Articles by "12 eylül"
12 eylül etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ÖPÜCÜKLE KURTULAN DEMOKRASİ 
'French kiss' değil 'Özal kiss'...

Türk siyasetinde adam yetişmemesi, gelecek için en büyük tehlike. Bir siyasetçinin kolay yetişmediği bir ülkede, yetişenler de örnek alınmıyor maalesef.

Türk siyasi tarihinin en renkli siması şüphesiz ki Turgut Özal. Demirel, Erbakan diyenler olsa da, onun bir 'öpücükle' Türkiye tarihini nasıl değiştirdiğini öğrenince sezarın hakkını vereceksiniz.
Sevimli bir adam, müsamahalı, zeki ve iş bitirici...

Ha bir de 'tonton'... Demirel'in politik kurnazlığının yanında, Özal'ın sempatikliği en büyük kozuydu.

**********

Yıl: 1979 Demirel başbakan, Özal DPT müsteşarı. İTÜ'den abi-kardeşler aynı zamanda.
Elbette buhranlı dönemler siyaseten ve ekonomik yönden.

Özal bir dizi ekonomik uygulamalar içeren bir paket hazırlar. Sonradan 24 Ocak Kararları olarak tarihe geçecek paketi, askeri erkana da anlatmak isteyen (neden böyle bir gereklilik duymuş bilemiyorum. Sıkıyönetimden olabilir.)  Özal, Demirel'in izniyle generallere bir brifing verir. Ardından 24 Ocak 1980'de ekonomik paket açıklanır. Özal bir süre sonra yeniden-bu defa kararların yansımalarını sormak amacıyla-generallerle bir araya gelir. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve komutanların memnuniyetlerini görür.

Netekim 12 Eylül gelir çatar. Siyasiler Zincirbozan'a...

Lakin cunta ekonomik paketin aldığı yoldan memnundur ve devam etmesini ister. Kenan Evren, Özal ile görüşmek ister. Özal'a ekonomi paketinin uygulanması için ona başbakan yardımcılığı önerir. Milli Güvenlik Konseyi, başbakan olarak eski CHP Genel Sekreteri Turhan Feyzioğlu'nu görevlendirecektir. Özal Feyzioğlu'nun bulunduğu ortamda, onun başbakanlığındaki bir hükümette bulunmayacağını söyler. Konsey üyeleri, Özal'ı daha önce yakından tanıma fırsatı bulmuşlardır. Onun ekonomik gelişme üzerindeki kararlılığını bilmektedirler. 

"BAŞBAKAN YARDIMCILIĞI TEKLİFİNİ KABUL EDEYİM Mİ ABİ?"

Belki de bu yüzden veya başka sebeple de olabilir. Her nedense, Feyzioğlu yerine Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu başbakan olarak atanır. 
Turgut Özal başbakan yardımcılığı görevi teklif edildiğinde Evren'in müsaadesiyle, Demirel'i telefonla arar ve "Abi bana başbakan yardımcılığı teklif ediliyor. Kabul edeyim mi?" diye sorar. Demirel 'devlet görevi'nin kabul edilmesini söyler.

Özal cunta gölgesindeki hükümetin 1982 yılına kadar 22 ay başbakan yardımcılığını yürütür. Ardından ayrılır.

1982 anayasasından sonra, çok partili demokratik sisteme yeniden geçilecektir. Fakat sadecec MGK'nın onayladığı partiler kurulabilecek ve seçime gidecektir.

**********
Özal gittiği her yerde ondan parti kurmasını isteyenlerle karşılaşıyordu. Eski siyasetçilere parti kurma izni verilmeyecekti. Bunu öğrenen Özal, Demirel'e mesaj göndererek, parti kurmak için kendisinden izin ister. Demirel yeni partinin hazırlıklarını yaptığını arzu ederse Özal'ın kurucu üyeler arasında olabileceğini söyler. Özal eski tüfeklere izin verilmeyeceğini gayet iyi biliyordur.

Kafasına koymuştu bir kere. Evren'in huzuruna çıkıp, parti kurmak istediğini anlatır. Ve onlara bir de açık çek verir. "Uygun görmediğiniz bir durumda, partiyi kapatıp siyaseti bırakırım."

Kenan Evren bu öneri karşısında izni vermemezlik edemezdi.

Özal'ın ANAP'ının yanında, emekli paşa Turgut Sunalp  Milliyetçi Demokrasi Partisi'ni, uzun yıllar Cemal Gürsel, İnönü ve Bülent Ulusu'ya başbakanlık müşavirliği yapan Necdet Calp ise Halkçı Parti'yi kurmuştu.

CUNTADAN GELEN ŞOK

6 Kasım 1983 seçim tarihi olarak belirlendikten sonra, Özal yurt gezilerine soluksuz devam ediyordu. ANAP beklenmeyen bir yükseliş kaydediyordu.

Konsey durumdan oldukça rahatsızdı. Onlara göre seçimleri Turgut Sunalp kazanmalıydı. Eski silah arkadaşına bu amaçla partiyi kurduran onlardı.

4 Kasım'da beklenmeyen bir şey oldu. Kenan Evren TRT ana haber bülteninde, Özal'ı şoke edecek açıklamalarda bulundu.

Evren isim vermeden Özal'ı sert bir şekilde eleştiriyordu. Seçimlere iki günden az bir zaman kalmıştı. Amaç aba altında sopa gösterip, oyların MDP'ne kaymasını sağlamaktı.

Şok dalgası ANAP'a uzandığında herkes seçim günü olacakları merak ediyordu. Özal uykusuz iki gecenin ardından eşi ile seçim sandığının başında kameralar tarafından görüntülendi.

7 Kasım'da artık kesin sonuçlar açıklanmıştı.

Sonuçlar şaşırtıcıydı. ANAP Yüzde 44,5, Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti yüzde 30.5,  MDP ise yüzde 24.1 oy aldı. Halk Evren'in blöfünü yememişti.

Neticeye göre hükümet kurma görevini Kenan Evren Özal'a vermeliydi. Ancak iki gün önceki konuşması durumu tehlikeye sokuyordu.

Milli Güvenlik Konseyi dilerse, seçimleri iptal edebilirdi. 

Özal seçim gecesi sonuçlar açıklanırken, genel merkezde herhangi bir kutlama yapılmamasını davul-zurnayla halay çekilmemesini istedi. Temkinli olmak, cuntanın tepesini attırmamak gerekiyordu.

GÖREVİ ÖPÜCÜKLE ALDI

Gözler devlet başkanı Kenan Evren'de iken, Özal hiç beklenmeyen ve teammüllerde olmayan bir şey yaptı.

7 Kasım'da Kenan Evren'den randevu istedi. Kamuoyu nefesini tutmuş pür dikkat kesilmişti. Köşkten 8 Kasım için cevap geldi. 

8 Kasım günü köşke çıkan Özal, onlarca flaş patlarken Kenan Evren ile tokalaştığı esnada kolundan tutup kendine çekerek İKİ YANAĞINDAN ÖPTÜ.

Evren emekli olduktan sonra olayı şöyle anlatacaktı: "Benim kimseyle öpüşme adetim yoktur. Bir cumhurbaşkanı önüne gelenle öpüşmez. Ama kolumdan tutup çekince ben de kendimi geri çekmedim."

Özal bu tavrıyla Evren'e herhangi bir sorunun olmadığını, devletin işleyişinin demokratik yollarla devam etmesi gerektiği mesajını, tüm dünyanın karşısında veriyordu.

Sempatisi ve kıvrak zekasıyla ÖZAL, Kenan Evren'in ön yargısını kırmış böylelikle hükümet kurma görevini almış oluyordu.

Bir öpücüğün, ülke kaderinde yaptığı etkiye bakarken, günümüzde her gün onlarca şehit veren bu ülkenin yöneticilerinin ne şekilde bir jestle ülkeyi kaostan kurtarabileceklerini bilemiyorum.





  


PKK'DAN ÖNCE ONLAR VARDI

12 Eylül öncesi ve sonrasında hiçbir kayıtta geçmeyen, hiçbir kitap ve hatıratta yer almayan bir örgütten söz edeceğim. Dünya bu örgütü ilk defa buradan öğrenecek.

1979 yılında kurulan ve adını bir Kürt mitolojisindeki DEMİRCİ KAWA'dan alan KAWA örgütü içinde, silahlı kanat olarak KIZIL PEŞMERGE adı altında bir yapılanma oluşturuldu.
Kızıl Peşmergelerin eğitimi için Adıyaman kırsalında bir bölge belirlendi. İlk grup 35-40 kişi civarındaydı. Bunların askeri eğitimini K. Irak'ta Barzani kamplarında eğitim görmüş biri üstlendi. Kadro çekirdek bir kadroydu. İlk ekip eğitildikten sonra bunlar da kendi ekiplerini eğitecekler, böylelikle hücre yapılanması oluşacaktı.

KIZIL PEŞMERGELER'in İstanbul'daki merkez KAWA ile irtibatı Fırat Güney kod adlı Nuri Kaymaz sağlıyordu. Kaymaz İstanbul'dan aldığı talimatları, Adıyaman'daki kampa iletiyordu.

Fırat Güney 1980 yılının sonbaharında İstanbul'dan aldığı talimatları, Adıyaman'a götürürken, önce memleketi Malatya'ya ailesini ziyarete gider. takvimler 12 EYLÜL'ü gösteriyordu. Sabah uyandığında postal seslerini duymakta gecikmedi.

Kızıl Peşmerge kırsalda olduğu için cuntadan haberdar olması birkaç günlerini aldı. Ne yapacaklarını bilemeden öylece beklemeye başladılar.

Bu esnada KAWA'nın İstanbul'daki merkezi çökertilmişti. Kızıl Peşmerge kırsalda öylece kalakaldı. Fırat Güney'den hiçbir haber de yoktu.
Birkaç hafta sonra Fırat Güney kampa geldi. Silah ve paraların gömülmesini söyleyerek, kampın boşaltılmasını sağladı.

Hiçbir eylem yapmadan dağılan Kızıl Peşmerge üyelerinin büyük çoğunluğu yurt dışına kaçtı. (Halen orada yaşıyorlar.)

Gömülen silah ve paraları 90'lı yıllarda askeri bir operasyon sırasında tesadüfen buldu. Fakat buranın terk edilmiş bir PKK kampı olduğunu sanıyorlardı.
Kızıl Peşmerge hiçbir polis, MİT veya adli kayıtlara girmeden hayalet bir örgüt olarak, başlamadan bitti.

PKKdan önce KIZIL PEŞMERGE vardı.....

Kamışlı'da öldürülen KAWA militanları


KAWA'YA NE OLDU?

Dağılan KAWA'nın lider kadrosundan yakalanmayanlar, Nusaybin'le komşu olan Suriye'deki Kamışlı şehrine kaçarlar. Kürtler'in çoğunlukta yaşadığı Kamışlı, bugün Suriye Kürtleri'nin merkezi durumundadır. 12 Aralık 1980'de 15 KAWA mensubunun bulunduğu eve düzenlenen saldırı sonucu herkes öldürülür.

Saldırının Türkiye'den gelen özel bir ekibin operasyonu olduğu kuvvetle muhtemeldir. Sonraki yıllarda  bu operasyon timinin içinde dönemin Nusaybin Tabur Komutanı Binbaşı Veli Küçük, Cem Ersever, Levent Ersöz, Atilla Uğur, Cemal Temizöz ve Aytekin Özen olduğu iddia edilmiştir.

Daha büyük bir iddia ise:Türk timine istihbarat sağlayan Nusaybinli bir gruptan söz ediliyor. Bu grubun daha sonra PKK'nın içinde yer aldığı söyleniyor. KAWA'nın yok edilerek, kontrollü bir Kürt örgütünün kurulması ve Kürt ayrılıkçılarının bu örgüte kanalize edilmesi sağlanıyor.

Tahmin edebileceğiniz gibi bu örgüt elbette PKK'dır.

30 yıllık PKK gerçeğini değerlendirirken, KAWA ve KIZIL PEŞMERGE'nin mutlaka ele alınması ve araştırılması gerekiyor. KAWA'nın Kürt örgütlenmeleri içindeki rolü, etkisi ve misyonu bilinmeden, PKK'nın nasıl ortaya çıktığı ve nasıl palazlandığını doğru anlamak mümkün olamaz.

Birçok Kürt aydınının PKK'nın devlet içinden beslendiği ve Kürt bağımsızlığını temsil etmediği, Abdullah Öcalan, Cemil Bayık, Şendin Sakık, Murat Karayılan gibi isimlerin yıllardır devletle işbirliği içinde olduğunu, KAWA'nın yok edilmesindeki PKK parmağını, anlatan pek çok yazıya internet üzerinden erişimin engellenmiştir.

DEMİRCİ KAWA KİMDİR?

İran ve Kürtler'in ortak mitoloji kahramanıdır. İki efsane de birbiriyle benzerlik gösterir.

Kaynaklara göre çeşitlilik göstermesine rağmen, Asur Kralı olarak anılan zalim kral DEHAK, halkına zulmü devlet politikası haline getirir. Halk zulüm altında inlerken, Dehak'ın beyninde ortaya çıkan ur onu acılar içinde kıvrandırmaya başlar. Bir türlü hastalığına çare bulamaz. Nihayet doktorlar ortaya bir fikir atarlar. Dehak'ın hastalığına çare genç veya çocukların beyninin Dehak'ın kafasına sürülerek hastalıktan kurtulabileceğidir.

Dehak'ın acısını dindirmek ve hastalığına şifa amacıyla halkın en küçük çocukları her gün kurban edilir. Halk bu zulme artık dayanamaz duruma gelmiştir. Sıra Demirci KAWA'nın küçük oğluna gelmiştir. Kawa halkı örgütler, silah imal eder ve 20 martı 21'e bağlayan gece krala karşı ayaklanma başlar. O gece kralın sarayına girilir. Kral öldürülür. Ülkenin her yerinde ayaklanma devam eder. Direnişçiler birbirleriyle dağlarda yaktıkları ateşlerle haberleşir. Sonunda ayaklanma zaferle sonlanır. Halk yakılan bu ateşlerin etrafında dans etmeye, eğlenmeye başlar.

İşte bu nedenle Kürtler 21 Mart'ı başkaldırı günü olarak kutlarlar. Demirci Kawa'nın giydiği sarı, kırmızı ve yeşil renkli iş elbisesi de Kürtler'in flama ve giysilerinde sıkça kullandığı renklerdir.

KAWA örgütünün amblemi üzerinde DEMİRCİ KAWA resmedilmiş.

NURİ KAYMAZ HAİN Mİ?

Küçük yaşta Malatya'dan İstanbul'a gelerek Kürt oluşumlar içinde yer aldı. Marx'ı, Mao'yu bu oluşumların içinde öğrendi. Kendi değer yargılarıyla, komünizmi bir potada eritti. KAWA'ya katıldıktan sonra, Kızıl Peşmerge ile KAWA arasındaki tek bağlantı oldu. 1980 darbesiyle Maocular'ın, Leninciler'in liberal ve demokrat çizgide yer almasıyla kapitalizmin bir halkası haline gelmeleri Nuri Kaymaz'da hayal kırıklığı yaratsa da, o yolundan dönmemesine rağmen, hiçbir oluşumda artık etken rol oynamadı.

Sol doktrinlerle, evrensel insani değerleri hazm ederek, ne solun ne de sağın anlayabileceği nev-i şahsına münhasır bir insan oldu. İnsanların iki yüzlülüğü ve kirlenmişliği karşısındaki tutumunu hiç değiştirmedi.

Tarihin doğru bilinmesi ve doğru anlaşılmasına gönülden inandığı için KIZIL PEŞMERGE'yi gün yüzüne çıkardı. Örgütün tarih sahnesinde yerini almasını sağladı. Bu tutumundan dolayı bazı çevrelerce hainlik suçlamasıyla karşı karşıya kaldı.

Her ne kadar yukarıda Kızıl Peşmerge hakkındaki veriler (şimdilik) kısıtlı kalsa da, Nuri Kaymaz olmasaydı; Kızıl Peşmerge'den kimsenin haberi olmayacaktı.
Türkiye tarihinin hakim otorite tarafından maniple edildiği gün gibi aşikâr iken, Nuri Kaymaz'ın Kızıl Peşmerge'yi 35 yıl sonra deşifre etmesi, tarihe düşülen bir nottur ve çok önemlidir.

Gönül ister ki, Kızıl Peşmerge gibi Türkiye'nin bilinmeyen tarihi hakkında daha fazla araştırma yapılsın.

Nuri Kaymaz'ın tarihe düştüğü notu alarak, sayfalar dolusu hale getirmek de genç kuşak araştırmacılara verdiğimiz görev olsun.


(Bu yazı 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu tarafından gerek cezai gerekse hukuki yönden korunmaktadır. İzin alınmadan yazılı, görsel veya dijital ortamda yayınlanması, bir bölümünün alıntı yapılması yasaktır.)



Yukarıdaki başlık şaşırtıcı olsa da, memlekette artık hiçbir şey şaşırtmıyor beni. Diyoruz ya devlet herkesi herkesle çarpmış, toplamış, bölmüş diye. Onun için bir Ermeni’nin önce ülkücü sonra solcu olması da, düzen içinde muvafık görünüyor.
Daha önce DHKP-C’li Hizbullahçı gördük. Uyuşturucu taciri şeyh gördük. Ülkücü alevi polis müdürü de gördük. Tanıdığım pek çok kürt asıllı ülkücü de mevcut. Maocu, Leninci Atatürkçü gördüğümüz gibi, komünist kapitalistte gördük. Çok şükür… “Nasıl oluyor da oluyor” demeyin. Batıdan bir akademisyen getirsek ve tüm bu ideolojik sarmalın içine atsak ve bundan bir tez ortaya çıkar desek dumura uğrar ve arkasına bakmadan kaçar.
Klişe bir terim, “Türkiye’nin kendine özgü durumu vardır” burada cuk oturuyor. Şahsına münhasır bir ülke…
Kirkor Aluç kendini Türk sanan, aslen Ermeni asıllı bir ülkücü.
Hikâye çok ilginç fakat detaylar sınırlı. Kendim için tatmin edici derecede bilgilere ulaşmış olmasam da, belirli şartlar altındaki edinilmiş verileri paylaşacağım için okuyuculardan beni mazur görmelerini istirham ediyorum.

**********
70’li yıllar. Sol ve sağın birbirini yok etmeye- bunu da ülke çıkarları için-azmettiği yıllar. Vatan toprağına kan düşmeyen gün geçmiyor. Her gün siyasi görüşü şu veya bu olduğu için genç bedenler toprağa karışıyor. 40 yıl geçmesine rağmen halen tartışılan ve belki bir 40 yıl daha tartışılacak olan yıllar… Belki bu tartışmalardan ibret alırız önümüzdeki dönemde buna oldukça fazla ihtiyacımız olacak.
Kanın gövdeyi götürdüğü günlerden birinde dönemin önde gelen ateşli ülkücü militanlarından Doğan Yıldırım yıllar sonra, ideolojik çatışmanın kardeşi kardeşe vurdurttuğu yılları anlatırken, her şey bir planın parçasıymış diyor:
“Ben 1971’de Deniz Harp Okulu’ndan atıldım, ülkü ocakları yönetimine girdim. İllegaliteden sorumlu kişi benim, ülkü ocaklarında. Yani üniversite, yurt işgali gibi silahlı milahlı, vurdulu kırdılı işler bana bağlı. Atilla diye de böyle babayiğit bir çocuk var. Nereye gitsem geliyor benle. Afyon Yurdu diyoruz, gece işgal ediyoruz. Kayseri, Kırşehir, Adana, Bayburt, Antalya yurtları, Niğde hariç bütün yurtları aldık. Çatışıyoruz. Sivas Yurdu’nu almışız, karşısındaki Site Yurdu ile her gün çatışıyoruz. Bombalar mombalar… Kadırga Yurdu’nu işgal ettik. 15 gün bizde kaldı, ki çok stratejik bir yurt orası. Edirnekapı Yurdu’nu aldık.”
Dehşet verici değil mi? Doğan Yıldırım sanki bir başka ülkede yaşamış, anlattıklarını da orada icra etmiş gibi geliyor insana. Memleket sırat köprüsünden geçmiş. Hafazanallah…
Yıldırım, Kirkor Aluç ile ülkücü camianın içinde tanışmış ve solculara karşı birçok eylemde birlikte olmuşlar. Aluç’un o dönem ki ismi: Atilla.
Doğan Yıldırım Kirkor Aluç’u bu isimle tanırken, Aluç da kendini öyle biliyor. Kirkor olduğunu bilmiyor. Film senaryosu olacak hikâye…
Yıldırım, Atilla’nın Ermeni olduğunu nasıl anladığını ise şöyle anlatıyor:
Pek çok cephede mücadele verdik. Gece gündüz, işimiz gücümüz bu. Ülkü Ocakları Başkanı Nihat Çetinkaya, şimdi milletvekili olan Celal Adan yönetimde. Atilla da 17 yaşlarında filan, bu işin en önünde yer alan aslan gibi bir çocuk. Bir gün Atilla beni arıyor. Bizim yurtta kalıyor devamlı, yani militan. Ama 18 yaşına girdiğinde, ana babası bildiği insanlar, gerçeği söylüyorlar ona. Ana babasını yangında kaybetmiş bir Ermeni olduğunu anlatıyorlar. “İntihar edeceğim, Ermeni’ymişim!” dedi. Dedim ki Atilla sen benden ve tanıdığım bütün Türkçülerden daha büyük Türkçüsün. Çünkü Türklük kan, et filan değildir; duygudur, düşüncedir. Bunu dedik ama sarıldık ağlıyoruz. Ben ayrımcılığı askeriyede de görmedim. Ordudan atıldım, ülkü ocaklarına geçtim, orada başladı. ‘Bu Alevi dikkat et! Bu Kürt bilmem ne’ Siyasetin içinde gördüm ilk bu ayrımı. Atilla’ya dedim ‘Sakın benden başka kimseye söyleme bunu. Seni ajan der, atarlar.’ Ben camiamı bilmez miyim!”

**********
Zaman içinde Doğan Yıldırım ve Atilla yani Kirkor Aluç çeşitli sebeplerden dolayı birbirlerinden kopuyorlar. Atilla kendi iç dünyasındaki savaşın verdiği tesirle, ülkücülerden uzaklaşıyor. Almanya’ya gidiyor. Daha sonra Fransa’ya… Ermeni terör örgütü ASALA, Atilla’ya çengeli atıyor. Bu arada Atilla artık Kirkor Aluç. Bir süre ASALA tarafından eğitilen Aluç. Yurda geri dönüyor. Bu defa sol gruplar içinde faaliyet sürdürüyor. Fakat ASALA ile organik bağını kesmiyor. Çoğunlukla içinde olduğu grupları, ASALA’dan aldığı emirlerle maniple etmeye çalışıyor.
Derken 1975 yılında Aluç kendini tek başına bir olayın içine atıyor: Berec Pil Fabrikası Eylemi.
1975 yılı, ağustos ayında kitaplara konu olan ünlü Berec Pil Fabrikası grevi sürmektedir. Fabrika önünde her gün eylemler devam etmekte, işçilerle polisler, işçilerle işçiler her gün çatışmaktadır. 18 Ağustos sabah 6 sularında fabrika etrafında dolaşan Kirkor Aluç, polisle çatışmaya girer.
 19 Ağustos 1975 tarihli Milliyet Gazetesi’nde olaya konu olan haberde şunlar yazıyor:

“Berec Fabrikası yanında dün saat 05.45’de, Kirkor Aluç adlı boşta gezen bir işçiyle, 2. Şube polisleri arasında çıkan silahlı çatışmada, 2 polis yaralanmış ve sanık ancak bacağından vurularak yakalanmıştır. Semt halkının korkuyla pencere ve damlardan izlediği olay sabah meydana gelmiştir. Çatışma polisin şüpheli olarak dolaşan 20 yaşındaki Kirkor Aluç’un kimliğini saptamak istemesi üzerine çıkmıştır. Bir süre Almanya’da çalışan ve asker kaçağı olan Aluç, polislerin kimliğini sormaları üzerine kaçmaya başlamıştır. Bir ara sokakta polisler tarafından sıkıştırılınca kaçamayacağını anlayan ve polisçe adının THKO (Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu) davasına karıştığı öne sürülen Kirkor iddiaya göre, tabancasını birden çekerek ateş etmeye başlamıştır. Sanığın açtığı ateş sonucu komiser muavini Fikret Erdinç kasığından, polis memuru Sezai Avcı’da bacağından vurulmuştur. Polisler de bu ateşe karşılık verinde Aluç bacağından vurularak ele geçirilmiştir…” 

Yaralı ele geçen Kirkor hastaneye götürülür. Yara alan bacağı kurtarılamaz. Mahkemeye 60 yıl hapis istemiyle çıkarılır. Fakat 2 yıl 9 ay ceza alır. Aluç’un avukatı ise, burası daha da ilginç: Ünlü avukat Burhan Apaydın’dır. Adnan Menderes’ten, Uğur Mumcu’ya, Dündar Kılıç’tan, Ahmet Emin Yalman’a kadar müvekkil yelpazesi çok ama çok geniş kitlelerden oluşan Apaydın, Aluç’u 2 yıllık ceza ile kurtarır.
Kirkor Aluç’un gerçekte, sabahın 5’inde grevdeki pil fabrikasının etrafında neden dolaştığı ve burada ne yapacağı, soruları cevapsız kalır. Hatta belki de hiç sorulmaz. Burhan Apaydın, ‘müvekkilinin Fransa’dan yeni geldiği, teyzesine gitmek için tesadüfen fabrikanın önünden geçtiği, polis ekiplerinin yaptığı aramadan korkup kaçarken, üzerine gelen iki silahlı sivil kişiye rasgele ateş açtığı’ şeklinde bir savunma yapar.
Birkaç cevapsız soru daha: Ünlülerin avukatı Burhan Apaydın, işsiz Kirkor Aluç’u nasıl savunmuştur. Vekâlet ücreti olarak kaç para almıştır. Bu para nasıl temin edilmiş veya nereden gelmiştir?

**********

Atilla nasıl Kirkor olmuş? Kirkor hangi girift ilişkilerin içinde bulunmuş? Şimdilik bunlar hakkında malumatımız yok.
Finali Doğan Yıldırım’ın, Kirkor’la cezaevinde karşılaşmasıyla yapalım:
 “… Cezaevinde iki ülkücüyüz, 150 kadar solcu var. O zaman daha ülkücüler pek içeri düşmemiş. Ecevit gelince birden başladılar ülkücüleri almaya, 80 öncesi. İçeride solcular bizi öldürmeye çalışıyor. Biz doğal olarak koğuşlarda kalamıyoruz. Cezaevi savcısına gidiyoruz, o ‘ben can güvenliğinizi koruyamam’ diyor. En son deliler koğuşuna kapağı attık. Canımızı koruyoruz. Fakat bu arada anlatıyorlar, ‘işte bu solcuların esas lideri Kirkor Aluç, Ermeni militan’ diye. O zaman MLSPB diye Marksist Leninist Silahlı Propaganda Birlikleri var, onun lideri Hasan Şensoy da orada. Korkunç bir adam, 30 tane adam öldürmüş. 80’de tüm vurdu kırdıları yapan örgütün lideri. Ben Kirkor Aluç’u merak ettim, sonra gördüm bir şekilde ki bizim Türkçü Atilla. ‘Yanına geleceğim’ dedim. Gittim, Kirkor ayakları yok, kalkamıyor.”


 





KEMÂL KAPLAN
12 Eylül 2012


Bugün 12 Eylül. Çok söz söylenebilir bugün için. Ve söylendi de... Ateşli ve lanetli nutuklar atılabilir. Öncesi ve sonrası analistler tarafından masaya yatırılabilir. Siyasiler için çok iyi malzemedir bugün.
Ölenler anılır. Kalanlar travmalarını anlatır.
32 yıl geçmiş, kabuk bağlamış görünen yaraların bir yerlerinden kan sızıyor hâlâ...

12 Eylüllerde Deniz'den, Mahir'den söz edilir de, Hüseyin abiden söz edilmez. Oysa onlarca, yüzlerce Hüseyin abi hikâyesi var anlatılmayan.

Tarihe not düşmek adına, işte onlardan biri.



**********

Küçüğüm… Yaz sıcağı… Aklımızda sadece oyun var… Okul tatil. Her gün bıkmadan usanmadan sabahtan akşama oyun oyun…

Siyah beyaz TV dönemi,  henüz postal sesi yok tozlu ve Arnavut kaldırımlı sokaklarda, postal sesi yoktu, yok olmasına lakin, onun yerine karanlık basınca koşuşanlar, bekçi düdükleri ve silah sesleri eksik olmuyordu. Bir de evimizin duvarına yazı yazanlara babamın müdahalesi…

Küçük dünyalı, basit hayatlar vardı gecekonduların mesken olduğu sokağımızda, o dönem slogan olmuş ‘işçi sınıfı’ndan oluşuyordu mahalle sakinleri.

Akşam ezanına kadar sokak iznimiz vardı. Hava kararmaya yüz tuttuğunda, “İyi adamın saati bitti. Gecenin hayrından, gündüzün şerri daha iyidir” derdi babam. Bu mantalitesi, rahmetli olana kadar sürdü. Bir travma şeklinde.
Nasıl sürmesin, ne olursa gecenin koynunda cereyan ediyordu. Kahvehaneler taranıyor, sokak çatışmalarında yaralanan/ölen, duvara yazı yazanlar/onları kovalayanlar… Gece başka bir dünyaya bürünüyordu İstanbul. Her gece TRT 20.30 ana haber bülteninde, İstanbul ve Türkiye geneli günlük eylemler, ölü ve yaralı bilançoları verilirdi.

Çocuğuz, idrak edemiyoruz…

Durumun vahametini bir gün Vezneciler’de gördüğüm manzaradan kavramam zor olmamıştı. Vefa Lisesi öğrencileri yürüyüş yapıyordu. Ellerinde pankartlarla slogan atarak yürüyorlardı. Korkmadım desem yalan olur. Bu korku daha çok sanırım şundan kaynaklanıyordu: İlkokul 4 veya 5. sınıftaydım. Eylem yapan çocuklardan sadece birkaç yaş küçüktüm. Kendimi gördüm orada.
Bizim 23 Nisan’da taşıdığımız pankartlara benzemiyordu taşıdıkları. Yanımda babam vardı, manzara karşısında, yanındaki birkaç kişiyle yaptıkları konuşmaya da şahit olmuştum. “Ortaokul çocuklarını zorla sokağa çıkarmışlar, yazık bunlara” diyorlardı. Babamın bana bakarak, endişelendiğini de, görünce korkum büsbütün artmıştı. Kafamda onlarca düşünce oluşmuş, bunları soru haline getirip, sorabilme becerisine sahip olamamıştım.

Çocukların yaşadığı travmalar, uzun yıllar sonra karşısına çıkar ve yakasını bırakmazmış.

Vezneciler’deki manzara, bilinç altımın derinliklerine hızlı bir şekilde inmişti.
Plastik arabalarımızı süsleyip bunlara geçit töreni yaptırırdık. Hüseyin Abi bizden birkaç ev ileride oturan komşumuzdu. Babamla sıkı fıkı gibi görünüyordu. Sık sık babamla takılırdı. Bazı geceler bahçede uzun uzun konuştuklarına şahit olurdum.

Hüseyin Abi babamdan birkaç yaş küçük, evli, biri kız diğeri oğlan iki çocuk babasıydı. Ateşli bir işçi sınıfı üyesiydi. Bir gece babam yine evin duvarına yazı yazıldığını fark etmiş dışarı çıkana kadar, yazıyı yazanlar çil yavrusu gibi kaçışmıştı. “İçlerinden biri Hüseyin’di” dedi babam.
Birkaç gün sonra, Hüseyin Abi ile babamın her zamankinden daha ateşli konuşmalarına tanık oldum. Sonra da bir daha birlikte görmedim onları.

Bu arada babamın eve bir silah getirdiğini hatırlıyorum. Annem çok tedirgin olmuş, babama baskı yaparak silahı götürmesini istemiş, babam tedbir amaçlı olduğunu ileri sürerek, itiraz edip silahı bir süre muhafaza etmişti.

Çok geçmeden sabah kalktığımda babamın evde olduğunu gördüm. Şaşırmıştım. Sadece pazarları evde olurdu. Ne oldu dememe fırsat kalmadan, “Darbe oldu. Sokağa çıkma yasağı var. Sokaklar asker dolu” dedi.

Bana bir şey ifade etmemişti. Darbe ne demek ki? Sokağa neden çıkılmayacak? Eeee bugün sokakta oyun yok mu yani? Eve tıkılıp kaldık iyi mi?

Sokağın girişine askeri jip nezaretinde, bir ekmek arabası gelmişti. Babamla gidip arabanın yanında sıraya girip, ekmek alarak tekrar evin yolunu tuttuk. Vay canına bakkal Rasim amca bile dükkânı açmamış demek. Oysa yaz-kış, yağmur-çamur, haftanın yedi günü açık olurdu sokağımızın bakkalı. O bile kapalıysa…

Televizyon akşamları açıldığı, yani yayın akşam başladığı için, durumu radyodan takip etti babam. Akşam olup, TV yayını başlayınca, 35 yıllık bilindik görüntü karşımıza çıktı. Omuzlarında bir sürü yıldız ve göğsünde madalya gibi acayip şeyler bulunan sert mizaçlı bir adam, neden darbe yaptıklarını anlatıyordu. Daha sonra yurdun dört yayından gelen görüntüler de yayınlanınca, darbenin ne demek olduğunu kavramaya başlamıştım.

Darbenin kaçıncı günüydü bilmiyorum. Sokağa çıkma yasağı kalkmış, memleket normale dönmeye başlıyordu.(!) Babam bir akşam, “Hüseyin’i almışlar” dedi.

Yıllarca Hüseyin abyi görmedik. Eşi bir iş bulmuş evi geçindirmek için elinden geleni yapıyordu. Çocukları okula devam ediyordu. Hayatları normal gibi görünüyordu ama içlerinde ne fırtınalar kopuyordu bilinmez. Bir süre sonra bizim sokaktaki evlerinden taşındılar. Oysa ev onlara aitti. Neden ve nereye gittiler?

Kadıncağız, Hüseyin abiden boşanmış, ama Hüseyin abi hâlâ ortada yok. Kaç yıl geçti. Çook, belki 10 yıl. “Hüseyin hastanedeymiş” dedi babam. Birkaç kez ziyaretine gitti. Ama biz olanlardan haberdar değiliz.

Hüseyin abiyi sokakta gördüm. Şaşırdım, tanımakta zorluk çektim. Emin olamadım. Bende bu arada, ergenliği aşmış gençliğe adım atmıştım.
Selam verdim “Hüseyin abi hoş geldin” dedim. Tanımadı. Durdu. Boş boş baktı gözlerime. Biraz daha durdu. Sonra bir şey söylemeden gitti.

Uzun süre cezaevinde yatmış, orada gördüğü işkenceden dolayı, akli melekelerini yitirmiş. Uzun süre de hastanede tedavi görmüş. Boş bakışları bir süre devam etti. Sonra kendini epey toparladı. Babamla dostlukları kaldığı yerden devam etti. Aradan geçen yıllara ve yaşananlara rağmen sanki hiçbir şey olmamış gibi, sokağımız Hüseyin abiyi yeniden bağrına basmıştı.

Hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ailesini kaybetmişti. Rahatsızlığından dolayı çalışamıyordu. Malulen emekli olmuş. Hüseyin abi, halen aynı sokakta, aynı evde tek başına yaşıyor. Çocukları evlenmiş. Hüseyin abinin torunları olmuş. Uzun aralıklarla da olsa, ziyaretine geliyorlarmış. Eşinin hakkında ise herhangi bir malumatım yok.

Ülkemin her köşesinde Hüseyin abi gibi binlerce örnek olduğunu çok iyi biliyorum. 12 Eylül’ün açtığı yaraların kapanmadığı ve o travmayı yaşayan en az iki kuşak bu dünyadan göçmeden de kapanmayacağını da çok iyi biliyorum.

Bir kara bulut,
Bir pranga gönüllerde…
Bir akıl tutulması…