: 



 

Kaynak ;


Gürkan Fırat SAYLAN
İSTANBUL’UN RESMEN İŞGALİ (16 MART 1920)

Daha Fazla Bilgi İçin Tıkla 


Talat Paşa’nın Cehli ve 20. Asrın İbşir Paşası...

Kabinede en ziyade nüfuz sahibi Enver, Talât ve Cemâl idi. Sadrazam Sait Halim Paşa zevahiri kurtarmak için sadarete getirilmişti. Yirminci asrın İbşir Paşası hiç­ bir nüfuza haiz değildi. Bütün sadaret bütün idare ve nü­fuz Talât’ın elinde idi. Talât’ın siyaset ve idarede müsteşarı, mebusana tayin olunan, ifayı vazife halinde inzibat neferini katleden, İttihatçı zabitler tarafından hapisten kaçı­rılarak Dahiliye Nezaretine kadar yükselen ihtiyât zabitiydi. Bu zat, İttihatçılar arasında büyük bir diplomattı {İsmail Canbolat kastedilmekle].
Var kıyas et vüs'âtı, deryayı rahmet neydü gün Talât'ın cehli, etrafına toplananlarca da malumdu. Hakkındaki methiyeleri de katiyyen samimi değildi. Fakat menfaatlerini temin için Talât gibi bir sergerdenin, re’s-i kârda [başta, iktidarda] bulunması kendilerine kuvvet teş­kil etmesi, onlar için lazımdı. Binaenaleyh kendilerinde bile mevcut olmayan hususları Talât'ın şahsında mevcut gösteımek, cahil zorbanın arkasında müreffehçe yaşamak, mebus olmak, ticaret etmek yüksek maaşlı arpalıklar elde etmek için halkı iğfalden geri durmamak menfaatleri icabıydı. Öyleleri vardı ki, hapisten mahkumları kaçırırlar, hiçbir cezaya düşmedikleri gibi, mükafaata bile nail olur­lardı. İttihadın bütün cinayetleri cezasız kalırdı.
Bir yazar veya memleketin selameti, saadeti namına gerçekleri söyleyen, İttihadın şekavetlerini telin eyleyen namuslu ve muhterem bir zat, öldürüleceği zaman, içlerinden bir zabit bu gaddarane vazifeyi deruhte eder, cinayetin nerede ve nasıl ifa edileceği belirlenir, o mıntıkada polis de işten haberdar edilirdi. Bedbaht adam, kalbi vatan endişesiyle mü­ teessir, evine veya vazifesine giderken katil bir kurşunla yerlere serilirdi. Ertesi gün gazetelerde uzun uzadıya katilin izi aranır, tabiki birşey keşfetmek kabil olmazdı. Hükü­ metin ve zabitanın yardımıyla yapılan bu cinayetler hep cezasız kalır, hiçbir ceza görmeyeceğine emin olan zabit de, İttihat Fedaisi namıyla himaye olunurdu. Bu katillerin içinde paşalığa ve mebusluğa bile çıkanlar vardı. Bu şerait dahilinde, mahbusları bekleyen İttihaçı jandarmalara, inzibatı temine memur polislere, adaleti ifaya memur şahsiyetlere, orduya, İttihatçı hükkâma, hiç kimseye itimat olunmazdı. İttihat dışında yaşayan millet efradı için hak, adalet, refah, saadet hiçbir şey mümkün değildi.

Ahmet Refik Altınay1918’de yayınladığı İki Komite İki Kıtal kitabından 
Talat Paşa'nın naaşının Berlin Matthäi Kilisesi Mezarlığına getirilmesi (19 Mart 1921) 
Kaynakça: Gerhard Höpp: Bestattung von Muslimen in Berlin (1996, S. 36)


Bugün Doğu Türkistan Kazaklarının Türkiye'ye kabulünün 65. yıldönümüdür.
Doğu Türkistan'dan vatan mücadelesi vererek hicret etmek zorunda kalan Kazakları bu güzel ülkeye kabul eden Türkiye Cumhuriyetine ve değerli yöneticilerine,bizleri bağırlarına basan Türk halkına en derin şükranlarımızı sunarız.
Bizlerin,dini,dili ve vatan şuurunu yitirmemeleri için bu topraklara getiren ve bu uğurda canlarını feda eden tüm büyüklerimizede Yüce Allah'dan rahmet dileriz.
Ruhları şad,mekanları cennet olsun.
Kazak Türkleri Eğitim ve Araştırma Derneği


Erdoğan ilk yıllar dışında iktidarını kriz ve bölerek yöneterek sürdürmeyi tercih ediyor. "Bizler" "Onlar" tanımlamaları, "Komşunu savcılığa şikayet et." söylemleri, Tayyip Erdoğan'ın bölerek yönetme biçiminin emarelerinden birkaçı. Kendi taraftarlarını sürekli zinde tutan ve kışkırtan söylemler ile halkın AKP'ye oy vermeyen bölümününde kendisine düşman olmasını sağlayan, tutumları, bölerek yönetmenin argümanları.

Halktan aldığı yüzde 50'lerdeki oy oranını kemikleştirmeyi, taraftarların fanatikleştirmeden geçtiğini çok iyi bilen Erdoğan, bu kitleyi zinde tutacak ve kışkırtacak söylemleri her zaman kullanıyor. Halkın diğer kanadını ise kendisine karşı düşman olması için ayrı bir çaba sarf ediyor.

Biliyor ki; iki kutuplu bir Türkiye her zaman daha kolay yönetilir. AKP taraftarları ile AKP muhaliflerini fanatikleştirmek, Erdoğan'ın iktidarını perçinliyor.

Erdoğan referandum seçimlerinde 'EVET' oyunun oranını riskli bulmuş olacak ki, Avrupa'daki Türk vatandaşlarına çengel attı.

Lakin AB, bu referandumun 'tek adam rejimi' olduğunu çok iyi bildiğinden, başından itibaren anayasa değişikliğine soğuk bakıyor. Şimdi diyeceksiniz ki, "Efendim AB, Türkiye'nin iç işlerine neden karşıyor."
60 senedir girmek istediğimiz AB üyeliğine, AKP hükümeti kadar ışık yakan ve sözleşme imzalayan ve bu yolda ilerleyen olmadı. AB ile  attığımız her adım, hukuki ve siyasi açıdan bizi AB'ye bağlar.

15 Temmuz sonrası OHAL ilan edip, on binlerce insanı örgüt mensubu diyerek, cezaevine göndermek ve açığa almanın AB'nin gözünde tutarlı bir açıklaması olmadı. Aylardır AB Türkiye'deki hukuksuz tutuklamalar ve memur kıyımından rahatsız olduğunu her fırsatta dile getirdi.

**********

2012 yılında Enerji Bakanı Taner Yıldız, petrol ve gaz konferasına katılmak için Erbil'e giderken, Irak merkezi yönetimini uçuş izni vermedi. Yıldız'ın uçağı Kayseriye indi.

2016 haziran ayında, İncirlik Üssü'nü ziyaret edecek Alman heyetle ilgili Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu şunları söylemişti: "Almanya'nın İncirlik ziyaretini uygun bulmuyoruz."

Yukarıdaki iki olay bir ülkenin diğer ülke siyasilerini kabul etmeme veya istememe hakkı olduğunu gösteriyor.

                                                                  **********

Referandum için AKP'li siyasetçilerin Avrupa'da mitingler yapacağının duyurulmasından sonra, AB ülkeleri bunlardan rahatsız oldu. Zaten referandumun "tek adam yönetimi"ne kapı aradığından şikayetçi olan birlik üyeleri, bir de bunun AKP'liler tarafından kendi ülkelerinde propagandasının yapılmasına izin vermek istemedi. Recep Tayyip Erdoğan, bunu fırsat bilerek, Almanya ve Avrupa'nın kırmızı çizgisi olan "Nazi suçlamasını" yapıştırdı. Bununla Avrupalı siyasetçileri kışkırtacağını biliyor, gerilimin tırmanacağından emindi.

Yanılmadı...

Mevlüt Çavuşoğlu'nun uçuşu daha İstanbul'dayken iptal edilmesine karşın, AKP durmadı ve Hollanda'ya bir kadın siyasetçiyi gönderdi. "Gelmeyin" uyarılarını dinlemeden...

Ülkeyi yıllardır gerilim ve krizle yöneten Erdoğan bu gerilimden de "OY" devşireceğini biliyordu. Avrupa'nın Türkiye'ye karşıtı bir tavır almaları, orada yaşayan Türkler'i fanatikleştirecek, duygularını sivriltecekti. Yani adam referandumda "hayır" oyu verecekse bile, bu gelişmelerden sonra "evet" diyeceği aşikardı.

Erdoğan bu halet-i ruhiyeyi, referanduma kadar sürdürecek ve her platformda da kullanacak. 
Avrupa'nın bu tutumundan, sadece gurbetçi oyları mı yer değiştirecek sanıyorsunuz. Türkiye içindeki seçmen de Avrupa'nın bu tutumundan büyük ölçüde etkilenmiş durumda. 

Geçen hafta "evet"in kritik sınırda olduğunu iyi bilen Erdoğan ve AKP, bu hafta anketlerde "evet"in ağırlığının keyfini sürecek.

Bu görüntüler hem Türkiye'de, hem de Avrupa'da yaşayan Türkler arasında
EVET oyunun tetikleyicisi.









Mehmet Âkif Ersoy tarafından kaleme alınan İstiklâl Marşı, 12 Mart 1921'de Birinci TBMM tarafından, Türkiye için İstiklâl Marşı olarak kabul edilmiştir.
 
Balkan Savaşında ağır yaralanan “Osmanlı İmparatorluğu topraklarının yüzde 32,7’sini ve nüfusunun yüzde 20'sini yitirmişti.” (1) Bu kayıplar yıkımın ilk kısmını teşkil ediyordu. Asıl yıkım ise orduda gerçekleşmişti. “Balkan Savaşları'nın sonunda Türk ordusunun durumu dikkatle ele alınmayı gerektiriyordu. Tüm ordular paramparça olmuş, kolordular kasıtlı olarak lağvedilmiş ve piyade tümenlerinin muharebe kuvvetleri arasında muazzam farklar oluşmuştu. Yok, olan nizami birliklerin yerine geçmek üzere seferber edilen ihtiyat ve yerel birliklerden kurulmuş, yaşlı sınıflardan oluşan ve geldikleri şehrin adını taşıyan çok miktarda ihtiyat piyade tümeni kuruluşu bulunuyordu. Eğitim ve silah alımları durmuştu. Nihayet, Türk sahra ordusunun hemen hemen tümü Avrupa'da, Türk Trakya'sında konuşlanmıştı ki bu da önemli bir endişe kaynağı idi”. (2)

Kırıkkilise Muharebesi

“Temmuz 1913 ile Ağustos 1914 arasında Türk ordusu Balkan Savaşları'nda karşılaşılan yıkıcı kayıpların sonucunda devasa bir yeniden örgütlenme ve yenilenme çabası içindeydi. Enver Paşa'nın orduyu, modernleşmenin önünde bir engel olarak gördüğü yaşlı ve fazla faal olmayan subaylardan temizleme kararlılığı bu muazzam görevi daha da zorlaştırmaktaydı. Bu dönemde 13oo'den fazla subay zorunlu emekli edildi.” (3)

Durum bu halde iken Alman dostlarımızla tekrardan bir anlaşma imzalanmış, kara ordusunun ıslahı için 2. kez Alman yardımı talep edilmişti. Alman General Liman Von Sanders başkanlığındaki Alman Askeri Islah heyeti 14 Aralık 1913’te İstanbul’a geldi. “Ordumuzun bir Alman heyeti tarafından ıslahını bilhassa Mahmud Şevket paşa tasarlamış ve umumi bir harb ihtimaline karşı, Türk ordusunu elde bulundurmak isteyen Alman sefiri Baron von Wimgenheim da, bir an evvel işi neticelendirmek için büyük bir gayret sarf etmiştir.” (4) “İlk önce 42 kişiden ibaret olan heyet kadrosu ertesi sene 71 kişiye çıkarılmış ve çok geniş salahiyyetler verilmiştir.” (5).Bu arada Jandarmanın ıslahı Fransızlara donanmanın ıslahı da İngilizlere verilmişti.
“Savaş yılları içerisinde Osmanlı ordusunda ki subaylar dahil Alman askeri sayısı on beş bine ulaşmıştır.”(6) Ayrıca Almanya’nın savaş boyunca Osmanlı ordusuna gönderdiği sadece silah ve teçhizatın tutarı 850 bin markı bulmuştur.” (7)

Ferdinand’ın Suikasta Uğramadan Hemen Önce


“Avusturya veliahttı Ferdinand’ın suikasta uğramasına müteakip “28 Temmuz=5 Ramazan Salı günü Sırbistan'a ilan-ı harp notasını dayamıştır. Birinci cihan harbinin ilk ateşi de ertesi gün Avusturya'nın Tuna filosu tarafından Belgrad bombardımanıyla açılmış sayılır.” (8)

Harbiye Nazırı Enver Paşa tarafından İstanbul'daki Alman Büyük elçisi Wangenheim'a yapıldı. Aynı tarihte Sadrazam Sait Halim Paşa da Avusturya Büyük elçisine ittifak teklif etti. Büyük bir gizlilik içinde sürdürülen görüşmelerden sonra Türk-Alman Askeri İttifakı 2 Ağustos 1914'te imzalandı. Almanya 1 Ağustos saat 17.00'de Rusya'ya harp ilan etmiş, antlaşma 2 Ağustos'ta imzalanmış olduğu için yapılan anlaşmaya göre; Türkiye antlaşmayı imzaladığı gün Almanya'nın yanında harbe girmeyi kabul etmiş oluyordu. Buna rağmen Osmanlı İmparatorluğu, 3 Ağustos 1914'te bir yandan seferberlik ilan ederken diğer taraftan da silahlı tarafsızlığını ilan etti.” (9) Bu gizli anlaşmadaki  “Üçüncü maddeye göre Türk ordusunun umumi sevk-u-idaresi Almanların Fili ve kati nüfuzuna terkedilmiş ve bu suretle bir sömürge ordusu haline getirilmiştir!” (10) Osmanlı hükümeti savaşa hazır olmadığının farkındaydı. Bazı şartlar öne sürerek ayak diremekteydi. Fakat Almanya Osmanlı’nın bir an önce savaşa girmesini, yeni cepheler açılmasını istiyordu.

“Sait Halim Wangenheim'ın Türkiye'nin antlaşma maddelerini derhal yerine getirmesi konusundaki ısrarlarına direndi. 6 Ağustos 1914 günü, Sait Halim Wangenheim'a Türkiye'nin gizli antlaşmanın hayata geçirilmesi için Almanya'dan yeni tavizler istediği 6 öneri ihtiva eden bir mektup verdi.” (11)

“Açık bir dış politikanın veya tutarlı bir bütünlüğe sahip askeri planların olmadığı koşullarda, bu 6 öneri çatışmaların başlamasından önce Türkiye'nin savaş hedeflerini tanımlama açısından belki de gerçeğe en yakın belgedir. Tümamiral Souchon'un yaklaşmakta olan filosuna vaat edilen güvenli liman sözünü tehlikeye atmak istemeyen Wangenheim derhal Sait Halim'in bu koşullarını kabul ettiğini bildirdi.6 öneri şunlardan oluşuyordu: 

(ı) Almanya kapitülasyonların kaldırılmasına yardım etmeyi vaat etmeliydi, 
(2) Almanya Romanya ve Bulgaristan ile yapılacak anlaşmaları destekleyecek ve muhtemel savaş ganimetleri konusunda Türkiye'nin Bulgaristan ile adil bir anlaşma yapmasını gözetecekti, 
(3) Almanya, düşman tarafından işgal edilebilecek olan bütün Türk topraklan boşaltılıncaya kadar barış yapmayacaktı, 
(4) Yunanistan savaşa girer ve Türkiye tarafından yenilirse Almanya Ege Adalarının Türklere iadesini sağlayacaktı, 
(5) Almanya Türkiye için, Rusya Müslümanları ile doğrudan temas sağlayacak şekilde doğu sınırında küçük bir düzeltme sağlayacaktı, 
(6) Almanya Türkiye'nin uygun bir savaş tazminatı almasını gözetecekti.” (12)

Savaştan hemen önce Osmanlı Devleti 1 Ekimden itibaren geçerli olmak kaydı ile, kapitülasyonları kaldırmıştır. Bu tek taraflı alınan karar, Osmanlı’nın savaşa girmekte olduğunu açık etmiştir.“11 Ekim’de Alman elçisi savaş ilan edildiği takdirde Osmanlı Devleti’ne iki milyar altın kuruş yardım yapılacağını bildirir. 21 Ekim’de paranın gelmesiyle harekete geçmemek için hiçbir neden kalmayacaktır.” (13)

“Osmanlı İmparatorluğunun bu savaşa Almanya'nın yanında girmiş olması, yenilgiden sonra daima eleştirilmiş ve o zamanki Osmanlı devlet adamları suçlanmıştır. Fakat Harpten önce Avrupa'da kurulmuş olan ittifaklar sistemi ve bu ittifaklara giren devletlerin siyasi ve askeri hedefleri, özellikle Rus Çarı II nci Nikola ile İngiltere Kralı VII nci Edward arasında 1908'de Reval'de yapılan görüşme ve 1915 Anlaşması dikkate alınacak olursa bu eleştiri ve suçlamaların fazla abartılmış olduğu sonucuna varılabilir. Çünkü XX nci yüzyılın başlarında İngiltere artık Osmanlı İmparatorluğunu yaşatmanın hem çok güç hem de gereksiz olduğu, paylaşmanın daha yararlı olacağı kanısına varmış ve bu konuda müttefikleriyle anlaşmıştı; Almanya’ya karşı savaşta kendi yanında yer almasını sağlamak için boğazlar üzerindeki isteklerine karşı koymayacağını Rusya'ya vaat etmişti. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere ve Fransa'ya iki kez ittifak önermiş, 1914 Mayısında Rusya'ya da Türk Rus ittifakından söz etmişse de bu devletler çeşitli bahanelerle reddetmişlerdi. O tarihte doğu politikasına büyük önem veren Almanya, İngiltere'nin desteğini geri çekmesinden doğan boşluğu doldurmaya istekliydi.” (14)

10 Ağustosta İngilizlerden kaçan Çanakkale boğazından geçmesine izin verilen Goben ve Breslau isimli iki Alman gemisi, bir kriz yaratmıştı. Bu kriz; gemilerin Osmanlı Devleti tarafından satın alınıp ve isimleri Yavuz ve Midilli olarak değiştirilmesi ile atlatılmıştır. Talat paşa anılarında bu olayı ; “Halil Bey’in aklına gemileri satın almak geldi ve Wangenheim’a bunu önerdi. Bazı tereddütlerden sonra Wangenheim bu öneriyi kabul etti. Gemilerin satışı yalnızca gösteriş değil, gerçekti” (15) diye anlatmıştır. Osmanlı Devleti bu iki gemi ile,Rus limanlarına taarruz etmiştir. Bu oldubitti ile savaşa giren Osmanlı’ya, karşı “Rus Çarı II. Nikola 2 Kasım 1914 günü Rus halkına hitaben yayınladığı bir bildiri ile fiilen başlamış olan savaşı resmen ilân etti: 
“Rusya’yı bir türlü yenemeyen Almanlar ve Avusturyalılar Türkiye’yi körü körüne savaşa sürüklemişlerdir. Almanlar tarafından komuta edilen Türk filosu Karadeniz sahillerine küstahça saldırmıştır. Bunun üzerine İstanbul’da ki Rus elçisi ile maiyetine Türkiye sınırlarını terk etmeleri emredilmiştir. Hıristiyanlığın ve bütün Slav kavimlerinin tarihi düşmanı olan küstah Türklere bu defa da hak ettikleri ceza verilecektir. Türkiye’nin akılsızca savaşa girmesi Rusların Karadeniz kıyılarındaki tarihsel görevlerinin gerçekleştirilmesini çabuklaştıracaktır.” (16)

Ruslar bu saldırıya,6 Kasımda Zonguldak limanlarını topa tutarak karşılık vermiştir.“6 Kasım sabahı, altı destroyer eşliğinde sevk edilen Rostislav zırhlısıyla Каgul kruvazörü, Zonguldak limanını iki saat boyunca bombardıman etti. Hava yağmurlu, görüş mesafesi düşük olduğundan ateş rastgele açılmıştı. Fakat yine de kıyıda birkaç yerde dumanlar yükseldiği görülmüştü. Görevini tamamlayan filo, Sivastopol’e dümen kırdığında denizde üç büyük vapur siluetiyle karşılaştı. Bunlar Kafkas sınırındaki Türk ordusu için sevkiyat yapan Bezm-i Alem, Mithat Paşa ve Bahr-ı Ahmer nakliye gemileriydi. Gemiler derhal ateş altına alınarak batırıldılar. 224 kişi destroyerler tarafından kurtarılarak esir edildi.” (17) “Bu gemilerde Sarıkamış Harekâtı için gönderilmek üzere iki alay asker, ordunun kışlık giyimi, keşif olarak kullanılmak üzere iki adet tayyare, bir adet tayyare bölüğü, üç pilot ve Kafkasya’da isyan çıkartacak Çerkez liderler bulunuyor idi.” (18)

  Sonuç olarak, savaş başlamadan, büyük devletlerin Hasta Adam’ı müttefik olarak yanında istemedikleri çok açıktır. Balkan Savaşı’nda ordusu yıpranmış, yıllar içinde ekonomisi çökmüş, sanayisi yok denebilecek kadar az olan bir Osmanlı’nın, büyük bir savaşta sadece ayak bağı olacağı düşüncesi, Avrupa da ağırlıkta idi. Ayrıca ülkede ulaşım sorunları ve Ermeni olayları mevcuttu. Oysa tarafsız tutulabilirse, ilerde bu ölmek üzere olan devletten istediklerini daha rahat alabileceklerdi. Osmanlı hükümeti de, başına geleceklerden haberdar bir şekilde kendine müttefik arıyor, Avrupa devletlerinin kapısını aşındırıyordu. Kurtuluşunu savaşa girmekte arayan Osmanlı Devleti, aynı zamanda da sömürge olma yolunda ağır ağır ilerlemekteydi. “Düyun-u Umumiye İngiliz Daimler Vekili Sir Adam Block’un 1914'te Osmanlı’nın savaşı girmesi ile söylediği şu sözler durumu çok iyi özetlemektedir;
“Eğer Almanya kazanırsa, siz de Alman kolonisi olacaksınız. Eğer İngiltere kazanırsa mahvoldunuz!” (19) Ayrıca müttefik, “Alman İmparatorluğu 'Doğu'ya İlerleme' diye bilinen tezi çerçevesinde Türkiye'yi ve Fas'ı 'Büyük Almanya Projesi'nin içinde görüyordu. 1911'de ünlü stratejist ve tarihçi Dr. O.R. Tannenberg, 'Büyük Almanya-20. Yüzyılın İşleri' adlı bir askeri yayılma stratejisi hazırlamış ve Alman Genelkurmayı da bunu benimsemişti. Tannenberg'e göre
1950'ye kadar Türkiye ve Fas, Büyük Almanya topraklarına katılmış olacaktı.”(20) Bu harita(21) (resim 1) yanda verilmiştir. Osmanlı toprakları üzerinde Almanya yazdığı, bariz bir şekilde görülmektedir.


İngilizlerin Çanakkale Savaşı hazırlıkları sırasında bastırarak askerlerine dağıtmış olduğu, 
To Constantinople (resim 2) isimli mendil bu konuda bir örnek sayılmasa bile, İngilizlerin düşüncesi açısından manidardır. Mendilin üstünde, diğer koloni bayrakları ile beraber resmedilmiş, İngiliz Milletler Topluluğu bayrağı ve ay yıldızın bir arada olduğu, sol köşenin hemen üstünde “eclipse of star crescent” yani “hilal ve yıldızın tutulması” yazmaktadır. (22).


Osmanlı İmparatorluğunun kaderini tayin edecek bu son savaşı meselesinde askerlerin hissiyatını, İsmet İnönü anılarında şöyle özetlemiştir; “Fakat bir emrivaki halinde harbe girdikten sonra, var kuvvetimizle harbi kazanmaya çalışmaktan başka yapacak bir şey yoktu. Görünüşe göre, memleket bir boşluk içinde sonsuz bir süratle meçhule doğru gidiyordu. Bu müthiş vaziyette, ne yazık ki, Enver Paşa'dan başka dayanağımız yoktu. Enver Paşa, içine düştüğümüz macerada muvaffak olursa, memleketin kurtulacağına inanıyordum. Aksi takdirde, devletin dağılması ve çökmesi kaçınılmaz bir akıbet olacaktı. Harbi kazanmaya çalışmaktan dolayısıyla Enver Paşa'nın muvaffakıyetine hizmet etmekten başka ortada kurtuluş çaresi görünmüyordu” (23).
29 Ekim 1914 de Goben ve Breslau gemilerinin Rus limanlarını bombalamasıyla fiilen başlayan bu mukadderat savaşı, yine bir 29 Ekim günü Cumhuriyet’in ilanı neticesinde, İmparatorluğun tarih sahnesinden çekilmesi ile son bulmuştu…

Ali Kaya- Ekim 2015

1- AKBAY Cemal, Birinci Dünya Harbi'nde Türk Harbi, ı. cilt: Osmanlı lmparatorluğu 'nun Siyasi ve Askeri Hazırlıkları ve Harbe Girişi Ankara: Genelkurmay Basımevi, 1991, 127.
2-ERIKSON EDWARD .J SİZE ÖLMEYİ EMREDiYORUM! BiRiNCİ DÜNYA SAVAŞl'NDA OSMANLI ORDUSU,İstanbul 2003,29
3- AKBAY Cemal, Birinci Dünya Harbi'nde Türk Harbi, ı. cilt: Osmanlı lmparatorluğu 'nun Siyasi ve Askeri Hazırlıkları ve Harbe Girişi Ankara: Genelkurmay Basımevi, 1991, 121
4- DANİSMEND, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. IV, İstanbul 1972, 407
5-age 408
8- age 411
6-MÜHLMAN C., Çanakkale Savaşı Bir Alman Subayının Anıları, Timaş Yayınları, İstanbul 2006,8
7- KILIÇ ,Sezen, Türk Alman İlişkileri ve Türkiye’deki Alman Okulları (1852’den 1945’e Kadar), Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 2005, s. 54
9- GÖRGÜLÜ İsmet On Yıllık Harbin Kadrosu 1912 - 1922, TTK yayınları 47-52 ss.
10-- DANİSMEND, İsmail Hami, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi, C. IV, İstanbul 1972,421
11- Trumpener, Gernıany and ıhe Otoman Empire 25. 26.; ERIKSON EDWARD .J SİZE ÖLMEYİ EMREDiYORUM! BiRiNCİ DÜNYA SAVAŞl'NDA OSMANLI ORDUSU,İstanbul 2003,48
12- TC Genelkurmay Başkanlığı, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi, ı. Cilt, Osmanlı lmparatorluğu'nun
Siyasi ve Askeri Hazırlıklan ve Harbe Girişi (Ankara: GK Basımevi, 1970), 54-55; Yalman,
Turkey in the World War, 72. ERIKSON EDWARD .J SİZE ÖLMEYİ EMREDiYORUM! BiRiNCİ DÜNYA SAVAŞl'NDA OSMANLI ORDUSU,İstanbul 2003,48
13- SHAW, S. ve Shaw, E.K. (1983), Osmanlı İmparatorluğu ve Modern TürkiyeC.2, İstanbul,374-375 KASIYUĞUN Ali ,Osmanlı Devleti’nin 1.Dünya Savaşı’na Girmeden Önceki İttifak Arayışları 
14- GÖRGÜLÜ İsmet On Yıllık Harbin Kadrosu 1912 - 1922, TTK yayınları 47-52 ss
15 TALAT PASA , KASIM,Mehmet Talat Pasa’nın Anıları,İstanbul ,1986,38, KASIYUĞUN Ali ,Osmanlı Devleti’nin 1.Dünya Savaşı’na Girmeden Önceki İttifak Arayışları
16- Çar II.Nikolay Manifesti”, Novoye Vremya, 21 Ekim (3 Kasım) 1914. Bildirinin Türkçe çevirisi için bkz. Akdes Nimet Kurat, Türkiye ve Rusya, Ankara 1990, 246-247; General Maslofski’nin, Umumî Harpte Kafkas Cephesi Eserinin Tenkidi, Çev.Mütekait Kaymakam Nazmî, Genelkurmay Başkanlığı 10’uncu Şube Yayını, Ankara 1935, 5.; BALCI Ramazan , Tarihin Sarıkamış Duruşması, İstanbul 2005, 58; ÖĞÜN Tuncay ; SİBGATULLİNA Alfina , History Studies İnternational Journal of History ISSN: 1309 4173
17- Bolnıh, A.G., Morskiye Bitvı Pervoy Mirovoy, Tragediya Oşibok, Moskova 2002, 242-243;
Şirokorad, A. B., Rusların Gözünden 240 Yıl Kıran Kırana Osmanlı Rus Savaşları, Kırım, Balkanlar-93 Harbi ve Sarıkamış, Çev.: D. A. Batur, İstanbul 2009, 467-468; Petrov, M.A., Dva Boya (Çernomorskoğo flota s l.kr. 'Geben' 5.11.1914. Kreyserov Balt.flota 19.06.1915), Leningrad 1926, 11-13;ÖĞÜN Tuncay ; SİBGATULLİNA Alfina , History Studies İnternational Journal of History ISSN: 1309 4173
18- SÖNMEZ, Birgül; “Sarıkamış Harekâtında Donanma Hareketleri 1913-1917,16”,;Üçüncü Deniz Harp Tarihi Semineri Bildirileri, (19-21 Nisan 2006), Göcük-Kocaeli,Donanma Komutanlığı Yayınları 2006, s. 5-20.
19- ATAY, F.R. , Çankaya, İstanbul 1980,125; KASIYUĞUN Ali ,Osmanlı Devleti’nin 1.Dünya Savaşı’na Girmeden Önceki İttifak Arayışları
20-ALTINDAL,Aytunç,Bilinmeyen Hitler,İstanbul 2004 ,156
21- TANNENBERG;Richard,Gros-Deutschland,Die Arbeitdes 20,Jahrhunderts,Leipzig,1911,s262
22-Daha fazla bilgi için ; http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/479496--isgalcilerin-zafer-hayali-mendilde-kaldi
23- Selek,Sabahattin,İsmat İnönü Hatıralar,Ankara2006,97




 Albert Einstein’ın Atatürk’e aşağıdaki 17 Eylül 1933 tarihli mektubu (Bardakçı 2006) yazarak aralarında dünyaca ünlü isimlerin de bulunduğu Nazi tehdidi altındaki Alman Yahudi bilim ve sanat adamları adına ondan Türk üniversiteleri için iş ricasında bulunması oldukça önem verilmesi gereken bir husustur.


1 Haziran 1932’de Başvekil İsmet (İnönü), Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) Dr. Tevfik Rüştü (Aras), Adliye Vekili (Adalet Bakanı) Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Esat (Sagay) Beylerin katıldığı beş toplantıda müzakere edilerek onaylanır. 6 Haziran 1932’de İsviçre’ye dönen Prof. Malche de yeni sistemde görev almak üzere bazı bilim adamlarıyla temaslarına başlar

Bundan sonra üniversite reformu ile ilgili tüm çalışmaları 19 Eylül 1932’de atanan Maarif Vekili Reşit Galip’in başkanlığında, Avni (Başman), Rüştü (Uzel), Kerim (Erim) ve Osman (Horasanlı) Beylerden oluşan bir Islahat Komitesi yürütür
.
Bu arada modern üniversite reformunu öngören ve Prof. Malche’nin önerileri dikkate alınarak hazırlanan 2252 sayılı İstanbul Darülfünunun İlgasına ve Maarif Vekaletince Yeni Bir Üniversite Kurulmasına dair Kanun 31 Mayıs 1933 de yayınlanarak 1 Ağustos 1933 de yürürlüğe girer. 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren lağvedilen Darülfünunda görevli 157 öğretim üyesinden sadece 83’ü çalışmalarına devam ederken diğerlerinin yeni kurumla ilişikleri kesilir5.
Türk hükümetinin kendisinin kovduğu kişilerle temas kurduğunu öğrenen Hitler 8 Mayıs 1933 günü Berlin’deki makamına öfkeyle gelerek “Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi alayı’nı Mustafa Kemal koruyamaz. Buna müsaade veremem.” diye tehditte bulunur ve Atatürk’e “Bu komünist profesörleri ülkenize sokmayınız” mesajı gönderir. Atatürk bu bilgi kendisine iletildiğinde Hariciye Vekili Tevfik Rüştü (Aras) ve Maarif Vekili Dr. Reşit Galip’e “Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez” diyerek Türkiye’ye sığınmak ve Türk Üniversitelerinde görev yapmak isteyen Alman profesörlerle ilgili işlemlerin süratlandırılması talimatını verir
.
5 Temmuz 1933 günü NdWA başkanı Prof. Philipp Schwartz, Prof. Albert Malche ve Prof. Rudolf Nissen ile beraber İstanbul’a gelerek Maarif Vekili Dr. Reşit Galip ile görüşür ve mülteci akademisyenlerin İstanbul Üniversitesi reformuna muhtemel katkıları konusunda kendisine ayrıntılı izahat verir. Schwartz ayrıca, Kerim (Erim) vasıtasıyla Ankara ziyaretini de düzenleyerek Maarif Vekaleti yetkililerinden Salih (Zeki) ve Rüştü (Uzel) ile de görüşür. Reşit Galib’in de katılmasıyla olumlu bir şekilde süren müzakereler sonucunda bir ön anlaşma imzalanır. Reşit Galip‘in toplantının kapanış konuşmasındaki ifadesi çok anlamlıdır: “Bugün alışılmışın dışında, örneği gösterilemeyecek bir iş yapılan bir gün oldu. 500 yıl kadar önce İstanbul’u kuşattığımız zaman Bizanlı bilginler İtalya’ya göç etmişti, buna engel olamamıştık. Sonuç olarak Rönesans gerçekleşti. Bugün ise Avrupa’dan bunun karşılığını alıyoruz” Kendisine sunulan ön anlaşma metni ile Prof. Schwartz’ın bıraktığı akademisyenler listesini onaylayan Atatürk aynı zamanda Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (Sağlık ve Sosyal İşler Bakanı) Dr. Refik Saydam’dan Ankara Nümune Hastanesi ve Hıfzısıhha Enstitüsü için de benzer temaslar yapmasını ister. Prof. Schwartz ve Prof. Nissen 25 Temmuz 1933 de tekrar Ankara’ya gelerek kesin anlaşmayı imzalarlar.

Genç T.C.’nin Üniversite Reformu Yasası 1 Ağustos 1933’de yürürlüğe girerken, kontratları imzalanmış çoğu Yahudi kökenli mülteci bilim adamları aileleriyle beraber Türkiye’ye gelmeye başlar. Türkiye geleneksel ve tarihi insancıl hoşgörüsüyle kucak açtığı Alman profesörlere ülkenin kültürel ihtiyacını destekleme olanaklarının da kapılarını açmıştır. Üniversite 18 Teşrinisani (Kasım8) 1933 günü, ancak üç hafta kadar önce 27 Teşrinievvel (Ekim)1933 tarihinde göreve başlayan yeni Maarif Vekili Hikmet Bayur tarafından, Beyazıt Meydanında eskiden Harp Bakanlığı olarak kullanılan bugünkü Merkez Bina’da açılır9.
Alman beyin göçü” fırsatını iyi değerlendiren Atatürk, aralarında dünyaca ünlü isimlerin de bulunduğu 70 kadar Yahudi Alman bilim ve sanat adamının İstanbul Üniversitesi’nde, Yüksek Mühendis Mektebi’nde (İTÜ), Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Ankara’daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ile Hukuk Fakültesi’nde görevlendirilmesini sağlamıştır. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde başta Asuroloji’nin dünya çapındaki en önemli temsilcisi Benno Lansberger olmak üzere, Hititolog Gustav Güterbock, Sinolog Wolfram Eberhard ve Hindolog Walter Ruben çalışmışlardır. Türkiye’de çağdaş iktisadın temellerini atan ve daha sonra İktisat Fakültesi’ne dönüşecek olan İstanbul İktisat Enstitüsü’nü kuranlar da, kendi alanlarında dünyanın önde gelen beş Alman bilim adamıdır. Bunlar arasında ön sırayı Türk gelir vergisi rejiminin mimarı maliyeci Fritz Neumark’tır. Diğerleri, neoklasik iktisadın en önemli temsilcilerinden Wilhelm Röpke, iktisat tarihçisi ve sosyolog Alexander Rüstow, ünlü liberal kuramcı ve politikacı Gerhard Kessler Türkiye’de çağdaş işletme biliminin kurucusu Alfred Isaac’tır. İTÜ’de on yılı aşkın ders veren ve bu arada Ankara’da yeni TBMM binasını inşa eden ünlü Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister da Nazi işgali üzerine ülkesini terk ederek Türkiye’ye gelenlerdendir. Sonuç olarak, o sıralarda çok kullanılan bir deyişle “Berlin dışında en büyük Alman üniversitesi” Türkiye’de kurulmuştur (Tekeli 1984: 654-655’den F. Neumark, Boğaziçine Sığınanlar, İÜ İktisat Fakültesi Maliye Enstitüsü Yayını, 1982)

Berlin Üniversitesi’nde ders vermekte olan Einstein, Nazilerin etkilerini artırmalarının ardından Almanya’da daha fazla kalamayacağını görmüş ve Paris’e geçmişti. 17 Eylül 1933’te Almanya’daki Yahudi profesörleri kurtarmak amacıyla bu mektubu Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’na gönderdi:

Altında imzası olmasına rağmen, mektubu kaleme alan Albert Einstein değil OSE yönetimiydi. Özel sekreterinin açıkladığına göre Albert Einstein 17 Eylül’ü kapsayan 10 gün boyunca Paris’te değildi.
Kaynak;

Prof. Dr. Muhteşem Kaynak Gazi Üniversitesi, İİBF
Zülfü Livaneli-Serenad
http://www.salom.com.tr/haber-64078 turkiyeye_gelen_cogu_yahudi_kokenli_alman_profesorler_ve_albert_einst.html
http://www.hurriyet.com.tr/einsteindan-ataturke-dramatik-mektup-17233146
http://www.jewishmag.com/.../einstein.../einstein_turkey.htm

İNÖNÜ'NÜN YANITI

“Saygıdeğer profesör,

İktidardaki hükümetin politikası gereği Almanya’da bilimsel ve tıbbi çalışmalarını yerine getiremeyen 40 profesör ve doktorun Türkiye’ye kabulünü dileyen mektubunuzu aldım. Bu beylerin hükümetimiz kuruluşlarında bir yıl ücretsiz çalışmayı kabul ettiklerini gördüm. Teklifiniz çok çekici olmasına rağmen ülkemiz kanun ve nizamları gereği size olumlu cevap verme imkânı göremiyorum. Saygıdeğer profesör, bildiğiniz gibi şu anda 40’tan fazla profesör ve doktor istihdam etmiş durumdayız. Çoğu benzer nitelik ve kapasitede olan bu şahıslar da aynı politik şartlar altındadırlar. Bu profesör ve doktorlar burada geçerli kanun ve şartlar altında çalışmayı kabul etmişlerdir. Şimdiki halde, çeşitli kültür, dil ve kökenlerden gelmiş üyelerle çok hassas bir oluşum geliştirmeye çalışıyoruz. O nedenle içinde bulunduğumuz şartlar gereği daha fazla personel istihdam etmemizin mümkün olmadığını üzülerek bildiririm.
Saygıdeğer profesör,
Arzunuzu yerine getirememenin üzüntüsünü ifade eder, en iyi duygularıma inanmanızı rica ederim.”
İsmet İnönü

Kaynak ;
Einstein'dan Atatürk'e dramatik mektup
Hürriyet Haber
10 Mart 2011

Sonuç


Albert Einstein’in Mustafa Kemal Atatürk’e yazdığı idaa edilen mektupla ilgili bir kaç konu yanlış anlaşılmalara neden olmaktadır.

1-Einstein bu mektubun yazılmasından on gün önce Belçika'yı terk etti ve bu nedenle o gün Paris'te değildi. Einstein arşivcisi Barbara Wolf'a göre "1933 yazında Paris'te kalması sırasında Einstein'ın OSE antetli kağıtlarından bir kaç tane yaprak imzalamıştır. Yani Einstein bunu ve kişisel bir mektup olmaktan ziyade OSE'nin Onursal Başkanı sıfatıyla imzaladı.

2-Türkiye'ye gelen Alman bilimcilerin bu mektupla bir alakaları yoktur.İlk gelenler zaten 1933 yılında Türk üniversitelerinde göreve başlamışlardır.

3-Mektup İsmet Bey tarafından kibarca reddedildi.


                                         




Mektup ile ilgili daha fazla bilgi için ;