Articles by "Uğur Mumcu"
Uğur Mumcu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Ocak 2016
KEMÂL KAPLAN

MUMCU: Faili meçhuller, suikastlarla dolu 1993'ün ilk karanlık olayı Uğur Mumcu'nun katledilmesiyle başladı. 24 OCAK PAZAR sabahı aracına konan bomba ile Mumcu katledildi. 1997 yılında TBMM'de kurulan komisyon suikastı aylarca araştırdı. Raporu yayınlanmadan okuyan birkaç kişiden biri olarak her sayfasında ayrı bir fail gördüm. Komisyona ifade verenler, suikastı maksatlı olarak çarpıtıp, hedef saptırmış. Sonrasında suikastı gerçekleştirdiği söylenen insanların ise tamamen masum olduğunu biliyorum. Öldürülme sebebi hakkında çok şey yazıldı. En önemlilerinden biri devlet-pkk ilişkisini ortaya çıkaran belgelere ulaşmasıydı.
OKKAN: "Devleti halkla buluşturan adam" olarak tarihe geçecek işler yaptı görevli olduğu DİYARBAKIR'da. Bugün devletin bir tabur askerle dolaştığı Sur sokaklarında korumasız geziyordu. Diyarbakır halkı hiçbir kamu görevlisine bu kadar inanmamış, bu kadar güvenmemişti. Gaffar Okkan "Bana Düzce ve Diyarbakır'da hiçbir şey olmaz" diyerek,güvenin karşılıklı olduğunu gösteriyordu. 
24 OCAK 2001 çarşamba günü, emniyetten ayrıldıktan sonra saldırıya uğrayarak katledildi. Katiller öylesine gözü dönmüştü ki, Okkan öldükten sonra bile yanına giderek, yüzünde bir şarjör boşalttılar. Bu neyin nefretiydi. Suikastı HİZBULLAH'ın düzenlediği söylense de, böylesine sofistike bir eylemi Hizbullah'ın gerçekleştiremeyeceği aşikardı. Suikastı ÖKK'ye bağlı C Timi'nin gerçekleştirdiği, aynı timin, aynı yılın mayıs ayında bindiği Casa uçağının da düşürüldüğü böylelikle iz sürülmesinin önünün kesildiği iddia edildi.
2012 yılında tanıştığım Erdoğan'ın 4 yıl koruma müdürlüğü yaptığı Zeki Bulut, Gaffar Okkan'ın o dönem özel kalem müdürlüğünü yapmıştı. Bulut suikast günü Okkan ile çıkmamış emniyette kalmıştı.
Denizli Emniyet Müdürü iken, Denizli'de bir süre görüşme fırsatı bulduğum Zeki Bulut suikast ile ilgili çarpıcı bilgiler verdi. Yayınlanması sıkıntı yaratacağından detaya girmiyorum.

İKİ DAVA ADAMI İNANDIKLARI UĞRANA KATLEDİLDİLER.
İKİ GİRİFT FAİLİ MEÇHUL. İKİ BÜYÜK KAYIP.

KEMÂL KAPLAN - 17 Ekim 2015

Kendinize hiç sordunuz mu; Bu ülkede neden yeni bir siyasi lider çıkmıyor. sağda neden bir alternatif parti kurulmuyor?

Türk siyaseti 13 yıldır alternatifsiz bir AKP iktidarıyla nasıl yürüyor. Nasıl oluyor da, AKP merkez sağ parti iddiasını tek tabanca sürdürebiliyor?

Tüm söylemlerini bu alternatifsizlik üzerine kuran AKP, aldığı oy oranının alternatifsizlikle doğru orantılı yükseldiğini gayet iyi biliyor.

40 yıldır sol partilerin iktidar olma ihtimalsizliği siyaset bilimciler tarafından kabul gören bir senaryo, oyunlar sağ partiler üzerine yapılıyor. Stratejiler onun üzerinden ilerliyor.

Özal'dan AKP'ye kadar geçen süre içinde merkez sağ ANAP ve DYP ekseninde siyaset yapıyor ve iktidar gel-gitleri bu partilerle gerçekleşiyordu. İki partinin ekonomik ve siyasi performansları, gerek tek başına, gerekse koalisyon dönemlerinde kendilerini bitirme yönünde tezahür etti.

Enflasyon-devalüasyon girdabından, yolsuzluk, devlet-mafya-çete üçgeninden ve 28 Şubat garabetinden kurtulamayan merkez sağ, en son karmaşık bir; sağ-sol-milliyetçi sağ (DSP-ANAP-MHP) koalisyonuyla ipi boğazına geçirerek, altındaki sandalyeye kendisi bir tekme atmış oldu.
"Bu bir krizdir" diyerek, memleketi uçurumun eşiğinde bırakıp giderlerken, merkez sağı 'Ilımlı İslâm(!)' projesine teslim ettiklerini biliyorlar mıydı?

10 YILDA PARTİLERİNİ VE KENDİLERİNİ BİTİRDİLER

Türk siyaseti başrol oyuncularını kolay kolay sahneden indirmez. Demirel, Erbakan ve Ecevit'e bakınca bunu anlayabiliriz. Yaşasaydı Özal'ın da 40 yıl siyaset sahnesinde olması muhtemeldi. Peki nasıl oldu da, merkez sağın iki ismi, Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz henüz 10 yılı bile tamamlamamışken, hem partilerini hem de, siyasi yaşamlarını batırıp-bitirip çekip gitmişlerdi.
Refah Partisi'nin başına gelenler ise iki kez kapanma ve yenilikçi tasvir edilen kanadın partiden ayrılmasıyla, Milli Görüş bir daha belini doğrultamadı.

Yenilikçi kanat önce Abdullah Gül sonra Tayyip Erdoğan'ın liderliğinde ANAP ve DYP siyasetçilerini de bünyelerine katarak, AKP adıyla merkez sağa talip oldular. Muhafazakâr-demokrat söylem ve dibe vuran ekonomik yapı, AKP oluşumunu bir anda iktidara taşıdı.

GELELİM ASIL MESELEYE

Merkez sağın tekel altına alınması çok planlı ve stratejik bir operasyon olarak yıllara yayılıp uygulandı. AKP iktidarının en büyük başarısı da bence budur. Kendilerine rakip olabilecek hiçbir siyasi oluşum veya lideri daha palazlanmadan yok ettiler veya bünyelerinde erittiler.

ANAP içinde parlayan bir yıldız olan Erkan Mumcu, AKP saflarına dahil edilerek, kültür bakanlığıyla oyalanması sağlandı. Bir süre sonra Mumcu, AKP içinde kendine bir yer bulamayacağını anlayınca, ANAP kalıntısının başına geçti. adı DP olarak değişen DYP'nin başında ise 'pike' lakaplı her dönemin gizem adamı Mehmet Ağar bulunuyordu.

Erkan Mumcu, Mehmet Ağar ile görüşerek 2007 yılındaki seçimlere DP çatısı altında katılmak için anlaşmış olmasına rağmen, DP Yüksek Seçim Kurulu'na verdiği listede hiçbir ANAP'lıya yer vermemişti. Mumcu durumu şöyle özetledi: "Anlaşmamıza rağmen, bize ihanet yapıldı. Ağar kalleşçe davrandı."

Mehmet Ağar her zamanki gibi yine sustu. Suskunluğu ona çok şey kazandırdı bugüne kadar. 2011 yılına gelince Ağar, oyunu AKP'ye vereceğini açıkladı. 2012 yılında Susurluk davasından aldığı ceza onanınca, Ağar'ın Bodrum'da yaşayan ailesine yakın olabilmesi için civarda cezaevi arayışı başladı. Adalet Bakanlığı yetkilileri Bodrum'a 160 km. mesafedeki Yenipazar ilçe cezaevinin onun için uygun ve güvenlikli cezaevi olacağını söyledi. Ağar girmeden cezaevinde tadilat yapıldı. Yakınına bir de helikopter pisti inşa edildi. Ağar gidip teslim oldu. 1 yıl sonra demetimli serbestlik sayesinde tahliye oldu. Çıkınca, ''Bunu bir devlet görevi olarak gördüm, tamamladım. Devlet 'gel' dedi geldik, 'git' dedi gittik'' dedi.

CEM UZAN OPERASYONU

Bir iş adamı ve medya patronu durduk yerde parti kurdu. Meydan meydan gezdi. kurulduktan 6 ay sonra katıldığı seçimlerde yüzde 7.25 oy aldı. AKP ile aynı dönem kuruldu. İlk seçimlerine 2002 yılında beraber girdiler. AKP iktidar oldu. O 2007 seçimlerini beklemek zorunda kaldı. Tüm kamuoyunu hayrete düşüren bir çıkış yapan çiçeği burnunda siyasetçi Cem Uzan'dan başkası değildi. Hiçbir siyasi alt yapısı yoktu. Kadroları kurt siyasetçilerden oluşmuyordu. AKP için gelecekte çok ama çok büyük rakip olacağını kestirmek zor değildi.

2007 yılına kadar Cem Uzan'a yapılan operasyon sonuç verdi. Adamın tüm şirketlerine, inşaa ettiği elektrik santrallerine, gsm operatörüne ve tüm medya organlarına el koydular. 2007 seçimlerine gelindiğinde Cem Uzan'lı Genç Parti sadece yüzde 3 oy alabildi. Uzan 2 yıl sonra çareyi kaçmakta buldu.

KURTULMUŞ VE SOYLU AKP'YE NASIL GEÇTİ

İki kez kapatılan parti Saadet,  yeni bir kan bulmuştu kendine: Numan Kurtulmuş. Yeni lider söylemleriyle AKP tabanını da oluşturan Milli Görüş içinde yeniden kıpırtılara sebep oldu. Erbakan da hakkın rahmetine kavuşunca,  parti içindeki Kurtulmuş'un yükselişi, eski kadroları rahatsız etmeye başladı. Parti içinde muhalefet sesleri yükselmeye başladı. Kurtulmuş bir karar verme ihtiyacı duydu. Mücadeleye Saadet içinde mi devam edecekti yoksa yeni bir parti mi kurmalıydı.

Bir süre bocaladı. AKP ile de yakın olan bazı gazetecilerden fikir aldı. (İsimleri bende saklı) Kurtulmuş telkinlerle Saadet Partisi'nden kopmaya karar verdi. O güne kadar Tayyip Erdoğan ve AKP aleyhine çok sert açıklamalar yapan Numan Kurtulmuş artık AKP'de siyaset yapacaktı.

Ağar'ın ardından DP'nin başına önce Namık Kemal Zeybek sonra 2008 yılında Süleyman Soylu geçti. Gençti, dinamikti parti içinde seviliyordu. Merkez sağda yeni bir hareket  olabilir, DP'yi belki de meclise taşıyabilirdi. Basın da Soylu'ya ilgi gösteriyordu. 2009'da kendi aldığı olağanüstü kongre kararında koltuğu Hüsamettin Cindoruk'a kaptırdı. Soylu'nun siyasi yaşamı DP'nin çalkantılı kongreleriyle 2012'ye kadar devam etti. Sonra AKP'ye katıldı.
DP Kocaeli İl Başkanı Mustafa Nazlıgül, Soylu'yu partiyi bitirmek ve kasasını boşaltmakla suçladı.

AKP İÇİNDEKİ İHTİMALLER

AKP parti dışındaki üç lider tehlikesinden ikisini bünyesine alarak enterne etti. Üçüncüsü olan Cem Uzan'ı ise memleket sınırları içinde bile barınamaz duruma getirdi.

Gelelim içerideki tehlikelere...

Erkan Mumcu bir tehlike idi. Parti içinde zapt edemediler. Mehmet Ağar'ın 'ihanetiyle' Mumcu'nun siyaseti bitmiş oldu.

AKP içinde bir dönem çok dikkat çeken karizması ve liyâkatıyla öne çıkan ve parti geleneğinden gelmeyen en önemli isim Kürşad Tüzmen idi. Tüzmen 1999-2002 yıllarında Dış Ticaret Müsteşarı olarak görev yapmıştı. AKP'nin ilk iki döneminde Gümrükler ve Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı olarak görev yaptı. Ne yaptıysa ilgi odağı oldu. Alışılmışın dışında bir siyasetçi tablosu çizdi. Sempatikti, atletikti, dışa dönüktü. Bana göre pek çok kişiden daha fazla liderlik vasıfları taşıyordu. AKP iki dönem sonra ondan vazgeçti. Siyaseti genç yaşta bıraktı ve bir daha da niyetlenmedi(?)

Bir diğer isim Abdüllatif Şener idi. AKP kurucularından hâtta ağır toplarından biriydi. İlk dönem Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olarak görev yaptı. İkinci dönem seçimlerinden önce partiden istifa etti. Kimse ne olduğunu anlamadı. Partiden ayrılma sebebi olarak ne AKP kanadı ne de Şener doyurucu bir açıklama yapmadı. Türkiye Partisi'ni kurdu. Sonra da kapattı.

Parti içindeki son isim İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı yapan Ali Müfit Gürtuna. Gürtuna Tayyip Erdoğan'dan çok önce ANAP saflarında 1984 yılında İstanbul Büyükşehir Meclis üyeliği ve meclis başkanvekilliği görevlerinde bulundu. 84-89 yılları arasında geçen bu süreden sonra ANAP'In içindeki sıkıntılardan dolayı siyaseti bıraktı. 1994 yılında Erdoğan'ın teklifiyle Refah Partisi'nden meclis üyesi oldu. Erdoğan ile oldukça uyumlu çalıştı. Başkavekilliği yaptı. 1998'de Erdoğan'ın cezası onanınca 1999 yılındaki seçimlerde kapatılan RP'nin yerine açaılan Fazilet Partisi'nden seçilerek belediye başkanı oldu. Gürtuna da tıpkı Tüzmen gibi, dışa dönüktü. Onu bir maratonda koşarken, bir Marmara'ya dalarken görüyorduk.
Gürtuna partililer tarafından, belediyede Erdoğan kadrolarını tasfiye etmekle suçlandı. 2002 yılında kurulan AKP'ye üye olmadı. 2004 seçimlerinde yeniden aday olmadı.
2006 yılında Turkuaz Hareketi adlı siyasi bir hareket başlattı. Bir süre sonra aldığı tehdit telefonları almaya başladı.
2013 yılında Yurt Gazetesi'ne verdiği röportajda, AKP hükümetinin bakanlık müfettişlerini seferber ederek aleyhinde delil bulmak için çok çaba sarf ettiklerini söyleyerek, "Toplu iğne ucu kadar bir açığım olsaydı idam cezasını geri getirir beni idam ederlerdi." dedi.

BUGÜNE ULAŞAMAYAN İHTİMALLER

Üç kişiydiler. İkisi çocukluk arkadaşıydı. İki çocukluk arkadaşı aynı sonla, diğeri faili meçhulle bugüne ulaşamadı.

İlki Adnan Kahveci'ydi. ANAP'ın altın çocuğu...

Özal'ın sağ kolu, Kürt sorununu çözmeye and içen, tanıyanların dürüstlüğünde ittifak ettiği, bir dönemin dâhi siyasetçisi olarak kabul gören Adnan Kahveci.

1993'ün Uğur Mumcu'dan (Mumcu'nun ölümünden 12 gün sonra) sonraki ikinci sarsıcı ölümü Adnan Kahveci'ninki idi. Üçüncüsü Eşref Bitlis, dördüncüsü Özal...
5 Şubat 1993 yılında şüpheli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. Biliyorlardı ki; Kahveci ölmeseydi. Mumcu suikastını karanlıkta bırakmayacaktı. Biliyorlardı ki, belki de Özal ve Bitlis'in ölümü daha da zor olacaktı. ANAP döneminde devlet bakanlığı ve maliye bakanlığı yaptı. Özal için Kürt raporu hazırladı. Özal'ın cumhurbaşkanlığı ile kan kaybeden ANAP'tan ayrılarak yeni bir parti kurması veya ANAP'ın başına geçmesi bekleniyordu.

Efsane vali olarak anılan ve 2003 yılında kaybettiğimiz Recep Yazıcıoğlu, Adnan Kahveci'nin çocukluk arkadaşıdır. Kahveci, defalarca Yazıcıoğlu'nu siyasete davet etmiş, Yazıcıoğlu da ona, "Sadece senin genel başkan olduğun bir partide siyaset yaparım" cevabını vermiştir. Valilik görevi boyunca memlekete yaptığı hizmetleri bir bir sıralamaya gerek yok. O da Kahveci gibi şüpheli bir kazada hayatını kaybetmiştir.

Kahveci ölmemiş ve yanına Yazıcıoğolu'nu alarak siyasete devam etmiş olsaydı. Bugünkü siyasi görünümde bir değişiklik mutlaka olurdu.

Üçüncüsü ve herkesin gözünden kaçan bir efsane daha var ki, ihtimal haricinde değil: Gaffar Okkan.
Diyarbakır Emniyet Müdürü iken 2001 yılında faili meçhul bir katliama, evet Okkan'ın öldürülmesi suikast değil bir katliamdır. Bir kişiyi öldürmek nasıl katliam olur demeyin. Onlarca kişiyi öldürebileceğiniz mühimmatı bir kişinin üzerinde kullanırsanız bu katliamdır.

Okkan Diyarbakır'daki uygulamalarıyla halkın sevgisini kazanmış, 'halkı devlete kazandıran adam' olarak tarihe geçmiştir. Öldürüldüğü gün Diyarbakır esnafı kepenk kapatmış, cenazesine binlerce Diyarbakırlı katılmıştır. Okkan yakın gelecekte siyasete atılmayı planlamış mıdır, bilemiyorum. Lakin, onun siyasete girmesi ve seçeceği taraf eminin ki dengelerin o yönde değişmesine sebep olacaktı.

Okkan'ın o tarihteki özel kalem müdürü olan Zeki Bulut ile Denizli emniyet müdürü olarak görev yaptığı esnada, birkaç kez görüşme fırsatım olmuştu. Okkan'ın kişiliği ve Diyarbakır'a yaptığı hizmetler hakkında teferruatlı malumat edindim. Öldürülme sebebi ve failler hakkındaki edindiğim bilgiler ise şimdilik saklı kalmalı.

YUKARIDA TÜRK SİYASETİNDE ROL ALAN VEYA ALMASI MUHTEMEL İNSANLARIN NASIL EKARTE EDİLDİĞİ VEYA BİR ŞEKİLDE SİYASETTEN NASIL UZAKLAŞTIRILDIĞI KONUSUNDA ÖRNEKLER VERMEYE ÇALIŞTIK.

BUGÜNKÜ TEK ADAM, TEK PARTİ AÇMAZININ GEÇMİŞTEN GELEN BAZI MÜHENDİSLİKLERİN ÜRÜNÜ OLDUĞUNA İNANIYORUM.

80 MİLYONLUK ÜLKEDE YENİ BİR SİYASİ PARTİ VEYA BİR SİYASİ LİDER ÇIKMAMASININ BAŞKA AÇIKLAMASI OLMADIĞINA İNANIYORUM.





DİKKAT: TÜM HAKLARI SAKLIDIR. Yazının izinsiz olarak BİR KISMI VEYA TAMAMININ her türlü ortamda kullanılması, 5846 sayılı fikir ve sanat eserleri kanunu gereğince yasaktır. Sanal ortamda sadece link verilerek paylaşılabilir.



Türkiye Cumhuriyeti'nin en karanlık yılı olan 1993'de bir o kadar karanlık, karanlık olduğu kadar da gülünç-bu iki terimi nasıl yan yana getirdim-bir olaydan söz etmek istiyorum: 
JAK KAMHİ SUİKASTI.

Suikast karanlık olur da nasıl gülünç olur demeyin. Anlatayım.

1993 tarihe kara bir yıl olarak yazılmalı. 1993'de yaşanan cinayetler, ölümler, kazalar tek tek ele alınıp araştırılmalı. Devlet Denetleme Kurulu, 1993'le ilgili harekete geçmeli. Zira bizi 93'den 2014'e getiren olayların şifresi 1993'de yaşananlarda gizli.
(1993'deki diğer suikast ve ölümleri merak edenler için:  http://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2012/06/1993-sonu-baslangici.html )

Gelelim Kamhi suikastına...

Bir dizi suikast, ölüm ve kazanın yaşandığı ve ülke talihinin döndüğü 1993'ün ilk olayı Uğur Mumcu suikastıydı. Mumcu'nun ölümü ülke genelinde büyük yankı uyandırdı. Kişiliği ve mesleki yaşantısındaki başarılarıyla bütün kesimler tarafından saygı duyulan ve sevilen biriydi. Arı kovanına çomak sokmuş, neticesinde öldürüleceğini bilerek yaşayan, çelik yelek ve belindeki silahın bile öldürülmesine engelleyeceğine inanmayan biriydi. 24 Ocak 1993'de aracına konan bomba ile öldürüldü. Suikastın adresi İRAN gösterildi. Günlerce medya İran aleyhine haberler yaptı. İran ile siyasi ve ticari ilişkiler yıllarca sekteye uğradı. İran bağlantılı failler bulundu. Cezalar kesildi. Sonra anlaşıldı ki; suikastta İran parmağından ziyade, iç güçlerin işi.

Ülke bir heyulaya sürüklenmenin eşiğindeyken, Uğur Mumcu'nun sözde İran bağlantılı suikastından sadece 4 gün sonra, bir başka İRAN senaryosu sahneye konacaktı. JAK KAMHİ suikastı.

Musevi iş adamı Jak Kamhi, Türkiye-ABD-İsrail ilişkilerinin kilit adamıydı. (Kamhi Tayyip Erdoğan'ın başbakanlığı için ABD'de önemli lobi çalışması da yürütmüştür.)

28 Ocak 1993 sabahı Kamhi Beylerbeyi'ndeki evinden, Mecidiyeköy'deki Profilo merkezine gitmek için yola çıktı. Boğaz Köprüsü'nün ayağı yakınında başarısız bir suikasta uğradı. Zırhlı aracı ile Kamhi suikasttan sıyrık almadan kurtuldu. Lakin eylemcilerin elinde bulunan Law silahı kullanılsaydı, zırhlı aracın içinden Kamhi'nin sağ çıkması olası değildi.

Eylemciler sakallı, başlarında Arapça yazılı bereler bulunuyordu. Law silahı, tabanca, Uzi ve Kalaşnikofları vardı. 


Eylemi gerçekleştirenler yanlarında bulunan ne uzun namlulu silahları, ne de zırh delen Law silahını kullandı sadece tabancayla birkaç el atış açıp kaçtılar. Silahların bir kısmını olay yerinde, kalanlarını da terk ettikleri patlak lastikli 34 MNR 04 plakalı, Pegueot marka araçlarının içinde bıraktılar.

Teröristlerin bıraktıkları silahların üzerinde Arapça yazılar ve “İran Ordusu'na aittir” ibareler yazılı olduğu iddia edildi. (Yazılar Arapça'ydı fatura İran'a kesiliyordu. Farça değil Arapça...)

Olay yerinde bulunan Law silahı tıpkı, Ergenekon'da bulunan silahlar gibi ne hikmetse âlel-acele imha edildi.

Uğur Mumcu'nun yası tutulurken, İran bağlantılı bir suikast daha gündeme bomba gibi düştü.

Yakalanan teröristler eylemi gerçekleştirirken silahları ve otomobili Yeryüzü Dergisi sahibi Yaşar Polat'dan temin ettiklerini söylediler. Polat 10 yıldan fazla bir süre kaçak yaşadı daha sonra tutuklandı. Mahkemedeki ifadesinde; “Bu suikastın her kademesi devlet tarafından çok iyi bilinmesine rağmen, 2 yıldır buradayım. Olayla ilgimin olmadığı da devlet tarafından biliniyor. Başka diyecek bir şeyim yok'' dedi.

Olaydan sonra çıkan bazı gazetelerde Yaşar Polat'ın çeşitli nedenlerden dolayı 1990-1994 arasında 4 kez göz altına alındığı fakat daha sonra serbest bırakıldığı haberleri çıktı.

Yaşar Polat'ın ilginç bir kardeşi var: Şefik Polat. Şefik Polat bazı kaynakların verdiği bilgilere göre, İslamcı bütün örgütlerde yöneticilik yapmış bir isim. Şefik Polat hakkında 1992 yılında İHD Batman Şube Başkanı Sıddık Tan'ı öldürdüğü, yakalandığı ve sorgulandıktan sonra serbest bırakıldığı iddiaları da mevcut.

Abisi Yaşar Polat'ın sahibi olduğu Yeryüzü Dergisi, ülkücü gazeteci-yazar Burhan Kavuncu'nun Yeryüzü Grubunun yayın organı. Kamhi suikastını gerçekleştiren eylemcilerin ise İslami Hareket Örgütü (İHÖ) üyesi olduğu söyleniyor. İrfan Çağrıcı'nın kurmuş olduğu İHÖ, Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve daha birçok faili meçhul cinayeti gerçekleştirdiği iddia ediliyor.

Yaşar Polat'ın bir zamanlar Beyazıt Meydanı'ndaki cuma eylemlerinde ön saflarda ateşli gösterilerde bulunduğu söyleniyor.
Aynı eylemlerde, Uğur Mumcu suikastı sanıkları Mehmet Ali Tekin ve selam grubu üyeleri de ön safta, eylemcileri sevk ve idare ediyordu. (Kendi gözlemim.)

Polisin ve savcıların bile çözemediği karışık örgüt fraksiyonları, islamcıyı, solcuyu ve ülkücüyü zaman zaman aynı eylemin içinde öğütmüş ve sonra da kusmuştur. Kimin kimi nasıl kullandığı muamma olarak kalmıştır. 


Devlet entrikaları her dönem devam etmiş, etmektedir...


DEVLET ENTRİKALARI:   http://kemalkaplan.blogspot.com.tr/2012/07/devlet-entrikalari-derin-catiski.html
Kâzım Karabekir Paşa, M. Kemal Atatürk ile ilgili Gerçekleri Anlatıyor...Uğur MUMCU BASKI 1994 TEKİN YAYIN
14 Ocak 1923 günü M. Kemal, Karabekir ve Fevzi Paşa ile trenle İzmir’e gider. Gazi M. Kemal o gün çok öfkelidir. Öfkesinin nedeni de Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in çıkaracağı gazete için Ankara’ya matbaa makinası getirmesidir.

“Gazi M. Kemal pek asabi idi. Muhaliflerden Ali Şükrü Bey, (Ankara’ya matbaa makinası getirmiş.. Tan adında bir gazete çıkaracakmış, siz hâlâ uyuyorsunuz) diye yaveri Cevat Abbas Bey’e verdi; veriştirdi. Ve (yakın, yıkın) diye çıkıştı. Yalnız kalınca kendilerini teskin ettim. Bu tarzdaki beyanatının dışarıya aks edebileceğini ve pek de doğru olmadığını anlattım.
Sayfa 68
**********
(M. Kemal Hilafet ve Saltanat’ı kendine almak istiyor)

Kâzım Karabekir, M. Kemal hakkında:

“Gerek mutaassıp bir dil ve eda ile islamcılığı ele alması ve gerekse siyasî bir fırka (Parti) teşkiline ve onun başına geçmeye karar verdiğini ilân etmesi bende şu kanaati tamamladı:

Napolyon, vaktiyle başkomutanlıktan (muhalif fırka yapan bir diktatör başına neler geldiğini görür) fikrine dayanarak nasıl bir fırka ile imparatorluğa çıkmışsa şimdi de, M. Kemal Paşa’da aynı surette başkomutanlıktan tek fırka ile -önlemekliğime rağmen- hilâfet ve saltanatı almak mefkuresine (idealine) yürüyecektir. Bu yolda benim vatan ve millete karşı vazifem de şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da bu tehlikeli yolu önlemek olacaktır. Şüphesiz ki, samimiyet ve ikna ve sonuna kadar uğraşmak ve mümkün olmazsa cephe almakla…”
Sayfa 75
**********

O gün Ankara’da tatsız bir gün yaşanmaktadır. Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey ortadan kaybolmuştur. Mecliste, ikinci grup milletvekilleri kürsüden hükümete sert eleştiriler yöneltmektedirler.

Sonrasını Karabekir’den öğrenelim:

“Ne kötü tesadüftür ki, bugün Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey’in ortadan kaybolması ve bunun da M. Kemal Paşa’nın muhafız taburu komutanı Topal Osman Ağa’nın bir cinayeti olarak ortaya yayılması, Ankara havasında bir samimiyetsizlik ve itimatsızlık uyandırmaya sebep oldu. Yeni intihaba karar verildiği bir günde, Ankara’da matbaa açmış ve gündelik bir siyasî gazete çıkarmaya başlamış bulunan bir muhalif mebusun ortadan yok edilmesi çirkin olduğu kadar tehlikeli bir işti. Bunu muhalif mebuslar, doğrudan doğruya Gazi M. Kemal’den biliyorlar ve tevkif müzekkeresi çıkarmaya kadar da ileri gidiyorlardı.

2 Nisan sabahleyin ikamet ettiği daireden Başvekil Rauf Bey, Müdafaa-i Milliye Vekili Kâzım Paşa (Karabekir değil, başka Kâzım) telefonla yaverime şunu yazdırmış:

(Bugün saat 6'dan beri Çankaya’da Gazi’nin köşkü civarında Muhafız taburuyla Osman Ağa taburu arasında müsademe (çatışma) başladı. Osman Ağa ve en kıymetli heyeti maktul düşmüş (öldürülmüş). Gazi M. Kemal Lâtife Hanım ile birlikte istasyonda Rauf Bey’in yanında. İsmet ve Kâzım Karabekir Paşaların da gelmelerini istiyorlar.) Derhal gittim. Gazi’yi çok müteessir (üzüntülü) buldum. Muhafız Nizamiye taburunun kendi dairesini delik deşik ettiklerini anlattı. ‘Neticede Osman Ağa taburuyla anlaşır mı?’ diye endişe ediyorlardı. Kars’tan gönderdiğim bu bin kişilik Giresun taburunun talihinin sonunu böyle görmek beni çok müteessir etti. 14 Ocak günü trenle Bursa’ya ayrıldığımız gün Gazi M. Kemal’in Cevat Abbas Bey’e, Ali Şükrü Bey ve matbaası hakkında Söylediği şiddetli sözler ve benim kendilerini teskinim gözlerimde canlandı. Bu aralık Muhafız tabur komutanı İsmail Hakkı Bey geldi. Gazi M. Kemal, endişesini ona da söyledi ve‘taburundan emin misin?’ diye sordu. O da emin olduğunu söyledi. Nihayet mesele birçok masumun ölümü ile neticelendi. Ali Şükrü Bey’in cesedi de ertesi gün ortaya çıktı. Ali Şükrü Bey de telefon telleriyle boğulmuş ve ‘Çankaya’ gerilerinde bir yere gömülmüş. 4 Nisan’da Ali Şükrü Bey’in cenazesi İkinci Grup’un elleri üstünde Meclis kapısına getirildi ve ‘ikinci kurban gidiyor’ diye haykırışmalar oldu”
Sayfa 78, 79
**********

 “Diğer taraftan da Ankara’da yeni bir hava esmeye başladı: İslâmlık terakkiye(ilerlemeye) mani imiş! Halk Fırkası lâ dini (din dışı) ve lâ ahlâki (ahlâk dışı) olmalı İmiş!.. Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi Almanya tarafında bulunarak mağlûp oldukları halde istiklâllerini muhafaza ediyorlarmış.. Medeniyete girmişlermiş.. Türkiye islâm kaldıkça Avrupa ve İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı Islâm olduğundan, bize düşman kalacakmış. Sulh yapmayacaklarmış. 10 Temmuz 1923'de Ankara İstasyon’undaki Kalem-i mahsus binasında fırka nizamnamesini müzakereden sonra Gazi ile yalnız kalarak hasbıhallere başlamıştık.

— ‘Dini ve ahlâkı olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar..’ dediler.

Kendisini hilâfet ve saltanat makamına lâyık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan din ve namuslehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla lâtife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen M. Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şu izahatı verdi:

— Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur..”
Sayfa 83, 84
 Bu akşam (14 Ağustos) heyet-i ilmiye şerefine Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü.

 Şöyle ki:

Ziyafete M. Kemal Paşa da, ben de davet edilmiştik. Vekillerden kimse yoktu. Hayli geç gelen M. Kemal Paşa Heyet-i İlmiye’nin şimdiye kadarki mesaisi ile ilgili görünmeyeni “Kur’ân’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek” arzusunu ortaya attı. Bu arzusunu ve hatta mücbir (zorlayıcı) olan sebebini başka muhitlerde (çevrelerde) de söylemiş olacaklar ki, o günlerde bana Şeriye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi vesair sözüne inandığım bazı zatlar şu malûmatı vermişlerdi:

(Gazi M. Kemal, Kur’an-ı Kerim’i bazı islâmlık aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın arapça okunmasını namazda dahi men ederek bu tercümeyi okutacak. O züppelerle de işi alaya boğarak aklınca Kur’ân’ı da islâmlığı da kaldıracaktır. Etrafında böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.) Bazı yeni simalardan da bahş ettikleri gibi bu akşam da bu fikre mumaşaat eden (beraber olan) bazı kimseler görünce bu tehlikeli yolu önlemek için M. Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim:

– Devlet reisi sıfatıyla din işlerini kurcalamaklığınız içerde ve dışarıdaki tesirleri çok zararımıza olur. İşi alâkadar makamlara bırakmalı. Fakat, rastgele, şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi kötü politika zihniyetinin de işe karışabileceği göz önünde tutularak içlerinde arapçaya ve dinî bilgilere de hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan mürekkep bir heyet toplanmalı ve bunların kararına göre tefsir mi? Tercüme mi yapmak muvafıktır? Ona göre bunları harekete geçirmelidir.

– M. Kemal: Din adamlarına ne lüzum var? Dinlerin tarihi malûmdur. Doğrudan doğruya tercüme ettirmeli… gibi bazı hoşa giden bir fikir ortaya atılınca buna karşı şöyle konuştum:

– Müstemlekeleri (sömürgeleri) islâm halkıyla dolu olan bu milletler kendi siyasî çıkarlarına göre Kur’ân’ı dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve arap diline hakkıyla vakıf kimselerin bulunamayacağı herhangi bir heyet bu tercümeyi, meselâ Fransızcadan da yapabilir. Fakat bence burada Maarif (Öğretim ve eğitim) programımızı tesbit etmek için toplanmış bulunan bu yüksek heyetten vicdanî olan din bahsinden değil ilim
cephesinden istifade hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var, lazımsa yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa millî kalkınmaya hasr etmek daha hayırlı olur.
M. Kemal Paşa, beyanatıma karşı hiddetle bütün zamirlerini (içyüzünü) ortaya attı:

– M. Kemal: Evet Karabekir, arap oğlunun (haşa Peygamberimizin) yavelerini (saçmalıklarını / yalanlarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler…

İşin bir Heyet-i İlmiye huzurunda berbat bir şekle döndüğünü gören Hamdullah Suphi ve Ruşen Eşref:

– Paşam, çay hazır, herkes sofrada sizi bekliyor.. diyerek bahsi kapattılar.

Bizler de hususi masadan kalkarak sofraya oturduk ve yedik içtik. Fakat Heyet-i İlmiye’nin bütün azaları müteessir (üzüntülü) görünüyordu. Şüphe yok ki, yakın günlere kadar Kur’ân’ı ve Peygamber’i her yerde medh-ü sena eden ve hatta hutbe okuyan bir insandan bu sözleri beklemek herkese eza (incinme duygusu)veriyordu.
Sayfa 93, 94
 Karabekir, din ve devrim konularındaki endişelerini her yerde anlatır.. “Uzmanlar” der “fikirleri işlesinler”. Yoksa din ve ahlâk konularında atılacak yanlış adımlar “gençliği züppeleştirir”. Paşa endişelidir. Şöyle düşünür:

Dinî ve ahlâkî devrim, bilim adamlarına dayanmadığına göre “nereden geldiği belli olmayan bu fikir” toplumda hem de “her şeye müsait bir muhitte yaman hadiselere” yol açabilir.

Karabekir, konuyu yakın arkadaşı İsmet Paşa ile de görüşür.

“16 Ağustos’ta İsmet Paşa ile görüştüm. 18 Temmuz’da Teşkilât-ı Esasiye münasebetiyle Fethi Bey ve arkadaşlarıyla yaptığımız (islâmlık terakkiye -ilerlemeye- manidir) münakaşasını ve Gazi M. Kemal’in yakın zamanlara kadar her yerde islâm dinini, Kur’ân’ı ve hilâfeti medh-ü sena ettiği ve pek fazla olarak Balıkesir’de minbere çıkıp aynı esaslarda hutbe dahi okuduğu halde dün gece Heyet-i ilmiye muvacehesinde Peygamberimiz ve Kur’an hakkında hatır ve hayale gelmeyecek tecavüzde bulunduğunu anlattım ve bu tehlikeli havanın Lozan’dan yeni geldiği hakkındaki kanaatin umumi olduğunu da söyledim. İsmet Paşa, Macarlar ve Bulgarlar, aynı saflarda itilâf Devletlerine karşı harp ettikleri ve mağlûp olduklarıhalde istiklâllerini muhafaza etmiş olmaları hristıyan olduklarından, bize istiklâl verilmemesi de islâm olduğumuzdan ileri geldiğini bugün kendi kuvvetimizle yıllarca uğraşarak kurtulduksa da islâm kaldıkça müstemlekeci (sömürgeci) devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklâlimizin de dalma tehlikede kalacağını, bana anlattı. Ben de bu fikre iştirak etmediğimi şu mütalâalarıma dayanarak söyledim:

“Böyle bir fikrin doğuracağı hareket milletin başına yeniden daha korkunç ve daha meşum (uğursuz) bir istibdat (despotluk) idaresi getirecektir. Daha kazanamadığımız milli neşe kaçacak, birçok emekle kurulan “milli birliğimiz de bozulacaktır. Biz içerde birbirimizi boğarken bize bu kurtuluş yolunu gösteren politikacılar da (Türkler hıristiyan oldular) diye bütün islâm âlemini bizden nefret ettireceklerdir. Bu surette bizi tedip etmek için islâm âlemi ruhlarında isyan duyacaklardır. Artık İtilâf Devletleri Yunan ve Ermeni kuvvetleriyle başaramadıkları emellerini, islâm ordularını ve hele arapları, (salli âlâ Muhammed) diye üzerimize saldırmakla istihsale (elde etme) kalkışacaklardır. Sultan Mahmut devrinde (Türkler hıristiyan oluyor) diye arap ordularını Anadolu içlerine sevk eden ve orduları idare eden Fransızlar değil miydi? Türk donanmasını ifsat eden ve Mısır’a teslimine sebep olan politika aynı oyun değil miydi? Öteden beri bir taraftan hükümete (Avrupalı olun, garp hayatını aynen alın, başka kurtuluşunuz yoktur) derler. Diğer taraftan da attığımız adımlara teşvik ederler ve islâm âlemine de (Türkler hristiyan oluyor) diye aleyhimizde nefret uyandırırlar. Esasen imkânsız olan birşeyi yapıyor görünmek bile maddi ve manevî bütün kudret kaynaklarımızı mahv ve harap eder, Neticesi bu işi benimseyeceklerin hayatları ve prestijleri de kâfi gelmeyeceğinden kendi elimizle milleti anarşiye sürükleriz. Neticede bolşeviklik cereyanları arasında mahv olmak veya müstemleke olarak istiklâlimizi kaybetmek de çok uzun sürmez. M. Kemal Paşa’nın son beyanatı bütün ilim adamlarımızı hayret ve korku içinde bırakmıştır. Çok vahim neticeler doğurabilecek bu fikir hep birarada müzakere ve münakaşa etsek millet ve memleketin hayrına olur. Lozan bize istibdat ve tehlike getirmesin!”
Sayfa 95, 96
 Karabekir, o günlerde, Ankara’nın Keçiören semtinde “Kubbeli Köşk” diye bilinen bir küçük köşkte kira ile oturmaktadır. 19 Ağustos 1923 günü M. Kemal, Lâtife Hanım ve İsmet Paşa bu köşke yemeğe gelirler. Yemekte tartışma çıkar. Tartışma Karabekir ve İsmet Paşa arasındadır. M. Kemal, tartışmayı sessizce izler. …İsmet Paşa müthiş bir inkılâp hamlesi teklif etti:

– Hocaları toptan kaldırmadıkça hiçbir iş yapamayız. Bugünkü kudret ve prestijimizle bugün bu inkılâbı yapmazsak hiçbir zaman yapamayız.. ilk Fethi Bey grubundan işittiğim bu yeni inkılâp zihniyetini İsmet Paşa da bir çırpıda tamamlıyordu. Aradaki
zaman fasılaları kendiliğinden ortadan kalkarak bu üç şahsiyetin üç maddelik programı kulaklarımda tekrarlandı:

1 — İslâmlık terakkiye manidir.
2 — Arap oğlunun yavelerini Türklere öğretmeli.
3 — Hocaları toptan kaldırmalı.
Sayfa 97, 98
Kâzım Karabekir: “Erzurum mebusları aramızı açacak… Erzurum’da beni vuracaklar.”

Karabekir, kendi kendine bu soruları sorar. Erzurum milletvekillerinden yakınan M. Kemal Paşa’dır; Erzurum’da Karabekir’in vurulacağını söyleyen de İsmet Paşa. Kafasında kendi kendine bu sorulan soran Karabekir “beynimde bir şimşek çaktı; fakat kendimi bu şimşeğin tesirinde bırakamadım” diye yazar. Sonrasını kendisinden dinleyelim:

“Çabuk toparlandım ve kendi kendime : (Hisle değil hesapla hal olunmalıdır) dedim. İkametgâhıma gelince güvendiğim Erzurum mebuslarından ve silâh arkadaşlarımdan bir kaçını çağırttım. Ve onlara geçen bu hadiselerin bilmediklerisafhalarını anlattım:

Şark harekâtı hakkındaki muhaberemizi okudum. Celâlettin Arif meselesinde o zamanki Erkân-ı Harbiye Reisi olan İsmet Bey’e bu zatla M. Kemal Paşa’nın arası nasıldır? diye sorduğum şifreye aldığım cevapta (iyi olmadığını, önce bana hücumla beni düşürdükten sonra Erzurumlular vasıtasıyla M. Kemal Paşa’yı da düşürmek istediklerini) bildirdiğimi söyledim. Hasbıhallerimizde (sohbetlerimizde) M. Kemal Paşa’nın fırka komutanlarımdan Halit Bey’e şifre ile Celâlettin Arif ile Karabekir’in arasını aç dediğini ve Erzurum’a ilk geldiği zaman Halit Bey’le görüşmelerine O’na (seni de beni de İstanbul hükümeti istiyor. Bir gün Kâzım bizi tevkif ederek gönderebilir. Birbirimizi tutalım ve daima muhabere edelim., icap ederse (..) yerine sen geçersin) tavsiyesini tesbit ettik.
Sayfa 103, 104

**********
Bu bölümde Uğur Mumcu’nun iki yerde sansür uyguladığını görüyoruz. Şu şekilde olan yerler sansürlenmiş: (..)

Bugünkü konumuzda gerek halkın, gerekse Istiklal harbinin yönetici kadrosunun M. Kemal’e karşı tepkili olduğunu okuyacaksınız.

Karabekir, Erzurum ve Kars’da halka konuşur; onların dertlerini dinler. Halka İstiklal Savaşı’nı anlatır. Halktan da büyük ilgi görür.

“Bana her yerde büyük sevgi ve saygı gösteriyorlardı. (..) Sahillerde apaçık Gazi M. Kemal’e aleyhtarlık da görülüyordu, Erzurum’da ise kongre sıralarından başlayarak vaziyeti bilenler ve zaferden sonra kongre azasının bile meclise alınmadığını görenler (..) çok kötü surette aleyhtarlığını yapıyorlardı. Ben, Gazi M. Kemal’in hilâfet ve saltanatı almak meselesinin henüz Anadolu’ya yayıldığını sanıyor ve heyet-i ilmiye huzurundaki ağır tecavüzüne bakarak eski mefkuresine (idealine) döneceğini hiç sanmıyordum. Bunun için de bu endişeyi gösterenleri teskin ve aleyhtarlığı gidermeye çalışıyordum.” Tam bu sırada Selahattin Adil Paşa’dan Karabekir’e bir telgraf gelir. Selâhattin Adil Paşa, M. Kemal Paşa’nın “Hilâfet ve saltanatı almak için” girişimlerde bulunduğunu bildirmektedir: Karabekir, 16 Ekim 1923 günü Fevzi Paşa’ya bir telgraf çekerek hükümet karşıtı dedikodulardan söz eder. Fevzi Paşa, bu dedikoduların kimler tarafından çıkarıldığını sorar.

Karabekir, 21 Ekim 1923 günü Fevzi Paşa’ya şu yanıtı gönderir:

“Seyahat ettiğim Orta Anadolu ve bilhassa sahillerde yapılmakta olan propagandalar doğrudan doğruya Gazi M. Kemal Hazretlerinin şahıslarına müteveccihtir (yöneliktir). Dedikodunun esasını Gazi M. Kemal Paşa’nın Mecliste her emrine amade muayyen (belirli) bir zümreye istinaden milli iradeyi bazice ederek mütehakimane idaresi (millî iradeye karşı baskıcı yönetim kurarak) rivayetleri teşkil ediyor. Trabzon’a geldiğim vakit Cumhuriyet şeklinin kabul edilmek üzere olduğunu gazeteler yazdı. Bu havadis dedikoduların artmasına mucip oldu.

Büyük Millet Meclisi şekli hükümetinin Türklüğün ibda ettiği (yarattığı) en güzel tarzı idare olduğu müşarünaleyh (anılan, yani M. Kemal) tarafından beyan edilirken… idare şeklimiz gitgide Avrupa cumhuriyetlerinden farksız bir şekil alacağını söylemeleri garip bir tezat teşkil ettiği söylenmeye başlandı. Ve bir hükümdar lazımsa bunun hanedan-ı saltanat olması gibi münakaşalar oluyor. Bu kabil dedikodular Kars’da dahi şayidir (yaygındır). Trabzon’da çıkan mizahî Kahkaha Gazetesi’nin 4 Ekim 1923 tarihli nüshası bu noktadan pek manidar görülmeye lâyıktır. Gazetelerin son günlerdeki tenkidadı bu bütün dedikoduları artırmaktadır, arz ederim. Kahkaha Gazetesi’ndeki resim, millet de, Millet Meclisi de, hükümet de hep Gazi M. Kemal şeklinde gösterilerek artık o ne isterse yapacak, üst tarafı kukla gibi oynatılacak fikrini tasvir ediyordu.”
Sayfa 107, 108
**********

(Cumhuriyet ittifak ile mi kurulmuş yoksa diktatörvari mi kurulmuştur okuyalım)

30 Ekim sabahı, Bahriye müfrezesi komutanı Kâzım Karabekir’e Ankara’dan açık bir telgrafın geldiğini, bu telgrafta Cumhuriyet’in ilan olunduğunu, bu nedenle yüz pare top atılmasının istendiğini bildirir. Karabekir “Vali ile görüşüp emir verir.” Vali Hazım Bey haberi şaşkınlıkla karşılar. Valinin Cumhuriyet’in ilânından haberi yoktur. Karabekir, hem şaşırmış hem kırılmıştır. Bu duygularını şöyle dile getirir:

“Ben hem mebus (milletvekili) ve hem de bir ordu kumandanı olduğum halde bana da kimse birşey bildirmemişti. Bu vaziyet haklı olarak halkı da orduyu da telâş ve endişeye düşürdü. Daha dün yüreklerine ferahlık verdiğim zatlar benden bu şeklin mânâsını soruyorlardı. Bu vaziyette tabii Cumhuriyet’in ilânını ertesi günü dahi kutlayamadık.
Sayfa 108, 109

**********

(Kâzım Karabekir; M. Kemal Cumhuriyeti dikte ettirdi ve eski arkadaşlarını kötüledi.) Ve Başkomutan M. Kemal Paşa’yı şöyle eleştirir:

“İstiklâl Harbi’nin tehlikeli günlerinde sonuna kadar feragat, fedakâr arkadaşlarının rey ve irşadına ihtiyaç gösteren M. Kemal Paşa artık muzaffer bir başkomutan sıfatıyla maiyet komutanlarına Cumhuriyeti dikte ettirmiştir. Eski arkadaşlarının rakip olabileceği endişesi ile sui şahsiyetler icadı da lâzım gelmişti; bunun için eski arkadaşlarını kötülemek lâzımdı. Bunu da hakkıyla yapmıştır.”
(…)

Atatürk, Karabekir’e Söylev’de şu yanıtı verir:

“Baylar, görüyorsunuz ki, Cumhuriyet’in ilânına karar vermek için Ankara’da bulunan bütün arkadaşlarımı çağırmayı ve onlarla görüşüp tartışmayı hiç de gerekli görmedim. Çünkü, onların öteden beri ve doğal olarak bu konuda benim gibi düşündüklerinden kuşkum yoktu. Oysa, o sırada Ankara’da bulunmayan kimi kişiler (muhtemelen Karabekir’i ve diğerlerini kastediyor) hiçbir yetkileri yokken (hiçbir yetkisi yokmuş, yuhh olsun bunu söyleyene), kendilerine bilgi verilmeden, düşünceleri ve uygun görüp görmedikleri sorulmadan Cumhuriyet’in ilân edilmiş olmasını gücenme ve ayrılma nedeni saydılar.”

Karabekir, Atatürk’ün bu sözlerini anılarında şöyle yanıtlar:

“Halbuki selahiyeti (yetkileri) olmadığını söyledikleri arasında hem mebus (milletvekili) hem de kolordu komutanları vardır.”

Yol ayrımı Cumhuriyetin ilânı ile artık iyice belli olmuştur.

Erzurum’dan Ayrılış…

Karabekir, 4 Kasım 1923 günü Trabzon’dan ayrılırken yayınladığı bildiride kırgınlığın ve küskünlüğün ip uçları görünüyor:

“Muhterem halkımıza veda ederken geçmiş günlerde el ve kalp birliğiyle mazhar olduğumuz muvaffakiyetleri anmakla beraber Cenâb-ı Hak’tan yalvarıyorum ki, bu masum halk bir daha felâket görmesin. Çektikleri azap ve Izdırap bitmiş olsun. Kahraman orduma berri ve bahri (Kara ve Deniz) silâh arkadaşlarıma vedâ ederken herbirini bağrıma basıp yüksek alınlarından ruhumla öpüyorum. Ve onların şerefle dolu menkıbelerini yad ederek mazide olduğu gibi istikbâl içinde bütün şark mıntıkasına yaslanmış olan pek heybetli bir arslan timsalinin dimağıma ebedî hatlarla nakş edildiğini görüyorum.”
Sayfa 111, 112

**********

(Gazeteciler ve Istiklâl Harbi’nde Birinci derecede vazife görmüş olanlar dahi sabahleyin top sesleriyle uyandıktan sonra Cumhuriyetin ilân olduğunu öğrenmişler, çünkü M. Kemal’in Saltanat ve Hilafeti kendine almak istemesini engelleyen bizzat Istiklâl Harbi’nin önde gelen Paşalarıdır. Bu sefer Cumhurbaşkanı olmayı kafasına koymuş, bu da engellenir şüphesiyle onlara haber vermeden, diktatörvari bir şekilde Cumhuriyet adı altında şahsî Saltanatını kurmuş.)

… Okuyalım …

Kâzım Karabekir, 5 Kasım günü vapurla Trabzon’dan ayrılır. Vapur 9 Kasım günü İstanbul’da olacaktır. Vapur kaptanı yolda emir almıştır. Vapur, bir gün sonra İstanbul’da demirleyecektir. Karabekir, bu gecikmenin nedenini halkın kendisini karşılamasına engel olunması biçiminde yorumlar.

“10 Kasım sabahı vapurumuz Boğaz’a girdi. Kavak’ta ayrı ayrı istikametlerde Rauf Bey ve Refet Paşa ve İstanbul gazete muhabirleri vapurumuza çıktılar. Her biri bir sual soruyor, beni arkadaşlarımla görüşmeye ve beş yıldan beri görmediğim şirin yerlerimizi seyr etmeye fırsat vermiyorlardı. Endişeleri Cumhuriyet’in ilân şeklinden doğuyordu. Bir sabah top sesleriyle endişe ile uyandık. Meğer Cumhuriyet ilân oluyormuş. Ankara’dan gelen haberler M. Kemal Paşa’nın yeni toplandığı bir muhit ile tam bir diktatörlüğe gittiğidir. Millî hâkimiyet yerine şahsî hükümranlık kurulmuştur, istiklâlimizi kurtaranlar hürriyetimizi boğacaklar mıydı? (…) Rauf Bey ile Refet Paşa’dan öğrendiğimde Cumhuriyet adı altında şahsî saltanat kurulmuş olduğu ve halk ve matbuanın da kurtuldukları bir istibdattan diğer bir yenisine düştüklerinden feryat ettikleridir. Istiklâl Harbi’nde Birinci derecede vazife görmüş bu arkadaşlar dahi sabahleyin top sesleriyle uyandıktan sonra Cumhuriyetin ilân olduğunu öğrenmişlerdir. M. Kemal Paşa, mefkuresi (ideali) olan hilâfet ve saltanat makamına geçmesini arkadaşlarının önlediğini görünce Cumhurreisliğine (Cumhurbaskanlığına) de mani olacakları endişesi ile işi sert bir kapatma suretiyle Millet Meclisi’nin daha vahim ciheti de kayd-ı hayat şartı ile mevkiinde kalabilmek için eski arkadaşlarını Cumhuriyet aleyhten ve padişah taraftarı göstermesidir.”

Öğle üzeri vapur Galata rıhtımına yanaşır. Rıhtımda kalabalık bir halk ve halkın önünde de resmî görevliler Karabekir’i karşılamaktadır. Halk, Karabekir’i coşkun gösterilerle kalacağı yer olan bugün İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu Harbiye Nezareti’nin dış kapısındaki köşke kadar getirir.
Sayfa 112, 113

***************

(M. Kemal’in arkadaşları bunları anlatıyorlarsa, gerisini varın siz düşünün…)

Karabekir, Ali Fuat Paşa ve Adnan Bey’in de son gelişmeler konusunda kendisi ile aynı kaygıları taşıdıklarını öğrenir:

“Hepsi de M. Kemal Paşa’nın bu hareketinden teessür (üzüntü) duymuşlardı. Ve istikbalde (gelecekte) keyfî hareket edeceğinden endişeli idiler. Halka ve matbuata (basına) karşı zor durumda bulunduklarını ve sevinçli günlerin herkese zehir edildiğini anlatıyorlardı. Ankara’dan esen havanın kanlı bir istibdat (despotluk) hakareti ile meşbu (dolu) olduğunu intihaba esas olan umdelerin 2. maddesine rağmen Osmanlı hanedanı aleyhine de atıp tutmalar başladığını ve ilk günden beri kendisini tutan bizler aleyhine M. Kemal Paşa’nın fikrî ve fiilî aleyhtarlık uyandırmaya başladığını öğrendim. Koca İstiklâl Harbi, daha sevinçlerine doyamadık. Uğrunda fedakârlık edenleri ne çabuk elem ve ızdıraba
düşürdün!

M. Kemal Paşa, Fevzi ve İsmet Paşaların bir arada üçlü resimleri bastırılmıştı, istiklâl Harbi’ni bu üç başın idare ettiği propagandası yapılıyor ve Şark Cephesi adetâ küçültülüyor; adetâ istiklâl Harbi kadrosundan benimle birlikte çıkartılıyordu! Fedakâr ve vefakârlıklarıyla bu davaya hizmet edenler yerine yeni şahsiyetler beliriyordu. M. Kemal Paşa, Meclis Reisi olarak sağına Fethi Bey’i başvekil olarak da soluna İsmet Paşa’yı almış, her üçü de dillerine doladıkları tehlikeli bir yolculuğa çıkmışlardı. Erkân-ı Harbiye Reisi Fevzi Paşa da ordu ile arkalarında sessiz sedasız yürüyecekti. Uzun harp yıllarının elem ve ızdıraplarını ve acı ve tatlı binbir hatıralarıyla vücut bulan millî birliğimiz ve millî salâbetimiz (sağlamlığımız), millî seciyemiz (karakterimiz) ve millî hürriyetimiz, şimdi son muvaffakiyetlerin sarhoşluğu ve ihtirasıyle gevşeyecek, çözülecek ve bozulacak mı idi? Bu hal silâhla emellerine kavuşamayan düşmanlarımızı er geç emellerine kavuşturacak bir tefrikaya (bölmeye), bir yıpranmaya, bir çöküntüye sebep olmayacak mı idi? Karabekir, bu kaygılarla kararını verir:

Ankara’ya gidecek uzlaştırıcı ve birleştirici rol oynamak ve böylece düşünce birliği sağlamaya çalışmak. Karabekir, kurulan yeni rejimin bir “başkomutanlık tahakkümü” (başkomutanlık zorbalığı) yaratacağından kuşku duyuyor, ittihat ve Terakki günlerinde ettiği yeminleri anımsıyordu.

İki arkadaş (M. Kemal ile), artık karşı karşıya geliyorlardı. Bir siyasal kavga başlamak üzereydi. O günlerde neler düşünüyordu Karabekir?

Şunları:

“İstiklâl Harbi’nin birinci derece mesul bir şahsiyeti ve milletin hürriyeti ve çocukluğundan beri ant içmiş bir vekili sıfatıyla karşıma dikilenlerin suallerine ve endişelerine haklı cevaplar vermek kolay birşey değildi. Hilâfet ve saltanatı almak için koyu bir mutaassıp çehre ile minberlere kadar çıkıp hutbeler okumak, muvaffak olamayınca da bizzat medh-ü sena edilen mukaddesata dil uzatmak ve bunları altüst etmek üzere bir diktatörlüğe çıkmak gibi iki tehlikeli ifradın birinden diğerine atlamak (M. Kemal’den bahsediyor) herkesin yapabileceği bir iş değildi. Fakat bu felaha (kurtuluşa) doğru bir gidiş de değildi. Geldiğim günkü şikâyetler arasında (hükümetin İstanbul matbuatına (basınına) karşı şiddetle hareket edeceği) endişesi de vardı. Fakat kimsenin de bundan yıldığı yoktu.”

Gazeteler, o günlerde bir hükümet bildirisini yayımlar. Anadolu Ajansı’ndan gelen bildiri, hükümetin basın özgürlüğüne saygılı olduğu ve basın özgürlüğünü kısıtlayıcı hiçbir önlem düşünmediği yazılmaktadır. Karabekir, bu bildiriden söz ettikten sonra şunları yazar:

“Bu vait ve ilâna rağmen iki hafta sonra İstanbul’da bir İstiklâl Mahkemesi gelmiş ve matbuata (basına) karşı şiddetini göstermiştir.”
Sayfa 114, 115

*************

Evet, siyasal kavga başlamıştı. Bu kavga ne yolla ve nasıl yapılacaktı? Karabekir, Gazi M. Kemal’i uyarmaya karar vermişti. Uyarıların yararı olmazsa ne yapacaktı? Bütün sorun da buydu. Karabekir günlerdir hep aynı konuyu düşünmekteydi: (M. Kemal’in) “Millî hükümetin kuruluş günlerindeki dindarane sözleri ve hareketleri.. 2. TBMM Intihabındaki umdenin ikinci maddesindeki (hilâfetin âl-i Osman’da kalması değişmez düsturdur)..” kararını ve M. Kemal’in Balıkesir’de verdiği hutbeyi..

Karabekir bu kaygılarla ve bu düşüncelerle Gazi M. Kemal’i uyarmaya karar verdiğini yazıyor. Tahin Gazetesi’nde 11 Kasım günü şu satırlar yayınlanır:

“Arkadan arkaya verilmiş bir karar karşısındayız. Millet Meclisi’nin bu kadar kayıt altında kaldığını, hariçten verilen kararları tescil mevkiine indirildiğini görmek cidden elîm oluyor. Hilâfet bizden giderse, beş-on milyonluk Türkiye Devleti’nin, âlem-i islâm için hiç ehemmiyeti kalmayacağını, Avrupa siyaseti nazarında da en küçük ve kıymetsiz bir hükümet mevkiine düşebileceğimizi anlayabilmek için büyük dirayete lüzum yoktur. Milliyetperverlik bu mudur?

Hakiki hilâfet hissini kalbinde duyan her Türk makam-ı hilâfete dört elle sarılmak mecburiyetindedir. Hanedan-ı Osmânî de kabul edilmese ve binaenaleyh ilelebet Türkiye’de kalması taht-ı temine girmiş hilâfeti elden kaçırmak tehlikesini icat etmek, akıl ve hamiyet (yurdunu koruma çabası) ile hissî milliyet ile zerre kadar kabili telif (bağdaştırılabilir) değildir.”

Karabekir, bu satırları “bütün seyahat ettiğim yerlerdeki şikâyetlerin hülâsası (özeti) ” diye tanımlar.
Sayfa 116, 117

*************

24 Kasım günü İstanbul Fatih Belediyesi’nin verdiği yemekte TBMM Başkanı Fethi Bey ile karşılaşırlar. Yolların ayrıldığı o yemekte bir kez daha anlaşılır. Karabekir, Edirne’de Fethi Bey ile görüşmesini şöyle anlatır:

“O’ndan da Gazi M. Kemal Paşa nezdinde samimi birliğin hırpalanmamasına ifrat fikirlerin tepeden inme bir şeklin mucip olabileceği tehlikeleri önlemeye çalışmasını rica etmiştim. Fakat seyahatte gördüğüm hali ricalarımın aksi fikirde olduğunu bana anlattı. Gerçi kendileriyle Ankara’da fikir çarpışmamız olmuştu. Fakat kendi fikirlerinin yürümesi için İstiklâl Harbi’nde kendilerinden çok daha büyük fedakârlıklar yapan arkadaşların hakları olan mevkileri işgalden sonra onları küçük görmek ve göstermek ne arkadaşlığa ve ne de insanlığa yakışırdı!..”
Sayfa 117

************

Askerlik mi? Siyaset mi? Karabekir, yeni bir yol ağzındadır. O günlerde halktan gördüğü sıcak ilgiden M. Kemal’in çekindiği kanısındadır. M. Kemal Paşa’nın Cumhuriyet”i kendilerine sormadan ilân etmesini buna bağlar. (…)

İstanbul’a İstiklâl Mahkemesi Gönderiliyor:

8 Ocak günü Karabekir bir haber alır: Ankara’dan İstanbul’a Topçu ihsan Bey başkanlığında bir İstiklâl Mahkemesi gönderilmiştir. Karabekir’in bundan haberi yoktur! Şükrü ‘Naili Paşa, Mahkemeyi Haydarpaşa garında karşılamış. Mahkeme üyeleri de Şükrü Naili Paşa’ya “iade-i ziyaret”de bulunuyorlardı. “Ne Ankara’daki üst makamlar ne de İstanbul’daki madun (Ast/Alt aşamada bulunan) bir kumandanım olan Paşa bu heyetin geleceğini bana bildirmemişlerdi” diye yazar Karabekir. Ipler, tam anlamıyla kopmuştur. Ankara Karabekir’i gözden çıkarmıştır.

“Ankara’daki şahsiyetler, Cumhuriyetin ilânında olduğu gibi bu sefer de bulunduğum bir yere İstiklâl Mahkemesi gönderdikleri halde bana haber vermemeleri çok ağır bir hava yaratıyordu. Bunun reisine de bu yolda emir verilmiş olacaktı ki, çok eskiden tanışdığımıza ve ne de madun (Ast/Alt aşamada bulunan) kumandanımı ziyarete giderken bir ordu müfettişi sıfatıma hürmeten beni ziyarete gelmediler. Bu çirkin vaziyeti Ankara makamlarına protesto ettiğim gibi Şükrü Naili Paşa’yı da çağırarak neden dolayı bana haber vermediğini sordum. Bu zat cevabında (Ankara’nın size haber vermemiş olacağı aklıma gelmemişti) diyerek işin içinden çıkmak istedi. Bunun askerce bir cevap olmadığını, Haydarpaşa’ya olsun giderken bana haber verebileceğini kendisine ihtar ettim. Benim kanaatim M. Kemal Paşa’nın Selanik’te çocukluğundan beri arkadaşı olduğundan hususi bir itimada mazhardı. Ondan, bu hususta diğer makamlar gibi bana haber vermemek suretiyle beni küçük düşürme emrini almıştı. Fakat benim, mevkiimin şeref ve selâhiyetimden en ufak birşeyi ihmal etmeyeceğimi arkadaşlarım şimdiye kadar çok görmüşlerdi. Şu halde maksadın beni tahrik ederek beraber çalışmaya imkan bırakmamaya çalışmak olduğu apaçık görünüyordu. Ben, tabii mümkün olduğu kadar sabır ederek ve samimi ve feragatli çalışmaya devam edecektim. Fakat, İstiklâl Harbi’ni zaferle kapattıktan sonra ise İstiklâl Mahkemeleri ile başlamayı hele Başvekil İsmet Paşa’ya hiç yakıştıramıyordum. Sonra bu benim en eski ve en samimi arkadaşımdı. Beni, Erkân-ı Harbiye Umumiye Reisliğine getirmeyi, güya, düşünüyordu. Vaktiyle şark hareketini muvaffakiyetle bitirdiğimi tebrik ederken bana en yüksek mevkilerin mevut (söz verilmiş) olduğunu yazıyordu.

Şimdi iki satır birşey yazmıyor; ağızdan birşey göndermiyordu. Hatta resmi sıfatım, resmi hakkıma riayetsizliği hoş görüyordu. Sulhten sonra onların ucan fikirlerini ben tehlikeli bir dış entrikası görüyordum. Demek, onlar da bu yolu İstiklâl Mahkemelerine dayanarak, durdurmakta ısrar ediyorlar ve başta benim gibi vefakâr ve feragatli bir arkadaşlarını açık ve mertçe olmayan sinsi bir usul ile ezmekten çekinmeyeceklerdi. Benim şimdilik yapacağım şey, Ankara’ya dönüşte bilhassa İsmet Paşa ile çok açık konuşmak olacaktı. Sonrasını da hadiseler tayin edecekti.
Sayfa 118, 120, 121

******************

O günlerde Fevzi Çakmak, İstanbul’dadır. Karabekir, Fevzi Paşa’ya Kurtuluş Savaşı ile kazanılan saygınlığın İstiklâl Mahkemeleriyle yitirileceğini anlatır. Fevzi Çakmak, Karabekir’e hak verir. 16 Aralık 1923 günü Karabekir, Ankara’ya gitmek üzere trene biner. Bu arada Karabekir, Doğu Cephesi’nden Batı Cephesi’ne gönderdiği fırka komutanlarından Osman Bey’in (Koptagel) yeniden Doğu’ya gönderildiğini öğrenir.

Olayı şöyle yorumlar:

“Bana haber verilmemiş olmasına da diğer hadiselerdekinden ziyade şaştım. Şifaen de Fevzi Paşa birşey söylememişti. Asıl tarihî rezaleti Kemalettin Sami Paşa ile yalnız kalınca öğrendim. Fevzi Paşa’nın imzasını taşıyan “zata mahsus” bir emirde; eğer İstanbul’da padişahlık lehine bir isyan çıkarsa kolordusu ile İstanbul üzerine harekete geçmesi emir olunuyordu! Onbirinci fırkanın alelacele Şark’a şevki de bu fırkanın Şark seferlerinde emrimde bulunması dolayısıyla herhangi bir hareketle benim emrime geçeceği endişesi imiş!

Ankara’daki Cumhurreisi, başvekil ve Erkân-ı Harbiye Reisi, yani M. Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar gibi her birine karşı ayrı hukukum, ayrı feragatim ve ayrı samimiyetim vardı… bir arada düşünüyorlar ve karar veriyorlar ki, İstanbul’da bir ihtilâl çıkacak ve bir padişah ordusu kurulacak ve ben bunu idare edeceğim!

Bu karara karşı şu tertibi kararlaştırıyorlar:

Maiyet komutanım olan merkezi Eskişehir’deki 4. Kolordu Komutanı Kemalettin Sami Paşa, komutasındaki bir ordu ile İstanbul’a yürüyecek.. Bu kolorduya mensup olan fakat Şark’tan geldiğinden bana iltihak-ı tehlikesi bulunan Osman Paşa fırkası derhal vapurlarla Şark’a iade olunacak.. Erkân-ı Harbiye Umumiye Reisi Fevzi Paşa da bizzat İstanbul’a gelerek ahvali gözleri ile görecek ve icabını yapacak.

Fevzi Paşa, gözleriyle görüp, kulaklarıyla ahvali anladıktan ve benim de orduyu siyasetten ayırmaya uğraştığıma da kani olduktan sonra atılan bu adımı haber alacağımı tahmin ederek hiç değilse Ankara’ya hareketim sırasında münasip bir şekilde bana haber vermemesi, çok defalarca gördüğüm askerî nüfuzumunderecesini ölçemeyecek kadar duymaz mı sandığı, yoksa M. Kemal ve İsmet Paşaların teveccühlerini kayıp mı edeceğine inandığını kestiremedim. Her ne olursa olsun bu bir, skandaldı. Cumhuriyet idaremize ve bunu ellerine alanlara asla yakışmazdı. Kemalettin Sami Paşa’nın aldığı emri, âmir olan, bana bildireceğini hesaba katmayanlar bu zatın, daha Harb-ı Umumî’den önce maiyetimde istihbarat şubesinde çalıştığını ve benim pek eski bir arkadaşım olduğunu bilmeli idiler. İsmet Paşa bunu bilirdi. Bunu yakînen bildiğine göre işi başka bakımdan düşünmek zaruretinde kaldım:

Beni ordudan istifaya mecbur etmek için sebepler hazırlamak. Şimdiye kadar bu sebepler numara alacak kadar çoğalmıştı. Bunu ben apaçık birinci derecede İsmet Paşa’ya, ikinci derecede Fevzi Paşa’ya söylemeye karar verdim.”
Sayfa 121, 122, 123

******************

(Bu bölümde birçok hususa değinilmesinin yanısıra, M. Kemal’in Ismet Inönü’ye; “Benden sonra senin gelmen için lâzımını yapmalıyız” dediğini okuyacaksınız. Yani kimse M. Kemal başka, Ismet Inönü başka demesin… Aksine aynı zihniyet.)

Karabekir, bu kararla Ankara’ya gelir. Garda, İsmet Paşa, Rauf Bey, Millî Savunma Bakanı Kâzım Özalp ve bazı milletvekilleri ve paşalarca askerî törenle karşılanır. 17 Aralık akşamı Rauf Bey ile yemek yerler, konu siyasettir. Sofrada konuşulan konuları Karabekir, anılarında şöyle anlatır:

“Hasbıhallerimizin esasını yeni üçlü manzumenin, yani M. Kemal, İsmet ve Fevzi Paşaların bize karşı aldıkları tavır teşkil etti. Açık görülen manzara şu idi:

M. Kemal Paşa, ilk istiklâl Harbi arkadaşlarından kaçıyor.. İsmet Paşa da O’nu kaçırıyor. Fevzi Paşa da bu uysal ruhu ile bu yolculuğa katılıyor ve istiklâl Harbi’nin üç banisi gibi görünmesi de ayrıca O’na haz verdiğinden o da bizim uzaklaştırılmamıza ve küçültülmemize yalnız seyirci değil bizzat amil de oluyordu. İstiklâl Harbi’nin ilk kurtuluş yılındaki menfî hareketler, bu surette yalnız saklanmıyor, bizim fedakârlıklarımız da onların hesabına geçirilmiş gibi oluyordu. Bizim bu tahlilimize kuvvet veren çok deliller vardı. Hele M. Kemal Paşa’nın İsmet Paşa’ya (Benden sonra senin gelmen için lâzımını yapmalıyız) dediğini arkadaşlar kulaklarıyla duymuşlardı. Bu vaziyet karşısında ne yapsak boştu. Fakat sonuna kadar samimi bağları kırmamaya ve dost düşmana karşı millî birliği korumaya çalışmak da vazifemizdi. (…)

Bu düşünce ile Rauf Bey ile İsmet Paşa’yı barıştırmayı ve M. Kemal Paşa ile de samimi görüşmeyi birinci plana aldım. Rauf Bey de fikrimi kabul etti. Ve İsmet Paşa’ya karşı gayet samimi davranacağını ve kusuru varsa söylendiği anda tarziye vereceğini (özür dileyeceğini) söyledi.

18 Aralık’ta resmî ziyaretlerimi yaptım. İsmet Paşa yerinde yokmuş; kartımı bıraktım.
Sayfa 123, 124

**************

(Karabekir Istiklal Mahkemelerine karşı)

Kemal Paşa’ya yazdığım veya söylediğim şu düsturu İsmet Paşa’ya da tekrar ettim:

“Sevgi ve saygı ikna ile kazanılır. Korkutmaktan, sindirmekten doğacak olan ancak nefrettir.. Bu esasta uzun uzadıya görüştük.

İstiklâl Mahkemeleriyle işe başlamalarından M. Kemal Paşa’ya ve kendisine karşı kalplerdeki büyük sevginin sarsıldığını ve hele mahkemeler keyfî kararlar verirlerse değil İstanbul’un, bütün vatandaşların endişeye düşerek aynı duygulara kapılacaklarını, bunun için bu mahkemenin hiçbir tesire kapılmadan asilâne iş görmesini ve işi çabuk bitirip geri gelmesini ve artık şu veya bu sebeplerle bu mahkemeleri bir vâsıta olarak kullanmamalarını ve meselenin Türk milletinin ve Türk vatanının şerefi olduğunu ve Cumhuriyet idaremizi zayıf gösterecek olan bu cebir ve şiddet vasıtası yerine halka Cumhuriyet’in feyz ve hürriyet getirdiğini fiilen göstermekliğimiz lüzumunu izah ettim.
Sayfa 125

**********

Kazım Karabekir:

Terfi müddetim geldiği halde aldırış etmeyen, aleyhimde bir düziye “İstiklâl Harbi’nde nasılsa Şark’ta bulundu. Bana müşkilât göstermekten başka birşey yapmadı” propagandası yapan ve etrafımdan hafiyelerini eksik etmeyen M. Kemal Paşa, bugün benim hatıratıma da el atmak kararında idi. Buna muvaffakat
edemezdim. (Hatıratımı elimden almak için üç kere evimi basıp arattı. 3 bin nüsha eserimi yaktırttı. Ve bir hayli evrakımı aldı, Fakat o ancak gölge yakalamıştı.)

Uğur Mumcu:

Karabekir’in üç kızı var. Emel ve Hayat adlı ikizler ile Timsal Karabekir. Emel Karabekir, ölmüş; Timsal Karabekir, babası öldüğünde yedi yaşındaymış. Hayat Karabekir Feyzioğlu ile konuşuyorum. Hayat Hanım, bugün 63 yaşında. Babasını, babasının arkadaşlarını, olayları, Erenköy’deki köşkteki yaşantılarını, 30'lu ve 40'lı yılları bugün gibi anımsıyor. 1933 yılında köşk nasıl aranmış; babasının belgeleri ve kitapları nasıl götürülmüştü?

Hayat Karabekir:

“Sabahleyin çok erken, gürültülerle uyandık, iki kardeş bir odada yatardık. Odadan çıkıp, ne oluyor diye üç katlı evden aşağı inmeye çalıştık. Her katın merdiveni başında iki tane polis var. inemezsiniz diyor. Peki, annem babam nerede, diye bir heyecanlandık. ‘Sonra annem, gelin çocuklar, dedi. Gelin, biz buradayız. Bugün aşağı kata inemezsiniz. Babanın evrakını almaya gelmişler. Evin içi polisle dolu. Bir çuvala babamın kitaplarının konulduğunu gördük… Bir dolap vardı. Gelenler dolap olduğunu anlamazlardı. Babam en son bu dolabı açtı. (Bak evlâdım, burada kitaplar var. Hani bunu
görememişsen, onun içine de bak) dedi. (Madem ki her tarafa bakıyordun, bunun içine de bak).

Galiba 40 çuval kadardı. 40 çuvalı gözümüzün önünde aldılar götürdüler. Annem, böbrek hastası. Yukarı katta. Aşağıda büfede ilâcı kalmış, kahvaltıdan sonra alacak. Hayır, aşağı kata inemezsiniz.. Peki neden korkuyorsunuz? Bir kâğıt, bir kitap saklarsınız.. Belgeleri götürmüşler, 5 tane kitabı kalmış babamın. O kitapları ararlarmış. Kitabın kaç tane basıldığını matbaadan öğrenmişler. 5 tanesi muhakkak ki bir yerlerde. Onu arıyorlar. Polis müdürü ısrarla anneme sormuş. Annem bu 5 kitabı kendisinin yaktığını söylemiş. Polis müdürü (bu devirde kitap yakılır mı?) deyince annem (nasıl böyle konuşuyorsunuz! Siz hepsini yaktıktan sonra, ben de yaktım.). Hiçbir zaman bulamamışlar bu 5 kitabı.”

Karabekir, sürekli polisçe izlenirmiş. Her gün. nereye gitse, köşke kim gelse, bunlar tek tek rapor edilirmiş.
Sayfa 134, 152, 153

******************

Karabekir Paşa’yı en çok üzen olay, Atatürk’e karşı düzenlenen İzmir suikastı nedeniyle tutuklanmasıymış.

Kızı, o günleri şöyle anlatıyor:

“İsmet Paşa’nın çayına çağırıyoruz diye Etlik’teki evinden almışlar İzmir’de Elhamra sinemasındaki mahkemeye çıkıncaya kadar tahtakuruları içinde Emniyet Müdürlüğünde yerde yatırmışlar. Yukarıda bir pencere varmış, o pencereyi de demirle kapatmışlar. Pencereyi de çivilemişler. Yer şiltesi vermişler. Mahkeme başlıyor, salon subayla dolu. Mahkeme başkanı Kel Ali subaylara oturun diyor, oturmuyorlar. Karabekir Paşa dönmüş, eliyle işaret, etmiş, oturmuşlar. Mahkeme olurken de uçaklar uçabilecekleri en alçak seviyeden uçmuşlar. (Karabekir suçsuz, Karabekir suçsuz) diye kâğıtlar atmışlar. Beraatından sonra çok tezahürat yapılmış. Beraat ettiği zaman halk galeyana gelmiş”
Sayfa 154, 155

**************

Kâzım Karabekir:

“Nutuk çok yanlış ve tarafgiranedir. Nutuk’ta daha ziyade teferruat üzerinde durulmuş ve esaslar kamilen ihmal edilmiştir. Benim yakılan kırk kitabım içinde biri de Nutuk’un hata ve sevap cetveli adını taşımaktaydı. Bununla Nutuk’un yanlışları bir bir gösterilmişti.”

Nutuk’a Yanıt 1945 yılından, dilerseniz, kısa bir süre için ayrılalım ve 1927 yılına dönelim:

Atatürk Nutuk’u, 1927 yılının 15-20 Ekim günleri arasında CHP Kurultayında okumuş; Nutuk, ilk kez 1927 yılında yayınlanmıştır. Kâzım Karabekir Paşa, Nutuk’un ilk baskısı üzerinde el yazıları ile notlar düşmüş ve “Hakikat mihveri yahut hata-sevap cetveli” başlığı ile Nutuk’a yanıtlar vermiştir.

***

Nutuk’a cevaplar…

1 – M. Kemal: “Osmanlı Ordusu her tarafta zedelenmiş.”

- Kâzım Karabekir: “Bu söz doğru değildir. Şarktaki ordu İran ve Kafkas Azerbeycan’ında birçok zaferler kazanarak oralara yerleşmiş bulunuyordu. Hatta Şimalî Kafkasya’ya bile hâkim olmaya başlamıştı. Mağlûp ve perişan olan Filistin’deki Yıldırım Ordusu (M. Kemal’in kumanda ettiği Ordu) idi. Az sonra Musul,
cenubundaki ordu perişan olmuştu.”

2 – M. Kemal: “Ordunun elinden silah ve cephanesi alınmış ve alınmakta.”

- Kâzım Karabekir: “Bu sözden, şarktaki, adına Onbeşinci Kolordu namı verilen Dokuzuncu Kolordu (4 fırkalı) müstesnadır. Ben silâh vermediğim gibi İstanbul dahilinde olduğu halde diğer kolorduların da elinden silâh ve cephaneleri alınmıyordu. (…)”
Sayfa 163

**********

Nutuk’a cevap…

1 – M. Kemal: “Beni İstanbul’dan neyf ve ted’ib maksadıyla Anadolu’ya gönderenler…”

– Kâzım Karabekir: “Bu kaydında, bana Anadolu’ya geleceğini vaad ettiği halde neden önce Konya’daki ordu müfettişliğine (kendi harp ettiği ordu bakiyesi) tayin olunduğu halde, hastayım, terfi isterim diyerek kabul etmediğinin hakiki sebebini yazmıyor. Sebep, hâlâ İstanbul’da Harbiye Nazırlığını (Milli Savunma Bakanlığı) alarak kalmaya çalışması ve Padişah Vahdettin’e damat olmaya uğraşmasıdır. (…) Nitekim Konya’ya gitmeyi kabul etmeyince oraya yine Filistin’de ordu komutanı bulunan Mersinli Cemal Paşa gönderildi. Bu vaziyette M. Kemal’in de benim mıntıkama gelmesini bazı arkadaşlarımız ısrarla kendilerinden rica ettiler. Hâlâ İstanbul’da Harbiye Nazırlığı ile uğraşmasını artık bütün muhiti (çevresi) ayıplıyordu. Gel dediği gibi şarka gelmek hususunda hâlâ ısrar ediyor idiyse zamanın rical ve Padişahı benim ikazıma uymayan M. Kemal’i zorla göndermiş oldukları anlaşılıyor ki, kendileri için elîm (acınacak) bir vaziyettir.”

(..). M. Kemal Paşa, itilâf Devletleriyle başa çıkamayacağımızdan millî mücadeleye taraftar değildi. Benim (tek dağ başı mezar oluncaya kadar ya İstiklal, ya ölüm) teklifime delilik diyordu.”

(…) 14. sayfada millî teşkilât ve mitinglerin kendi tamimi ile yapıldığını anlatmak istiyor. Halbuki, kendileri Samsun’a çıktıkları 19 Mayıs’da bu tamimi yapmaları icap ederdi. On gün sonra tamim etmesinin sebebi ne olabilir? “Verdiğim talimat üzerine her yerde mitingler yapılmaya başlandı” diyorlar. Halbuki, Erzurum’daki mitingi 18 Mayıs’ta yani M. Kemal Paşa daha Samsun’a çıkmadan önce yaptırmıştım. Trabzon’a gelince burası M. Kemal’in tamiminden sonra da yapmamıştır (..) asabî mizaçlı olan halkın miting neticesinde Rumlara saldırması tehlikesinden korkutmuştur”

Karabekir, Nutuk’a düştüğü notlarda Atatürk’ün Kurtuluş Savaşının başında “Amerikan mandası” ve “bolşeviklik ilânını” çözüm olarak düşündüğünü de yazmış!”
Sayfa 163,164

**************

[“Kâzım Karabekir Anlatıyor” başlıklı yazı dizisi 10-29 Haziran 1990 günleri arasında Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.]

DOĞU VE KARS KALESİNİN FATİHİ, 1914-1918 1.Dünya Savaşında ve Kurtuluş Savaşında MAĞLUP OLMADIĞIMIZ DOĞU CEPHENİN TEK KOMUTANI KAZIM KARABEKİR PAŞA...

[“Kâzım Karabekir Anlatıyor” başlıklı yazı dizisi 10-29 Haziran 1990 günleri arasında Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlanmıştır.]

*********

KAYNAKLI: CELLATIN İTİRAFLARI,5216 KİŞİ ASMIŞ, BİR TEK CELLAT... 1000 DEN FAZLA CELLAT OLDUĞU İFADE EDİLİYOR... GERİSİNİ SEN DÜŞÜN.....TÜRKİYE' de İSTİKLAL MAHKEMELERİ İDAMLARI ( 1920 - 1928 )
CELLAT KARA ALİ' nin İTİRAFLARI: 

( UĞUR MUMCU, 11 Kasım 1992 tarihli Cumhuriyet Gazetesinde yayımlanan "İstiklal Mahkemeleri" adlı makalesinde İstiklal Mahkemeleri "mahkeme" sayılmazlar. Bunlar, savaş ve ihtilal dönemlerinde rastlanan anti-demokratik "infaz kurulları"dır yorumunda bulunur. )

1-) ANAKARA İstiklal Mahkemesi,
2-) ŞARK (DOĞU) İstiklal Mahkemesi, 
3-) İSYAN MINTIKALARI İstiklal Mahkmesi, 
4-)ANKARA İstiklal Mahkemeleri bağlı, İstanbul basınınında yargılandığı İSTANBUL İsitiklal Mahkemeleri, 
5-) İSYAN MINTIKALARINI bağlı olarak her ŞEHİRDE kurulan: Amasya, Tokat, Rize, Giresun, Trabzon, Erzuurum, Erzince gibi İSTİKLAL MAHKEMLERİ... 

Bütün bu mahkemleri bir araya getirerek 1928 yılında Basın Toplantısı yapmışlar. KEL ALİ ( Ali Çetinkaya ) ve ŞARK İSTİKLAL MAHKESİMESİ BAŞKANI MAZHAR MÜFİT KANSU ile birlikte... 

Demişler ki TÜRKİYE' de İstiklal Mahkemelerin 8 yıllık İCRAATLARI boyunca İstiklal Mahkemleri olarak İDAM ettiğimiz kişilerin sayısı 2876 diye rakam vermişlerdir. Resmi tarihte İDAM edilen kişiler için İSYAN ETTİLER, AYAKLANDILAR ve DEVLETE KARŞI geldikleri deniyor...

Bu kadar İstiklal Mahkemesi görev yapan 1000'LERCE CELLAT VARDIR, 1000, 1500, 2000 arasında CELLAT vardır...

Bu CELLATLAR sadece bir tanesinden örnek veriyorum. ANKARA İSTİKLAL MAHKEMESİ CELLATLARINDAN CELLAT KARA ALİ...

 SON POSTA GAZETESİ MART 1930 YILINDA YAYINLADIĞI ANILARINDA, CANLI HATIRALARINDAN BİZZATİ KENDİSİ İSTİKLAL MAHKEMELERİN BU RESMİ AÇIKLAMALARINA RED EDEREK, ŞU İFADELERE YER VERMİŞTİR:

''Bizim REİSLER, İSTİKLAL MAHKEMESİ PATRONLARI YALAN SÖYLÜYOR demiştir. 

Onlar 2876 kişiyi 8 yıllık İstiklal Mahkemeleri uygulamalarında İDAM etiklerini belirtiler. Oysa bu kadar CELLATIN arasında sadece BENİM, BİR TEK BENİM, CELLAT KARA ALİ olarak SADECE BENİM İDAM ettiğim kişi sayısı 5216' dır. ( ARŞİV BELGELERİ, SON POSTA GAZETESİ CELLAT KARA ALİ ANILARI MART 1930)'' 

Bitme di!!! İpini çektiğim 5216 kişinin tamamı SAKALLI, SARIKLI, CÜBBELİ ve DİN ALİMİ, BÜYÜK ALİMLERDİR DEMİŞTİR...

RESMİ TARİH, GAYRİ RESMİ TARİHİ ARASINDAKİ FARK...

( ARŞİV BELGELERİ, SON POSTA GAZETESİ CELLAT KARA ALİ ANILARI MART 1930.. 

Video da 1.ci dakika 45.ci saniye )
İstiklal Mahkemelerinde Kaç Kişi Katledildi (Hasan Hüseyin Ceylan)


( Hasan Hüseyin Ceylan (d. 1960, Beypazarı, Ankara, Türkiye), Türk siyasetçi.

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni bitirdi. İslam Dergisi Genel Yayın Yönetmenliği, Dışpolitika Dergisi Ankara Temsilciliği, Ankara Büyükşehir Belediyesi Genel Koordinatörlüğü ve ANFA Genel Müdürlüğü, XX. Dönem Ankara Milletvekilliği (TC Anayasasının 84. md./son fıkrası hükmü gereğince milletvekilliği 22 Şubat 1998 tarihinde sona ermiştir.) yapmıştır. Cumhuriyet dönemi din ve devlet ilişkileri adlı 3 ciltlik kitabın müellifidir. )