Articles by "Milli Mücadele Tarihi"
Milli Mücadele Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 Kasım 1922 tarihli oturumda ise Rıza Nur Bey’in teklifindeki altıncı madde;-hilafetin Osmanlı hanedanına ait olup, Türkiye Devletinin de hilafet makamının dayanağı olduğunu, Halifeliğe TBMM tarafından bu hanedanın ilim ve ahlak bakımından en iyi yetişmiş olanının seçileceği- şeklinde düzeltildi. Bu teklife büyük ölçüde benzeyen, ancak hilafeti babadan oğul'a geçmek üzere Osmanlı hanedanına bırakan Hüseyin Avni Bey’in “tadil name” teklifi de tartışılmıştır. Bu aşamada söz alan Mustafa Kemal Paşa, Türk ve İslam tarihi üzerinde kısa bir hatırlatma yaparak Peygamber ve dört halifesinin devlet idaresine geliş şekillerini hatırlattıktan sonra Selçuklu tarihinden örnekler vererek Sultan Melikşah ile Abbasi halifesi arasındaki ilişkileri değerlendirmiştir. Melikşah'ın devletin hâkimiyet ve saltanatını temsil ederken hilafet makamını da muhafaza ettiğine dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, mevcut durumda da hilafet makamı muhafaza edilerek onun yanında hâkimiyet ve saltanat-ı milliye'nin bulunduğunu belirtmektedir.


Mustafa Kemal Paşa'ya göre “Bütün Türkiye halkı bütün kuvvetiyle hilafet makamının dayanağı olmayı doğrudan doğruya yalnız vicdani ve dini bir vazife olarak taahhüt ve tekeffül” etmekteydi. Padişahlığın ortadan kalkması ile halifeliğin ne olacağı sorusunun ortaya çıktığına dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, hilafet ile saltanat ve hâkimiyet makamlarının yan yana bulunmasının en tabi hallerden olduğunu belirtmiştir. Ancak saltanat makamında milletin kendisinin oturduğunu, hilafet makamında ise dayanağı Türkiye Devleti olan bir şahsın oturacağını göstermişti. Mustafa Kemal Paşa ortaya çıkacak durumu ise iki taraflı görmekteydi. “Bu suretle bir taraftan Türkiye halkı çağdaş ve medeni bir devlet halinde her gün daha sağlam daha mesut ve müreffeh olacak, her gün daha çok insanlığını ve benliğini anlayacak, kişilerin ihaneti tehlikesine maruz kalmayacaktır”. Diğer taraftan “hilafet makamı da bütün İslam âleminin ruh ve vicdanının bağlantı noktası olabilecektir”. Mustafa Kemal Paşa aynı anlama gelen diğer tekliflerin de birleştirilerek bir an evvel Meclisin oyuna sunulması temennisiyle konuşmasını bitirmiş ancak ikinci grup üyelerinden gelen teklifler üzerine konu Şer’iyye, Adliye ve Kanun-ı Esasi Encümenlerine havale edilmiştir.


Encümende saltanat ve hilafetin ayrılıp ayrılamayacağı tartışmalara uzayınca, Mustafa Kemal Paşa söz alarak milletin isyan ederek hâkimiyetini eline aldığını, kabul edilmesinin iyi olacağını belirtmiştir. Bu müdahale üzerine komisyon teklifi oybirliği ile karara bağlamış ve aynı günün ikinci celsesinde Meclis genel kuruluna sunmuştur. Buna göre: Türkiye halkı milli iradeye dayanmayan hiçbir kuvvet ve heyeti tanımadığı gibi, İstanbul’daki şahsi hâkimiyete dayalı hükümet şeklini 16 Mart 1920’den itibaren ve ebediyen kaldırmıştır. Bu karar bir muhalif dışında bütün milletvekillerinin oybirliğiyle kabul edilmiştir. Burdur milletvekili İsmail Suphi (Soysallıoğlu) ve icra vekilleri heyeti reisi Rauf Bey karar gününün bayram olmasını teklif etmişlerdi.


Saltanatın kaldırılması sürecinde yapılan tartışmalar; Osmanlı aydınlarının genelinde görülen yapılan ve yapılacak atılımların, düzenlemelerin her şartta Osmanlı hanedanı idaresinde gerçekleştirilmesi gerektiği düşüncesinin Büyük Millet Meclisindeki bir gurup milletvekilinde de devam ettiğini göstermektedir.


Savaşın başarıyla sonuçlandırılarak milli hâkimiyetin Büyük Millet Meclisinde tecelli etmesi dolayısıyla Buhara, Afganistan ve yurdun çeşitli yerlerinden tebrik telgraflarının mecliste okunması bu aşamada edinilen ve moral destek sağlayan iç ve dış destek için bir ölçü olmalıdır.


Saltanatın kaldırılması kararından sonra üzerinde sadece halife unvanı kalan Vahdettin’in kaçış gününe kadar İstanbul’da yaşananlar hakkında pek net tespitler yoktur. Ancak 4 Kasım1920 tarihi ile hükümetin toptan istifa etmesinden sonra Vahdettin’in yurtdışına kaçacağı söylentileri çıkmıştır. İçişleri eski bakanı Ali Kemal Beyin kaçırıldıktan sonra linç edildiğinin duyulması, İstanbul'da saltanat karşıtı birtakım gösterilerin yapılması ve Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin ve Başkanı Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini muhatap almaması üzerine VI.Mehmed Vahideddin’in paniğe kapıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 16 Kasım 1922 tarihinde İngiliz işgal kuvvetleri komutanlığına yaptığı yazılı başvuru ile İngiltere’ye sığınmıştır.

18 Kasım 1922 tarihli toplantının beşinci celsesinde hükümet, halife Vahideddin efendinin İngilizlere sığınarak İstanbul’dan ayrıldığını bildirmiştir. Meclis, Şer’iyye Vekili Vehbi efendinin bir fetvası ile “hilafetten bilfiil feragat etmekle şer ‘an münhali’ (tahttan indirilmiş) olduğuna” karar vermiştir. Yeni halife için yapılan seçimde 163 milletvekili oy kullanmış, Abdülmecid Efendi 148 oyla Halife seçilmiştir. Meclis’te mevcut anlayışların dikkat çekici bir göstergesi olmak üzere Meclisin Halife’ye bağlılık arz etmesi hususunda hararetli tartışmalar yapılmış ve İstanbul’a gönderilen 15 kişilik bir TBMM heyeti 24 Kasım 1922’de yeni halife tarafından kabul edilmiştir.

Gelişmelerin istikametini göstermesi bakımından önemli bir husus ta Halife Abdülmecid’in Meclisin seçim kararı kendisine tebliğ edildikten sonra Ankara’ya gönderdiği ilk telgrafta dikkati çekmektedir. Halife, “Cuma selamlığında Fatih Sultan Mehmet tarzı bir sarık sarmak, hil’at giymek isteğini bildirirken, İslam âlemine yayınlayacağı beyannamede Vahdettin hakkında bir şeyler söylemek istemediğini, ancak memleketin selameti gerektiriyorsa bunu dahi yapabileceğini” ifade etmiştir. Abdülmecid Efendi’nin bu yaklaşımı ile Mecliste ortaya çıkan halifeye tâbi olma eğilimi Mustafa Kemal Paşa'yı halifelik meselesini daha etraflı bir şekilde düşünmeye itmiştir.

1924 yılı bütçe görüşmeleri öncesi Ankara basınında hakkında çıkan tenkit yazılarının yanı sıra İstanbul’a giden hükümet temsilcileri ve resmi heyetlerin kendisini ziyaretten çekinmelerinden üzüntü duyduğunu belirten Halife Abdülmecid Efendi yanlış anlaşılmaktan çekindiği için Ankara’ya temsilci göndermediğini hükümete bildirmişti. Halife Abdülmecid Efendi, ayrıca “hazine-i hilafetin gücünün yetmediği ve mükellefiyetinin haricindeki masraflarını karşılamada hükümetin 15 Nisan 1923 tarihinde vaat ettiği bütçe artırımı için de gereğinin yapılmasını” istiyordu. Halifenin resmi devlet teşkilatının önemli bir parçası olduğuna inandığını gösteren bu talebi Mustafa Kemal Paşa için bardağı taşıran son damla olmuştur.

Ordunun harp oyunları tatbikatına katılmak için İzmir’de bulunan Cumhurbaşkanı, aynı gün başbakan İsmet Paşa’ya gönderdiği telgrafta şikâyet ettiği hususların sebebinin halifenin bizzat kendi davranışlarından kaynaklandığını, zira gerek saraydaki gerekse dışarıdaki tavrının saltanat havası taşıdığının altını çizmektedir. Halife'nin yabancı devlet temsilcilerine memurlar göndererek münasebet kurması, Cuma alaylarına çıkması, asker sivil herkesi kabul edip dertleriyle ilgilenmesinin Cumhurbaşkanında rahatsızlık yarattığı açıktır. Mustafa Kemal Paşa’ya göre Abdülmecid Efendi kendi konumunu bilmeli ve ona göre davranmalıdır, zira “Halife ve bütün cihan katî olarak bilmek lazımdır ki, mevcut ve mahfuz olan halife ve halife makamının hakikatte ne dinen ve ne de siyaseten hiçbir mana ve hikmet-i mevcudiyeti yoktur”. Hilafet makamının “tarihi bir hatıra olmaktan” fazla bir ehemmiyeti olmadığının altını çizen Cumhurbaşkanı, halifenin devlet memurlarının ve resmi heyetlerin kendisini ziyaretini istemesini de Cumhuriyet hükümeti ile karşı karşıya gelmek olarak değerlendirmiştir. Halife’ye mutlaka Cumhurbaşkanından daha az bir ödenek verilmesi gerektiğini belirten Paşa, maksadın saltanat ve debdebe değil, insanca bir yaşam sürmesini sağlamak olduğunu hatırlatmıştır. Halifenin ve mensuplarının yaşayacağı yer meselesinin hükümetçe ihmal edildiğine dikkat çeken Mustafa Kemal Paşa, çok geniş olan görevli ve hizmetli kadrosunun halifeyi “hâlâ saltanat rüyası içinde uyutmasına" dikkat çekmiştir. Meselenin çok önemli olduğunu, “her gün ufuktan saltanat güneşinin doğmasına duacı bir hanedan ve mensupları hakkındaki muamelemizde Türkiye Cumhuriyetini, nezaket ve safsata kurbanı edemeyiz” sözleriyle gözler önüne seren Paşa, halifenin makamının ne olduğunu açıkça bilmesini ve mevcut durumla yetinmesini istemiştir.


PROF. DR. CEZMİ ERASLAN
TÜRKİYE CUMHURİYETİ TARİHİ



Mehmet Âkif Ersoy tarafından kaleme alınan İstiklâl Marşı, 12 Mart 1921'de Birinci TBMM tarafından, Türkiye için İstiklâl Marşı olarak kabul edilmiştir.
 




HEYETİ NASİHA .
ABDÜLHAMİDİN OĞLU ABDÜLRAHİM VE PAŞALARI.
GÖREVLERİ HALKIN YUNAN İŞGALİNE KARŞI AYAKLANMASINI ÖNLEMEK.
EGE SEYAHATİ 1919


LÜLEBURGAZ'DA BİR ŞEHZADE ÇEŞMESİ
 Lüleburgaz’ın ana caddesi sayılan İstanbul Caddesi’ nde bir çok kez önünden geçtiğimiz ve ne yazık ki çoğumuzun farkına varamadığı bir garip, kitabesiz bir çeşme.
Günümüzde Emrullah Efendi Ortaokulu bahçesinde , kurnası artık toprak altında kalmış olan rahmetli Dr.Behzat Sevindik’ in iki katlı evine bitişik olan bu çeşme ile ilgili başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde ki bulduğum belge kısaca şöyle;




“Şehzade Cemaleddin Efendi tarafından Lüleburgaz Mektebi yakınlarında inşası emredilen çeşmenin resminin çizildiği”
Tarih: 20 /Ş/ 1337 (Hicri) miladi tarihi ise 19 temmuz 1919 Dosya No: 52 Gömlek No: 33 Fon Kodu: DM.İ-UM.EK

Belgenin günümüz Türkçesine çeviriminden önce kısaca Lüleburgaz halkına bu çeşmeyi armağan eden Şehzade Cemaleddin Efendi’ yi kısaca bir tanıyalım.
Tam adıyla Şehzade Mehmed Cemaleddin Efendi (D. 28 Ekim 1890 Yıldız Sarayı / Ölümü 18 Kasım 1949 Beyrut) babası Sultan Abdülaziz’ in oğlu olan Şehzade Mehmet Şevket Efendi, annesi ise Fatma Rüy-i Naz Hanım Efendi’dir.
Asker kökenli olup, Harbiye Mektebi’ nin şehzadelere mahsus kısmını bitirip Mirliva. “Tuğgeneral” rütbesine kadar yükselmişti. Türk musikisi öğrenip ut ve lovta çalardı. Türk musikisini himaye etmiş ve müzisyenlerle dostluk kurmuştur. Ayrıca Şehzade Cemaleddin Efendi bestecilikle uğraşıp, “Müstear Sirto” su günümüze ulaşmış eseridir.

Cemile Destaviz Hanım Efendi ile evlenip, Şehzade Mahmud Hüsameddin Efendi ve Şehzade Orhan Süleyman Saadeddin Efendi adında iki oğlu olmuştur. 1924’ te çıkartılan sürgün kanunu ile 6 ve 7 yaşlarındaki iki oğlu, hanımı ve annesi ile İstanbul’ dan çıkarak Beyrut’ a yerleşmiş ve 1946 yılında sürgünde hayatını kaybetmiştir.  Mezarı hala Beyrut’tadır.(1)

Şehzade Cemaleddin Efendi asker kökenli olması ve bir çok vazifede şahsen görev alması onu diğer bir çok şehzadeden ayıran bir özelliktir. Şehzade, Çanakkale Muharebeleri’nde kısa bir süre alayıyla Saddülka Grubu’nda ateş altında bir fiil çalışmış sonra merkeze alınmış daha sonra 3. Ordu Talimgahlar Komutanı olarak Sivas’ a gitmiş ve orada iki yıl orduya “Muallim Efradı” yetiştirmeye çalışmıştır.
1918 yılında Batum’ un alınmasından sonra da oraya tayin olmuştur. Bu dönemde Vehip Paşa komutasında görev almıştır. Vehip Paşa, Cemaleddin Efendi’ nin “nezaket ve dürüst muamelatı ile askerin ve ahalinin kalbi muhabbet ve hürmetlerini” kazandığını da belirtmiştir.(2)
11 nisan 1919 tarihli İKDAM Gazetesi’ndeki bir haber ise, Anadolu’ ya ve Rumeli’ye şehzadeler başkanlığında iki heyet gönderilmesi karar verilmiş olup, memleketin muhtelif yerlerini gezerek halka uzlaşma ve vatandaşlık hissi telkin edeceğini, bu heyetlerden Rumeli bölgesine gidecek olan Şehzade Cemaleddin Efendi’nin , Anadolu’ya gidecek olana ise Sultan Abdülhamit Han’ın oğlu Şehzade Abdürrahim Hayri Efendi’nin başkanlık yapacaklarını yazmıştır.(3)
Şehzade Cemaleddin Efendi’nin en önemli özelliklerinden biri ise Milli Mücadele’ nin hazırlanış aşamasına katılmış olmasıdır.
Kazım Karabekir Paşa’nın 15.Kolordu Komutanı olarak atanması, İstanbul’dan ayrılması, Samsun, Trabzon ve Erzurum’ da geçen Nisan/Mayıs 1919 günlerinde kısaca;
10 nisan 1919’ da, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi Paşa’ya :
-“Ben şarka milli istiklalimizi temine gidiyorum. Tasfiye artık mevzu bahis değildir” demiştir. 11 nisan da , Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret ettim. Rauf beyi bulamadım. Kemal Paşa hasta yatıyordu. 17 nisan da Samsun’a varmıştır.
19 nisan cumartesi günü Trabzon’ a varmıştır. Trabzon’da paşa gününü şöyle anlatıyor;
“ Öğle yemeğinde vali beyle birlikte belediye namına verilen ziyafette idik. Yemekten sonra İstanbul’a hareket etmek üzere olan “Şehzade Miralay Cemaleddin Efendi’ yi ziyaret ettim. 20 nisan 1919 günü ise Şehzade Cemaleddin Efendi, Kazım Karabekir Paşa’yı iade-i ziyaret etmiştir.(4)
İşte bu Miralay Şehzade Cemaleddin Efendi , 1919 yılının temmuz ayında Edirne’ ye geçerken mahiyeti ile birlikte yaklaşık bir hafta Lüleburgaz’da kalmış ve Lüleburgaz halkının gösterdiği yakın ilgiye teşekkür olarak bu çeşmeyi yaptırmıştır. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki belgenin günümüz çevirisi bu şekildedir;
Edirne vilayeti ile ilgili bilgiler girecek
Lüleburgaz’ın tarihi olan bu çeşme umarım bir gün yetkililer tarafından resterasyonu yapılır ve tarihe bir ışık tutarlar.


Kaynaklar
1-) Ömer Faruk Özdemir “Torundan Abdülaziz’e Türbe Ziyareti”
2-)Dr. Yüksel Nizamoğlu “Vehip Paşa/ Kahramanlıktan sürgüne” 2013 Yitik Hazine Yayınları/İstanbul
3-)İKDAM Gazetesi 19 nisan 1919
4-) Kazım Karabekir’ in Anıları
5-)BDA D:52 G:3 FK:DH.İUM.EK
6-)Çeviri: Sn. Zeki Özkan

Mustafa Gültekin


Kaynak ;
https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/KANUNLAR_KARARLAR/kanuntbmmc002/kanuntbmmc002/kanuntbmmc00200431.pdf

Saltanatın kaldırılmasına, cumhuriyetin ilânına karşın hiçbir gereği kalmayan halifelik, varlığını korumakta devam ediyordu. İstanbul’daki son halife de bu durumdan yararlanarak cumhuriyet rejimi karşısında ayrı bir kuvvetmiş görüntüsünü vermekten çekinmiyor, tantanalı törenler düzenliyor, devlet bütçesinden kendisine ayrılan ödeneği az görüyordu.



Bu tutum, devrime karşı çevreleri kımıldanmaya yöneltiyor, bir kısım basın da halife yanlısı bir tutumun içine itiliyordu. Halbuki büyük özverilerle kurulan genç Türkiye Cumhuriyeti’ni her türlü tehlikeden korumak vazgeçilmez görevdi. Artık halife sorununun da kesin şekilde çözülmesi gerekiyordu. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan bir yasayla hilâfet kaldırılarak son halife yurt dışına çıkarıldı.



Halifeliğin kaldırılışıyla Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik yolunda bir büyük adım daha attı; zira millî egemenliğe dayalı bir rejimde, çağdaş ve lâik devlet kavramında "halifeli cumhuriyet" söz konusu olamazdı. Anayasa’da, 1928′de yapılan bir değişiklikle "Türkiye Devleti’nin dini, din-i İslâmdır" maddesinin de kaldırılması, cumhurbaşkanı ve milletvekillerinin yemin şeklinin yeniden düzenlenmesi, lâiklik yolunda aşılan büyük gelişmeler oldu. Nihayet 5 Şubat 1937′de lâiklik, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkelerinden biri olarak Anayasa’da yer aldı.

Kaynak ;
http://www.atam.gov.tr/duyurular/halifeligin-kaldirilmasi

Bugüne kadar 26 ağustos Büyük Taarruz ve 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi ile ilgili savaşın planları, haritalar söyleşiler anılar dâhil her şey yazılmıştı. Tam da artık anlatılacak yeni bir şey yok derken; Atatürk’ün kendi defterlerindeki bazı notlar açığa çıkarılınca, başka bir açıdan yorumlama fırsatını yakalamış bulundum. Savaşı ele almadan önce birkaç hususu açıklamayı, konun anlaşılabilmesi açısından ihtiyaç görmekteyim.

Büyük Komutanın, Büyük Ordusunun, Büyük sonu

Öncelikle Atatürk’ün, henüz harp akademisindeyken tarihteki komutanların hayatlarını ve savaşlarını okuduğunu biliyoruz. Bunlardan birisi de hiç şüphesiz Napolyon’dur. Gazi’nin Napolyon’a karşı olan saygısını not defterlerinin birinde düştüğü şu paragraftan anlıyoruz;

- “Napolyon; yıldırımlardan müteşekkil bir meşimeden saha-i âleme düşmüş bir dâhidir. Hayatı top tüfek sadâlarıyla aks–i endâz bir sima... Kanlı derelere sahne-i cereyân olmuş bir zemîn ikbâl bulutlarına bir düşman ufuklar arasından geçti. Lâkin heyhat dünyada, en az devâm eden saâdettir. Bu parlak cihânın parlak güneşi olan o koca kumandanın Bahr-i muhîtin emvâc-ı siyahının müdhiş
darbeleri altında inleyen bir kara parçasında itmâm-ı enfâs ettiğini görmek ne mâtemi bir hâldir.”( Ali Mithat İNAN ATATÜRK’ÜN NOT DEFTERLERİ GÜNDOĞAN YAYINLARI)

Napolyon’a bu kadar saygı duyan talebe Mustafa Kemal, onun yenilmezlik unvanını elinden alan, Rusya seferinden ne kadar etkilendiğini de düşünmek gerekir. Napolyon yeniden Kıta Sistemine dâhil etmek maksadı ile yaklaşık 600 bin kişilik bir orduyla Rusya seferine çıkmıştır. Rusların sistemli geri çekilme taktiğinin başarısı sonucu, Napolyon’un büyük ordusu imha edilmiş, kendisi de beraberinde ki 1500 asker ile savaşı bırakarak geri dönmüştür.(24 Haziran-30 Aralık 1812).Napolyon’un bu yenilgilisinin sebeplerinden en önemlisi; Anavatandan uzakta olan ordusunu ikmal edememesidir. Avrupa’da ki savaşlarda kullanmış olduğu savaş taktiği olan, düşman ülkesinde işgal ettiği yerlerde ordusunun eksiklerini tamamlayarak ivedi ve süratli hareketi, Rusların Moskova’yı yakması sonucu işlevselliğini koruyamamış, Napolyon’un birliklerine barınma ve yiyecek bulma imkânı tanımamıştı. Büyük komutanın Grande Armée’si i, Rus gönüllü birliklerinin, köylülerin ve soğuğunda yardımıyla yok edilmiştir. Napolyon’un bu savaşta, yarım milyona yakın savaşçısını kaybettiği söylenir.

Sürat Birlikleri

Açıklamak istediğim bir diğer konu ise, Mustafa Kemal’in kuvvetlerinin sayısına baktığımız zaman görüyoruz ki, sadece tek bir kalemde yunan ordusundan üstündür. Savaşın gidişatı ve sonucunda etkisi olan bu üstünlük; atlı birliklerdir. 26 ağustos 1922 günü “5.282 Türk süvarisine karşı 1300 Yunan süvarisi “.(Belgelerle Türk tarihi dergisi, Editions 28-31, Menteş Kitabevi, 1999, sayfa 35) savaşa sürülmüştür. Mustafa kemal bunu bilinçli olarak yaptığını düşünmek gerekir. Çünkü daha önce tutmuş olduğu 20 numaralı not defterinde

-"Süvari tabyası; Hareket kabiliyyeti ve ateş kuvvetine müstenîd olmalıdır (dayanmalıdır).-
-Süvâri muhârebeden evvel bir vâsıta-i müdâfaa, muhârebeden sonra bir vâsıta-i taarruzdur:
- Ateş, süvâri muhârebesinin belli başlı ve kat’i bir nişanesidir” (göstergesidir) Nisan 1922“(Ali Mithat İNAN ATATÜRK’ÜN NOT DEFTERLERİ GÜNDOĞAN YAYINLARI.)

Almış olduğu bu notlar ile süvariler ile yapılan savaşları tetkik ettiği ve muharebedeki önemi hakkında fikirler edindiği bir gerçektir.

Büyük Taarruz öncesi yapılmış palana göre süvari birliğinin üstüne düşen görev; 

"5.Süvari Kolordusu, üç süvari tümeniyle Çiğiltepe ile Toklusivrisi arasından Ahır dağlarını aşarak Yunanlıların batı kanadını kuşatacaktı (Türk İstiklal Harbi, 1968: 16)"Sabah saat 10.00’a doğru dağları aşarak düzlüğe inen üç tümenin harekâtı Yunanlıları şaşkına çevirdi (BAL, 2007: 206). Süvari Kolordusu, bir tümeni ile Kırka’ya ve Çiğiltepe gerisine taarruz etti. İki tümeni ile de Düzağaç ve Balmahmut’a gitti, Başkimse’de Yunan taarruzlarını püskürttü. İzmir-Afyonkarahisar demiryolunu tahrip etti, telgraf hatlarını kesti ve geceyi ovada geçirdi. Türk süvarilerinin bu hareketleri Yunanlılarda moral bozukluğuna ve korkuya yol açtı (GÖRGÜLÜ, 1992: 22)." 

Görüldüğü üzere süvari kolordusunun asli görevlerinden biri de Yunan hatlarının gerisine sızarak ikmal yollarını kesmek böylece mühimmat ve erzak tedarik etmesini engellemektir.

Anadolu’da Ölümcül Yunan Uykusu

Büyük taarruz ile ilgili Türk ordusunun İmha planını anlatmadan önce Mustafa kemalin Yunanlılar hakkında ki düşüncelerini de öğrenmek gerekir.
Yine 18 numaralı not defterinden öğrendiğimize göre Atatürk ;

-“Ekâlliyetler servet ve sâmân içinde idi. Kardeş gibi geçiniyordu. Bunları câni yapan kimdir?”
Diyerek azınlıkların davranışlarını duygusal olarak anlamaya çalışırken,
-“Tarih, İngiltere Hükûmeti’nin böyle gülünç bir teşebbüse rapt-ı ümid etmesini (umut bağlamasını)hayretle kaydedecektir. ”Maskara bir kavmi, Türkiye’yi istilâ ettirerek cihangir yapmak”
-Tahribât, 3,5 sene evvel İngiliz Visamirali geldi, bizi iğfal etti. Yunanlılara teslim etti. Rıhtımda boğazlandı, zevkle seyretti “
-“Ölmez bu vatan. Batar Yunanistan “(Ali Mithat İNAN ATATÜRK’ÜN NOT DEFTERLERİ GÜNDOĞAN YAYINLARI.)

Notları ile de Yunan askerlerine ve devletine, Türk ve Müslüman ahaliye yaptıklarından dolayı duyduğu kırgınlığını belli etmekteydi.

Mustafa Kemal İngilizlerin savaşa müdahalesini tehlikeli gördüğünden Yunan ordusuna yapacağı taarruz ve imha planı gizli tutmakta kararlıydı. Yapılan hazırlıklar büyük bir gayretle savaşın gerçek hamisi İngilizlerden saklanmaktaydı. Çünkü ; 

İngiliz gizli servisinin, ne yapıp yapıp, Büyük Millet Meclisi'nin içine kadar sızdığı, hatta gizli oturum tutanaklarının bile İngiltere’nin başkenti Londra'ya gönderildiği; gizli kalması gereken bilgileri saklamanın ne denli zor olduğu biliniyordu”(Sadi Borak, “Mustafa Kemal Büyük Taarruz Gününü Bürün Dünyadan Nasıl Gizli Tuttu?”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.17, C.V1, Mart 1990).Yunan ordusu da cephe hattında adeta uyutulmaktaydı.

".... her gün başarıyla gelişen saldırılarımızı resmi bildirimlerle önemsiz savaşlarmış gibi gösteriyorduk. Amacımız durumu elden geldiğince düşmandan gizlemekti. Çünkü, düşman ordusunun tümünü yok edeceğimize inancımız vardı. Bunu anlayıp düşman ordusunun tümünü yıkımdan kurtarmak isteyeceklerin yenin girişimlerine yol açmamayı uygun gördük".(a.g.e., s.494.).Olaylar gazetelerde taarruz basit çatışmalar gibi gösteriliyor; "Ağustos'a kadar yayınlanan haberler daha çok, çeşitli mıntıkalarda “keşif çatışması" olduğu biçimindedir. Özellikle de, Kocaeli, Sarayköy, Aydın mıntıkalarında ve Afyon cephesindeki çatışmalar halka sürekli duyurulmaktadır. (Hakimiyeti Milliye, "20,22,23,24,27 Ağustos 1922)."Ordunun saldırısını gizlemek için, gazetelerde Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın bir çay ziyafeti vereceği belirtilirken; yine başka bir haberde de ordu birlikleri arasında futbol karşılaşması yapılacağı belirtiliyordu.(Türk Devrim Tarihi -1Doç.Dr. Kemal Arı Basım: 5 Basım)"

Yunan kuvvetlerinin taarruzdan hiç haberi olmadığını tam manası ile bir rehavet uykusunda olduğunu ise

“General Trikopis 25/26 Ağustos gecesi Afyonkarahisar’da düzenlenen bir baloya katılmış olması (BAL, 2007: 206) Ve"Yunan ordusu başkomutanı Hadzianesti taarruz haberini 26 ağustosta Yunanistan'dan vapura binerken öğrenmiş (incedayı,1341;215) olmasından anlıyoruz.

Planlanan Son

Mustafa Kemal Sakarya zaferinden sonra yapmayı tasarladığı imha planını, orduyu tertip ve mühimmat tedariği maksadı ile bir müddet daha bekletmiştir. Plan zaferden bir sene sonra, 26 Ağustos günü sabah saatlerinde, cehennemi andıran bir taarruz ile başlayacak ve bu sahne ilerleyen günlerde Yunan ordusunun düşeceği durumun da bir önsözü olacaktır. 

Savaş esnasında Başkomutanın aklında tek bir şey vardır oda Yunan ordusunun imhası. 

Sabah karşı savaş yok edici bir Topçu ateşiyle başlayacaktı. “Gazi’nin yaveri Muzaffer Bey yanına gelerek, topçuların elinde bulunan cephanenin miktarı hakkında bilgi vermeye başladı. Plana göre, saldırıda önce Türk topçusunun düşman mevzilerini bombardıman etmesi tasarlanmıştı. Eldeki sınırlı cephane ile Türk topçusu saldırı başladığında üç dört saat boyunca sürekli ateş edebilecekti”. .(Türk Devrim Tarihi -1Doç.Dr. Kemal Arı Basım: 5 Basım) yine Mustafa Kemal in yaveri olayı "Topçularımız tesir ateşine geçiyorlar. Şarapnellerin yerini ihtiraklı tane ve tahrip mermileri almaktadır. Piyademiz siperlere yaklaşmak üzere. Düşman topçusu mânia ateşine başlıyor. Topçularımız tahrip ateşiyle düşman tahkimatını havaya uçuruyor. Kalecik sivrisi yanmaktadır. Fakat topçularımızda bir endişe... Tonlarca cephane su gibi akıp gitmektedir. Bir aralık cephane vaziyetini soran Başkumandan da, aldığı cevaptan üzüntülü... Büyük bir soğukkanlılıkla emrediyor: - Tek mermi kalıncaya kadar ateşe devam edilecektir! "-"Cephane ikmâlimizi düşmandan yapacağız (ATATÜRK'ÜN YAVERİ MUZAFFER KILIÇ'IN 30 AĞUSTOS ZAFERİNE AİT HATIRALAR) diye anlatmaktadır.

Düşmanın arkasına sızan Türk süvarileri Yunan ordusuna korku salarken aynı zamanda takviye ve ikmal denemelerinin önüne geçiyordu.30 ağustosta Türk ordusunun hücumları ile eriyen kılıç artıkları geri çekilmeye başlayınca

"30 Ağustos 1922 günü, Batı Cephesi Komutanı’nın, saat 06.00’da ordulara gönderdiği emirde şöyle deniyordu: Orduların görevi; Aslıhanlar Meydan Savaşı’nın bütün kuvvetleriyle ve hızla sonuçlandırılması, Dumlupınar’ın çabucak düşürülerek düşman çekilme yollarının tamamen kesilmesi ve İzmir doğrultusunda kovalamanın aralıksız sürdürülerek kurtulmuş olması umulan dağınık düşman kollarının da savaşa ve teslime zorlanmasıdır”.(MAHMUT GOLOĞLUMİLLİ MÜCADELE TARİHİ – IV CUMHURİYETE DOĞRU (1921-1922)© Türkiye iş bankası kültür yayınları 2006) 

Düşmanı, takip ve imhanın devam edeceğini Türk uçağının attığı Rumca şu bildiriden öğreniyoruz "Yorgunluktan bitap kalan Yunan askerleri her yerde teslim oluyor. Her tarafınız sarılmıştır, kaçamayacaksınız.” (Hakimiyet-i Milliye, "Zalim Kumandan ve Asker) .... , (4.9. i922).

“Aman vermeyen takip sonucu Türk piyadeleri de Süvarilerle beraber aynı gün İzmir’e girdiler. Böylece Türk birlikleri muharebe ederek her gün ortalama 50 km. yaklaşık olarak toplam 450 km. ilerlemiş oldu. Böylece Türk ordusu, 14 Ağustos’tan beri her gün yürüyüş yapmış ve 5 gün muharebe etmiştir.”(Dr. Selman YAŞAR Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü. Kaynak: Sosyal Bilimler Dergisi Cilt:10 Sayı:2 Ağustos 2008)

Yukarda anlattığım başlıklardan yola çıkarak, Büyük taarruzu tekrar kurgulayacak olursak; Mustafa Kemal Yunan ordusunu, Napolyon’un ordusuna karşı savaşan Ruslar gibi, önce Anadolu’nun içlerine doğru çekmiş, Napolyon’un düşmüş olduğu tuzağı uygulayarak, onları ana ikmal merkezlerinden uzaklaştırmıştır. Savaş esnasında da Yunan ordusunun kullandığı ikmal merkezlerini vurarak orduyu yiyecek ve mühimmattan yoksun bırakmıştır. Bundan sonra planın ikinci kısmına geçen Başkomutan Mustafa Kemal, bu sefer kendisinden överek bahsettiği Napolyon’un savaş taktiğini kullanmış, süratli manevralar ile askerin ikmalini savaş meydanından yaparak, Yunan ordusunu 15 gün içinde yok etmiştir.

Atatürk vefat ettiği ve konu ile ilgili henüz bilinen bir kaydı olmadığı için sonuç bölümü sadece bir kurgudan ileri gitmeyecektir. Fakat savaş anlattığım şekilde gelişmiş olsa bile, bu Mustafa Kemal’in dahi bir komutan olduğunun ispatıdır. Daha önce sadece kitaplardan okuduğu bir savaş planını almış ve 110 yıl sonra cephede uygulamıştır. Çünkü dahi komutanlar sadece fikir üretmez, daha önceden var olmuş fikirleri de kendi bulundukları çağa uygulayabilirler. Aynı Durum onlardan yıllar önce yaşamış başka bir dahi komutan Fatih’in, Umur Bey’in savaş taktiğini İstanbul’un fethinde kullanmasına benzetilebilir. Umur Bey Fatihten 115 yıl önce 

300 gemiden oluşan donanmasını karadan çekerek Mora girişindeki Germe Hisarı’na; dönüşte de Germe yakınında tekrar karadan geçerek İzmir’e ulaştıkları 1465 tarihli “Düstürname-i Enveri” adlı eserde anlatılmıştır”. (Konstatine Zhukov, Pîrî Reîs’in “Kitâb-ı Bahriye’si Işığında Umur Paşa Destanı, Tar. İnc.Der., Cil 22, Sayı 1,)



Mustafa Kemal Dumlupınar'da, Meçhul Asker Anıtı'nın temel atma töreninde konuşma yaparken; Büyük Taarruzu, savaştan tam iki sene sonra şu kelimler ile özetleyecektir;
….Akçaşar’da birinci ordu merkezine saat 9’dan önce varmıştım. Ordu komutanına bir taraftan cephenin yazılı emri emanet edilirken, ben de kendisine sözlü olarak durumu anlattım ve dördüncü kolordunun bütün tümenleriyle birlikte şiddetle, işte bu köyün, Çal Köyü’nün batısındaki düşmanın büyük kısmını kuşatacak şekilde savaşa zorlamasını emrettim. 
Ve ekledim ki, düşman ordusu mutlaka yok edilecektir…
Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen kuşatmak ve düşmanın inatla savunduğu savaş alanlarına, süngü saldırılarıyla girerek kesin bir sonuç almak gerekliydi. Bunun için bütün ordunun büyük özveriyle ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hatta gizliliğe bakmaksızın, ateş alanlarına girip düşman alanlarını sarsmasını istiyordum...
… On birinci tümenin kahraman komutanı Derviş Bey, kendi ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman alanına ilerliyordu. Kolordu Komutanı Kemâlettin Paşa, güneyden ve batıdan düşmana saldırdığı diğer tümenlerine yeniden şiddetli ve hızlı hareketler için emirlerini ulaştırıyordu. İkinci Ordunun on altıncı ve altmış beşinci tümenleri düşmanla gerçek savaşa girişiyorlar, diğer tümenleri de kuşatma çemberini daraltıyorlardı. Bunları görüyordum. Atlı kolumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren atlı subay söylemişti…

Arkadaşlar!
Saat ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: Düşman başkomutanının şu karşıki tepede son gücüyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman alanlarında büyük bir heyecan ve telaş vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü kabiliyet kalmamıştı. Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen vurucu hatlarımızın, batışa yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman alanlarını saran bir çember üzerinde yer almış olan bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman alanlarını, içinde durulmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda duyuluyordu. Bir zaman sonra dünyada büyük bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım gerekliydi. Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeli idi. Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara saldırdılar. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Tam olarak yok olmuş perişan bir bakiyetüssüyuf (kılıç artığı) bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle, tuhaf bir karmaşa halinde kaçmak için açıklık arıyordu. Artık gecenin koyulaşan ağırlığı, sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu…( Hakimiyet-i Milliye,: 31.08.1924)

Ali Kaya… Temmuz 2015