Articles by "darbe"
darbe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Şubat döneminde gazeteci olarak sahada görev yapıyordum. Medya ve 'Post Modern' darbecilerin el ele vererek nasıl bir kumpas organize ettiklerine şahit oldum.
Siviller askeri cezaevine gönderildi. Birçok gazeteci işten çıkarıldı. Müdahil avukatlar bile dava dosyaları örgütsel döküman kabul edilerek kodesi boyladı.
Antidemokratik bir süreç ülkeyi kasıp kavuruyordu. 
Aradan uzuuun yıllar geçti. Dünün mağdurları bugünün mağrurları oldu.
Rövanş kıyasıya geçiyor.
10 yıl boyunca dini bir yapılanma ile ülkeyi yöneten AKP hükümeti, 17/25 Aralık'tan sonra  partnerine açtığı savaşı kazanmış görünüyor. 15 Temmuz'un sağladığı ivmeyi asla azımsayamayız.

Binlerce kişi örgüt mensubu olmakla suçlanıyor, işinden kovuluyor, mahpus damında gün sayıyor. Siyasetçi, gazeteci, memur, asker, yargı mensubu örgüt üyeliği suçlamasıyla ya mağdur veya cezaevinde.

Operasyonlar bitecek gibi de görünmüyor. Dün bir örgüt evine polisin düzenlediği operasyonda, evde özel paketlere sarılmış çiğnenmiş sakız ve iç çamaşırı bulunmuş.

DİKKAT!

Çiğnenmiş sakız ve iç çamaşırı...

Aklıma 1960 darbesi ve Menderes hakkında açılan davalar geldi. Bir tanesi BEBEK DAVASI idi. Davada iddiaya göre Menderes'in özel kasasında bir adet kadın külodu bulunmuştu. Duruşmalar sırasında savcı, Türk bayrağının önünde söz konusu külodu sallıyor, Menderes'e türlü ithamlarda bulunuyordu.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk Milleti adına yüz karası bir sahne...

BU GÖZLER NELER GÖRDÜ NELER...

- Dava dosyalarının örgütsel döküman olarak kabul edildiğini GÖRDÜM.
- Yolda yürüyen adamı terörsite benzeten polisin adamı sorguda öldürdükten sonra boş araziye attığını GÖRDÜM.
- Mahkemenin mutfak tüpü ve mutfak bıçağını suç aleti olarak kabul ettiğini GÖRDÜM.
- Naylon katiller, naylon militanlar, naylon suikastlar ve naylon darbeler GÖRDÜM.
- Gördüm de, gördüm...

ÇİĞNENMİŞ SAKIZ VE İÇ ÇAMAŞIRININ SUÇ UNSURU VE HABER KONUSU OLDUĞUNU GÖRMEK DE VARMIŞ. Onu da bugün gördüm.

ERDOĞAN'IN B VE C PLANI

Türkiye'nin nasıl bir süreçten geçtiği herkesin malumu. 17 Nisan sabahı nasıl bir Türkiye'ye uyanacağız belli değil. Ancak benim her iki seçenekte de ümidim yok.
'EVET' çıkarsa ülke tek adam diktatörlüğüne geçeceğinin yanı sıra bir saltanat da bekliyorum doğrusu.
'HAYIR' beni daha da korkutuyor. 7 Haziran seçimlerini bir düşünün. AKP iktidar olacak oya sahip olamayınca ülkede neler olmuştu. AKP'nin anayasa profesörü bile şunu söylemişti: "Millet kaosu seçti."
Böylesine korkutucu ve manüple edici bir siyasi anlayışın 16 Nisan'da HAYIR çıkması karşısında tası-tarağı toplayı köşesine çekileceğini mi sanıyorsunuz. Hele hele Tayyip Erdoğan'ın, kendini saraya kapatacağını sanıyorsanız aldanırsınız. O saray boşuna mı yapıldı.
Erdoğan çoktan B ve C planını yapmıştır. Hiç endişeniz olmasın.
7 Haziran'da çoğunluğu sağlayamayan AKP, Kasım ayında nasıl iktidar oldu bir düşünün.
Her ne kadar oyum 'HAYIR' olacak ise de; sonucun HAYIR çıkması beni EVET kadar endişelendiriyor.



KEMÂL KAPLAN
12 Eylül 2012


Bugün 12 Eylül. Çok söz söylenebilir bugün için. Ve söylendi de... Ateşli ve lanetli nutuklar atılabilir. Öncesi ve sonrası analistler tarafından masaya yatırılabilir. Siyasiler için çok iyi malzemedir bugün.
Ölenler anılır. Kalanlar travmalarını anlatır.
32 yıl geçmiş, kabuk bağlamış görünen yaraların bir yerlerinden kan sızıyor hâlâ...

12 Eylüllerde Deniz'den, Mahir'den söz edilir de, Hüseyin abiden söz edilmez. Oysa onlarca, yüzlerce Hüseyin abi hikâyesi var anlatılmayan.

Tarihe not düşmek adına, işte onlardan biri.



**********

Küçüğüm… Yaz sıcağı… Aklımızda sadece oyun var… Okul tatil. Her gün bıkmadan usanmadan sabahtan akşama oyun oyun…

Siyah beyaz TV dönemi,  henüz postal sesi yok tozlu ve Arnavut kaldırımlı sokaklarda, postal sesi yoktu, yok olmasına lakin, onun yerine karanlık basınca koşuşanlar, bekçi düdükleri ve silah sesleri eksik olmuyordu. Bir de evimizin duvarına yazı yazanlara babamın müdahalesi…

Küçük dünyalı, basit hayatlar vardı gecekonduların mesken olduğu sokağımızda, o dönem slogan olmuş ‘işçi sınıfı’ndan oluşuyordu mahalle sakinleri.

Akşam ezanına kadar sokak iznimiz vardı. Hava kararmaya yüz tuttuğunda, “İyi adamın saati bitti. Gecenin hayrından, gündüzün şerri daha iyidir” derdi babam. Bu mantalitesi, rahmetli olana kadar sürdü. Bir travma şeklinde.
Nasıl sürmesin, ne olursa gecenin koynunda cereyan ediyordu. Kahvehaneler taranıyor, sokak çatışmalarında yaralanan/ölen, duvara yazı yazanlar/onları kovalayanlar… Gece başka bir dünyaya bürünüyordu İstanbul. Her gece TRT 20.30 ana haber bülteninde, İstanbul ve Türkiye geneli günlük eylemler, ölü ve yaralı bilançoları verilirdi.

Çocuğuz, idrak edemiyoruz…

Durumun vahametini bir gün Vezneciler’de gördüğüm manzaradan kavramam zor olmamıştı. Vefa Lisesi öğrencileri yürüyüş yapıyordu. Ellerinde pankartlarla slogan atarak yürüyorlardı. Korkmadım desem yalan olur. Bu korku daha çok sanırım şundan kaynaklanıyordu: İlkokul 4 veya 5. sınıftaydım. Eylem yapan çocuklardan sadece birkaç yaş küçüktüm. Kendimi gördüm orada.
Bizim 23 Nisan’da taşıdığımız pankartlara benzemiyordu taşıdıkları. Yanımda babam vardı, manzara karşısında, yanındaki birkaç kişiyle yaptıkları konuşmaya da şahit olmuştum. “Ortaokul çocuklarını zorla sokağa çıkarmışlar, yazık bunlara” diyorlardı. Babamın bana bakarak, endişelendiğini de, görünce korkum büsbütün artmıştı. Kafamda onlarca düşünce oluşmuş, bunları soru haline getirip, sorabilme becerisine sahip olamamıştım.

Çocukların yaşadığı travmalar, uzun yıllar sonra karşısına çıkar ve yakasını bırakmazmış.

Vezneciler’deki manzara, bilinç altımın derinliklerine hızlı bir şekilde inmişti.
Plastik arabalarımızı süsleyip bunlara geçit töreni yaptırırdık. Hüseyin Abi bizden birkaç ev ileride oturan komşumuzdu. Babamla sıkı fıkı gibi görünüyordu. Sık sık babamla takılırdı. Bazı geceler bahçede uzun uzun konuştuklarına şahit olurdum.

Hüseyin Abi babamdan birkaç yaş küçük, evli, biri kız diğeri oğlan iki çocuk babasıydı. Ateşli bir işçi sınıfı üyesiydi. Bir gece babam yine evin duvarına yazı yazıldığını fark etmiş dışarı çıkana kadar, yazıyı yazanlar çil yavrusu gibi kaçışmıştı. “İçlerinden biri Hüseyin’di” dedi babam.
Birkaç gün sonra, Hüseyin Abi ile babamın her zamankinden daha ateşli konuşmalarına tanık oldum. Sonra da bir daha birlikte görmedim onları.

Bu arada babamın eve bir silah getirdiğini hatırlıyorum. Annem çok tedirgin olmuş, babama baskı yaparak silahı götürmesini istemiş, babam tedbir amaçlı olduğunu ileri sürerek, itiraz edip silahı bir süre muhafaza etmişti.

Çok geçmeden sabah kalktığımda babamın evde olduğunu gördüm. Şaşırmıştım. Sadece pazarları evde olurdu. Ne oldu dememe fırsat kalmadan, “Darbe oldu. Sokağa çıkma yasağı var. Sokaklar asker dolu” dedi.

Bana bir şey ifade etmemişti. Darbe ne demek ki? Sokağa neden çıkılmayacak? Eeee bugün sokakta oyun yok mu yani? Eve tıkılıp kaldık iyi mi?

Sokağın girişine askeri jip nezaretinde, bir ekmek arabası gelmişti. Babamla gidip arabanın yanında sıraya girip, ekmek alarak tekrar evin yolunu tuttuk. Vay canına bakkal Rasim amca bile dükkânı açmamış demek. Oysa yaz-kış, yağmur-çamur, haftanın yedi günü açık olurdu sokağımızın bakkalı. O bile kapalıysa…

Televizyon akşamları açıldığı, yani yayın akşam başladığı için, durumu radyodan takip etti babam. Akşam olup, TV yayını başlayınca, 35 yıllık bilindik görüntü karşımıza çıktı. Omuzlarında bir sürü yıldız ve göğsünde madalya gibi acayip şeyler bulunan sert mizaçlı bir adam, neden darbe yaptıklarını anlatıyordu. Daha sonra yurdun dört yayından gelen görüntüler de yayınlanınca, darbenin ne demek olduğunu kavramaya başlamıştım.

Darbenin kaçıncı günüydü bilmiyorum. Sokağa çıkma yasağı kalkmış, memleket normale dönmeye başlıyordu.(!) Babam bir akşam, “Hüseyin’i almışlar” dedi.

Yıllarca Hüseyin abyi görmedik. Eşi bir iş bulmuş evi geçindirmek için elinden geleni yapıyordu. Çocukları okula devam ediyordu. Hayatları normal gibi görünüyordu ama içlerinde ne fırtınalar kopuyordu bilinmez. Bir süre sonra bizim sokaktaki evlerinden taşındılar. Oysa ev onlara aitti. Neden ve nereye gittiler?

Kadıncağız, Hüseyin abiden boşanmış, ama Hüseyin abi hâlâ ortada yok. Kaç yıl geçti. Çook, belki 10 yıl. “Hüseyin hastanedeymiş” dedi babam. Birkaç kez ziyaretine gitti. Ama biz olanlardan haberdar değiliz.

Hüseyin abiyi sokakta gördüm. Şaşırdım, tanımakta zorluk çektim. Emin olamadım. Bende bu arada, ergenliği aşmış gençliğe adım atmıştım.
Selam verdim “Hüseyin abi hoş geldin” dedim. Tanımadı. Durdu. Boş boş baktı gözlerime. Biraz daha durdu. Sonra bir şey söylemeden gitti.

Uzun süre cezaevinde yatmış, orada gördüğü işkenceden dolayı, akli melekelerini yitirmiş. Uzun süre de hastanede tedavi görmüş. Boş bakışları bir süre devam etti. Sonra kendini epey toparladı. Babamla dostlukları kaldığı yerden devam etti. Aradan geçen yıllara ve yaşananlara rağmen sanki hiçbir şey olmamış gibi, sokağımız Hüseyin abiyi yeniden bağrına basmıştı.

Hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ailesini kaybetmişti. Rahatsızlığından dolayı çalışamıyordu. Malulen emekli olmuş. Hüseyin abi, halen aynı sokakta, aynı evde tek başına yaşıyor. Çocukları evlenmiş. Hüseyin abinin torunları olmuş. Uzun aralıklarla da olsa, ziyaretine geliyorlarmış. Eşinin hakkında ise herhangi bir malumatım yok.

Ülkemin her köşesinde Hüseyin abi gibi binlerce örnek olduğunu çok iyi biliyorum. 12 Eylül’ün açtığı yaraların kapanmadığı ve o travmayı yaşayan en az iki kuşak bu dünyadan göçmeden de kapanmayacağını da çok iyi biliyorum.

Bir kara bulut,
Bir pranga gönüllerde…
Bir akıl tutulması…