Articles by "Yakın Dönem Türkiye Tarihi"
Yakın Dönem Türkiye Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
II. Dünya Savaşı başladığında elbette Sovyetlerle Türkiye arasında temaslar başlar. Türkiye, her iki devlete Balkanlar ve Akdeniz üzerinden İngiltere ve Fransa dışında herhangi bir devletten saldırı gelmesi hâlinde iş birliğine gitmeyi teklif eder. Bu teklif üzerine Sovyet yetkililer İngiltere ve Fransa ile anlaşan Türkiye’nin kendilerini Almanya ve İtalya ile karşı karşıya getirmek istediğini düşünürler. Neticede taraflar arasında yeni bir antlaşma yapılmaz ancak 1935 yılında imzaladıkları antlaşma hâlihazırda yürürlüktedir. Belki de buna güvenerek Stalin, Moskova’da temaslarda bulunan Türkiye Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’na Montreux Antlaşması’nda değişiklik teklifinde bulunur. Stalin’in teklifi kendi içerisinde çelişiyor, Boğazlar üzerinde Türkiye’nin hakimiyetini “zedelemeden” Türkiye ile Sovyetlere eşit haklar tanımayı ancak Boğazların savunulması noktasında sorumluluğu tamamen Türkiye’ye bırakmayı içeriyordu. Açıkça görüleceği üzere Sovyetlere, Türkiye ile eşit haklar verilmesi hâlinde hem Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki hakimiyeti zedelenecek hem de olası bir saldırı hâlinde Türkiye yalnız kalacaktı. Bu teklifin Türkiye tarafından kabul edilmemesiyle Türkiye ile Sovyetler arasındaki müzakereler “zihinlerde” sona erdi. İşin aslı Türkiye Montreux’den memnundur ve değişiklik yapmaya hiç de niyeti yoktur. Bu durumda Türkiye, İngiltere ve Fransa ile yürütülen görüşmelere ağırlık verir.
Diğer yandan Türkiye, İngiltere ve Fransa ile temaslarını sürdürmektedir ve 19 Ekim 1939 tarihinde bu üç devlet arasında Ankara’da karşılıklı yardım antlaşması imzalanır. Bu antlaşmanın imzalanması, Sovyet yayın organlarının yeniden harekete geçerek propaganda ve manipülasyon yapmalarına neden olur. Her iki gazete bir yandan İngiltere ve Fransa’nın Türkiye’yi savaşa sürüklediklerini ileri sürerken diğer yandan bu devletlerin Türkiye ile Sovyetlerin arasını açmak istediklerini iddia eder. Türkiye dış politikasına yönelik bu iddialar olumsuz olarak algılansa da Sovyetlerin henüz Türkiye’nin dostluğunu kaybetmek istemediğinin göstergesidir.
1939 yılına kadar Türk yetkililer dış politikada Sovyet gerçeğini hiç bir zaman gözden ırak tutmamış, Sovyetlere bilgi vererek yürüttükleri temaslarda kendi menfaatleriyle birlikte eski müttefiklerinin menfaatlerini de gündeme getirmiş, Sovyetler aleyhine herhangi bir ittifaka girmemişlerdi. Yapılan ahde vefa gereği izlenen bu politika Sovyetlerde memnuniyet yaratacağına aksine onların her istediklerini Türklere yaptırabileceklerini düşünmelerine neden olmuştu. İşte Saraçoğlu Moskova’daki ziyaretinde bunu yakından hissetmişti. Bu nedenle Saraçoğlu’nun Moskova’daki temasları Türk-Sovyet ilişkilerindeki “samimiyetin” kaybolması ile sonuçlanmıştı.
II. Dünya Savaşı’nın başlarında Sovyetler, Almanya ile temaslarına devam ediyor, bu temaslarında Türkiye’nin menfaatlerine zarar verecek tekliflerde bulunmaktan kaçınmıyordu. Diğer yandan İngiltere, Almanya’ya karşı hem Sovyetleri hem de Türkiye’yi kazanarak birlikte ortak bir cephe kurmaya çalışıyordu.
Almanlar, Fransa’yı işgal ederek Fransız belgelerini ele geçirdiklerinde bu belgeleri tahrif ederek yayınladılar. Bu şekilde Almanlar, Türkiye’nin Sovyetlere karşı Fransa ile işbirliğine dair bir antlaşma yaptığını ileri sürdüler. Bu açıklamalar kısa süreli bir gerginliğe neden olduysa da 25 Mart 1941 tarihinde Sovyetler bir deklarasyon yayınlayarak savaşın bundan sonraki aşamasında tarafsız bir tutum sergileyerek Türk toprakları ile ilgilenmediğini açıklar. Bir kaç ay sonra Sovyetler Birliği ile İngiltere arasında karşılıklı yardım antlaşması imzalanır.
Her ne kadar tarafsız kalacağını açıklamış olsa da Sovyetler Birliği 1941 yılı içerisinde İngilizlerle bir antlaşma yaparak Almanya’ya meyilli olan İran’ı birlikte işgal etti. Bu işgal sırasında Sovyetler ve İngiltere, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygı göstereceklerini açıklama ihtiyacı hissetmişlerdi.
7 Temmuz 1942 tarihinde Stalingrad’ın Alman ve Macar kuvvetleri tarafından ele geçirilmesiyle Sovyetler Birliği zor durumda kaldı. Bu durumda başta İngiltere olmak üzere müttefik devletler Türkiye’nin savaşa katılması ve Balkanlarda yeni bir cephe açması için yoğun temaslarda bulunurlar. Türkiye ise müttefiklere yakın durmak ve onlarla anlaşmalar yapmakla birlikte savaştan uzak durmak niyetindedir. Ordusunun taarruz kapasitesine sahip olmadığını ve hazırlıksız bir taarruz hâlinde Alman karşı taarruzu ile başa çıkamayacağını düşünen Türkiye ancak yeterli silah ve cephane yardımı yapılması hâlinde savaşa girebileceğini müttefiklere bildirir. Neticede müttefikler Türkiye’ye istediği yardımı yapamazlar, Türkiye de savaşa fiilen girmez. Bu duruma en çok içerleyen zor günler geçiren Sovyetler Birliği olur.
Türkiye 23 Şubat 1945 tarihinde fiilen savaşmadığı Almanya’ya resmen savaş açacaktır.Türkiye Almanya’ya savaş açsa da Sovyetler kırgındır. 19 Mart 1945 tarihinde Sovyetler Birliği, 1935 yılında Türkiye ile yeniledikleri ve 10 yıl geçtiği için süresi dolan antlaşmanın II. Dünya Savaşı sırasında yaşanan hadiseler ve ortaya çıkan yeni koşullar nedeniyle uzatmayacağını açıklar. Türkiye ile yeni bir antlaşma yapma şartını ise Sovyetler Boğazların statüsünde değişikliğin kabul etmesine bağlarlar. Türkiye ise Montreux Antlaşması’nın iki devlet arasında değil ancak antlaşmaya imza koyan devletler arasında görüşülerek değiştirilebileceğini vurgular ancak savaş zamanında Sovyetlerin düşmanlarının geçemeyeceğine dair bir ittifak yapabileceğini bildirir. Fakat bu öneriyi Sovyetler gündeme dahi almazlar.
Bilindiği üzere Sovyetler, 1921 yılından beri Türkiye ile antlaşmalar yaparak ve yaptığı antlaşmaları uzatarak birlikte hareket etmekteydi. Sovyetlerin açıklamaları stratejik ortaklık ve işbirliğinin sona erdiği anlamına gelmekteydi.
19 Mart 1945 tarihinde Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov, Moskova’da bulunan Türk Büyükelçisi Selim Sarper’e 1921 yılında imzalanan Moskova Antlaşması’nın Sovyetlerin zayıf olduğu bir döneme denk geldiğini ve bu şekilde arazi değişiklikleri meydana geldiğini belirterek bu meselenin tamir edilmesi gerektiğini belirtti. Burada meselenin daha iyi anlaşılması açısından geçmişe dönerek kısa bir izahat yapmak gerekiyor; I. Dünya Savaşı’nın sonlarında otorite boşluğunun yaşandığı Kars, Ardahan ve Batum TBMM kuvvetleri tarafından geri alınmış ve Sovyetler Batum’un kendi kontrolleri altındaki Gürcistan’a bırakılması şartıyla Kars ve Ardahan’ın Türkiye’ye iadesini kabul etmişlerdi. İşte Molotov bu durumu çarpıtarak anlatıyor, Sovyetlerin zayıf olduğu bir dönemde onlara Moskova Antlaşması’nın zorla imzalatıldığını ileri sürüyordu. Oysa o günkü reelpolitik ve karşılıklı uzlaşma sonrasında iki taraf gönüllü olarak bu antlaşmayı imzalamışlar, 1945 yılına kadar da hiç bir sorun yapmadan yaptıkları antlaşmaları uzatmışlardı. İşte Molotov açıkça dile getirmese de üstü kapalı olarak Kars ve Ardahan’ın kendilerine verilmesini istiyordu. Molotov’un istekleri bununla sınırlı değildi. Molotov, Boğazların savunmasına Sovyetler Birliği’nin de ortak olabilmesi amacıyla Sovyetler Birliği’ne Boğazlar’da deniz ve kara üslerinin verilmesini, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında ikili bir antlaşma yapılarak Montreux Antlaşması ile belirlenen Boğazlar rejiminin değiştirilmesini teklif ediyordu. Türkiye Büyükelçisi Ankara’ya danışma gereği dahi duymadan bu teklifleri reddeti.
Güçlü komşusu ile karşı karşıya kalan Türkiye hemen uluslararası destek arayışına başladı. Montreux Antlaşması imzalandığı sırada en güçlü devlet olan İngiltere, Türkiye’nin ilk müracaat ettiği ülke oldu. Ancak İngiltere savaş öncesindeki kadar güçlü değildi ve Türkiye’ye gereken desteği sağlayamayacağı anlaşılıyordu.
Türkiye’nin İngiltere’den destek sağlayamayacağını bilen Molotov, 18 Haziran 1945 tarihinde Selim Sarper’e bir kez daha benzer teklifler sundu. Ancak Sarper bir kez daha bu teklifleri reddetti.
Sovyetler sadece Türkiye ile temaslarında Boğazların statüsünde değişiklik teklifinde bulunmuyor, uluslararası konferanslarda da artık bu dileğini açık açık ifade ediyordu. 17 Temmuz-2 Ağustos 1945 tarihleri arasında düzenlenen Postdam Konferansı’nda Sovyetler Birliği, Boğazların statüsünde değişiklik teklifini bir kez daha gündeme getirdi. İngiltere ve ABD de değişen koşullar gereği Montreux Antlaşması’nda değişikliğe gidilebileceğini ancak bunun uluslararası müzakerelerle gerçekleşebileceğini bildirdiler. Neticede konferans bu konuda bir karar almadan dağıldı.
Postdam Konferansı’nın ardından ABD Devlet Başkanı Truman, Sovyetlerin istediği kadar değilse de Montreux Antlaşması’na göre savaş sırasında Sovyetleri gözeten bazı değişiklikler yapılmasına taraftar bir tutum sergiliyordu. Ancak Sovyetlerin II. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ile birlikte işgal ettiği İran’dan çekilmek istememesi, bu bölgedeki petrol yataklarına sahip olarak Türkiye’ye baskı yaparak yayılma eğiliminde olması Truman’ın adeta gözlerini açtı. Sovyetlerin Boğazlarla ilgili taleplerine kısmen de olsa olumlu ve ılımlı yaklaşan Truman’ın politikaları değişmeye ve sertleşmeye başladı. Sovyet yayılmasını onu çevreleyerek engellemeyi planlayan ABD açısından Türkiye’nin jeopolitik konumu büyük önem arz ediyordu. Bu nedenle ABD bundan sonraki süreçte Türkiye’yi ve Sovyet yayılma sahası içerisine giren devletleri destekleme esaslı politikalar izleyecektir. ABD’nde görev başında vefat eden Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini 5 Nisan 1946 tarihinde İstanbul’a getiren ve ABD’nin en büyük savaş gemilerinden Missouri'nin ziyareti Türk-ABD ilişkileri açısından yeni bir başlangıç olarak kabul edilirken Sovyetlere, ABD’nin Türkiye’nin yanında olduğuna dair bir mesaj verildiği noktasında otoriteler hemfikirdir.
8 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetler Birliği, Türkiye’ye bir nota vererek savaş sırasında Alman savaş gemilerinin muhtelif tarihlerde Boğazlardan geçerek kendi güvenliklerini tehdit ettiğini ileri sürdü. Buna göre 1941 yılında Seefalke adlı bir Alman sahil muhafaza gemisinin, 1942 yılında ise toplam 140,000 tona ulaşan Alman Savaş ve yardımcı gemilerinin Boğazlardan Karadeniz’e geçerek Sovyetlerin güvenliğini tehdit etmiş 1945 yılı Haziran ayı içerisinde de bunların bakiyesi olmak üzere toplam 13 Alman savaş ve yardımcı gemisi Karadeniz’den yine Boğazlar yoluyla geri dönmüşlerdi. Buna istinaden Sovyetler Montreux ile belirlenen Boğazlar rejiminde değişiklik talep ediyordu. Sözkonusu talepler Boğazların Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine savaşta ve barışta açık olmasını, Boğazların özel olarak belirlenecek hâller dışında Karadeniz’e sahili olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulmasını, Boğazlardan geçiş rejiminin Türkiye ile birlikte Karadeniz’e kıyısı olan devletler tarafından belirlenmesini, Boğazların Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından müştereken savunulmasını içeriyordu. Sovyetler Birliği bu notayı ABD ve İngiltere’ye de sunmuştu.
TBMM 14 Ağustos 1946 tarihli oturumunda Sovyet taleplerini müzakere etti. Neticede Türkiye’nin bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne aykırı bu taleplerin reddedilmesine karar verildi. Ancak bu kararın Sovyetlere tebliği için ABD ve İngiltere’nin vereceği cevap beklenecekti.
ABD yönetimi Sovyetlerin Boğazlarla ilgili talepleri titizlikle inceledi ve bu taleplerin yayılmacı politikaların bir ürünü olduğu yönünde kanaate vardı. 18 Ağustos 1946 tarihinde Akdeniz’e bir filo gönderme kararı alan ABD, 19 Ağustos 1946 tarihinde Sovyetlere bir nota vererek cevabını iletti. Buna göre ABD, Boğazların Karadeniz’e kıyısı olan devletlerin savaş gemilerine savaşta ve barışta açık olması ve Boğazların özel olarak belirlenecek hâller dışında Karadeniz’e sahili olmayan devletlerin savaş gemilerine kapalı tutulması konusundaki Sovyet taleplerine katıldığını ancak bunun dışındaki talepleri kabul etmediğini açıkladı. İngiltere de ABD’den iki gün sonra benzer bir cevap verdi.
ABD ve İngiltere’nin resmi cevabını öğrenerek rahatlayan Türkiye Sovyet talepleri hakkında aldığı kararı 22 Ağustos 1946 tarihinde Sovyet yetkililere iletti.
Sovyetler Birliği kolay kolay vazgeçmeye yanaşmıyordu. 24 Eylül 1946 tarihinde bu kez sadece Türkiye’ye bir nota veren Sovyetler Birliği taleplerini tekrarladı. Bu notayı Türkiye ABD ve İngiltere’ye iletti. Kendilerine Sovyetler Birliği tarafından bir nota sunulmadığı hâlde 9 Ekim 1946 tarihinde ABD ve İngiltere Sovyetlere bir nota vererek Boğazlar rejiminin Karadeniz’e sahili olan devletler tarafından belirlenmesi ve Boğazların Türkiye ile Sovyetler Birliği tarafından müştereken savunulması fikrine karşı çıktılar. Bu desteği arkasına alan Türkiye 18 Ekim 1946 tarihinde Sovyet taleplerini bir kez daha reddetti.
Boğazlarla ilgili talepleri karşısında uluslararası camiadan tepki gören Sovyetler 1945 yılından itibaren Ermenilerin Türkiye’ye yönelik taleplerini gündeme getirerek yeni bir günden oluşturmaya ve destek sağlamaya çalışacak, fakat umduğunu bulamayacaktır.
1947 yılında Truman Doktrini, 1948 Marshall Planı ile 1949 yılında Sovyetlere karşı NATO’nun kuruluşuna önderlik yaparak Sovyet yayılmacılığını engellemeye çalışan ABD, bundan sonraki süreçte bölgeye yönelik karar ve eylemeleriyle yeni tartışmalara yol açacaktır.
Diğer yandan 1953 yılında Stalin ölür. Ondan sonra Sovyetler Birliği Türkiye’ye yönelik toprak taleplerini geri çektiğini açıklar ancak Montreux Antlaşması yokmuş gibi davranmaya devam eder. Türkiye ise bu açıklamaya pek önem vermez. Bir kaç ay sonra Sovyetler Birliği’ne verdiği cevapta Türkiye, toprak taleplerinin geri çekilmesi ile ilgili açıklamalardan memnuniyet duyduğunu ancak Boğazlar rejiminin Montreux Antlaşması’na tabi olduğunu hatırlatır. Bundan sonra Türk-Sovyet ilişkileri 1920-45 yılları arasındaki yakınlıktan çok daha farklı gelişecektir.
TÜRK DIŞ POLİTİKASI
DOÇ. DR. ABDURRAHMAN BOZKURT
Elinizde tuttuğunuz, gerçeğin ışığıyla, Batı'nın öne sürdüğü savları çürüten bir kitap, bir Fransız Avukatının 1915 Ermeni olaylarıyla ilgili nesnel ve başarılı savunması olmanın ötesinde, Türkiye'yi asılsız savlarla suçlayanlar için hazırlanmış bir iddianemedir. Avukat George de Maleville, Ermeni soykırımı savını belgelerle çürütmekle de kalmıyor, Fransa'nın diktiği "Kin Anıtı"nın" ... Bayağı bir düşüncenin ürünü" olduğunu vurgulayarak tarihe not düşüyor.
Maleville konuyu her aşamada belgelere dayanarak inceliyor. Bilgi ve belge için İstanbul'a geldiği ianlıyoruz. "İstanbul'a giderek tüm kentte oturan Ermeni toplumu ziyaret ettik ve yüzlerindeki ifadeyi inceledik. Hiçbir yerde, Türkler'le sürekli olarak birlikte yaşayan Ermenilerde hiçbir korku duygusuna rastlamadık. Pazar yerlerinde, limanda bulunan lokantada, iki toplum arasındaki bağlılık tamdır ve burada Paris'ten göç etmiş toplumlar arasındakinden çok daha içtenlikli bir sempatiyle sürmektedir. (Arka Kapak)
Türk Aleminin tarihçisi olarak, hiç kuşkusuz ki tarafgirliğimden kuşkulanır ve ben tarihçi olarak, bundan kuşku duymamaya çalışıyor, bundan bağışık olmadığımı belirtmeye cesaret edemiyorum. Ne olursa olsun, tarafgirliğin Türkiye'nin düşmanlarında eksik olmadığını bilecek kadar iyi bir mevkiideyim. Bu yüzden, burada duygulanmı gizteyeceğim. Hiç bir konuda, kendimi ne yargıç, ne de jüri üyesi olarak görmüyorum. Ancak, üstad Maleville'in tutumunun, özgür bir insanın, moda ve akımlara aldırmadan, söylemek istediği şeyi açık bir biçimde ve yü reklilikle söyleyen bir kişinin tutumu olduğunu kuşkusuz söyleyebilirim ve onun düşündüğü şeyin, vicdani hakkı için, gerçek olduğuna inanırdım. Herkesin görüşünü açıklayabilmesi demokratik ülkelerin bir onurudur. İnsanlığın bu onurunu herkes gerçekleştirebilir. Tanrı bile kullarına kendisine hayır deme hakkını vermemiş midir?
Önsözden
Jean " Paul ROUX
CNRS'da Araştırma Müdürü
Tarihte Bu Gün 13 Mart 1952 Bugün Doğu Türkistan Kazaklarının Türkiye'ye kabulünün 65. yıl dönümüdür
Doğu Türkistan'dan vatan mücadelesi vererek hicret etmek zorunda kalan Kazakları bu güzel ülkeye kabul eden Türkiye Cumhuriyetine ve değerli yöneticilerine,bizleri bağırlarına basan Türk halkına en derin şükranlarımızı sunarız.
Bizlerin,dini,dili ve vatan şuurunu yitirmemeleri için bu topraklara getiren ve bu uğurda canlarını feda eden tüm büyüklerimizede Yüce Allah'dan rahmet dileriz.
Ruhları şad,mekanları cennet olsun.
Kazak Türkleri Eğitim ve Araştırma Derneği
Albert Einstein’ın Atatürk’e aşağıdaki 17 Eylül 1933 tarihli mektubu (Bardakçı 2006) yazarak aralarında dünyaca ünlü isimlerin de bulunduğu Nazi tehdidi altındaki Alman Yahudi bilim ve sanat adamları adına ondan Türk üniversiteleri için iş ricasında bulunması oldukça önem verilmesi gereken bir husustur.
1 Haziran 1932’de Başvekil İsmet (İnönü), Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) Dr. Tevfik Rüştü (Aras), Adliye Vekili (Adalet Bakanı) Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Esat (Sagay) Beylerin katıldığı beş toplantıda müzakere edilerek onaylanır. 6 Haziran 1932’de İsviçre’ye dönen Prof. Malche de yeni sistemde görev almak üzere bazı bilim adamlarıyla temaslarına başlar
Bundan sonra üniversite reformu ile ilgili tüm çalışmaları 19 Eylül 1932’de atanan Maarif Vekili Reşit Galip’in başkanlığında, Avni (Başman), Rüştü (Uzel), Kerim (Erim) ve Osman (Horasanlı) Beylerden oluşan bir Islahat Komitesi yürütür
.
Bu arada modern üniversite reformunu öngören ve Prof. Malche’nin önerileri dikkate alınarak hazırlanan 2252 sayılı İstanbul Darülfünunun İlgasına ve Maarif Vekaletince Yeni Bir Üniversite Kurulmasına dair Kanun 31 Mayıs 1933 de yayınlanarak 1 Ağustos 1933 de yürürlüğe girer. 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren lağvedilen Darülfünunda görevli 157 öğretim üyesinden sadece 83’ü çalışmalarına devam ederken diğerlerinin yeni kurumla ilişikleri kesilir5.
Türk hükümetinin kendisinin kovduğu kişilerle temas kurduğunu öğrenen Hitler 8 Mayıs 1933 günü Berlin’deki makamına öfkeyle gelerek “Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi alayı’nı Mustafa Kemal koruyamaz. Buna müsaade veremem.” diye tehditte bulunur ve Atatürk’e “Bu komünist profesörleri ülkenize sokmayınız” mesajı gönderir. Atatürk bu bilgi kendisine iletildiğinde Hariciye Vekili Tevfik Rüştü (Aras) ve Maarif Vekili Dr. Reşit Galip’e “Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez” diyerek Türkiye’ye sığınmak ve Türk Üniversitelerinde görev yapmak isteyen Alman profesörlerle ilgili işlemlerin süratlandırılması talimatını verir
Bu arada modern üniversite reformunu öngören ve Prof. Malche’nin önerileri dikkate alınarak hazırlanan 2252 sayılı İstanbul Darülfünunun İlgasına ve Maarif Vekaletince Yeni Bir Üniversite Kurulmasına dair Kanun 31 Mayıs 1933 de yayınlanarak 1 Ağustos 1933 de yürürlüğe girer. 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren lağvedilen Darülfünunda görevli 157 öğretim üyesinden sadece 83’ü çalışmalarına devam ederken diğerlerinin yeni kurumla ilişikleri kesilir5.
Türk hükümetinin kendisinin kovduğu kişilerle temas kurduğunu öğrenen Hitler 8 Mayıs 1933 günü Berlin’deki makamına öfkeyle gelerek “Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi alayı’nı Mustafa Kemal koruyamaz. Buna müsaade veremem.” diye tehditte bulunur ve Atatürk’e “Bu komünist profesörleri ülkenize sokmayınız” mesajı gönderir. Atatürk bu bilgi kendisine iletildiğinde Hariciye Vekili Tevfik Rüştü (Aras) ve Maarif Vekili Dr. Reşit Galip’e “Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez” diyerek Türkiye’ye sığınmak ve Türk Üniversitelerinde görev yapmak isteyen Alman profesörlerle ilgili işlemlerin süratlandırılması talimatını verir
.
5 Temmuz 1933 günü NdWA başkanı Prof. Philipp Schwartz, Prof. Albert Malche ve Prof. Rudolf Nissen ile beraber İstanbul’a gelerek Maarif Vekili Dr. Reşit Galip ile görüşür ve mülteci akademisyenlerin İstanbul Üniversitesi reformuna muhtemel katkıları konusunda kendisine ayrıntılı izahat verir. Schwartz ayrıca, Kerim (Erim) vasıtasıyla Ankara ziyaretini de düzenleyerek Maarif Vekaleti yetkililerinden Salih (Zeki) ve Rüştü (Uzel) ile de görüşür. Reşit Galib’in de katılmasıyla olumlu bir şekilde süren müzakereler sonucunda bir ön anlaşma imzalanır. Reşit Galip‘in toplantının kapanış konuşmasındaki ifadesi çok anlamlıdır: “Bugün alışılmışın dışında, örneği gösterilemeyecek bir iş yapılan bir gün oldu. 500 yıl kadar önce İstanbul’u kuşattığımız zaman Bizanlı bilginler İtalya’ya göç etmişti, buna engel olamamıştık. Sonuç olarak Rönesans gerçekleşti. Bugün ise Avrupa’dan bunun karşılığını alıyoruz” Kendisine sunulan ön anlaşma metni ile Prof. Schwartz’ın bıraktığı akademisyenler listesini onaylayan Atatürk aynı zamanda Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (Sağlık ve Sosyal İşler Bakanı) Dr. Refik Saydam’dan Ankara Nümune Hastanesi ve Hıfzısıhha Enstitüsü için de benzer temaslar yapmasını ister. Prof. Schwartz ve Prof. Nissen 25 Temmuz 1933 de tekrar Ankara’ya gelerek kesin anlaşmayı imzalarlar.
5 Temmuz 1933 günü NdWA başkanı Prof. Philipp Schwartz, Prof. Albert Malche ve Prof. Rudolf Nissen ile beraber İstanbul’a gelerek Maarif Vekili Dr. Reşit Galip ile görüşür ve mülteci akademisyenlerin İstanbul Üniversitesi reformuna muhtemel katkıları konusunda kendisine ayrıntılı izahat verir. Schwartz ayrıca, Kerim (Erim) vasıtasıyla Ankara ziyaretini de düzenleyerek Maarif Vekaleti yetkililerinden Salih (Zeki) ve Rüştü (Uzel) ile de görüşür. Reşit Galib’in de katılmasıyla olumlu bir şekilde süren müzakereler sonucunda bir ön anlaşma imzalanır. Reşit Galip‘in toplantının kapanış konuşmasındaki ifadesi çok anlamlıdır: “Bugün alışılmışın dışında, örneği gösterilemeyecek bir iş yapılan bir gün oldu. 500 yıl kadar önce İstanbul’u kuşattığımız zaman Bizanlı bilginler İtalya’ya göç etmişti, buna engel olamamıştık. Sonuç olarak Rönesans gerçekleşti. Bugün ise Avrupa’dan bunun karşılığını alıyoruz” Kendisine sunulan ön anlaşma metni ile Prof. Schwartz’ın bıraktığı akademisyenler listesini onaylayan Atatürk aynı zamanda Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (Sağlık ve Sosyal İşler Bakanı) Dr. Refik Saydam’dan Ankara Nümune Hastanesi ve Hıfzısıhha Enstitüsü için de benzer temaslar yapmasını ister. Prof. Schwartz ve Prof. Nissen 25 Temmuz 1933 de tekrar Ankara’ya gelerek kesin anlaşmayı imzalarlar.
Genç T.C.’nin Üniversite Reformu Yasası 1 Ağustos 1933’de yürürlüğe girerken, kontratları imzalanmış çoğu Yahudi kökenli mülteci bilim adamları aileleriyle beraber Türkiye’ye gelmeye başlar. Türkiye geleneksel ve tarihi insancıl hoşgörüsüyle kucak açtığı Alman profesörlere ülkenin kültürel ihtiyacını destekleme olanaklarının da kapılarını açmıştır. Üniversite 18 Teşrinisani (Kasım8) 1933 günü, ancak üç hafta kadar önce 27 Teşrinievvel (Ekim)1933 tarihinde göreve başlayan yeni Maarif Vekili Hikmet Bayur tarafından, Beyazıt Meydanında eskiden Harp Bakanlığı olarak kullanılan bugünkü Merkez Bina’da açılır9.
Alman beyin göçü” fırsatını iyi değerlendiren Atatürk, aralarında dünyaca ünlü isimlerin de bulunduğu 70 kadar Yahudi Alman bilim ve sanat adamının İstanbul Üniversitesi’nde, Yüksek Mühendis Mektebi’nde (İTÜ), Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Ankara’daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ile Hukuk Fakültesi’nde görevlendirilmesini sağlamıştır. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde başta Asuroloji’nin dünya çapındaki en önemli temsilcisi Benno Lansberger olmak üzere, Hititolog Gustav Güterbock, Sinolog Wolfram Eberhard ve Hindolog Walter Ruben çalışmışlardır. Türkiye’de çağdaş iktisadın temellerini atan ve daha sonra İktisat Fakültesi’ne dönüşecek olan İstanbul İktisat Enstitüsü’nü kuranlar da, kendi alanlarında dünyanın önde gelen beş Alman bilim adamıdır. Bunlar arasında ön sırayı Türk gelir vergisi rejiminin mimarı maliyeci Fritz Neumark’tır. Diğerleri, neoklasik iktisadın en önemli temsilcilerinden Wilhelm Röpke, iktisat tarihçisi ve sosyolog Alexander Rüstow, ünlü liberal kuramcı ve politikacı Gerhard Kessler Türkiye’de çağdaş işletme biliminin kurucusu Alfred Isaac’tır. İTÜ’de on yılı aşkın ders veren ve bu arada Ankara’da yeni TBMM binasını inşa eden ünlü Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister da Nazi işgali üzerine ülkesini terk ederek Türkiye’ye gelenlerdendir. Sonuç olarak, o sıralarda çok kullanılan bir deyişle “Berlin dışında en büyük Alman üniversitesi” Türkiye’de kurulmuştur (Tekeli 1984: 654-655’den F. Neumark, Boğaziçine Sığınanlar, İÜ İktisat Fakültesi Maliye Enstitüsü Yayını, 1982)
Altında imzası olmasına rağmen, mektubu kaleme alan Albert Einstein değil OSE yönetimiydi. Özel sekreterinin açıkladığına göre Albert Einstein 17 Eylül’ü kapsayan 10 gün boyunca Paris’te değildi.
Kaynak;
Prof. Dr. Muhteşem Kaynak Gazi Üniversitesi, İİBF
Zülfü Livaneli-Serenad
http://www.salom.com.tr/haber-64078 turkiyeye_gelen_cogu_yahudi_kokenli_alman_profesorler_ve_albert_einst.html
http://www.hurriyet.com.tr/einsteindan-ataturke-dramatik-mektup-17233146
http://www.jewishmag.com/.../einstein.../einstein_turkey.htm
İNÖNÜ'NÜN YANITI
“Saygıdeğer profesör,
İktidardaki hükümetin politikası gereği Almanya’da bilimsel ve tıbbi çalışmalarını yerine getiremeyen 40 profesör ve doktorun Türkiye’ye kabulünü dileyen mektubunuzu aldım. Bu beylerin hükümetimiz kuruluşlarında bir yıl ücretsiz çalışmayı kabul ettiklerini gördüm. Teklifiniz çok çekici olmasına rağmen ülkemiz kanun ve nizamları gereği size olumlu cevap verme imkânı göremiyorum. Saygıdeğer profesör, bildiğiniz gibi şu anda 40’tan fazla profesör ve doktor istihdam etmiş durumdayız. Çoğu benzer nitelik ve kapasitede olan bu şahıslar da aynı politik şartlar altındadırlar. Bu profesör ve doktorlar burada geçerli kanun ve şartlar altında çalışmayı kabul etmişlerdir. Şimdiki halde, çeşitli kültür, dil ve kökenlerden gelmiş üyelerle çok hassas bir oluşum geliştirmeye çalışıyoruz. O nedenle içinde bulunduğumuz şartlar gereği daha fazla personel istihdam etmemizin mümkün olmadığını üzülerek bildiririm.
Saygıdeğer profesör,
Arzunuzu yerine getirememenin üzüntüsünü ifade eder, en iyi duygularıma inanmanızı rica ederim.”
İsmet İnönü
Einstein'dan Atatürk'e dramatik mektup
Hürriyet Haber
10 Mart 2011
Sonuç
Albert Einstein’in Mustafa Kemal Atatürk’e yazdığı idaa edilen mektupla ilgili bir kaç konu yanlış anlaşılmalara neden olmaktadır.
1-Einstein bu mektubun yazılmasından on gün önce Belçika'yı terk etti ve bu nedenle o gün Paris'te değildi. Einstein arşivcisi Barbara Wolf'a göre "1933 yazında Paris'te kalması sırasında Einstein'ın OSE antetli kağıtlarından bir kaç tane yaprak imzalamıştır. Yani Einstein bunu ve kişisel bir mektup olmaktan ziyade OSE'nin Onursal Başkanı sıfatıyla imzaladı.
1-Einstein bu mektubun yazılmasından on gün önce Belçika'yı terk etti ve bu nedenle o gün Paris'te değildi. Einstein arşivcisi Barbara Wolf'a göre "1933 yazında Paris'te kalması sırasında Einstein'ın OSE antetli kağıtlarından bir kaç tane yaprak imzalamıştır. Yani Einstein bunu ve kişisel bir mektup olmaktan ziyade OSE'nin Onursal Başkanı sıfatıyla imzaladı.
2-Türkiye'ye gelen Alman bilimcilerin bu mektupla bir alakaları yoktur.İlk gelenler zaten 1933 yılında Türk üniversitelerinde göreve başlamışlardır.
3-Mektup İsmet Bey tarafından kibarca reddedildi.
Mektup ile ilgili daha fazla bilgi için ;
Seyit Rıza’nın, 21 Eylül 1937’de İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na (Foreign Office) gönderdiği mektubundan..
Dışişleri Bakanlığı’na
“Türk Hükümeti son olarak, hükümet ile yapılan anlaşma gereği, bu işkencelerin dışında tutulan Dersim’e de girmeye çalıştı.
Bu olay karşısında Kürtler, uzak sürgün yollarında yok olmaktansa, 1930’da Ağrı Dağında, Zilan vadisinde ve Beyazıt’ta yaptıkları gibi, kendilerini savunmak üzere silaha sarıldılar. Üç aydan beri ülkemi, acımasız bir savaş kırıp geçiriyor.
Direncimiz karşısında Türk uçakları köyleri bombalıyor, ateşe veriyor, savunmasız kadın ve çocukları öldürüyor ve böylelikle Türk Hükümeti, başarısızlığının intikamını tüm Kürdistan da işkence yaparak almak istiyor.
Hapisler, ağzına kadar masum Kürtlerle doludur. Aydınlar kurşuna diziliyor, asılıyor veya Türkiye’nin ücra köşelerine sürgüne gönderiliyor.
Ülkelerinde bulunan 3 milyon Kürt, barış içinde yaşamak, özgür, kendi ırkını, dilini, geleceğini, kültürünü ve uygarlığını korumak istiyor; benim sesimle ekselanslarınızdan maruz bulunduğu zulüm ve adaletsizliğe son vermek için, Kürt halkını hükümetinizin yüksek ahlakî etkisinden yararlandırmanızı diliyor.
Sayın Bakan, en derin saygılarımızı sunmaktan onur duyarım.”
Seyit Rıza
Dersim Başkomutanı
Dersim Başkomutanı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)