Articles by "Şahsiyetler"
Şahsiyetler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

“Bütün âlem-i İslâm’ın yalnız bir derdi var: Kaht-ı Ricâl! 

“Âlem-i İslâm’ın herhangi noktasına bakılsa, hep nazar-ı teessüfe çarpan, rehbersizlik, muktedir adamların fıkdânıdır. Lâkin emin olmalı ki, beşeriyet için bundan daha şedîd felaket olamaz. Bir hey’et-i içtimâiyeyi teşkil eden efrâd, ne derece müstaid ve hamiyyetli olursa olsun, şu güzel evsâfı hayır ve terakki yoluna imâle edecek rehberler olmazsa, o içtimâiyet de sefalet ve mihnetten kurtulamaz”.

“Tarihin en büyük hadiseleri, hep birer ikişer adamın isti´dat ve sevkine göre zuhura gelmiştir. Vâkıan bu hususda muhitinde büyük dahli varsa da, muhit, şahıs olmayınca, bir fikr-i mücerredden ibaret kalır. Muhitin istihzarâtına da bir mecrâ bulan, bir can veren yine eşhasdır.” (...)

“İşte bugünkü âlem-i İslâm’ı zebûn ve mahkum eden şey de büyük adamlar yetiştirmemesi, rehbersiz kalmasıdır. Nazarımızı umumiyetten hususiyete çevirecek olursak, zavallı memleketimizin de en elîm derdi, rehbersizlik ve kaht-ı ricâl olduğunu görürüz”. 

“Evvelce derdimiz bu idi. Şimdi de derdimiz bundan ibarettir. Şu son bir sene zarfında duçâr olduğumuz büyük hasarlar, bi-hasebi’t-tahlîl, kaht-ı ricâl belasıdır.”

“İdaresi Eflatun’ları şaşırtacak kadar zor olan bu memleketi sekiz on tecrübesiz ve iktidarsız gençlerin cebren idareye kalkışması, ânâsır-ı müslimeyi gücendirmesi, gayr-ı müslimleri hoşnut edememesi nihayet memlekette ihtilaller meydana getirdi. Arnavutluk ayaklandı. Ordu yine inkisama yüz tutmuş olan vatanı kurtarmak için müdahele etti. İnhisarcılar bir kabine teşkilinden aciz kalmaları üzerine sükut ettiler. Hiçbir fırkaya mensup olmayan bir hey’et-i vükelâ teşkil edildi. Gayr-i meşru bir surette dağılan meclis tatil olundu. Lâkin bütün bu fecâyi´ efkâr-ı şahsiyye ile meşbu olanların insaf ve mürüvvetini celb edecek yerde nifak ve şikâkı hod-gayeye götürdü.”

“Bu bâbta kimseye henüz söz anlatmak mümkün değil. Herkes hakkın kendi elinde olması iddiasında, bu münazaalar, bu ihtiraslar, bu rezaletler ne vakit bitecek? Burasını kestirmek mümkün değildir. Hâtır-ı pürmelâle Nasreddin Hoca’nın yorganı hikayesi geliyor. Yorganların, vatan izmihlaliyle bitmesi endişesi var.” Memleketin içinde bulunduğu karışık ortamın temelinde çıkar çatışmasının yattığı, hatta dış kaynaklı güçlerin parmaklarının olduğu açık şekilde dile getirilir. Ancak tüm bu gerçeklerden milletin habersiz olduğu ve söylenenlere inandıklarına işaretle, “Ve hâlâ zavallılar inanıyor! Artık şu hâle karşı ne denilebilir? Yapacak şey, bir duâdan başka ne olabilir? Bin türlü musîbetlerin açamadığı gözleri, acaba birkaç kuru nasihat açabilir mi? Doğrusu, her mütefekkir bilâ irâde şu hasbihali söylüyor”:

“Ya dehre gelmeseydim, ya aklım olmasaydı!”

(Hikmet, nr. 76, s.1-2)
Motif Akademi Halkbilimi Dergisi / 2012-2 (Temmuz-Aralık) (Balkan Özel Sayısı-II) 263



Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa, kahrolsun adalet! Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk Milletine çocuklarımı emanet ediyorum. Bu kahraman millet elbette onlara bakacaktır. Allah, vatan ve milletimize zeval vermesin.Borcum var, servetim yok üç çocuğumu, millet uğruna yetim bırakıyorum. Yaşasın Millet…”

Cennet Mekan - Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey..10 Nisan 1919





''MİMAR SİNAN DERGİSİ'' Türkiye Hür ve Kabul Edilmiş Masonları Büyük Locasının
tarihî çağdaş ve gerçekçi açıdan araştırma ve yayın organıdır.


Osmanlı Padişahlarından V. Murad'ın şehzadeliği sırasında Mason olduğu öteden beri bilinmekte idi. Şehzade Murad’ın tekrisi «Proodos » Locası tarafından yapılmıştır. Tekris merasimi 20 Ekim 1872 tarihinde, Kadıköyünde Louis Amiable'in evinde yapılmış olup,zaptın altında, Murat dahil celsede bulunanların hepsinin imzaları vardır





Not;Tarih resmi bloğu, hukuka, yasalara, telif haklarına ve kişilik haklarına saygılı olmayı amaç edinmiştir. Sitemiz, 5651 sayılı yasada tanımlanan şekliyle “yer sağlayıcı” olarak hizmet vermektedir. İlgili yasaya göre, Site yönetiminin hukuka aykırı içerikleri kontrol etme yükümlülüğü yoktur. Bu sebeple,Tarih resmi bloğu ‘uyar ve kaldır’ prensibini benimsemiştir.Telif hakkı için veya kaldırılmasını istediğiniz bağlantı için alikaya37@gmail.com adresine mail atınız.


5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Ek Madde 4

5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu Ek Madde 4 – (Ek: 21/2/2001 - 4630/37 md.)
(Değişik üçüncü fıkra: 3/3/2004-5101/25 md.

"Dijital iletim de dâhil olmak üzere işaret, ses ve/veya görüntü nakline yarayan araçlarla servis ve bilgi içerik sağlayıcılar tarafından eser sahipleri ile bağlantılı hak sahiplerinin bu Kanunda tanınmış haklarının ihlâli halinde, hak sahiplerinin başvuruları üzerine ihlâle konu eserler içerikten çıkarılır. Bunun için hakları haleldar olan gerçek veya tüzel kişi öncelikle bilgi içerik sağlayıcısına başvurarak üç gün içinde ihlâlin durdurulmasını ister. İhlâlin devamı halinde bu defa, Cumhuriyet savcısına yapılan başvuru üzerine, üç gün içinde servis sağlayıcıdan ihlâle devam eden bilgi içerik sağlayıcısına verilen hizmetin durdurulması istenir. İhlâlin durdurulması halinde bilgi içerik sağlayıcısına yeniden servis sağlanır. Servis sağlayıcılar, bilgi içerik sağlayıcılarının isimlerini gösterir listeyi her ayın ilk iş günü Bakanlığa bildirir. Servis sağlayıcılar ile bilgi içerik sağlayıcıları, Bakanlıkça istendiği takdirde her türlü bilgi ve belgeyi vermekle yükümlüdür. Bu maddede belirtilen hususların uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Bakanlık tarafından çıkarılacak bir yönetmelikle belirlenir."


Talat Paşa’nın Cehli ve 20. Asrın İbşir Paşası...

Kabinede en ziyade nüfuz sahibi Enver, Talât ve Cemâl idi. Sadrazam Sait Halim Paşa zevahiri kurtarmak için sadarete getirilmişti. Yirminci asrın İbşir Paşası hiç­ bir nüfuza haiz değildi. Bütün sadaret bütün idare ve nü­fuz Talât’ın elinde idi. Talât’ın siyaset ve idarede müsteşarı, mebusana tayin olunan, ifayı vazife halinde inzibat neferini katleden, İttihatçı zabitler tarafından hapisten kaçı­rılarak Dahiliye Nezaretine kadar yükselen ihtiyât zabitiydi. Bu zat, İttihatçılar arasında büyük bir diplomattı {İsmail Canbolat kastedilmekle].
Var kıyas et vüs'âtı, deryayı rahmet neydü gün Talât'ın cehli, etrafına toplananlarca da malumdu. Hakkındaki methiyeleri de katiyyen samimi değildi. Fakat menfaatlerini temin için Talât gibi bir sergerdenin, re’s-i kârda [başta, iktidarda] bulunması kendilerine kuvvet teş­kil etmesi, onlar için lazımdı. Binaenaleyh kendilerinde bile mevcut olmayan hususları Talât'ın şahsında mevcut gösteımek, cahil zorbanın arkasında müreffehçe yaşamak, mebus olmak, ticaret etmek yüksek maaşlı arpalıklar elde etmek için halkı iğfalden geri durmamak menfaatleri icabıydı. Öyleleri vardı ki, hapisten mahkumları kaçırırlar, hiçbir cezaya düşmedikleri gibi, mükafaata bile nail olur­lardı. İttihadın bütün cinayetleri cezasız kalırdı.
Bir yazar veya memleketin selameti, saadeti namına gerçekleri söyleyen, İttihadın şekavetlerini telin eyleyen namuslu ve muhterem bir zat, öldürüleceği zaman, içlerinden bir zabit bu gaddarane vazifeyi deruhte eder, cinayetin nerede ve nasıl ifa edileceği belirlenir, o mıntıkada polis de işten haberdar edilirdi. Bedbaht adam, kalbi vatan endişesiyle mü­ teessir, evine veya vazifesine giderken katil bir kurşunla yerlere serilirdi. Ertesi gün gazetelerde uzun uzadıya katilin izi aranır, tabiki birşey keşfetmek kabil olmazdı. Hükü­ metin ve zabitanın yardımıyla yapılan bu cinayetler hep cezasız kalır, hiçbir ceza görmeyeceğine emin olan zabit de, İttihat Fedaisi namıyla himaye olunurdu. Bu katillerin içinde paşalığa ve mebusluğa bile çıkanlar vardı. Bu şerait dahilinde, mahbusları bekleyen İttihaçı jandarmalara, inzibatı temine memur polislere, adaleti ifaya memur şahsiyetlere, orduya, İttihatçı hükkâma, hiç kimseye itimat olunmazdı. İttihat dışında yaşayan millet efradı için hak, adalet, refah, saadet hiçbir şey mümkün değildi.

Ahmet Refik Altınay1918’de yayınladığı İki Komite İki Kıtal kitabından 
Talat Paşa'nın naaşının Berlin Matthäi Kilisesi Mezarlığına getirilmesi (19 Mart 1921) 
Kaynakça: Gerhard Höpp: Bestattung von Muslimen in Berlin (1996, S. 36)


 Albert Einstein’ın Atatürk’e aşağıdaki 17 Eylül 1933 tarihli mektubu (Bardakçı 2006) yazarak aralarında dünyaca ünlü isimlerin de bulunduğu Nazi tehdidi altındaki Alman Yahudi bilim ve sanat adamları adına ondan Türk üniversiteleri için iş ricasında bulunması oldukça önem verilmesi gereken bir husustur.


1 Haziran 1932’de Başvekil İsmet (İnönü), Hariciye Vekili (Dışişleri Bakanı) Dr. Tevfik Rüştü (Aras), Adliye Vekili (Adalet Bakanı) Yusuf Kemal (Tengirşenk) ve Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Esat (Sagay) Beylerin katıldığı beş toplantıda müzakere edilerek onaylanır. 6 Haziran 1932’de İsviçre’ye dönen Prof. Malche de yeni sistemde görev almak üzere bazı bilim adamlarıyla temaslarına başlar

Bundan sonra üniversite reformu ile ilgili tüm çalışmaları 19 Eylül 1932’de atanan Maarif Vekili Reşit Galip’in başkanlığında, Avni (Başman), Rüştü (Uzel), Kerim (Erim) ve Osman (Horasanlı) Beylerden oluşan bir Islahat Komitesi yürütür
.
Bu arada modern üniversite reformunu öngören ve Prof. Malche’nin önerileri dikkate alınarak hazırlanan 2252 sayılı İstanbul Darülfünunun İlgasına ve Maarif Vekaletince Yeni Bir Üniversite Kurulmasına dair Kanun 31 Mayıs 1933 de yayınlanarak 1 Ağustos 1933 de yürürlüğe girer. 31 Temmuz 1933 tarihinden itibaren lağvedilen Darülfünunda görevli 157 öğretim üyesinden sadece 83’ü çalışmalarına devam ederken diğerlerinin yeni kurumla ilişikleri kesilir5.
Türk hükümetinin kendisinin kovduğu kişilerle temas kurduğunu öğrenen Hitler 8 Mayıs 1933 günü Berlin’deki makamına öfkeyle gelerek “Benim ortadan kaldırmak istediğim bu Yahudi alayı’nı Mustafa Kemal koruyamaz. Buna müsaade veremem.” diye tehditte bulunur ve Atatürk’e “Bu komünist profesörleri ülkenize sokmayınız” mesajı gönderir. Atatürk bu bilgi kendisine iletildiğinde Hariciye Vekili Tevfik Rüştü (Aras) ve Maarif Vekili Dr. Reşit Galip’e “Bir onbaşı beni cinayetlerine alet edemez” diyerek Türkiye’ye sığınmak ve Türk Üniversitelerinde görev yapmak isteyen Alman profesörlerle ilgili işlemlerin süratlandırılması talimatını verir
.
5 Temmuz 1933 günü NdWA başkanı Prof. Philipp Schwartz, Prof. Albert Malche ve Prof. Rudolf Nissen ile beraber İstanbul’a gelerek Maarif Vekili Dr. Reşit Galip ile görüşür ve mülteci akademisyenlerin İstanbul Üniversitesi reformuna muhtemel katkıları konusunda kendisine ayrıntılı izahat verir. Schwartz ayrıca, Kerim (Erim) vasıtasıyla Ankara ziyaretini de düzenleyerek Maarif Vekaleti yetkililerinden Salih (Zeki) ve Rüştü (Uzel) ile de görüşür. Reşit Galib’in de katılmasıyla olumlu bir şekilde süren müzakereler sonucunda bir ön anlaşma imzalanır. Reşit Galip‘in toplantının kapanış konuşmasındaki ifadesi çok anlamlıdır: “Bugün alışılmışın dışında, örneği gösterilemeyecek bir iş yapılan bir gün oldu. 500 yıl kadar önce İstanbul’u kuşattığımız zaman Bizanlı bilginler İtalya’ya göç etmişti, buna engel olamamıştık. Sonuç olarak Rönesans gerçekleşti. Bugün ise Avrupa’dan bunun karşılığını alıyoruz” Kendisine sunulan ön anlaşma metni ile Prof. Schwartz’ın bıraktığı akademisyenler listesini onaylayan Atatürk aynı zamanda Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (Sağlık ve Sosyal İşler Bakanı) Dr. Refik Saydam’dan Ankara Nümune Hastanesi ve Hıfzısıhha Enstitüsü için de benzer temaslar yapmasını ister. Prof. Schwartz ve Prof. Nissen 25 Temmuz 1933 de tekrar Ankara’ya gelerek kesin anlaşmayı imzalarlar.

Genç T.C.’nin Üniversite Reformu Yasası 1 Ağustos 1933’de yürürlüğe girerken, kontratları imzalanmış çoğu Yahudi kökenli mülteci bilim adamları aileleriyle beraber Türkiye’ye gelmeye başlar. Türkiye geleneksel ve tarihi insancıl hoşgörüsüyle kucak açtığı Alman profesörlere ülkenin kültürel ihtiyacını destekleme olanaklarının da kapılarını açmıştır. Üniversite 18 Teşrinisani (Kasım8) 1933 günü, ancak üç hafta kadar önce 27 Teşrinievvel (Ekim)1933 tarihinde göreve başlayan yeni Maarif Vekili Hikmet Bayur tarafından, Beyazıt Meydanında eskiden Harp Bakanlığı olarak kullanılan bugünkü Merkez Bina’da açılır9.
Alman beyin göçü” fırsatını iyi değerlendiren Atatürk, aralarında dünyaca ünlü isimlerin de bulunduğu 70 kadar Yahudi Alman bilim ve sanat adamının İstanbul Üniversitesi’nde, Yüksek Mühendis Mektebi’nde (İTÜ), Güzel Sanatlar Akademisi’nde ve Ankara’daki Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ile Hukuk Fakültesi’nde görevlendirilmesini sağlamıştır. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde başta Asuroloji’nin dünya çapındaki en önemli temsilcisi Benno Lansberger olmak üzere, Hititolog Gustav Güterbock, Sinolog Wolfram Eberhard ve Hindolog Walter Ruben çalışmışlardır. Türkiye’de çağdaş iktisadın temellerini atan ve daha sonra İktisat Fakültesi’ne dönüşecek olan İstanbul İktisat Enstitüsü’nü kuranlar da, kendi alanlarında dünyanın önde gelen beş Alman bilim adamıdır. Bunlar arasında ön sırayı Türk gelir vergisi rejiminin mimarı maliyeci Fritz Neumark’tır. Diğerleri, neoklasik iktisadın en önemli temsilcilerinden Wilhelm Röpke, iktisat tarihçisi ve sosyolog Alexander Rüstow, ünlü liberal kuramcı ve politikacı Gerhard Kessler Türkiye’de çağdaş işletme biliminin kurucusu Alfred Isaac’tır. İTÜ’de on yılı aşkın ders veren ve bu arada Ankara’da yeni TBMM binasını inşa eden ünlü Avusturyalı mimar Clemens Holzmeister da Nazi işgali üzerine ülkesini terk ederek Türkiye’ye gelenlerdendir. Sonuç olarak, o sıralarda çok kullanılan bir deyişle “Berlin dışında en büyük Alman üniversitesi” Türkiye’de kurulmuştur (Tekeli 1984: 654-655’den F. Neumark, Boğaziçine Sığınanlar, İÜ İktisat Fakültesi Maliye Enstitüsü Yayını, 1982)

Berlin Üniversitesi’nde ders vermekte olan Einstein, Nazilerin etkilerini artırmalarının ardından Almanya’da daha fazla kalamayacağını görmüş ve Paris’e geçmişti. 17 Eylül 1933’te Almanya’daki Yahudi profesörleri kurtarmak amacıyla bu mektubu Türkiye Cumhuriyeti Bakanlar Kurulu’na gönderdi:

Altında imzası olmasına rağmen, mektubu kaleme alan Albert Einstein değil OSE yönetimiydi. Özel sekreterinin açıkladığına göre Albert Einstein 17 Eylül’ü kapsayan 10 gün boyunca Paris’te değildi.
Kaynak;

Prof. Dr. Muhteşem Kaynak Gazi Üniversitesi, İİBF
Zülfü Livaneli-Serenad
http://www.salom.com.tr/haber-64078 turkiyeye_gelen_cogu_yahudi_kokenli_alman_profesorler_ve_albert_einst.html
http://www.hurriyet.com.tr/einsteindan-ataturke-dramatik-mektup-17233146
http://www.jewishmag.com/.../einstein.../einstein_turkey.htm

İNÖNÜ'NÜN YANITI

“Saygıdeğer profesör,

İktidardaki hükümetin politikası gereği Almanya’da bilimsel ve tıbbi çalışmalarını yerine getiremeyen 40 profesör ve doktorun Türkiye’ye kabulünü dileyen mektubunuzu aldım. Bu beylerin hükümetimiz kuruluşlarında bir yıl ücretsiz çalışmayı kabul ettiklerini gördüm. Teklifiniz çok çekici olmasına rağmen ülkemiz kanun ve nizamları gereği size olumlu cevap verme imkânı göremiyorum. Saygıdeğer profesör, bildiğiniz gibi şu anda 40’tan fazla profesör ve doktor istihdam etmiş durumdayız. Çoğu benzer nitelik ve kapasitede olan bu şahıslar da aynı politik şartlar altındadırlar. Bu profesör ve doktorlar burada geçerli kanun ve şartlar altında çalışmayı kabul etmişlerdir. Şimdiki halde, çeşitli kültür, dil ve kökenlerden gelmiş üyelerle çok hassas bir oluşum geliştirmeye çalışıyoruz. O nedenle içinde bulunduğumuz şartlar gereği daha fazla personel istihdam etmemizin mümkün olmadığını üzülerek bildiririm.
Saygıdeğer profesör,
Arzunuzu yerine getirememenin üzüntüsünü ifade eder, en iyi duygularıma inanmanızı rica ederim.”
İsmet İnönü

Kaynak ;
Einstein'dan Atatürk'e dramatik mektup
Hürriyet Haber
10 Mart 2011

Sonuç


Albert Einstein’in Mustafa Kemal Atatürk’e yazdığı idaa edilen mektupla ilgili bir kaç konu yanlış anlaşılmalara neden olmaktadır.

1-Einstein bu mektubun yazılmasından on gün önce Belçika'yı terk etti ve bu nedenle o gün Paris'te değildi. Einstein arşivcisi Barbara Wolf'a göre "1933 yazında Paris'te kalması sırasında Einstein'ın OSE antetli kağıtlarından bir kaç tane yaprak imzalamıştır. Yani Einstein bunu ve kişisel bir mektup olmaktan ziyade OSE'nin Onursal Başkanı sıfatıyla imzaladı.

2-Türkiye'ye gelen Alman bilimcilerin bu mektupla bir alakaları yoktur.İlk gelenler zaten 1933 yılında Türk üniversitelerinde göreve başlamışlardır.

3-Mektup İsmet Bey tarafından kibarca reddedildi.


                                         




Mektup ile ilgili daha fazla bilgi için ;

................
Rusya Kraliyet arşivinde Şerif Paşa’nın bu başkaldırı(Kürtler Bitlis’te ayaklandılar) ile ilgili bir mektubu saklıdır. Mektup 16 Nisan 1914’te Paris’ten Rusya Dışişleri Bakanlığı’na yollanmıştır. Liberal Parti imzalı beş sayfadan oluşan mektup Fransızca yazılmıştır.

Mektubun yazılış amacı üç nedene dayandırılmıştır.
Birincisi, Şerif Paşa Kürt özgürlük mücadelesinde Rusya’nın rolüne dikkat çekmiştir;
ikincisi, Rusya’nın başkaldırı önderi ve arkadaşlarına sahip çıkıp Mele Selim’i Türklere vermemelerini talep etmiştir;
üçüncüsü, Kürtlerin Ermenilere ve düzenlenecek reformlara karşı olmadıklarını bildirmiştir.
...............

Belge No: 1 Şerif Paşa’nın Rusya Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı mektup:

Sayın Bakan; Şu an Avrupa Türkiye’nin yapacağı reformları bekliyor. Ama Osmanlılar Kürtlerin Bitlis’teki başkaldırılarını bahane ederek Avrupa toplumunu kandırmaya çalışıyor. Bu başkaldırının asıl sebebini size bildirmeyi üzerime vazife sayıyorum. Türkiye’de reform istemeyen yok ama Osmanlılarda bu devlete, İttihat ve Terakki idaresine hiç kimse güvenmiyor. Hiç kimse devletin anayasayı değiştirip onaylamak istediğine inanmıyor. Türkiye’de, legal ve illegal tüm devlet yetkileri İslamı ortadan kaldırmak istiyor düşüncesi iyice yerleşmiş. Tarafsız gözlemcilerin bildirdiğine göre, aslında halk fanatik değil, ama dinlerine bağlı. Halk, dini yok sayacak hiçbir lideri benimsemez ve ona karşı çıkar. İttihat ve Terakkiciler iktidar oldukları sürece halk arasında kargaşa ve hoşnutsuzluk eksik olmayacaktır.

Kürt toplumu içinde Ermeni düşmanlığı asla yoktur. Başkaldırı lideri Mele Selim, Bitlis papazına yazdığı mektupta Ermenilere karşı hiçbir kötü emellerinin olmadığını ifade etmektedir. Verdiği beyanatta başkaldırının Ermenilere değil, devlete karşı yapıldığını dile getirmiştir. Öte yandan başkaldırının hedefi yöresel değil, geneldir. Kürtlerden sonra Araplar ve Türkler de başkaldıracakları tehdidinde bulunuyorlar. Bu olaylar Osmanlıların manen ve madden dağılışını hızlandıracaktır. Eğer reformlar toplum içinde muteber, İslama karşı olmayan kadroların eliyle gerçekleşseydi memnuniyetle karşılanırdı. Müslümanların İttihat ve Terakki’nin en iyi reformlarını kabul etmeleri bile çok zor görünüyor. Tekrar etmekte yarar var; başkaldırı hükümete, İttihat ve Terakki komitesine ve perde arkasındaki gizli (derin) devlete karşı yapılmıştır. Eğer Avrupalı hükümetler, imparatorluğun tümden çöküşünü istemeyip reformların gerçekleşmesini istiyorsa, İttihat ve Terakki komitesini desteklemekten vazgeçsin. Türkiye’nin birliği için en büyük tehlike, bu komitedir. Avrupa, Türkiye’de Müslüman halk tarafından benimsenecek olanların iktidara gelmesine destek vermelidir. Sayın bakan, en derin saygılarımı ve en iyi dileklerimi sunuyorum.

Liberaller Birliği General Şerif Paşa 16 Nisan 1914

Bu makalenin yayımlandığı gazeteler: Armanc gazetesi, 1993, sayı 140 ve Dengê Azadî, 1995, sayı 36.

Kürt Halk Tarihinden 13 İlginç Yaprak 
Celîlê Celîl

Çeviren 
Hasan Kaya


The King of Hedjaz and Arab Independence, with a Facsimile of the Proclamation of June 27, 1916

I. Dünya Savaşı sırasında yayınlanan ,Hicaz Kralı ve Arap Bağımsızlığı, Arabistan ve Irak'taki çağdaş siyasi gelişmelerle ilgilenen 14 sayfalık bir kitapçıktır. Olayların içeriğini veren kısa bir girişten sonra,Haziran 1916'da Şerif Hüseyin'inbağımsızlık bildirisinin orijinal Arapça bir nüshası ve ve İngilizce tercümesi bulunmaktadır



Şerif Hüseyin'in Bağımsızlık Bildirisinden

'...

İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin iktidarı ele geçirmesinden sonra bu durum değişti. İmparatorluğun her yanında düzensizlikler başgösterdi, özellikle son savaşa girilmesiyle, devlet de son derece tehlikeli bir duruma düştü. Kutsal topraklarda yaşayanlar bile büyük sıkıntı çeker oldular.

İttihadçılar, yaptıklarıyla yetinmeyerek Allah'ın kitabını da tahrif etmeye kalkıştılar. İmparatorluğun başkenti olan İstanbul'da yayınlanan 'İçtihad' gazetesi Sultan'ın, sadrazamın, şeyhülislámın, vezirlerin ve parlamanterlerin gözleri önünde peygamberimize hakaret etmekten çekinmedi. Kur'an'ın áyetlerini, özellikle miras hukukuyla ilgili hükümlerini bozmaya cesaret etti.
...
Yaptıklarını káfi görmeyen İttihadçılar, İslam'ın beş şartından biri olan oruç tutmayı da ortadan kaldırmak istediler. Mekke'de, Medine'de ve Şam'da bulunan askerlere Ramazan ayında oruç tutmamaları emredildi. Bütün Müslümanların yanısıra yabancılar da bu durumun şahididirler.
...
Mekkeliler'in hayatlarına ve şereflerine karşı yapılan saldırıları protesto maksadıyla düzenledikleri bir gösteride, İttihadçı bir kumandanın emriyle halkın üzerine ve Kábe'ye top ateşi açıldı. Kutsal Hacer-i Esved'in bir ve üç metre ilerisine iki mermi düştü. Kábe'nin örtüsü, bu mermiler yüzünden alev aldı. Vaziyeti gören halk, ateşi söndürmek için Kábe'nin üzerine tırmanmaya çalıştığı sırada askerler topları yeniden ateşlediler ve masum halktan birçok kişi şehid oldu. Halk günler boyu Harem-i Şerif'e giremedi ve Kábe'de namaz kılınamadı.
Murat Bardakçı Hürriyet 

Akademia edu bağlantısı Buradan İndiriniz....
Bonapart Mısır’ı işgal edince Köse Mustafa Paşa’yı esir aldı onu büyük bir konağa oturttu ve bol ikramlarla ağırladı. Fransa’dan gelmesini beklediği yardımdan ümidi kesilip de Osmanlı Devleti’nin Mısır’a büyük bir ordu ile gelmekte olduğunu anlayınca Mısır’dan çıkıp gitmenin en doğru yol olacağını düşündü. O sıralarda Fransa’yı idare edenlerin itibarı azalmış ve memleketin işleri karışmış olduğu için orada, istediği gibi at oynatacağı meydanın açılmış ve fırsatın gelmiş olduğu kanaatine varmıştı. Osmanlılarla anlaşma konusunda esir ettiği Mustafa Paşa’dan faydalanmak istedi. Mustafa Paşa aracılığı ile Osmanlılara yaptığı teklif; Mısır’da hutbenin ve paranın yine Padişah’a ait olması, hacıların serbestçe Mekke’ye gidip gelmeleri kaydı ile Fransızların Mısır’da kalmalarının kabul edilmesi idi. Bu arada Bonapart, Mısır’ı abluka etmiş olan İngiliz amirali Smit’ten barış şartlarını görüşmek üzere Fransa’ya bir gemi göndermesi için izin almıştı. Bu fırsattan faydalanarak Mısır’dan gizlice savuşmayı başardı. Amiral Napolyon’un kaçtığını haber alınca arkasından gemi gönderdi ama yakalanması kısmet olmadı. Bonapart Mısır’da dört ay kalmıştı. Yerine General Kleber’i bırakmış ve ona, dört aya kadar yardım göndermezse İngilizler aracılığı ile Osmanlılarla anlaşıp Mısır’ı Müslümanlara terk edebileceğini bildiren emirler de yazmıştı. Napolyon Mısır’da 28.500 kişi bırakmıştı. Bu askerin cephanesi ve erzakı vardı. Civarda dolaşan İbrahim Bey takımından korkusu yoktu, fakat Osmanlı Başkumandanının bir büyük ordu ile gelmekte olduğu haberi kaygı verici idi. Bu işgalden bıkıp usanmış olan Fransızlar, Bonapart’ın böyle gizlice savuşup gitmesini hainliğine vermişler, onu tenkide başlamışlardı Kafesinden kaçan kuş gibi İngilizlerin ağından kurtulan Bonapart; Fransa’ya kapağı atınca, İtalya’daki eski başarıları ve Mısır’da uzaktan başarı- lı gözüken davranışları ile kazanmış olduğu şöhretine bu firarı ile bazı şeyler daha eklemiş olarak uğradığı şehirlerden Paris’e varana kadar Fransız halkından olağanüstü bir saygı görmüştü. O sırada Fransa’da devletin itibarı iyice azalmış memleketi huzura kavuşturabilmek için yeni bir sistemin, yeni bir liderin şart olduğu düşünülmeye başlanmıştı.

Paris’e vardığında kendisini tanımak ve ağırlamak isteyenlerin tertiplediği ziyafetlerden göz açamaz hale gelmişti. Birkaç gün içinde şunu anladı ki, akıllıca davranırsa, hükümeti eline alması ve Fransa’ya hâkim olması mümkün idi. Fransızların gözünde kurtarıcı sayılan Napolyon; Mısır seferinde, vatanı ve milleti için hiçbir şey kazanamamış fakat zarar ve ziyanı pek çok olmuştu. Fransızların o zamana kadar Doğu illerinde her sözü kılıç gibi etkili idi. Hele Osmanlı Devleti, dış politikasında her devletten çok Fransa’nın telkinlerini göz önünde tutardı. 1182 senesinde sırf Fransız elçisinin teşviki ile Rusya’ya savaş açmıştı. Bonapart’ın bir korsan gibi umulmadan gelip de Mısır’ı istilâ etmesi, Doğu halkının Fransızlara güvenini büsbütün gidermiş ve artık Şark’a Fransız nüfuzu, silâhlarının gücü kadarı ile sınırlanmıştı. Bunların yerine İngilizlerin güven kazanmış olmaları da ayrıca Fransızların aleyhine olmuştur. Fransızlar, o zamanlar bütün dünyaya hürriyet ve medeniyet örneği olmak isterlerken, Ortadoğu tarafında kan dökücülükle ün saldılar. Hele Bonapart’ın Yafa’daki halka yaptığı vahşilik en ilkel kabilelerin bile yapmadığı bir cins kasaplık olduğu için, yalnız medeni memleketler nezdinde değil vahşi kabileler gözünde bile tiksinti ile görülmesine sebep oldu. Bu yetmiyormuş gibi Bonapart, Fransa’nın bir büyük donanmasının yakılmasına, otuz binden fazla Fransız’ın kırılmasına ve Akkâ’dan yenilerek ka- çan askerlerinin hastalarına Afyon ruhu içirip zehirlenmesine sebep oldu. Böylece Bonapart, dünyaya ün salacağım derken, kendi milletinin ezilmesine sebep oldu.

 Milletinin kaybetmesi uğruna kendisi için herhangi bir kazanç elde etmek büyüklük değildir. Büyüklük, kendi çıkarlarını millete yolunda hiçe sayabilmektir. Gerçi Napolyon dünyaya çok az gelmiş generallerden biridir, lâkin onu Prusya Kralı Frederik gibi “Büyük” unvanı ile anılacak kişiler arasında sayamayız. Bonapart bir büyüklük hastası idi. Sade kendinin ilerlemesi düşüncesine takılıp kalmıştı. Hâlbuki Frederik gibi gerçek büyükler ise devletlerinin ve milletlerinin ilerlemesi için kendi rahatlarını ve huzurlarını terk etmişlerdi. Bonapart’ın kazancı az bir zaman içinde uçup kaybolup gitmiş ötekilerin kazandıkları ise nice zamanlar milletlerin hayatlarında ve hafızalarında yaşayıp durmuştur
Osmanlı İmparatorluğu Tarihi-2 / Ahmet Cevdet Paşa  

“Bilim adamı olabilmek için tutku gerekir.”
                                Ord. Prof. Dr. Cahit Arf
11 Ekim 1910, Selanik - 26 Aralık 1997, İstanbul
Cahit Arf1910 – 1997 yılları arasında yaşamış dünyaca ünlü matematikçi. Cisimlerin kuadratik formlarının sınıflandırılımasında ortaya çıkan ve kendi adıyla anılan “Arf Sabiti“, “Arf Halkaları” ve “Arf Kapanışları” gibi terimleri bularak, matematik ve bilim dünyasına önemli katkılarda bulundu. Alman matematikçi Helmut Hesse ile birlikte, Hesse-Arf Kuramı’nı geliştirdi.
Yüksek öğrenimini Fransa’da Ecole Normale Superieure’de 1932′de tamamladı. Bir süre Galatasaray Lisesi’nde matematik öğretmenliği yaptıktan sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde doçent adayı olarak çalıştı. Doktorasını yapmak için Almanya’ya gitti. 1938 yılında Göttingen Üniversitesi’nde doktorasını bitirdi.
Türkiye’ye döndüğünde İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde profesör ve Ordinaryus profesörlüğe yükseldi ve 1962 yılına kadar çalıştı. Daha sonra Robert Koleji’nde matematik dersleri vermeye başladı. 1964 yılında Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) ilk bilim kurulu başkanı oldu.

Daha sonra gittiği Amerika Birleşik Devletleri’nde araştırma ve incelemelerde bulundu; Kaliforniya Üniversitesi’nde konuk öğretim üyesi olarak görev yaptı. Türkiye’de yaşamak istemesi üzerine kendi isteğiyle 1967 yılında Türkiye’ye döndü. Döndükten kısa bir süre sonra Kanada ve Amerika’daki üniversitelerden konuk öğretim üyesi olarak teklifler aldı. Ancak kendisi bu tekliflere cevap veremeden Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden gelen telefon bu üniversiteye atandığını ve uçak biletinin yolda olduğunu söylüyordu ve artık Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde göreve başlamıştı. 1980 yılında emekli oldu. Emekliye ayrıldıktan sonra TÜBİTAK’ın kurulmasında çok emeği geçti ve TÜBİTAK’a bağlı Gebze Araştırma Merkezi’nde görev aldı. 1983-1989 yılları arasında Türk Matematik Derneği başkanlığını yaptı.
Arf, İnönü Armağanı’nı (1943) ve TÜBİTAK Bilim Ödülü’nü kazandı (1974). Bu ödülü alırken yaptığı konuşmada “Bilim insanının amacı anlamaktır” hemen ardından “ama büyük harflerle anlamaktır” sözüyle kendine göre bilim insanını açıklamıştır. Onuruna yapılan cebir ve sayılar teorisi üzerine uluslararası bir sempozyum, 1990′da 3-7 Eylül tarihleri arasında Silivri’de gerçekleştirilmiştir. Halkalar ve geometri üzerine ilk konferanslar da 1984′te İstanbul’da yapılmıştır. Arf, matematikte geometri kavramı üzerine bir makale sunmuştur. Cahit Arf, 1997 yılının Aralık ayında ağır bir kalp hastalığı nedeni ile vefat etmiştir.
“Matematik esas olarak sabır olayıdır. Belleyerek değil keşfederek anlamak gerekir.” 
                                                                                              Ord. Prof. Dr. Cahit Arf

Kaynak 
Çerkez Hasan

Kafkasya'dan göç ederek Rumeli'ye yerleşen Zevş Burak Çerkezlerin dendi. 1864'te, Bahriye idadisine girdi kara kısmına geçti. Teğmen olarak Harp okulunu bitirdi. Kız kardeşi Neş'erek Kadınefendi Abdülaziz'in şehzadelerinden Şevket Efendi ile Esma Sultanın annesi olduğu için, padişaha çok yakındı. Ayrıca cesareti, nişancılığı ve biniciliği  ile Albdü­laziz'in gözüne girdi. Sarayın himayesinde Darı Şurayı Askeri yaverliği ile lstanbul'da görev aldı. Daha sonra Yusuf İzzeddin Efendiye, kolağası rütbesiyle yaver tayin edildi. Abdülaziz'in ölümünden sonra, Hüseyin Avni Paşaya düşmanlık besledi. Özellikle Bağdat'a gönderilmek istenince itiraz etti. 16 Haziran 1876'da Bağdat'a gitmediği için serasker kapısında hapsedildi. Bağdat'a gideceğini vaat ettiğinden, Hassa müşiri Redif Paşanın kefaleti ile serbest bırakıldı. 
Çerkez Hasan

Hasan Bey’in ablası Neşerek kadınefendi, Sultan Abdülaziz Han’ın hal’ edildiği (tahttan indirildiği) gün Dolmabahçe Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na nakledilirken mücevher sakladığı şüphesiyle omuzundaki şal, Hüseyin Avni Paşa tarafından çekilip alınarak hakarete uğramıştı. Kadınefendi, omuzları açık bir şekilde boğazdan getirilmiş ve hastalanmıştı. Sultan Abdülaziz Han’ın vefatı üzerine ise şok geçirerek 11 Haziran günü vefat etmiş idi.

Hüseyin Avni Paşayı öldürmek niyetiyle, Paşalimanı'ndaki yalısına gitti. Soğanağa da Midhat Paşanın konağında toplantıda bulunduğunu öğrenince, toplantı yapılan konağı tek başına bastı. Önce Hüseyin Avni Paşa ile hariciye nazırı Ra­şid Paşayı vurdu. Kendisini tutmak isteyen  Kayserili Ahmet Paşa'nın kama ile parmaklarını ve kulaklarını doğramaya başladığı sırada salondakiler etrafa dağıldı. Bu sırada yaralı olan Hüseyin Avni Paşa'nın can havliyle bulunduğu yerden kalkarak sofaya kadar gelir. Onun yere düştüğünü gören Çerkez Hasan, üzerine atlar ve delik deşik ederek kama ile ağzını kulaklarına kadar açar. Kendi ifadesinde " vurduğunu zannettiği" ve odada sandalye üzerinde baygın halde bulunan Raşid Paşa'yı da göğsünden vurarak, kama ile gırtlağını kesmiştir. Yakalamaya gelen konak hizmetkarlarından Ahmed Ağayı da gözünden vurarak öldürdü. Sonunda zaptiye tabur kumandanına teslim oldu. Konaktan çıkarılırken, kendisine hakaret eden sadaret yaverlerinden, bahriye kolağası Şükrü Beyi de öldürdükten sonra güçlükle Süleymaniye kışlasına götürüldü. Süvari yarbayı Cemil Beyin başkanlığında kurulan divanı harpte yargılandı, rütbeleri alındı; idamına karar verildi, 18 haziranda Beyazıt meydanında asıldı. Cesedi iki gün orada kaldıktan sonra Edirnekapı mezarlığına defnedilir.
Çerkez Hasan'ın İdamı

Olayı izleyen yıllarda Abdülhamit, amcası Abdülaziz'in, aralarında Hüseyin Avni Paşa'nın da bulunduğu erkân-ı hâl (tahttan indirenler) denen kişiler tarafından öldürüldüğü savını ileri sürünce, Çerkez Hasan bir kahraman sayıldı ve Edirnekapı'daki mezarı II. Abdülhamid tarafından şehit anıtı olarak yaptırıldı.

Edirnekapı’daki kabrinde mezar taşında şu ifadeler yazmaktadır: “Velinimeti uğruna fedây-ı can eyleyen Çerkez Hasan Ruhu için El-Fatiha”

KAYNAKLAR
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı, "Çerkes Hasan Vakası", Belleten, c. IX, S. 33, s, 89-105. T.T.K, Ankara, 1945

Meydan Larousse: Büyük Lugat ve Ansiklopedi Cilt 4

Abdülaziz’in Topkapı Sarayı’ndan Feriye sarayına taşınışının ikinci günü 4 Haziran 1876 günü Osmanlı tarihinin en acı vakalarından biri yaşandı. O sabah Abdülaziz abdest alarak sabah namazına durmak amacıyla odasından dışarı çıktı. Daha sonra sarayda görevli Fahri Bey ile karşılaşıp selamlaştıktan sonra odasına dönüp sakalını düzeltmek için bir ayna ve makas istediğini iletti. Saraydaki diğer nöbetçiler eski Sultanı kontrol ettikten sonra durumu Valide Sultan’a bildirdiler. Valide Sultan durumu kendi gözleri ile görmek için Abdülaziz’in yanına giderken kapının içeriden kitlendiğini ve bir takım iniltiler işittiler. Kapı kırılıp içeri girildiğinde manzara gerçekten feciydi.Abdülaziz kolu sıvalı, başı açık olarak odanın yan minderi üzerinde yan tarafına yatmıştı. İki bileklerinden de kanlar fışkırıyor ve son nefesini vermek üzereydi. Ve o trajik simge olan kanlı gömlek annesi Pertevniyal  Valide Sultanın tam karşısındaydı…..

ÇAĞRI ALAGÖZ

Devamı...