Articles by "Özal"
Özal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ÖPÜCÜKLE KURTULAN DEMOKRASİ 
'French kiss' değil 'Özal kiss'...

Türk siyasetinde adam yetişmemesi, gelecek için en büyük tehlike. Bir siyasetçinin kolay yetişmediği bir ülkede, yetişenler de örnek alınmıyor maalesef.

Türk siyasi tarihinin en renkli siması şüphesiz ki Turgut Özal. Demirel, Erbakan diyenler olsa da, onun bir 'öpücükle' Türkiye tarihini nasıl değiştirdiğini öğrenince sezarın hakkını vereceksiniz.
Sevimli bir adam, müsamahalı, zeki ve iş bitirici...

Ha bir de 'tonton'... Demirel'in politik kurnazlığının yanında, Özal'ın sempatikliği en büyük kozuydu.

**********

Yıl: 1979 Demirel başbakan, Özal DPT müsteşarı. İTÜ'den abi-kardeşler aynı zamanda.
Elbette buhranlı dönemler siyaseten ve ekonomik yönden.

Özal bir dizi ekonomik uygulamalar içeren bir paket hazırlar. Sonradan 24 Ocak Kararları olarak tarihe geçecek paketi, askeri erkana da anlatmak isteyen (neden böyle bir gereklilik duymuş bilemiyorum. Sıkıyönetimden olabilir.)  Özal, Demirel'in izniyle generallere bir brifing verir. Ardından 24 Ocak 1980'de ekonomik paket açıklanır. Özal bir süre sonra yeniden-bu defa kararların yansımalarını sormak amacıyla-generallerle bir araya gelir. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve komutanların memnuniyetlerini görür.

Netekim 12 Eylül gelir çatar. Siyasiler Zincirbozan'a...

Lakin cunta ekonomik paketin aldığı yoldan memnundur ve devam etmesini ister. Kenan Evren, Özal ile görüşmek ister. Özal'a ekonomi paketinin uygulanması için ona başbakan yardımcılığı önerir. Milli Güvenlik Konseyi, başbakan olarak eski CHP Genel Sekreteri Turhan Feyzioğlu'nu görevlendirecektir. Özal Feyzioğlu'nun bulunduğu ortamda, onun başbakanlığındaki bir hükümette bulunmayacağını söyler. Konsey üyeleri, Özal'ı daha önce yakından tanıma fırsatı bulmuşlardır. Onun ekonomik gelişme üzerindeki kararlılığını bilmektedirler. 

"BAŞBAKAN YARDIMCILIĞI TEKLİFİNİ KABUL EDEYİM Mİ ABİ?"

Belki de bu yüzden veya başka sebeple de olabilir. Her nedense, Feyzioğlu yerine Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu başbakan olarak atanır. 
Turgut Özal başbakan yardımcılığı görevi teklif edildiğinde Evren'in müsaadesiyle, Demirel'i telefonla arar ve "Abi bana başbakan yardımcılığı teklif ediliyor. Kabul edeyim mi?" diye sorar. Demirel 'devlet görevi'nin kabul edilmesini söyler.

Özal cunta gölgesindeki hükümetin 1982 yılına kadar 22 ay başbakan yardımcılığını yürütür. Ardından ayrılır.

1982 anayasasından sonra, çok partili demokratik sisteme yeniden geçilecektir. Fakat sadecec MGK'nın onayladığı partiler kurulabilecek ve seçime gidecektir.

**********
Özal gittiği her yerde ondan parti kurmasını isteyenlerle karşılaşıyordu. Eski siyasetçilere parti kurma izni verilmeyecekti. Bunu öğrenen Özal, Demirel'e mesaj göndererek, parti kurmak için kendisinden izin ister. Demirel yeni partinin hazırlıklarını yaptığını arzu ederse Özal'ın kurucu üyeler arasında olabileceğini söyler. Özal eski tüfeklere izin verilmeyeceğini gayet iyi biliyordur.

Kafasına koymuştu bir kere. Evren'in huzuruna çıkıp, parti kurmak istediğini anlatır. Ve onlara bir de açık çek verir. "Uygun görmediğiniz bir durumda, partiyi kapatıp siyaseti bırakırım."

Kenan Evren bu öneri karşısında izni vermemezlik edemezdi.

Özal'ın ANAP'ının yanında, emekli paşa Turgut Sunalp  Milliyetçi Demokrasi Partisi'ni, uzun yıllar Cemal Gürsel, İnönü ve Bülent Ulusu'ya başbakanlık müşavirliği yapan Necdet Calp ise Halkçı Parti'yi kurmuştu.

CUNTADAN GELEN ŞOK

6 Kasım 1983 seçim tarihi olarak belirlendikten sonra, Özal yurt gezilerine soluksuz devam ediyordu. ANAP beklenmeyen bir yükseliş kaydediyordu.

Konsey durumdan oldukça rahatsızdı. Onlara göre seçimleri Turgut Sunalp kazanmalıydı. Eski silah arkadaşına bu amaçla partiyi kurduran onlardı.

4 Kasım'da beklenmeyen bir şey oldu. Kenan Evren TRT ana haber bülteninde, Özal'ı şoke edecek açıklamalarda bulundu.

Evren isim vermeden Özal'ı sert bir şekilde eleştiriyordu. Seçimlere iki günden az bir zaman kalmıştı. Amaç aba altında sopa gösterip, oyların MDP'ne kaymasını sağlamaktı.

Şok dalgası ANAP'a uzandığında herkes seçim günü olacakları merak ediyordu. Özal uykusuz iki gecenin ardından eşi ile seçim sandığının başında kameralar tarafından görüntülendi.

7 Kasım'da artık kesin sonuçlar açıklanmıştı.

Sonuçlar şaşırtıcıydı. ANAP Yüzde 44,5, Necdet Calp liderliğindeki Halkçı Parti yüzde 30.5,  MDP ise yüzde 24.1 oy aldı. Halk Evren'in blöfünü yememişti.

Neticeye göre hükümet kurma görevini Kenan Evren Özal'a vermeliydi. Ancak iki gün önceki konuşması durumu tehlikeye sokuyordu.

Milli Güvenlik Konseyi dilerse, seçimleri iptal edebilirdi. 

Özal seçim gecesi sonuçlar açıklanırken, genel merkezde herhangi bir kutlama yapılmamasını davul-zurnayla halay çekilmemesini istedi. Temkinli olmak, cuntanın tepesini attırmamak gerekiyordu.

GÖREVİ ÖPÜCÜKLE ALDI

Gözler devlet başkanı Kenan Evren'de iken, Özal hiç beklenmeyen ve teammüllerde olmayan bir şey yaptı.

7 Kasım'da Kenan Evren'den randevu istedi. Kamuoyu nefesini tutmuş pür dikkat kesilmişti. Köşkten 8 Kasım için cevap geldi. 

8 Kasım günü köşke çıkan Özal, onlarca flaş patlarken Kenan Evren ile tokalaştığı esnada kolundan tutup kendine çekerek İKİ YANAĞINDAN ÖPTÜ.

Evren emekli olduktan sonra olayı şöyle anlatacaktı: "Benim kimseyle öpüşme adetim yoktur. Bir cumhurbaşkanı önüne gelenle öpüşmez. Ama kolumdan tutup çekince ben de kendimi geri çekmedim."

Özal bu tavrıyla Evren'e herhangi bir sorunun olmadığını, devletin işleyişinin demokratik yollarla devam etmesi gerektiği mesajını, tüm dünyanın karşısında veriyordu.

Sempatisi ve kıvrak zekasıyla ÖZAL, Kenan Evren'in ön yargısını kırmış böylelikle hükümet kurma görevini almış oluyordu.

Bir öpücüğün, ülke kaderinde yaptığı etkiye bakarken, günümüzde her gün onlarca şehit veren bu ülkenin yöneticilerinin ne şekilde bir jestle ülkeyi kaostan kurtarabileceklerini bilemiyorum.





  

Ekonomik buhranlar veya gerilemeler, politik olarak dikkatlerin dağıtılmasını gerektirir. Düzmece siyasi krizler, hatta askeri darbeler organize edilir. Zamanımızda herşey ama herşey ekonomiktir.
12 eylül darbesinin arka planında liberal ekonomiye geçişin sağlanması yattığı gibi, 2001 krizi ve koalisyon hükümetlerine son verilme nedeni de; dünya finans sistemine Türkiye'nin adabte edilmesidir.

Geçen gece Türkiye İhracatçılar Meclisi'nin “Türkiye'nin Yıldızları Ödül” törenine davetliydim. Törende İSO 500 listesinde 343. sırada bulunan Durmazlar Makina da ödül aldı. Uzun zamandır
kendisini yakından tanıdığım Durmazlar Makina Yönetim Kurulu Başkanı Hüseyin Durmaz'la birkaç yıldır görüşemiyorduk. Bu vesileyle görüşme fırsatımız oldu. Durmaz aynı zamanda eski Makina İmalatçıları Birliği başkanı. Tören öncesi kokteylde ayak üstü laflarken, “Doğduğumdan beri kriz bitmedi şu memlekette” diye başlayan cümlesi gündem değerlendirmesiyle devam etti. Durmaz, bugün NASA'ya uzay mekiği üretiminde kullanılan makinalar yaptıklarını ifade ederken 58 yıllık firmalarının krizler içinde büyüdüğünü söyledi.

Türkiye'de ihracat yapan öz sermayeleriyle büyük atılımlara imza atan firmaların krizlere şerbetli olduğu gerçek.

Dolar ve Euro'nun son bir yılda tavan yapması, işsizlik ve cari açığın büyümesi, dış politikada; özellikle Ortadoğu'da uyguladığımız politikalar, enflasyonun artması,Türkiye'nin son birkaç yılda yaşadığı gizli ekonomik krizin ipuçları.

Gündeme baktığımızda kimsenin bunlardan söz etmemesini nasıl değerlendirmemiz gerekir?

Gezi Parkı eylemleriyle başlayan, 17 Aralık'la tavan yapan suni gündemler bitip tükenmek bilmiyor da ondan. İktidar partisi gündem belirleme ve gündem değiştirme ilizyonisti. Özellikle başbakan bu konuda tam bir mandrake.

Sim sala bim...

**********

Yazımızın ana ekseni aslında 'adam kıtlığı' konusu olacaktı.

Neyse küçük bir eksen kayması...

Osmanlı'da kullanılan 'kaht-ı rical' deyimi yani 'adam kıtlığı' mevzusu, dönem dönem yaşanan sıkıntılı bir durumdur.

Halkının yüzde 50 oyunu almış bir liderin, geri kalan yüzde 50'sini hedef tahtasına koyması kaht-ı rical dönemininden kurtulamadığımızın en bariz göstergesi.

İşi ehline vermek” veya “riyaset” sahiplerinin görev başında olmaları kaht-ı ricali engeller engellemesine de; peki ya gerekli meziyetlere sahip insanlar bulunmazsa/bulunamazsa ne olur.

Bugün yaşananlar elbette...

Özal'ın ölümünden bu yana kaht-ı rical devam etmektedir.
Özal sonrası ülkeyi yöneten parti ve liderlerine baktığımızda bunu açıkça görüyoruz. Son dönemde ise iktidar partisinin devlet ve halkıyla girdiği mücadele kaht-ı ricalin bir an önce bitmesi gerektiği gerçeğini de gün yüzüne çıkarıyor.

Yolsuzluk iddialarının üzerinin örtülmesi bile AKP'nin yerel seçimlerde oy oranında büyük düşüşlere sebep olmadı. Bazı siyasi yorumcuların bunu açıklamakta zorluk çekmelerini anlayamıyorum. Kabine üyelerinin çocuklarının evlerinde bulunan paraların, bir tv kanalının satın alınmasında kurulan konsorsiyumun, başbakanın oğlunun vakfına bağışlanan milyonların seçimlerde AKP'ye negatif yansımasının çok küçük olması, alternatifinin olmamasından kaynaklandığı çok açık.
AKP öncesi dönemde memleketin halini çok iyi hatırlayan vatandaş gidip yeniden oyunu AKP'ye verdi.

Yerel seçimlerde CHP gibi bir partinin MHP'li aday göstermesi kaht-ı rical değilde nedir?
Özal sonrası alternatiflere baktığımızda rahmetli Adnan Kahveci'nin lider olarak Türk halkının karşısında çıkma çalışmaları yaptığını görüyoruz. Hatta çocukluk arkadaşı yine rahmetli efsane vali Recep Yazıcıoğlu'nu da yanına alacağı biliniyordu. Ne yazık ki ve ne hikmetse ikisini de trafik kazasında kaybettik.

Mesut Yılmaz'ların, Çiller'lerin, Demirel, Erbakan ve Ecevitler'in dönemlerine tek tek projektör tutarsak, 'adam kıtlığı'nı görmemiz fazlasıyla mümkün.
Adam gibi görünen ve adam olmadığı çok sonra anlaşılan yöneticilerin elinde bu ülke yıllardır heder olmuştur.

**********

AKP'nin ve Tayyip Erdoğan'ın ne tür politikalar ürettiğine bakılmadan 12 yıllık iktidar mazilerinin ardında yatan gerçek alternatifsiz oluşlarıdır.
2002 yılında iktidara geldiklerinde, liberal-muhafazakâr olduklarını, halkın her kesimini kucaklayacaklarını defalarca dile getirmişler, meyhanelere kadar giderek oy istemişler, kendilerini halka arz etmişlerdi.
Sağdan merkeze kayan ve yapılan operasyonlarla merkezin tek partisi görünümü alan AKP, aslında hiçbir döneminde merkez parti olamamıştır.
ANAP ve DYP'nin birleşmesi engellenmiş, ortaya çıkabilecek tüm liderler ya pasifize edilmiş veya AKP bünyesine alınarak, merkez sağ tamamen AKP'ye tahsis edildi.

AKP ekonomi politikalarıyla Türkiye'yi tam bir kapitalizm döngüsüne sokmuş, muhafazakâr duruşu sadece iç politika aracı olarak kullanmıştır.
Uluslararası güçler tarafından 2001 yılına kadar bir türlü global finans sistemine, siyasi ve ekonomik krizler nedeniyle dahil edilemeyen Türkiye, sükûnete kavuşunca borsa ve bankaları global şirketler tarafından paylaşıldarak, dünyaya entegrasyon sağlanmıştır.

**********

Türkiye formüllere, tanımlamalara uymayan insanların yaşadığı bir ülkedir:
selamunaleyküm” diyen Ermenisi, “bye bye” diyen dindarı mevcut. Oruç tutan komünisti, namaz kılan ulusalcısı var.

'Öteki Türkiye' ile 'Beriki Türkiye'yi, 'Beyaz Türkler'le 'Siyah Türkler'i, ulusalcıyla muhafazakârı; ayrıştırmak, aralarında uçurumlar oluşturmak, oy rantı için farklı düşünceleri nefrete dönüştürmek yerine, 'milli birlik' potasında halkı kucaklayan bir lidere ihtiyaç var.
Taksim meydanında bira şişesiyle “TC” yazan adama kafayı takan değil, polisten kaçarak camiye sığınanlara şefkatle yaklaşan, onlara Allah'ın evini açan imamı sürgüne göndermeyen bir lidere ihtiyaç var.

12 yıllık iktidar günahlarını paralel bir günah keçisine yıkan değil, yolsuzlukla suçlanan bakanların dosyalarını hasır altı etmeyen bir lidere ihtiyaç var. Her olayda kendine ve partisine komplo yapıldığını iddia ederek, mağdur edebiyatının Tolstoy'u değil, ülke güvenliğini tehdit edecek boyutlara varan dinlemelerin faillerini ortaya çıkararak adalete teslim eden bir lidere ihtiyaç var.

Kaht-ı rical döneminin bitmesi, bu topraklarda yaşayan her türden insanla empati yapabilecek gerçek bir lidere ihtiyaç var. Kıran-döken değil; birleştiren, öfkeyle değil; usuletle ve suhuletle yöneten bir lidere ihtiyaç var.

Hz. Ömer, “Bana yardım ediniz” deyip sahabelerden yardım ister. Herkes “Edelim Ya Ömer! Malımızla, mülkümüzle, paramızla nasıl istersen yardım edelim” demişler. Hz. Ömer şu cevabı verir: “Hayır, hayır, bana her şeyden önce adam lazım, adam!



Yarın 20. yılı doluyor Ersever cinayetinin...
Avukatı ve ailesi yeni dava açmayı düşünmüyorlar ve zaman aşımı giriyor devreye.

Türkiye'nin kaderinin belirlendiği 1993 yılının en son ve en önemli faili meçhul cinayetlerinden biri 4 Kasım 1993 yılında Ankara'da işlendi. Neydi bu cinayeti bu kadar önemli yapan?
Türkiye gündemini o günlerden bugüne takip edenler çok iyi biliyorlar. Kırk yaşın altında olanların ise pek hatırlamayacağı bir isim; Ahmet Cem Ersever.

PKK'nın en azgın, Türkiye Cumhuriyeti'nin en karanlık yılı 1993. (1993'ü teferruatlı olarak yazmıştım: http://kemalkaplan.blogspot.com/2012/06/1993-sonu-baslangici.html)

Gizli bir el adeta ülkenin makuz talihini yazıyor o yıl. Turgut Özal, Adnan Kahveci (ANAP 'ın ileri gelenlerinden, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Özal'ın danışmanı. Özal'ın talimatıyla Kürt Raporu hazırladı), Uğur Mumcu (Mumcu en son PKK-Devlet ilişkilerini araştırıyordu), Eşref Bitlis (Jandarma Genel Komutanı. Kürt sorununun sosyal politikalarla çözüleceğine inanıyordu) ülke için elini taşın altına koyan bu isimler. 24 Ocak-17 Nisan arasında öldü/öldürüldü.
Nisan ayından sonra: 33 erin şehit edilmesi, Sivas Madımak Oteli yangını, Başbağlar katliamı, Bitlis'te otobüs taranarak 15 kişinin öldürülmesi, DEP milletvekili Mehmt Sincar'ın öldürülmesi, Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ın alnından tek kurşunla öldürülmesi, PKK'ya destek veren 60 işadamının listesinin açıklanması, 1993 yılında meydana geldi.

1 yıl içinde ülkenin böylesine ateş çemberine alınması kim/kimlerin oyunuydu henüz çözülebilmiş, bırakın çözülmeyi “1993” mercek atına bile alınmış değil.

İşte bu ateş çemberinin içinden bir jandarma binbaşısı, devletin PKK ile mücadelesinin yanlış olduğunu savunarak, görevinden istifa etti. Uzun süre Güneydoğu'da JİTEM komutanı olarak görev yapan Ahmet Cem Ersever, istifasının ardından, Aydınlık, Turkish Daily News, Panorama, Tempo ve Tercüman gibi yayın organlarına konuşarak, devletin PKK ile mücadelesini eleştirmişti.

Ersever'in istifasıyla, aynı yıl tepki olarak 100 TSK personelinin daha istifa ettiği gündeme gelmişti. Bunların içinden eski PKK itirafçısı, Ersever'le birlikte hareket eden Mustafa Deniz de Ersever'le aynı kaderi paylaşacak ve aynı tarihte Ankara Polatlı'da öldürülmüş olarak bulunacaktı. (Aynı günlerde Ersever'in sevgilisi olduğu iddia edilen Neval Boz da yine Ankara'da öldürülecekti. Ersever'in ekibi böylelikle tasfiye edildi)

Cem Ersever, özellikle Soner Yalçın'a yaptığı açıklamalarla (Soner Yalçın Cem Ersever'in ona gelerek JİTEM ve devlet içindeki bazı yapılanmalarla ilgili bilgi verdiğini anlatan bir kitap yayınladı. Kitap Ersever'in ölümünden sonra yayınlandı. Soner Yalçın kitapta tüm yazılanların Ersever'in itirafı olduğunu iddia ediyor.) gündeme oturmuştu.

Ersever, Üçgendeki Tezgâh, Kürtler PKK ve Abdullah Öcalan adlı kitapları yazarak, terörle mücadele ve PKK'nın bölge üzerindeki etkilerini anlattı.

Verdiği röportajlarda, 'Geçici Köy Korucusu' sisteminin yanlışlığına değindi. Cem Esever konuyla ilgili çok önemli tespitlerini dile getirmişti. Köy korucularına verilen mermilere GKK şeklinde damga vurulmasını, önerdi. “Mermileri, damgalı olarak koruculara verin. Bakalım şehit edilen askerlerden çıkarılan kurşunların kaçı PKK'ya kaçı koruculara ait tespit edilsin” şeklindeki açıklamaları, örtülü bir gerçeği gün yüzüne çıkaracak cinstendi.

Ersever öldürüldükten sonra kayıp evrak çantasının olduğu bu çantada çok gizli belgelerin bulunduğuyla ilgili çeşitli haberler yayınlandı. Yakınları Ersever'in titiz bir arşivci olduğunu beyan ediyorlar. Ölümünen sonra ona ait arşiv de bulunmadı. Cem Ersever röportajında, yine çok tartışılacak bir iddiada bulunuyordu: “Halepçe katliamını Saddam yapmadı. Elimizde laboratuvar sonuçları bulunuyor. Saddam yapmadığına dair deliller de mevcut” demişti.

İran-Irak Savaşı sürerken 16 Mart 1988 tarihinde, İran ordusuyla Saddam'a karşı ayaklanan Halepçe Kürtlerine karşı yapılan kimyasal silah saldırısında 5 bin kişi hayatını kaybetmişti. Saldırıyı Saddam yönetiminin yaptığı iddia edilmişti. Bu saldırıdan sonra Irak uluslararası arenadaki ittifaklarını kaybedecek, arddından Kuveyt'i işgal edecek sonrasında ise, ABD'nin BOP operasyonu başlayacaktı. Saddam bu saldırıyı hiçbir zaman üstlenmedi.

2004 yılında CIA'nın eski Ortadoğu'dan sorumlu yüksek araştırmacısı ve 1988-2000 arasında Amerika Kara Harp Okulu öğretim üyesi görevinde bulunmuş olan Prof. Stephen Pelletier tarafından hazırlanan ve söz konusu zehirli silahların İran'a ait olduğunu gösteren rapor açıklanmıştı.

Dünya kamuoyunun gündeminden uzun süre düşmeyen Halepçe Katliamı'yla ilgili Ersever'in “elimizde deliller var” şeklindeki açıklaması kendi için büyük tehlikeydi doğrusu.

Belki de birilerine mesaj vermeye çalışıyordu.

Ersever'in açıklamaları, siyasi ve askeri ortamda karşılık bulacaktı. Dönemin TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk ile görüşen Ersever, PKK'yla mücadele için sivil görev verilmesini istedi. Cindoruk konuyu başbakan Çiller'e açınca, Ersever'in çok fazla afişe olduğu karşılığını aldı.

**********

Cem Ersever, uzun süre Güneydoğu'da görev yaptı. Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı sırasında, bölgede pek çok faili meçhul cinayet işlendi. Ersever'in Yeşil ve Hizbullah (Lübnan Hizbullah'ı değil. Güneydoğu'da PKK ile mücadele için devlet destekli kurulan daha sonra korkunç cinayetler işleyen örgüt) lideri Hüseyin Velioğlu ile irtibatı olduğu biliniyordu.

Cem Ersever, sıkıyönetim zamanında Adıyaman Jandarma Bölge Komutanlığı'nda sorgu amiri olarak görev yaptı. Aynı dönem Adıyaman Jandarma Bölge Komutanı Albay Necabettin Ergenekon idi. Necabettin Ergenekon, Ergenekon Örgütü'ne ismini veren subay olarak anılmış, kendisi bunu yalanlamıştı. (Ergenekon'un ordudan atılan oğlu bulunuyor: Volkan Kemal Ergenekon. Volkan Kemal bir süre Vakit Gazetesi'nde de görev yapmış, daha sonra Üsküdar'daki evinde muska ve üfürük işleriyle meşgul olmuştu.)

Sık sık Kuzey Irak'a geçip, Talabani ve Barzani ile görüşerek, PKK konusunda istihbarat ağını genişleten Ersever, Abdullah Öcalan'a yakın bazı PKK militanlarını da devşirmişti. Öcalan'ın attığı adımdan haberi vardı. Suikast için yetkililerden izin istemişti. İstediği cevap gelmiyordu.
Ersever, PKK'dan sızdırdığı video görüntülerini TRT'de program yapan Ertürk Yöndem'e vermişti. Ateş Hattı adlı programı hazırlayan Yöndem videoları yayınlayınca, Türkiye'nin PKK konusunda Talabani ve Barzani tarafından nasıl kandırıldığı ortaya çıktı. 

Cem Ersever 28 mayıs 1993 tarihinde Milliyet Gazetesi'nin Ankara bürosuna faks çekerek, kamuoyu önünde, Güneydoğu'yla ilgili tüm gerçekleri açıklayacağını ilan etmişti:
"Ben Ahmet Cem Ersever; PKK ile mücadelede atılan adımların yanlış olduğunu, mücadelenin ehil ellerce yürütülmesi gerektiğine, Türkiye Cumhuriyeti'nin PKK sorununa karşı bir stratejisinin olmadığına inandığımı ve 1992 yılında zevehari kurtarmak gerekçesiyle bilgisizce yapılan Kuzey Irak harekâtını devleti bir açmaza soktuğunu, PKK'ya siyasi kazanımlar getireceğini, güçlenmesini sağlayacağını, siyasi işportacı Celal Talabani isimli şahsın Türkiye'de sadece PKK'nın askeri gücünü ele geçirmek maksadıyla tezgâhlar peşinde olduğunu beyan ederek 1993 yılı mart ayında kıdemli binbaşı rütbesinde, Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Grup Komutanlığı görevinden kendi isteğimle ve bazı arkadaşlarımla birlikte emekli oldum. 1984 yılından bugüne kadar yapılan yanlışlar, ihanetler ve uygulamalar konusunda Türk kamuoyunun aydınlatılması gerektiğine inanıyor ve görüşmeler sonunda belirlenecek bir tarihte Türk basınıyla kamuoyu önünde Celal Talabani'nin ihanetleri, pkk ilişkileri, Güneydoğu'daki gerçek durum, köy korucuları, itirafçılar, faili meçhul cinayetler hakkında ve bazı siyasilerin örgütsel konumları hakkında açıklamalarda bulunacağımı beyan ediyorum. Saygılarımla...."

Ersever'in son olarak ölümünden 6 ay önce devlet için hazırladığı Güneydoğu Raporu ortaya çıktı. Rapor Ergenekon dosyasına kondu. (Raporun detayını yazının sonuna ilave edeceğim.)

Ersever Güneydoğu'da PKK ile mücadelede yanlışlık içinde olunduğunu, gerçeklerin perdelendiğini bazı yetkililerin ve generallerin gerçekleri sakladıklarını, kendisinin de bu çarkın içine çekildiğini anlatıyor, hakkında açılan davada her şeyi anlatacağını söylüyordu.
Dava için ifade vermeye gittiği Ankara'da, 4 Kasım 1993'de Elmadağ'daki kireç ocaklarında cesedi bulundu. Elleri bağlanmış ve işkence yapıldıktan sonra, kafasına iki kurşun sıkılmıştı.

Kronolojik olarak tarihlere dikkat edin.
Yıl 1993:
24 Ocak Uğur Mumcu suikasti.
5 Şubat Adnan Kahveci'nin şüpheli trafik kazasında ölümü.
17 Şubat Eşref Bitlis'in şüpheli helikopter kazasında ölümü.
17 Mart Cem Ersever'in istifası.
17 Nisan Turgut Özal'ın yine şüpheli ölümü.

Nasıl takvim?
**********

Uğur Mumcu'nun öldürülmesinin ardından çeşitli teoriler ortaya atıldı. Mumcu'yu ölüme götüren sebebin PKK-Devlet ilişkisini ortaya çıkaran bilgilere ulaşmış olmasıydı. Mumcu öldürüldükten sonra TBMM'de kurulan komisyon suikastı araştırmakla görevlendirilmişti. Çalışmaları bittikten sonra derlenen bilgiler rapor haline getirildi. Raporu ilk okuyanlardan biri olarak, her sayfasında ayrı failler gördüm.
Mumcu suikastının üzerinin perdelenmiş olduğu ve raporun dezenformasyon yüklü olduğu ilk bakışta anlaşılıyordu. Kamuoyunda ve özellikle medyada suikastle ilgili yoğun gündem oluşunca, suikast İran bağlantısıyla Selam Grubu'na fatura edildi. Dosya kapandı.

1990 yılında öldürülen MİT eski Müsteşar Yardımcısı Hiram Abas hakkında yazılan Bay Pipo'da da aynı mantığı görebilirsiniz. Soner Yalçın'ın Doğan Yurdakul ile yazdığı kitapta, Abas'ı; solcuların öldürmüş olacağı gibi, ülkücülerin veya mafyanın da öldürmüş olması muhtemel görünüyor.

Ersever olayında da Cem Ersever'in Soner Yalçın'a giderek, itiraflarda bulunması sonucu Yalçın bir kitap yazıyor: “Binbaşı Ersever'in İtirafları”

Ersever öldürülünce daha cesedi bulunmadan da Soner Yalçın'a Ersever'in nüfus cüzdanı postalanıyor. Neden?

Soner Yalçın'ın Ersever'in itirafları olarak yayınladığı kitapta yer alan verilerin acaba ne kadarını Ersever anlattı. Yalçın'a uçan kuşlardan kitaba ilave etmesi için ek bilgi geldi mi?

Öyle ya, Ersever'in nüfus cüzdanını Yalçın'a gönderenlerin ilave bilgiyi ulaştırması hiç de yok sayılacak ihtimal olmamalı.

Kitaba göre, Aydınlık'a bir telefon geliyor; “Kontrgerillacı Ersever'i infaz ettik sıra Soner'de...”

Cem Ersever yarım düzine gazeteciye konuşmuşken; sıra neden "Soner'de..." Başkası değil.

İnsan kendine sormadan edemiyor. NEDEN?

Tuhaf bulduğum üç mesele daha var;

Türkiye'de bir süredir dikenli yollar temizlendiğinden, faili meçhul dosyalar yeniden açılıyor.

Birincisi: Ersever ile aynı yıl alnından tek kurşunla öldürülen Tuğgeneral Bahtiyar Aydın'ın ailesi; “20 yıldır ağlıyoruz” demesine rağmen NEDEN dava açmıyor?

İkincisi: Cem Ersever'in eşi Yıldız Ersever ve avukatı Emin Emir suskunluğunu bozmadıkları gibi, zaman aşımı gözlerinin önünden geçip giderken, NEDEN davayı yeniden açmadılar?
Ersever ile öldürülen Mustafa Deniz ve Neval Boz'un ailelerinin dava açmaması da 'NEDEN' sorumuza muhatap.

Üçüncüsü: Eşref Bitlis davasında en büyük mücadeleyi, kazada ölen Yüzbaşı Tuğrul Sezginler'in ablası Saime Sezginler verdi. Eşref Bitlis'in oğlu Tarık Bitlis'i aynı mücadele içinde göremedik.
2013 şubatında zaman aşımına giren Eşref Bitlis davası için, Türk halkına güvendiğini ifade eden Tarık Bitlis şöyle demişti: “Tek güvencem Türk halkı. Onun haricinde hukuki bir şey yapmayacağım.”
Tarık Bitlis babasının katillerinin bulunması için yeterli mücadeleyi NEDEN vermedi?

Yarın 4 Kasım 2013, Ahmet Cem Ersever cinayeti için son gün. 2O yıl doluyor. Zaman aşımı... Bir faili meçhul dosya daha tarihin tozlu raflarında yerini alacak.

4 Kasım demek belki de; Turgut Özal suikastı dahil, Eşref Bitlis ve Adnan Kahveci'nin ölümleri, Uğur Mumcu suikastı gibi, Güneydoğu'da devletin kara kutusu Cem Ersever'in sırlarını toprağın altından çıkaramamak demek.

4 Kasım demek; 20 yıl önce Ersever cinayetinin çözülmesiyle(!); engellenmiş Gaffar Okkan, Recep Yazıcıoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu ölümlerini anmama yıldönümü demek olabilirdi.

CEM ERSEVER'İN RAPORUNDAN

Politikacıların ucuz kahramanlığı: Topraktan kopma, işsizlik, sanayisizlik, kültürsüzlük tam bir barut fıçısı olarak tarif edilebilir. Güvenlik kuvvetlerinin çaba sarf ederek PKK’nin askeri faaliyetlerini durdurma mücadelesi demokrasi ve insan hakları adına baltalanmış, basın ve politikacıların ucuz kahramanlık malzemesi haline getirilmiştir.

Ayaklanmayı devlet hazırlıyor: Değişik bir yaklaşımla olaylardan uzak, bölge gerçeğini yaşamayan, neyin mücadelesinin verildiğinden haberi olmayan birtakım kişiler karar organlarını etki­ler hale gelmişler. Adeta bölgede bir halk ayaklanmasının objektif koşullarının oluşmasına yardımcı olmuşlardır.

Koruculuk hesabı: Ekonomik katkısı oluyor diyerek geçici köy korucularına ödenen para miktarı 180 milyar lirayı bulmuştur. Bir kaynağa göre bu para ile doğu kentlerine 180 adet et kombinası,1200 adet konfeksiyon atölyesi, 3 çimento fabrikası, alt katta ahırıyla banyo tuvalet bulunan 7200 köy evi, günde 40 kg süt veren holstein ineği ve dolayısı ile günde 3 milyon 600 bin litrelik süt kapasitesi sağlanabilirdi.

Toprak dağıtın, kooperatif kurun: Geniş kapsamlı bir toprak reformuna ihtiyaç vardır. Mevcut toprak ağalarının birkaç kat daha zenginleşmesi köylüyü değil batıdaki bar, pavyon ve kumarhaneleri kalkındırmaya yarayacaktır. Esnaf ve çiftçi kooperatifleri ile yapı kooperatifleri desteklenebilir, küçük çiftçi ve esnafa verilen krediler bu bölge için artırılarak taksit faizleri düşürülebilir, Mardin-Siirt-Hakkâri-Van ve Bitlis illerinde toprakların tümü kamulaştırılarak devlet çiftliği haline getirilebilir.

Kravatlı Koçerolar: Halen yol kenarları arıcılık, hayvancılık bahanesiyle derme çatma kurulmuş içi boş binalarla doludur. Devletin bu işler için verdiği milyarlarca liralık krediler sözde tesis sahibi kravatlı Koçeroların karanlık emellerine vasıta olmaktadır.

Lolipoplu propaganda: Güneydoğu’yu tanıdığını zannedenlerin çözüm üretmeye hakları olmadığı gibi susmaları vatandaşlık görevidir. Ben Doğu’da görevli iken diye başlayıp bulanık suda balık avlayanların Hamo-Mamo ağalar ile birlikte yedikleri kuzu çevirmelerini unutmaları, cumhuriyet tarihinde isyanlar kitabını da rafa kaldırarak Vietnam, Küba, Filipinler ve Latin Amerika ülkelerindeki çağın milli demokratik hareketlerini okumaları gerekir. Beş kilo pirinç, iki mekap, üç önlük, iki defter, bir lolipop ile propaganda çalışmaları devlet ciddiyeti ile bağdaşmamaktadır.
Dönemin TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk Cem Ersever'i hayatında hiç görmediğini iddia etmişti. Ersever'in yıllar sonra Cindoruk ile çektirdiği fotoğraflar, Cindouk'u yalanlamış oldu.

Ersever Yüzbaşı iken




Bir süredir uyuyamıyordu. Yine öyle bir geceydi. Tonton, komodinin üzerinde duran gözlüğünü almak için hafifçe eğildi. Gözlüğünü takarken, aynı zamanda yataktan doğrularak kalktı. Eşi Semra uyanmasın diye sessizce kapıyı açıp koridora süzüldü.
Çok geçmeden, köşkün tüm ışıkları yanmaya başladı. Başkentin burun düşüren ayazında, uşak, danışman, özel kalem kim varsa herkes seferber olmuştu.
Tonton çalışma odasında Ortadoğu haritasının üzerinde, tarihçi Ahmet Akgündüz’e sorular yağdırıyor. Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ve bizim için dayanak noktalarını öğreniyordu.

1990 kışında Cumhurbaşkanlığı köşkünde yaşananlar, üç aşağı beş yukarı böyleydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD’nin Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldıracağını biliyor, Türkiye’nin bu savaştan nasıl kârlı çıkacağının hesaplarını yapıyordu.
“Bir koyup üç almak” ağızlarda pelesenk olmuştu o dönem. Ama sonuç hüsran oldu. Bırakın üç almayı üçün birini bile alamadığımız gibi Irak’a uyguladığımız ambargo nedeniyle 36 milyar dolarlık bir kaybımız oluştu. Bunu da ABD’den tazmin edemedik.

Mevzu kapandı gitti. Aradan 22 yıl geçti. Bugün yeniden “Özal’ın Rüyası”nı görmeye başladık. Ortadoğu ağzımızı sulandırır oldu yine. Acaba bu defa ne koyup ne ala(maya)cağız merak ediyorum.

**********

Özal’ın rüyası dedik ama bu defa oyun daha büyük, tüm Ortadoğu’da bir hükümranlık iddiası mevcut. Bir “AKP Rüyası” yani.

Siyaset bilimcilerin ve dış politika uzmanlarının kahır ekseriyetle birleştikleri noktayı iyi biliyoruz: “Güçlü dış politika için, güçlü devlet olmak gerek” derler her zaman. Türkiye de güçlü devlet olmak için, AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana bir takım adımlar atıyor dış politika meselesinde.

Çook uzun yıllardır, uluslararası arenada “güçlülük” adına pek de varlık gösteremeyen Türkiye, başbakan Tayip Erdoğan’ın girişimleriyle bir noktaya doğru ilerleme kaydetti. Yaptığı ani çıkışlar ve fevri davranışlar, tüm dünyanın dikkatini Türkiye’nin üzerinde toplanmasına sebep oldu.

Reklâmın iyisi kötüsü olmazmış derler.

İşin reklâm boyutunun yanında bize maliyeti ve geri dönüşümü de önemli tabi.

Türkiye’nin dünya ölçeğindeki güç gösterisinin, muhatapları tarafından algılanma şekli ve geri dönüşleri, bizim büyük ve güçlü devlet göstergemiz olsun.
Bu bakış açısıyla AKP’nin izlediği Ortadoğu politikasına kuş uçuşu bir seyahat edelim.

Bu seyahatin üç ana durağı var. Türkiye’nin son 10 yılındaki Ortadoğu politikalarında Türk halkının da yüreğini sızlatan bu üç yol ayrımı, üç kırılma noktasını: 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak’ta Türk subaylarının başına çuval geçirilmesi, 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara Baskını ve 22 Haziran 2012 tarihinde Türk savaş uçağının düşürülmesi, oluşturuyor.


**********
AKP’nin ABD icazetiyle kurulduğu ve iktidara taşındığı malumun ilanı. 2001 yılında kurulan parti, kendi ifadeleriyle “muhafazakâr demokrat” yapısı içinde siyaset yapıyor. George Walker Bush’un 2000 yılında başkan seçilmesiyle, ABD’de de neo-liberaller yeni bir döneme girmişlerdi. Neo-liberallerin büyük çoğunluğunu eski solcular oluşturuyor. Bir kısmını ise muhafazakâr Hıristiyanlar. AKP’ye ve bugünkü kabuk değiştiren Türkiye  yapısına baktığımızda; eski solcular kendilerine kapitalist dememek için, “liberal demokrat” demektedirler. ABD’deki neo-liberaller ile Türkiye’deki muhafazakâr demokratlar ve liberal demokratlar aynı tastan su içmektedir. Dünya ticaretine açık bir Türkiye yaratan bu “demokrat” tayfa, ABD’nin Ortadoğu politikalarının eş güdümüdür.

11 Eylül’den sonra Irak’a saldırı için geri sayımı başlatan ABD, çiçeği burnunda AKP hükümetinden, istekte bulunur: Türkiye üzerinden Irak’a girmek çok daha kolay ve maliyeti düşük olacağından, AKP hükümeti aceleyle, meclise getirdiği fezlekeyle bunu sağlamak için girişimde bulunur. Fezlekenin geçip, topraklarımızı ABD ordusuna açacağımıza AKP emindir. Fakat kendi vekillerinden dahi evet oyu alamaz. 1 Mart 2003’te TBMM’de oylanan fezleke meclisten geçemez.

Aylar öncesinden hazırlıklarını bu yönde yapan ABD dumura uğrar. Mersin Limanı’na kadar gelen ABD gemileri geri döner. İktidar olması için uluslararası arenada her türlü desteği verdiği AKP başarısız olmuştur. ABD-Türkiye ilişkileri, uzun süre düzelmeyecek bir sürece girer.

Aynı yılın Temmuz ayına gelindiğinde ABD Irak’ı işgal etmiştir. 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta bulunan Türk Özel Kuvvetleri’ne bağlı karargâha baskın yapan 100 ABD askeri, karargâhta bulunan 11 Türk subayının kafasına çuval geçirerek esir alır. Karargâha gelen emirle Türk askerleri direnişte bulunmaz. 3 gün boyunca sorgulanan askerlerimiz, yetkililerin girişimleri sonucu serbest bırakılır.

Türkiye’de büyük infial yaratan olay sonrasında AKP ve başbakan Tayyip Erdoğan eleştirilirken, hükümetten ABD’ye nota verilmesi istenince, Erdoğan şöyle cevap verir: “bu müzik notası değil ki!”

Cuntacı(!) paşalara karşı direnmesiyle Ergenekon iddianamesine adı geçen dönemin genelkurmay başkanı Hilmi Özkök ise emekli olduktan sonra olayla ilgili bir soruyu şöyle cevaplandıracaktı: “Ben ABD’lilerin çuval olayının bizi bu kadar rencide edeceğini bildiklerini de zannetmiyorum. Çünkü onlar için bu çok normal. Göz bağlamak yerine, tamamen pratik bir çözüm. Bu çuval da değil, görmesini engelleyecek bir poşet.”

Müttefiki tarafından askeri esir alınan bir devletin iki tepe ismi bu açıklamaları yapıyor. Büyük ve güçlü devlet politikası bunu mu gerektiriyor bilemiyorum. Bildiğim şu var: ABD her yaramazlık yaptığımızda, akıllı olalım diye, bir tokat aşketmiştir suratımıza. Onun postuna tutunarak, Ortadoğu’da racon kesiyoruz. Kestirmezler…

**********

60 yıldır avuç içi kadar devlet Araplara kök söktürüyor. Sam Amca ve ırkdaşı bankerler sayesinde hem zengin, hem katil olan İsrail, 60 yıldır Ortadoğu’da kana doymuyor. Bölgenin afilisi Türkiye varken bu kolay olmamalı. AKP hemen kolları sıvıyor. İsrail-Filistin görüşmelerine aracı olmak istiyor. Ortadoğu’da yeni strateji şu: “Türkiye olmadan olmaz”
Yüz yıl önce kaybettiğimiz topraklarda at koşturmak istiyoruz. Haklı sebeplerimizde var. İsrail’in kabul etmemesine rağmen, 2008 yılında Filistin ve Suriye yönetimleri Ankara’ya gelerek, hükümet ile görüşmeler yapıyor. “Türkiye bu işi kıvıracak” derken, İsrail’in  tepkisi kanlı oluyor. Gazze’ye saldıran İsrail askerleri bin 300 sivili katlediyor. Büyük ve güçlü Türkiye’nin herhangi bir tavrı olmuyor-olamıyor.

Bu gergin süreç içinde 30 Ocak2009 tarihinde İsviçre'nin Davoskasabasında toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nda Başbakan Tayyip Erdoğan, “one munite” diyerek İsrail devlet başkanı Şimon Perez’e tüm dünyanın gözü önünde, “katilsiniz” diyor ve kesiyor raconu, toplantıyı terk ediyor.

Yağmasak da gürlediğimiz sürece, bize o lafı yedirirler. Nitekim öyle oldu. Isıracak köpek havlamazmış derler. İsrail misali…

Eli kandan kurtulmayan İsrail, Davos’un rövanşını da yine kanlı alacaktır.

Neyine güvendiğini hala anlayamadığım ve Ortadoğu’da attığı her adımı yüzüne gözüne bulaştıran AKP’nin garantörlüğünde Gazze ablukasının delinmesi için İnsani Yardım Vakfı (IHH) tarafından sivil bir operasyon başlatılır.

IHH tarafından 2 milyon dolara satın alınan Mavi Marmara adlı gemiye, insani yardım yüklenerek ve 500 kadar aktivistle yola çıkar. Amaç; İsrail ablukası altındaki Gazze’ye ablukayı delerek yardım götürmek. İsrail gemi yola çıkar çıkmaz, buna izin verilmeyeceğini açıklar. AKP’den gazı alan, IHH ve 500 aktivist kararlıdır. 
31 Mayıs 2010 tarihinde Akdeniz’de uluslararası sularda İsrail gemiye müdahale eder. Gemiye çıkan İsrail askerleri 9 Türk’ü öldürerek, 60’a yakın kişiyi de yaralanmıştır.
İsrail el koyarak Aşdodlimanına demirlediği gemiyi ağustos ayında serbest bırakır.

Türkiye, İsrail’den özür ve tazminat ödemesini istedi. İsrail hiç oralı olmadı. Olayla ilgili olarak bir yıl sonra açıklanan BM raporu da Türkiye’yi tatmin eder cinsten değildi. Dışişleri bakanı “İsrail yaptıklarının bedelini ödeyecek” dedi. Ama birtakım siyasi ve diplomatik sınırlandırmalarla işin üzerini kapattık.
Türkiye’nin yaptırım kararlarını İran, Mısır gibi batının dışladığı ülkeler desteklerken, ABD ve AB ülkeleri, Türkiye’nin bu adımlarla uluslararası aktör olma unvanının tehlikeye girdiğini dile getirdiler. 
 **********
2002 yılında iktidara gelen AKP, tüm bu yaşananlarla palazlanırken, son dönemde dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu dış politika anlayışıyla içimize su serpiyordu: “Komşularla sıfır sorun”
Bu anlayış aslında uzun yıllardır neredeyse bütün komşularımızla birbirini yiyen Türkiye’ye yabancı olmasına rağmen, umut vericiydi. Sorunsuz komşular, bizi siyaseten güçlendireceği gibi iktisaden de, büyüme sıkıntısı olan reel sektörün işine yarayacaktı.
Davutoğlu, yoğun mesai harcıyor, komşu ülkelerin birinden diğerine geçiyordu. Suriye de bu ülkelerden biriydi. Yıllarca su ve PKK yüzünden iki ülke birçok defa savaşın eşiğinden döndü. Hafız Esad’ın ölümünden sonra, oğlu Beşar Esad, Türkiye ve özellikle Tayyip Erdoğan’la çok sıkı fıkı oldu. Ailece çıkılan tatiller meyvelerini vermeye başladı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi Türkiye lehine büyüdü. Vizesiz geçişler başladı. Neredeyse sınırlar kaldırılacaktı.

Birden rüyadan uyandık. Pardon, pardon, “AKP rüyası”na girdik. Rüya, kâbusa dönecekti bizim için. Sanırım, Tayyip Erdoğan’da kendi rüyasını unutup, Türk halkıyla bir rüyaya ortak olmuştu. Erken uyandı.

“Kardeşim Beşar”, “Katil Esed” olmuştu. Kimse anlam, sır veremedi.

Suriye’de ABD eliyle başlatılan iç savaşta, hemen yerimizi aldık. Malumunuz üzere.

Muhaliflerin karargâhı olduk. Başbakan eline her mikrofonu aldığında, “Katil Esed seni istemiyoruz. Suriye’den git” demeye başladı.

Demokrasimiz bize yetip taştığı için Suriye’ye de vermeliydik. Onları bu nimetten mahrum mu bırakacağız: “Baasçı rejime hayır. Suriye halkı özgür olsun”

Tarihi, onlarca ülkede darbe yapmak-yaptırmakla dolu ABD işin kompetanı. Türkiye çaylak daha, palazlandırmamak için önünü kesenler de var. Durum zor. Ama gayretli ve sebatkârız, ABD’nin eteğinin altından racon kesmeye…

Kestirmezler…

Beşar Esad durumdan rahatsızlığını her defasında dile getirerek, Suriye’nin iç işlerine Türkiye’nin müdahale ettiğini ve muhaliflere kol-kanat gerdiğini söylüyor.

İpler kopmuş, hatta Hatay’daki mülteci kampları, Suriye’den açılan ateş sonucu vurulmuştu.

22 Haziran’da ajanslara düşen haber Suriye ile ilişkilerde yeni dönem başlatacak gibiydi: Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir savaş uçağı, Malatya’dan havalandıktan sonra Akdeniz üzerinde kayboldu

Sonraki günlerde uçağın Suriye tarafında uluslararası sularda düşürüldüğü resmi açıklamayla duyuruldu. Herkes Türkiye’den bir misilleme bekleye dursun; uçağımız düşeli ve iki pilotumuz şehid olalı, neredeyse bir ay olmasına rağmen; uçağı kimin düşürdüğü, nasıl ve nerede düştüğü muamma.

Her açıklama bir diğerini yalanlar biçimde. Bu açıklamalar hem de başbakan, dışişleri bakanı ve milli savunma bakanından geliyor.

Kamuoyu Suriye’ye misilleme şöyle dursun, aradan geçen bir ay içinde, sorulara cevap bulunmasını istiyor. O duruma geldik yani.
Ama bizimkilerden çıt yok. Şimdilerde CHP kurultayına ve Kemal Kılıçdaroğlu’na kilitlenmişler. Bir de Numan Kurtulmuş’a… Kurtulur mu, Kurtarır mı bilinmez…

**********

Son 10 yılda Türkiye’nin Ortadoğu’da geldiği nokta gösteriyor ki, önce ‘kodun mu oturtacaksın.’ Laf ebeliği yerine icraat yapacaksın. Büyük oynayacaksan savaşı bile göze alacaksın. Sadece kendine güveneceksin. Kendi dış politikanı kendin çizeceksin. Öncelikle şunu unutmayacaksın: Sen bu topraklarda kalıcısın. Gideceğin başka yer yok. Buna göre siyaset belirleyeceksin. Özal gibi yanılgıya düşmeyecek, gizli anlaşmaları kâğıt üzerinde yapacaksın.

Yoksa racon kesemezsin. Kestirmezler…


 Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün talimatıyla hareket geçen Devlet Denetleme Kurulu, eski Cumhurbaşkanlarından Turgut Özal’ın ölümüyle ilgili başlattığı araştırmayı bitirdi. Sonuç: Ürkütücü…

DDK’nın hazırladığı 44 sayfalık raporun hülasası: Turgut Özal’ın öldürülmüş olabileceği. DDK bunun ortaya çıkması için feth-i kabir yani mezarın açılıp otopsi yapılmasını istiyor.
Bu istek resmi makamlarca nasıl yankı bulacak, otopsi yapılacak mı? Bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz. Otopsi yapılır veya yapılmaz. Ölüm sebebi belli olur veya olmaz. Bunlar bir kenara, Turgut Özal’ın öldüğü yıl olan 1993 yılına geri dönüp, Özal’ın ölümü öncesi ve sonrasında yaşanan olayların çok daha önemli ve bir o kadar da, hepsinin tek tek ele alınması gerektiği kanaatini taşıyorum.
Son yıllarda kürt sorunu tartışmalarının alevlenmesi ve PKK’nın yeniden gündeme gelmesi, 1993 yılını daha da önemli kılıyor bence.

1992 yılında Turgut Özal Güneydoğu ile ilgili olarak Cumhurbaşkanlığı sözcüsü Kaya Toperi ve başyaveri kurmay Albay Arslan Güner’e, 10 sayfalık bir Kürt Raporu hazırlattı.
Özal raporu 13 Mart 1992 tarihli MGK’da gündeme getirdi ve af dahil siyasi-sosyal çözümlere değindi.
Aynı günlerde ilginç bir biçimde şiddet eylemleri had sayfaya vardı. PKK bir yerden düğmeye basılmış gibi devletin en tepesinde af, siyasi-sosyal çözüm konuşulduğu bir dönemde bu konuşmaları provoke edercesine eylemlerine hız verdi. 1992 Nevruz’unda bölge halkını “kitlesel ayaklanma” çağrısı ile kışkırttı ve Mart 1992’de tarihin en kanlı Nevruz’unu yaşadık.

İki günde resmi kayıtlara göre 57, sivil toplum kuruluşlarına göre 113 kişi hayatını kaybetti.

Turgut Özal o günlerde ANAP Milletvekili Adnan Kahveci’ye de aynı konuda rapor hazırlaması için görev verdi. Adnan Kahveci bir süre Güneydoğu’da inceleme yaptı ve “Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez?” başlıklı raporunu Mayıs 1992’da Turgut Özal’a sundu. Adnan Kahveci raporunda diyordu ki:  “Askeri çözümle ülke çözüme ulaştırılamamıştır. Bugün Kürt sorunu siyasal bir kriz halini almıştır. Çözüm için cesur adımlara ihtiyaç vardır. Bu nedenle Kürt realitesi, Kürt kimliği ve dili hızla kabul edilerek Kürtlerin siyasal hakları verilmelidir. Bu durum Türkiye’de demokrasiye ufuklar açmakla kalmayıp PKK gibi terör örgütlerine olan halk desteğini de ortadan kaldıracaktır.”
Cumhurbaşkanı Özal Kürt sorununu çözmek için uğraştıkça nedense şiddet eylemleri artıyordu. Adnan Kahveci’nin raporu 27 Ağustos 1992 tarihli MGK’da tartışıldı ve Özal GAP Televizyonunda Kürtçe yayın yapılmasını istemişti. Ve ardından Türkiye’de derin bir el PKK aracılığıyla bazen bölge halkını kurşuna dizerek bazen güvenlik güçlerine saldırarak Kürt – Türk çatışmasını sağlayacak kanlı eylemlerin dozunu arttıracaktı.

Şimdi tarihe küçük bir yolculuk yaparak, Özal’ın ölümü öncesi ve sonrasında meydana gelen olaylara kısaca bakalım. Özal 1992 yılının mart ayında MGK’da kürt raporunu gündeme getiriyor. Mart ayından sonra yaşananlar:

            11 Haziran 1992: Bitlis Tatvan’da Köy minibüsü durduruldu minibüs kurşuna
            dizildi, 13 köylü öldü.

            27 Haziran: Silvan Yol aç Köyü Cami cemaati kurşuna dizildi. 10
            köylü öldü..

            18 Ağustos: Şırnak’da olaylar çıktı. İçişleri bakanı İsmet Sezgin
            olayı “300 PKK’lı şehri bastı” diyerek duyurdu. 3 gün süren
            olaylarda şehir harabeye döndü. Ölü ve yaralıların kesin rakamı hâlâ
            bilinmiyor.

            5 Eylül: Bingöl Genç karayolunda araçtan indirilen 7 kişi öldürüldü.

            13 Eylül: Şemdinli’de Jandarma Karakolu basıldı, 15 er şehit oldu.

            15 Eylül: Batman Kozluk ilçesi köy minibüsü bombalandı, 10 köylü
            öldü.

            29 Eylül: Irak sınırındaki Derecik karakolu basıldı 27 askerimiz
            şehit oldu.

            1 Ekim: Bitlis’in Cevizdalı köyünde 30 kişi öldürüldü.

            20 Ekim: 72 yaşındaki Kürt yazar Musa Anter Diyarbakır’da öldürüldü.

             Ve bu olaylar sonunda Silahlı Kuvvetler Peşmergelerle birlikte
            Hakurk operasyonunu başlattı. İlk defa peşmergelerle ortak harekât
            Yapılıyordu. Ardından Bingöl ve Diyarbakır’da PKK kampları havadan bombalandı.
            150 PKK’nın öldüğü açıklandı.

            24 Ocak 1993: PKK-Devlet ilişkisini inceleyen bir kitap
            hazırlığındaki Gazeteci-yazar Uğur Mumcu evinin önünde öldürüldü.

            5 Şubat: ”Kürt Sorunu Nasıl Çözülmez” isimli raporu hazırlayan Adnan
            Kahveci şüpheli bir trafik kaza geçirdi ve eşiyle birlikte vefat
etti. (Adnan Kahveci ANAP içinde çok büyük bir kitlenin desteğiyle genel başkanlığa hazırlanıyordu. Yanına çok yakın arkadaşı süper vali rahmetli Recep Yazıcıoğlu’nu da alacaktı. Yazıcıoğlu’da Kahveci’nin ölümünden 10 yıl sonra yine şüpheli bir trafik kazasında öldü.)

            17 Şubat: Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis’in helikopteri
            Ankara yakınında düştü. Helikopterdekilerden kurtulan olmadı. Eşref
            Bitlis vefatından bir hafta önce Suriye, İran ve Irak dışişleri
            bakanlarıyla PKK’nın bitirilmesi için görüşmeler yapmıştı.

            17 Nisan: Cumhurbaşkanı Turgut Özalsabah saatlerinde kalp
            yetmezliği sebebiyle vefat etti. Özal ölümünden iki ay önce
            Başbakan Süleyman Demirel’e Kürt sorununun çözümüne dair önerileri
            içeren bir mektup göndermiş, mektubunda çözüme yönelik siyasi-sosyal
            önerilerini sıralamıştı. Turgut Özal’ın ölümü hâlâ tartışılmaya
            devam ediyor ve çoğu kimse bunun bir suikast olduğuna inanıyor.

            16 Mayıs: Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı seçildi.

            24 Mayıs: Bakanlar Kurulu 25 Mayıs’ta af gündemiyle toplanacaktı. Ama
            o gün Bingöl’de terhis olan 33 er şehitedildi. Erler silahsız ve
            korumasız sivil bir araçla yola çıkarılmıştı. PKK’nın bu durumu
            önceden istihbarat aldığı o gün de söylenmişti. Şimdi Ergenekon
            Davası ile bunun PKK’ya bir gün sonra toplanacak Bakanlar Kurulu’nu
            provoke etmek için bilgi sızdırıldığı hem canlı tanıkları hem de
            davadaki belgelerle anlatılmaya devam ediyor.

            15 Haziran: Tansu Çiller ilk kadın başbakanımız oldu.

            15 Haziran: Bitlis’te 9 vatandaşımız iki köye yapılan roketatar
            saldırısı ile öldürüldü.

            2 Temmuz: Sivas’ta Madımak Oteli ateşe verildi 37 Alevi vatandaşımız
            yanarak veya dumandan boğularak can verdi.

            5 Temmuz: Erzincan’ın Başbağlar Köyü basıldı 33 kişi katledildi. Köy
            Sünni bir köyümüzdü.

            4 Ağustos: Bitlis Mutki otobüsü tarandı 15 kişi öldürüldü.

            4 Eylül: Batman’daki olaylarda DEP Milletvekili Mehmet Sincar ve DEP
            İl Yöneticisi öldürüldü.

            10 Ekim: Başbakan Tansu Çiller Viyana’da “İspanya tecrübesinden (Bask
            Modeli) biz de yararlanacağız” dedi.

            11 Ekim: Cumhurbaşkanı Demirel Başbakan Tansu Çiller’i yanıtları
            “Çözümü İspanya’da arama” dedi.

            22 Ekim: Diyarbakır Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Bahtiyar
            Aydın Tugay komutanlığı bahçesinde alnından vurularak öldürüldü.
            Başlatılan operasyonda Lice’nin üzeri siyah dumanlarla kaplandı.
Lice’yi giriş çıkışlar yasaklandı. (Bugün Bahtiyar Aydın’ın öldürülmesi
konusunda yeniden araştırma başlatıldı.)

            27 Ekim: Lice olayları sonrasında daha önce Kürtçe yayından, Bask
            Modelinden bahseden Başbakan Tansu Çiller şahinleşti ve “Ya bitecek
            ya bitecek!” dedi.

            31 Ekim: Tansu Çiller “Terörün dıştaki ve içteki kaynaklarını
            Kurutacağız” dedi.

            3 Kasım: Tansu Çiller “Elimizde PKK’ya yardım eden 60 Kürt
            İşadamının listesi var. Devlet PKK ile olduğu gibi PKK’ya mali
destek sağlayanlarla da her biçimde mücadele edecektir” dedi.
Bu açıklamalardan sonra bazı Kürt işadamları öldürüldü. Bazıları
da rüşvet vererek canlarını zor kurtardı.

4 Kasım: Orgeneral Eşref Bitlis'in şüpheli ölümünden sonra Mart 1993'te bu olayı protesto etmek için Jandarma Komutanı Binbaşı Ahmet Cem Ersever askerlikten istifa etti. Ersever daha sonra, Celal Talabani'nin ihanetleri, PKK ilişkileri, Güneydoğu'daki gerçek durum, köy korucuları, itirafçılar, faili meçhul cinayetler hakkında birçok açıklamada bulundu.   "Güneydoğu Anadolu'daki olayların gerçekleri Türk milletinden gizleniyor"  dedi. Ve 4 Kasım 1993'te elleri önden bağlanmış kafasına iki el ateş edilmiş cesedi, Ankara Elmadağ ilçesi çıkışında bulundu.

Yukarıdaki olaylara 2012 yılından bakıp tahlil ettiğimizde, bu olaylardan ve ölümlerden kimler yararlandı. Hangi siyasilerin ölümüyle, hangi siyasi figürlerin önü açıldı. Görmemiz mümkün.
Ayrıca PKK ve kürt sorununun o yıllarda çözülmeyerek bugünlere kadar, Türkiye’nin sırtında bir kambur olması kimin-kimlerin işine yaradı. Bunu da değerlendirmek ve geçmişe bakarak, geleceğe bir yön çizmek gerek.