Articles by "AKP"
AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


AKP'nin 14 yıl içinde kendine rakip olabilecek sağ partiler ile popüleritesi artan liderleri nasıl bertaraf ettiğini 'MERKEZ SAĞA YAPILAN MERKEZİ OPERASYON' 
'MERKEZ SAĞ'A YAPILAN MERKEZİ OPERASYON | KAOSTA KAPIŞMAadlı makalemizde anlatmıştık.

AKP bu defa en büyük oyunu MHP'ye oynayarak onu da bünyesine katmayı başardı.
Olay TUĞRUL TÜRKEŞ'in AKP'ye katılmasıyla sinyal vermişti aslında. 
O dönem Türkeş'in, MHP ile AKP arasında bir arabuluculuk için AKP'ye katıldığını düşünmüştüm. MHP lideri Devlet Bahçeli'nin de, Türkeş'e önemli sayılmayacak tepkisi bunun göstergesiydi aslında.

Türkeş'in MHP içinde ne parlak bir geçmişi ne de parlak bir geleceği vardı. AKP'nin 14 yıllık stratejisinde, popüleritesi artan siyasileri veya bürokratları bünyesine aldığını biliyoruz. O halde Tuğrul Türkeş'i neden kendi saflarına çekti. Türkeş'in MHP içinde sadece babasının soyadıyla kalabildiği gerçeği MHP tabanı dahil herkesin malûmu. O halde neden?

AKP önde gelenleri ve Erdoğan'ın bugüne kadar tüm söylemlerini alt alta eklerseniz, ortaya bu söylemlerin zaman içinde nasıl gerçekleştirildiğini görürsünüz. MHP ve Bahçeli'nin devşirilmesi de zaman içinde gerçekleşti.
Önce MHP içindeki muhalifler bir bir bertaraf edildi. Onların olağanüstü kurultay girişimleri alakası olmayan mahkemeler tarafından iptal edildi. Tuğrul Türkeş MHP içinde bir süreden beri AKP köstebeği gibi çalışarak kulis gerçekleştirdi. Bahçeli'nin devşirilmesi 15 Temmuz ile hız kazandı.

Bu 15 Temmuz denen ucubenin ertesi sabahında "Darbe gerçekleşmiştir. Türk milletine yapılmıştır." demiştim. Sonraki aylarda darbenin nasıl gerçekleştiğini hepimiz müşahade ettik.  

Gelelim Bahçeli'ye...

Başbakan Yardımcılığı görevine getirilerek, siyasi hayatının en parlak günlerini yaşayan Tuğrul Türkeş, üç gün önce yani 5 Mart 2017 tarihinde, Londra'daki bir Türk okulunun açılışında, başkanlık sistemi ile alakalı referandum çalışmalarını nasıl başlattıklarını anlattı.

Referandum için DEVLET BAHÇELİ'nin grup konuşmasındaki bir söyleminin kendileri için start işareti olduğunu söyledi.

Türkeş konu ile alakalı şöyle söylemiş:"Ekim ayında Milliyetçi Hareket Partisi'nin saygıdeğer genel başkanı bir gün grup toplantısı sırasında dedi ki 'Hani siz bir başkanlık sistemi istiyordunuz ya onu getirin de çıkartıverelim’ dedi. Böyle başladı süreç. Bu önemli mi? Çok önemli." dedi.

İki partili bir meclis öngören başkanlık sisteminin devreye girmesi için, muhalefet partisi lideri neden can atar.

Oysa herkes biliyor ki, bu sistemle mecliste AKP ve CHP olacak. MHP, AKP içine azınlık olarak monte edilecek. Bu 60 yıllık Turan ve Ülkücülük davasına vurulmuş bir darbe değil mi?

Geçenlerde bu davaya 40 yıldır hizmet eden ülkücü camianın 70'li yıllardaki liderleriyle görüştüm. Hepsi Devlet Bahçeli'ye ateş püskürüyor. MHP tabanının referandumda EVET oyu kullanmayacağını, Bahçeli'nin bu oyununun tutmayacağını söylüyorlar. Gelişmeler şunu gösteriyor ki, ilk kurultayda Bahçeli'nin bir daha genel başkanlık koltuğuna oturamayacağı aşikâr.

Peki bayram değil seyran değilken Bahçeli, "Şu başkanlık sistemini getirin de çıkarıverelim." diyerek hem kendi hem de MHP'nin siyasi geleceğini neden bitirme kararı aldı? Arkasında yatan gerçek nedir?

Yakın gelecekte sanırım bu sorunlara cevap verecek durumda olacağız. 

Ekonomik buhranlar veya gerilemeler, politik olarak dikkatlerin dağıtılmasını gerektirir. Düzmece siyasi krizler, hatta askeri darbeler organize edilir. Zamanımızda herşey ama herşey ekonomiktir.
12 eylül darbesinin arka planında liberal ekonomiye geçişin sağlanması yattığı gibi, 2001 krizi ve koalisyon hükümetlerine son verilme nedeni de; dünya finans sistemine Türkiye'nin adabte edilmesidir.

Geçen gece Türkiye İhracatçılar Meclisi'nin “Türkiye'nin Yıldızları Ödül” törenine davetliydim. Törende İSO 500 listesinde 343. sırada bulunan Durmazlar Makina da ödül aldı. Uzun zamandır
kendisini yakından tanıdığım Durmazlar Makina Yönetim Kurulu Başkanı Hüseyin Durmaz'la birkaç yıldır görüşemiyorduk. Bu vesileyle görüşme fırsatımız oldu. Durmaz aynı zamanda eski Makina İmalatçıları Birliği başkanı. Tören öncesi kokteylde ayak üstü laflarken, “Doğduğumdan beri kriz bitmedi şu memlekette” diye başlayan cümlesi gündem değerlendirmesiyle devam etti. Durmaz, bugün NASA'ya uzay mekiği üretiminde kullanılan makinalar yaptıklarını ifade ederken 58 yıllık firmalarının krizler içinde büyüdüğünü söyledi.

Türkiye'de ihracat yapan öz sermayeleriyle büyük atılımlara imza atan firmaların krizlere şerbetli olduğu gerçek.

Dolar ve Euro'nun son bir yılda tavan yapması, işsizlik ve cari açığın büyümesi, dış politikada; özellikle Ortadoğu'da uyguladığımız politikalar, enflasyonun artması,Türkiye'nin son birkaç yılda yaşadığı gizli ekonomik krizin ipuçları.

Gündeme baktığımızda kimsenin bunlardan söz etmemesini nasıl değerlendirmemiz gerekir?

Gezi Parkı eylemleriyle başlayan, 17 Aralık'la tavan yapan suni gündemler bitip tükenmek bilmiyor da ondan. İktidar partisi gündem belirleme ve gündem değiştirme ilizyonisti. Özellikle başbakan bu konuda tam bir mandrake.

Sim sala bim...

**********

Yazımızın ana ekseni aslında 'adam kıtlığı' konusu olacaktı.

Neyse küçük bir eksen kayması...

Osmanlı'da kullanılan 'kaht-ı rical' deyimi yani 'adam kıtlığı' mevzusu, dönem dönem yaşanan sıkıntılı bir durumdur.

Halkının yüzde 50 oyunu almış bir liderin, geri kalan yüzde 50'sini hedef tahtasına koyması kaht-ı rical dönemininden kurtulamadığımızın en bariz göstergesi.

İşi ehline vermek” veya “riyaset” sahiplerinin görev başında olmaları kaht-ı ricali engeller engellemesine de; peki ya gerekli meziyetlere sahip insanlar bulunmazsa/bulunamazsa ne olur.

Bugün yaşananlar elbette...

Özal'ın ölümünden bu yana kaht-ı rical devam etmektedir.
Özal sonrası ülkeyi yöneten parti ve liderlerine baktığımızda bunu açıkça görüyoruz. Son dönemde ise iktidar partisinin devlet ve halkıyla girdiği mücadele kaht-ı ricalin bir an önce bitmesi gerektiği gerçeğini de gün yüzüne çıkarıyor.

Yolsuzluk iddialarının üzerinin örtülmesi bile AKP'nin yerel seçimlerde oy oranında büyük düşüşlere sebep olmadı. Bazı siyasi yorumcuların bunu açıklamakta zorluk çekmelerini anlayamıyorum. Kabine üyelerinin çocuklarının evlerinde bulunan paraların, bir tv kanalının satın alınmasında kurulan konsorsiyumun, başbakanın oğlunun vakfına bağışlanan milyonların seçimlerde AKP'ye negatif yansımasının çok küçük olması, alternatifinin olmamasından kaynaklandığı çok açık.
AKP öncesi dönemde memleketin halini çok iyi hatırlayan vatandaş gidip yeniden oyunu AKP'ye verdi.

Yerel seçimlerde CHP gibi bir partinin MHP'li aday göstermesi kaht-ı rical değilde nedir?
Özal sonrası alternatiflere baktığımızda rahmetli Adnan Kahveci'nin lider olarak Türk halkının karşısında çıkma çalışmaları yaptığını görüyoruz. Hatta çocukluk arkadaşı yine rahmetli efsane vali Recep Yazıcıoğlu'nu da yanına alacağı biliniyordu. Ne yazık ki ve ne hikmetse ikisini de trafik kazasında kaybettik.

Mesut Yılmaz'ların, Çiller'lerin, Demirel, Erbakan ve Ecevitler'in dönemlerine tek tek projektör tutarsak, 'adam kıtlığı'nı görmemiz fazlasıyla mümkün.
Adam gibi görünen ve adam olmadığı çok sonra anlaşılan yöneticilerin elinde bu ülke yıllardır heder olmuştur.

**********

AKP'nin ve Tayyip Erdoğan'ın ne tür politikalar ürettiğine bakılmadan 12 yıllık iktidar mazilerinin ardında yatan gerçek alternatifsiz oluşlarıdır.
2002 yılında iktidara geldiklerinde, liberal-muhafazakâr olduklarını, halkın her kesimini kucaklayacaklarını defalarca dile getirmişler, meyhanelere kadar giderek oy istemişler, kendilerini halka arz etmişlerdi.
Sağdan merkeze kayan ve yapılan operasyonlarla merkezin tek partisi görünümü alan AKP, aslında hiçbir döneminde merkez parti olamamıştır.
ANAP ve DYP'nin birleşmesi engellenmiş, ortaya çıkabilecek tüm liderler ya pasifize edilmiş veya AKP bünyesine alınarak, merkez sağ tamamen AKP'ye tahsis edildi.

AKP ekonomi politikalarıyla Türkiye'yi tam bir kapitalizm döngüsüne sokmuş, muhafazakâr duruşu sadece iç politika aracı olarak kullanmıştır.
Uluslararası güçler tarafından 2001 yılına kadar bir türlü global finans sistemine, siyasi ve ekonomik krizler nedeniyle dahil edilemeyen Türkiye, sükûnete kavuşunca borsa ve bankaları global şirketler tarafından paylaşıldarak, dünyaya entegrasyon sağlanmıştır.

**********

Türkiye formüllere, tanımlamalara uymayan insanların yaşadığı bir ülkedir:
selamunaleyküm” diyen Ermenisi, “bye bye” diyen dindarı mevcut. Oruç tutan komünisti, namaz kılan ulusalcısı var.

'Öteki Türkiye' ile 'Beriki Türkiye'yi, 'Beyaz Türkler'le 'Siyah Türkler'i, ulusalcıyla muhafazakârı; ayrıştırmak, aralarında uçurumlar oluşturmak, oy rantı için farklı düşünceleri nefrete dönüştürmek yerine, 'milli birlik' potasında halkı kucaklayan bir lidere ihtiyaç var.
Taksim meydanında bira şişesiyle “TC” yazan adama kafayı takan değil, polisten kaçarak camiye sığınanlara şefkatle yaklaşan, onlara Allah'ın evini açan imamı sürgüne göndermeyen bir lidere ihtiyaç var.

12 yıllık iktidar günahlarını paralel bir günah keçisine yıkan değil, yolsuzlukla suçlanan bakanların dosyalarını hasır altı etmeyen bir lidere ihtiyaç var. Her olayda kendine ve partisine komplo yapıldığını iddia ederek, mağdur edebiyatının Tolstoy'u değil, ülke güvenliğini tehdit edecek boyutlara varan dinlemelerin faillerini ortaya çıkararak adalete teslim eden bir lidere ihtiyaç var.

Kaht-ı rical döneminin bitmesi, bu topraklarda yaşayan her türden insanla empati yapabilecek gerçek bir lidere ihtiyaç var. Kıran-döken değil; birleştiren, öfkeyle değil; usuletle ve suhuletle yöneten bir lidere ihtiyaç var.

Hz. Ömer, “Bana yardım ediniz” deyip sahabelerden yardım ister. Herkes “Edelim Ya Ömer! Malımızla, mülkümüzle, paramızla nasıl istersen yardım edelim” demişler. Hz. Ömer şu cevabı verir: “Hayır, hayır, bana her şeyden önce adam lazım, adam!



Bir süredir sesi soluğu çıkmayan firari Cem Uzan bugün Taraf gazetesinde başlayan yazı dizisi ile adeta günah çıkarıyor. "Darbeci gazeteciler hakkında ifade veririm" diyen Cem Uzan, yakın gelecekte 28 Şubat ve sonrasının medya ayağına da dokunulacak mı? sorusunu akla getirdi.

Cem Uzan mart 2013'de "nitelikli zimmet" suçundan yargılandığı davada 18 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davada; Cem Uzan’ın İmar Bankası aracılığıyla Türkiye'den toplanan mevduatlardan yönetiminde yer aldığı Kristal İnşaat, Rumeli Holding, Standart İnşaat ve Klasik İnşaat adlı 4 şirket aracılığıyla 3 milyon 742 bin 768 doların zimmete geçirildiği belirtilmişti. Uzan, yöneticiliği  döneminde 5.5 milyon liranın kredi adı altında 4 şirkete aktarmakla suçlanmıştı.

Bugün "çocuklarımın bile çalışma izni yok" diyen Uzan, sanırım Fransa'daki lüks yaşantısından sıkıldı ve Türkiye'ye gelmek istiyor. Bunu da basın aracılığıyla duyuruyor. Belki hükümetin nabzını yokluyor.
Diyeceksiniz ki; "18 yıl ceza alan biri neden Türkiye'ye gelmek istesin" bir taraftan bakınca doğru. Fakat karar Yargıtay sürecinde. Uzan'ın röportajda ne mesaj verdiğine fokuslanırsak, durumu çözeriz kanaatindeyim.

Uzan Taraf gazetsindeki röportajda, Star Gazetesi'nin patronuyken, gazetenin yayın politikasına hiçbir müdahalede bulunmadığını, manşetleri Fatih Çekirge ve Yılmaz Özdil'in attığını söylüyor. Manşetlerin Orgeneral Hurşit Tolon'un emriyle atıldığını sonradan öğrendiğini ifade ediyor.
“Bilseydim derhal kovardım” diyor Uzan ardından da, “Fatih, benim babam kontgerilladır. Diye övünürdü” diyor.
Kontrgerillanın tanımını yeniden yapmaya gerek yok. Hemen herkes kendine göre bir kontgerilla tanımı yapabiliyor artık. Yahu adam zaten babasının kontrgerilla olduğunu söylüyor. Babasının böyle bir meziyeti varsa, oğlu da buna hizmet edecek, “hayır” deme şansı var mı.
Uzan acaba kontgerillanın oğluna 3 milyon dolar transfer ücreti verirken, hangi ilişkileri sağlama almayı planlıyordu. Kontrgerillanın oğlunu bir gazetenin başına getir, sonra da; “olaylardan haberim yoktu” de, âlâ...

TÜRK BASININI ÇETİN GÜNLER BEKLİYOR

Ergenekon'un ve 28 Şubat davalarının basın ayağının eksik olduğu yazılıp, çizildi. Darbe yanlısı gazetecilerin bir kısmı AKP ile çoktan sulh imzalayıp, kıçlarını sağlama aldılar zaten. Geride kalanlar düşünsün.
Fakat Cem Uzan'ın açıklamalarından çıkan başka bir durum söz konusu.

Uzan, “Darbeci gazetecilerle ilgili savcıya ifade veririm” diyor.

Bir taraftan da sanırım serveti de suyunu çekiyor.

Hükümete ya sinyal veriyor, ya da anlaşma yapıldı da; kamuoyunu buna hazırlıyorlar.

Taraf gazetesi de bilerek veya bilmeyerek çanak tutuyor.

Uzan'la geçen yıl yapılan mülakatta ise, Tayyip Erdoğan'a yaptığı hakaretten dolayı üzgün olduğunu, pişmanlık duyduğunu söyleyerek günah çıkarmıştı. Uzan ayrıca her fırsatta; 28 Şubat döneminde darbecilere bulaşmamış tek medya grubu olduklarını da dile getirir durur.

Cem Uzan Türkiye'ye gelir de, “darbeci gazeteciler” hakkında ifade verirse, ortalık toz duman olur. Bir dizi seçimlerin olacağı 2 yıllık bir dönemde, bu türden bir operasyonun hayata geçirilmesi böylesi hassas bir dönemde kimin kimlerin işine yarar malûm...

AKP PENCERESİNDEN BAKARSAK...

Bu duruma AKP penceresinden bakarsak; Cem Uzan geçmişte çok kısa sürede büyüyen bir siyasi manevra yapmıştı. Neredeyse meclise bile girecekti. Bir seçim dönemi daha yaşasa, mutlak mecliste gözüyle bakılıyordu. AKP'nin belki de en büyük rakibi olmaya adaydı. Uzanlar operasyonuyla, adeta silip süpürüldüler.
Uzan, bir daha asla siyasete girmeyeceğini söylüyor ama bilinmez.

Öte yandan seçim meydanlarında Tayyip Erdoğan'a ağza alınmayacak laflar sarf etti. Erdoğan bu lafları yutacak cinsten bir adam değil. Unutması da imkansız. Tanıdığımız bildiğimiz Erdoğan, Cem Uzan'ın Fransa'dan gönderdiği özürleri, bir kuple kabul eder mi? Etmez, kanaatimce...

Fakat siyaset bu, gün olaaa, devran döne...









MUHAFAZAKAR AKP MİZİN(!) TARİH TALANI


Her fırsatta muhafazakar kimliklerini ön plana çıkararak bunu siyasi bir rant olarak da kullanan AKP, bu kimlikle çelişen politikaları da icra etmekten geri durmuyor. İstanbul Vakıflar 1. Bölge Müdürlüğü, eşine az rastlanan bir restorasyona imza attı. Mimar Sinan'ın 400 yıl önce yaptığı İstanbul Kabataş'ta bulunan Süheyl Bey Camii'ni yeniden inşaa ve restorasyon adı altında cam giydirme yapıldı.
50 yıl önce Taksim'de yıkılan Topçu Kışlası için, İstanbul'un az sayıdaki ağaçlık alanlarından biri olan Taksim Gezi Parkı'na gözünü diken hükümet, bunu "tarihi kışlayı günümüze yeniden kazandırma" adı altında yapıyor. Kışla aslına uygun olarak yapılarak, AVM rantçılarının pençesine teslim edilecek. Peki ya, Sheyl Bey Camii bu yeni ve çağdaş(!) haliyle kime veya kimlere rant kaynağı olacak önümüzdeki günlerde göreceğiz.
1591 yılında Mimar Sinan tarafından yapılan daha sonra ise Abdülaziz'in baniliğinde yeniden ihya edilen Süheyl Bey Camii, cam giydirme yöntemiyle aslına uymayan bir UCUBE görünümünde yeniden inşaa ediliyor.
Kabataş SGK İl Müdürlüğü'nün hemem yanında, bulunan cami 1957 yılında yol yapımı için yıkılmış. Vakıflar Bölge Müdürlüğü, İSAŞ İnşaat ve Hasan Altıntaş'ın sponsorluğunda camiyi yeniden inşaa ediyor. Ama nasıl?
Görenler şaşırıyor. İnşaatın önüne gerilen afişte caminin eski resmi bulunuyor. Eski ile yeniyi kıyasladığınızda gözlerinize inanamıyorsunuz.
Tamamen yeni bir tarzda inşaa edilen caminin dış cephesi de günümüz modasına uygun; CAM GİYDİRME yapılıyor.

BAŞBAKAN TAYYİP ERDOĞAN GÖREVE...

DİKKAT: 
BU YAZI 2013 YILINDA KALEME ALINDIKTAN SONRA GİRİŞİMLERİMİZ SONUCU CHP TARAFINDAN TBMM'DE GÜNDEME GETİRİLMİŞ, SORU ÖNERGESİ VERİLMİŞTİR. LAKİN HİÇBİR SONUÇ ALINAMAMIŞTIR. O TARİHTE DEVAM EDEN CAMİ İNŞAATI DURDURULMAMIŞ, 2015 YILINA GELİNDİĞİNDE CAMİ İNŞAATI FOTOĞRAFLARDA GÖRÜLDÜĞÜ ŞEKİLDE TAMAMLANMIŞTIR.
MİMAR SİNAN'IN YAPTIĞI SÜHEYL BEY CAMİİ YOL GENİŞLETME ÇALIŞMALARI
SIRASINDA MENDERES DÖNEMİNDE YIKILMIŞ  CAMİİ
SÜHEYL BEY CAMİİ'NİN YENİ HALİ. YANLIŞ GÖRMÜYORSUNUZ BURASI BİR CAMİ.

 
 
 


İdealleri, hayalleri vardı. Sıkıntılı bir eğitim süreci geçirmişti. Mezun olmuş, artık dünyaya daha umutlu bakıyordu. Tüm bunları bırakarak, kimlerin kurbanı oldu? Hangi amaç ve dava(!) uğruna öldü/öldürüldü?
Ardından kimse sahip çıkmadı. Davalarına baktığı gazetede bile bir iki küçük haber yapıldı. Sonra onlar da unuttu...

Çünkü çalkantılı yıllardı. Herkes paçasını kurtarma peşine düşmüştü.
Tayyip Erdoğan yeni bir parti kurmak için start vermişti. Dönemin hükümet ortağı başbakan yardımcısı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, sağda kurulacak yeni bir partinin kendisine zarar vereceğini iyi biliyordu.

Yılmaz elindeki tüm yetkilerle, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı dönemini mercek altına almış, yolsuzluk usulsüzlük ne varsa Erdoğan aleyhine kullanacaktı. İstanbul Mali ve Organize Suçlar Şubesi, Erdoğan için görevlendirilmişti. Erdoğan’a destek veren Yeni Şafak da, savaşta nasibine düşeni almıştı.

Bir taraftan Yılmaz’ı destekleyen Doğan Grubu gazetelerinde, diğer taraftan Erdoğan’ı destekleyen Yeni Şafak’ta her gün birbirlerini suçlayan manşetler yer alıyordu.

Yılmaz, Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmak üzereydi. Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Albayraklar’ın hukuki işlerine bakan Aksan hukuk bürosunda görev yapan avukat Vildan Ersin, hırsı ve cesurluğuyla dikkat çekiyordu.

Ersin, Eşinden boşanmış ve bir çocuğu vardı. Hayat onun için zordu. Zorlukları hızla aşması gerekiyordu.
Öğrenciyken, başörtülüydü. Dışarıdan yaptığı röportajlar bazı gazetelerde yayınlanıyordu. Okulun son döneminde başörtüsü yasağı ile karşılaşmış sonuna kadar direnmiş başını açmamıştı. Mezun olduktan sonra, avukatlık yapabilmesi, duruşmalara girebilmesi için başını açması gerekiyordu.

Sorduğumda, “Mecburum. Yoksa o kadar eğitim boşa gidecek. Daha okuldayken açan arkadaşlarım oldu. Açmadan bir şey yapamayız, mecburuz” şeklindeki savunması çaresizliğinin kanıtıydı.

Tek başınaydı, mücadele etmek zorundaydı. Aldığı ücretin çok komik olduğunu, buna karşın elinde son derece ciddi siyasi davalar olduğunu söylüyordu. “Bunca yıl boşuna mı hukuk fakültesinde mücadele ettim. Başörtüsü yüzünden okuldan atılma korkusu yaşadım. Diğer yandan kötü bir evlilik geçirdim onunla mücadele ettim. Şimdi yeni bir hayatın başlaması gerekmiyor mu? Her şey boşa mı gidecek” diyor, zaman zaman karamsarlığa kapılıyordu. Sabretmesi gerektiğini söylüyordum.

“Her şey zamanla değişecek. Zamanla... Sabretmen gerek”

Görev yaptığım derginin ofisi Çemberlitaş’ta olduğu için Sultanahmet adliyesine geldiğinde vakit bulursa bana uğrardı. Albayraklar için önemli işlerin içinde olduğunu söylediğinde onun için endişelenmiş, uyarma gereği duymuştum: “Mesleğin basamaklarından henüz yeni çıkmaya başladın. Kendine dikkat etmen gerek. Kariyerini zora sokacak ilişkilerin içinde bulunma. Birilerinin yaptığı yolsuzluklar yüzünden, kahramanlık yapma. Siyasi ilişkiler kirlidir. Bir gün hepsinin üzerine sünger çekilir, arada harcanan sen olma. Dikkatli ol.”

Hayatını kaybettiği o hafta beni ziyarete geldi. Yanlış hatırlamıyorsam, hafta sonu iki günlüğüne tatil için bir arkadaşıyla İtalya’ya gideceğini söyledi. Ekonomik durumunun ve maaşının böyle bir tatil için yeterli olmadığını biliyordum. Hangi arkadaşınla gidecekti? Bay mı, bayan mı? Tatil için parayı nereden bulmuştu?.. Hiçbir soru sormadım.

28 Temmuz 2001 cumartesi günü şüpheli bir şekilde hayatını kaybetti. Pazartesi günü işe geldiğimde, gazeteci bir arkadaşımın telefonla araması sonucu olaydan haberdar oldum.

Beş, altı yıllık bir arkadaşlığımız vardı. Erkek kızdı doğrusu...

Haksızlığa asla tahammülü yoktu. Cevval ve cesurdu. Yaşama dair büyük planları, idealleri vardı. Yaşasaydı (Başarsaydı), AKP içinde önemli görevler verilecekti. Yazık oldu! Çok yazık...

Olay üzücü olmakla beraber, dehşet vericiydi. “Filler dövüşür, çimenler ezilir”…

Vildan fillerin savaşında, arada kalmıştı. İki siyasi gücün arasında ezilen, idealleri ve hırsı olan genç bir avukattı.

Ölümünden bir gün sonra avukatlığını yaptığı Yeni Şafak Gazetesi, şüpheli ölümü hakkında yaptığı haberle, Ersin’e sahip çıkmadığını ortaya koyuyordu:

“Vildan Ersin, dün öğle saatlerinde hava almak amacıyla Sarıyer ilçesine bağlı Kilyos sahiline gitti. Deniz kıyısında bulunan kayalıklarda yürümeye başlayan Ersin, bir süre yürüdükten sonra dengesini kaybederek denize düştü. Yüzme bilmeyen Ersin çevredeki vatandaşların tüm müdahalelerine rağmen kurtarılamadı”

Oysa gerçek çok daha farklı ve acıydı:

Vildan Ersin öldüğünde yanında Albayrak soruşturmasını yürüten İstanbul Emniyeti Mali Şube Dolandırıcılık Büro Amirliği’nde görevli polis memuru Kadir Koçyiğit bulunuyordu.
Polis memuru verdiği ifadede, Kilyos’ta akrabaları olduğunu önce akrabalarına uğradıklarını, sonra deniz kıyısına gezintiye gittiklerini, Ersin’in burada ayağının kaydığını denizde boğulduğunu söylemişti.
Koçyiğit’in akrabaları ise deniz kıyısına birlikte gittiklerini, Ersin’in orada kustuğunu daha sonra onları yalnız bıraktıkları şeklinde ifade verdiler.
Koçyiğit tek görgü şahidi ve tek zanlı olmakla beraber gözlem altına alınmadan serbest bırakıldı. Ertesi gün de, izne ayrıldı.

Ersin’in ağabeyi, kardeşinin çok iyi yüzme bildiğini söylemesine ve öldürülme ihtimali olduğu yönünde açıklamalar yapmasına rağmen savcı tarafından ciddiye alınmadı.

Vildan Ersin’in elinde Aydın Doğan, Mesut Yılmaz ve Cumhur Ersümer’e ait dosyalar olduğu ortaya atıldı...

Genç bir avukata böyle önemli dosyaların verilmesi imkânsız görünüyor. Vildan olsa olsa, emniyete sızması için birileri tarafından görevlendirilmiş olmalıydı.

Vildan’ın ölümüyle de, birilerine mesaj veriliyor olabilirdi.

Vildan Ersin öldüğünde, yanında bulunan polis memuru Kadir Koçyiğit’in amiri İstanbul Emniyeti Mali Şube Müdürü Ayhan Mimaroğlu’ydu. Mimaroğlu, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürü Adil Serdar Saçan ile birlikte Tayyip Erdoğan hakkında araştırma yapıyordu. 

Bildiğiniz gibi Saçan, 2001 yılında Tuncay Güney’i sorgulayan polis müdürü olarak tarih sahnesinde yerini almasına rağmen, Ergenekon zanlısı olarak tutuklanmayı engelleyememişti. Birileri geçmişin rövanşını mı alıyordu?..

Dosya savaşları çoktaan bitti. Siyasiler ve holdingler barıştı. Parsayı bölüşmede anlaştı. 
Devlerin savaşında, insanlar ezildi. Vildan Ersin, ardında gözü yaşlı bir aile ve öksüz bir evlat bıraktı.



Daha önce yayınladığı Köstebek adlı kitapta; Tayyip Erdoğan’ın Tuncay Güney bağlantısını  ortaya çıkaran gazeteci-yazar Kemal Kaplan son kitabı Tektaşın Kanı’nda bu defa Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “pırlanta” ilişkilerini ortaya koyuyor.
Gündemdeki olaylar bitmek tükenmek bilmiyor. Medya ve kamuoyu birilerinin belirlediği gündemin peşinden koşarken, arka planda neler oluyor? Ülke ekonomisi ve zenginlikleri nasıl sömürülüyor?

TEKTAŞIN KANI adlı kitap bunlardan sadece birini ele alıyor. Ya diğerleri...

Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta son yıllarda nasıl oluyor da, Türkiye'de peynir-ekmek gibi satılıyor?  Dünyada statü belirtisi olan pırlanta,  ülkemizde 36 ay vadeyle dar gelirli vatandaşın bile kolayca satın alabileceği duruma nasıl geldi.
Dünya elmas madenlerinin yüzde 70’ine, elmas satışlarının ise yüzde 90’ına hakim olan pırlanta karteli De Beers ve bağlı olduğu Oppenheimer hanedanının Türkiye’deki faaliyetleri…
Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta nasıl oldu da, son yıllarda ülkemizde her kesimden insanın kolayca ulaşabildiği bir metâ haline geldi? Aslında ölüm ve sömürü demek olan pırlanta, evlilik gibi kutsal bir kurumun simgesi haline nasıl geldi?
Pırlanta İsrail ekonomisi için son derece önemli. Ülkemizde İslâmcı olarak bilinen birçok kuyumcu firması nasıl oluyor da, İsrail’e vizesiz ve pasaportsuz özel izinle giderek, dünyada kimseye tanınmayan imkânlarla; 5 yıl vadeli pırlanta satın alabiliyor?  BU KUYUMCULAR KİM?

HANIMLAR PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTA ARDINDA HANGİ GERÇEKLERİ SAKLAYARAK SİZE IŞILDIYOR?

AŞKIN VE EVLİLİĞİN SEMBOLÜ(!) OLARAK LANSE EDİLEN PIRLANTANIN ARDINDA SAKLANAN KAN İMPARATORLUĞUNU ÖĞRENİN.

           Filistinliler için gözyaşı döken Tayyip Erdoğan’ın çocukları, İsrail elması satan Atasay ile nasıl ortak oldu?
         Ekmekten vergi alan AKP hükümeti, pırlantadan vergiyi neden kaldırdı.
           Tüm dünyada tepki gören ve yetkilileri kartel suçlaması nedeniyle ABD’ye ayak basamayan pırlanta karteli De Beers, Türkiye’de nasıl istediği gibi at koşturuyor?
        Pırlanta karteli De Beers ve uzantılarının Türkiye madenleri ve bankaları üzerindeki oyunları... 
         NİL KARAİBRAHİMGİL “Tektaşımı kendim aldım” şarkısını nasıl ve neden yazdı.
        60 yıl önce aynı şarkıyı Marlyn Monroe söyleyince ABD’de nasıl tepki aldı?  
        PKK Yahudi kürtler aracılığıyla, Türkiye’ye nasıl pırlanta getiriyor?
        Yahudi kürtler aracılığıyla Türkiye’ye gelen pırlantayı kimler nasıl kullanıyor?
        Türkiye’de kimler pırlantayı rüşvet aracı olarak kullanıyor?
        Avrupa’nın en büyük altın işleme merkezi olan İstanbul’daki KUYUMCUKENT'TE dönen pırlanta oyunları...
        İslamcı olarak bilinen bazı kuyumcular İsrail’e vizesiz özel izinle gidip 5 yıl vadeli pırlanta nasıl alıyorlar?
        Kuyumcu firmaları 36 ay vadeli pırlantayı dar gelirli vatandaşa nasıl ve hangi yöntemle satıyor?
       Filistin konusunda mangalda kül bırakmayan İslamcı Medya, Siyonist pırlanta karteli De Beers’e nasıl hizmet ediyor.
    İsrail ekonomisi için son derece önemli olan pırlantaya verdiğiniz her kuruş, Filistinli masum çocukların kanına giriyor.
   Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez bankası olarak bilinen Osmanlı Bankası, De Beers'in bağlı olduğu hanedana aitti.
    Aynı hanedana ait yatırım bankasının Türkiye faaliyetleri...

HANIMLAR DİKKAT!
     PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTANIN ARDINDA YATAN GERÇEKLERİ ÖĞRENDİĞİNİZDE BİR DAHA PIRLANTALI ÜRÜN KULLANAMAYACAKSINIZ!!!
BEYLER DİKKAT!
     EŞİNİZE VE SEVGİLİNİZE ALMANIZ İÇİN SİZE DAYATILAN PIRLANTANIN, "AŞKIN SEMBOLÜ" YALANINI ÖĞRENDİKTEN SONRA,  NASIL KULLANILDIĞINIZA İNANAMAYACAKSINIZ.


http://www.izlesene.com/video/tektasin-kani-bu-kitabi-okumadan-pirlanta-almayin/3030023



Bir süredir uyuyamıyordu. Yine öyle bir geceydi. Tonton, komodinin üzerinde duran gözlüğünü almak için hafifçe eğildi. Gözlüğünü takarken, aynı zamanda yataktan doğrularak kalktı. Eşi Semra uyanmasın diye sessizce kapıyı açıp koridora süzüldü.
Çok geçmeden, köşkün tüm ışıkları yanmaya başladı. Başkentin burun düşüren ayazında, uşak, danışman, özel kalem kim varsa herkes seferber olmuştu.
Tonton çalışma odasında Ortadoğu haritasının üzerinde, tarihçi Ahmet Akgündüz’e sorular yağdırıyor. Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ve bizim için dayanak noktalarını öğreniyordu.

1990 kışında Cumhurbaşkanlığı köşkünde yaşananlar, üç aşağı beş yukarı böyleydi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD’nin Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldıracağını biliyor, Türkiye’nin bu savaştan nasıl kârlı çıkacağının hesaplarını yapıyordu.
“Bir koyup üç almak” ağızlarda pelesenk olmuştu o dönem. Ama sonuç hüsran oldu. Bırakın üç almayı üçün birini bile alamadığımız gibi Irak’a uyguladığımız ambargo nedeniyle 36 milyar dolarlık bir kaybımız oluştu. Bunu da ABD’den tazmin edemedik.

Mevzu kapandı gitti. Aradan 22 yıl geçti. Bugün yeniden “Özal’ın Rüyası”nı görmeye başladık. Ortadoğu ağzımızı sulandırır oldu yine. Acaba bu defa ne koyup ne ala(maya)cağız merak ediyorum.

**********

Özal’ın rüyası dedik ama bu defa oyun daha büyük, tüm Ortadoğu’da bir hükümranlık iddiası mevcut. Bir “AKP Rüyası” yani.

Siyaset bilimcilerin ve dış politika uzmanlarının kahır ekseriyetle birleştikleri noktayı iyi biliyoruz: “Güçlü dış politika için, güçlü devlet olmak gerek” derler her zaman. Türkiye de güçlü devlet olmak için, AKP’nin iktidara geldiği günden bu yana bir takım adımlar atıyor dış politika meselesinde.

Çook uzun yıllardır, uluslararası arenada “güçlülük” adına pek de varlık gösteremeyen Türkiye, başbakan Tayip Erdoğan’ın girişimleriyle bir noktaya doğru ilerleme kaydetti. Yaptığı ani çıkışlar ve fevri davranışlar, tüm dünyanın dikkatini Türkiye’nin üzerinde toplanmasına sebep oldu.

Reklâmın iyisi kötüsü olmazmış derler.

İşin reklâm boyutunun yanında bize maliyeti ve geri dönüşümü de önemli tabi.

Türkiye’nin dünya ölçeğindeki güç gösterisinin, muhatapları tarafından algılanma şekli ve geri dönüşleri, bizim büyük ve güçlü devlet göstergemiz olsun.
Bu bakış açısıyla AKP’nin izlediği Ortadoğu politikasına kuş uçuşu bir seyahat edelim.

Bu seyahatin üç ana durağı var. Türkiye’nin son 10 yılındaki Ortadoğu politikalarında Türk halkının da yüreğini sızlatan bu üç yol ayrımı, üç kırılma noktasını: 4 Temmuz 2003 tarihinde Kuzey Irak’ta Türk subaylarının başına çuval geçirilmesi, 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara Baskını ve 22 Haziran 2012 tarihinde Türk savaş uçağının düşürülmesi, oluşturuyor.


**********
AKP’nin ABD icazetiyle kurulduğu ve iktidara taşındığı malumun ilanı. 2001 yılında kurulan parti, kendi ifadeleriyle “muhafazakâr demokrat” yapısı içinde siyaset yapıyor. George Walker Bush’un 2000 yılında başkan seçilmesiyle, ABD’de de neo-liberaller yeni bir döneme girmişlerdi. Neo-liberallerin büyük çoğunluğunu eski solcular oluşturuyor. Bir kısmını ise muhafazakâr Hıristiyanlar. AKP’ye ve bugünkü kabuk değiştiren Türkiye  yapısına baktığımızda; eski solcular kendilerine kapitalist dememek için, “liberal demokrat” demektedirler. ABD’deki neo-liberaller ile Türkiye’deki muhafazakâr demokratlar ve liberal demokratlar aynı tastan su içmektedir. Dünya ticaretine açık bir Türkiye yaratan bu “demokrat” tayfa, ABD’nin Ortadoğu politikalarının eş güdümüdür.

11 Eylül’den sonra Irak’a saldırı için geri sayımı başlatan ABD, çiçeği burnunda AKP hükümetinden, istekte bulunur: Türkiye üzerinden Irak’a girmek çok daha kolay ve maliyeti düşük olacağından, AKP hükümeti aceleyle, meclise getirdiği fezlekeyle bunu sağlamak için girişimde bulunur. Fezlekenin geçip, topraklarımızı ABD ordusuna açacağımıza AKP emindir. Fakat kendi vekillerinden dahi evet oyu alamaz. 1 Mart 2003’te TBMM’de oylanan fezleke meclisten geçemez.

Aylar öncesinden hazırlıklarını bu yönde yapan ABD dumura uğrar. Mersin Limanı’na kadar gelen ABD gemileri geri döner. İktidar olması için uluslararası arenada her türlü desteği verdiği AKP başarısız olmuştur. ABD-Türkiye ilişkileri, uzun süre düzelmeyecek bir sürece girer.

Aynı yılın Temmuz ayına gelindiğinde ABD Irak’ı işgal etmiştir. 4 Temmuz 2003’te Kuzey Irak’ta bulunan Türk Özel Kuvvetleri’ne bağlı karargâha baskın yapan 100 ABD askeri, karargâhta bulunan 11 Türk subayının kafasına çuval geçirerek esir alır. Karargâha gelen emirle Türk askerleri direnişte bulunmaz. 3 gün boyunca sorgulanan askerlerimiz, yetkililerin girişimleri sonucu serbest bırakılır.

Türkiye’de büyük infial yaratan olay sonrasında AKP ve başbakan Tayyip Erdoğan eleştirilirken, hükümetten ABD’ye nota verilmesi istenince, Erdoğan şöyle cevap verir: “bu müzik notası değil ki!”

Cuntacı(!) paşalara karşı direnmesiyle Ergenekon iddianamesine adı geçen dönemin genelkurmay başkanı Hilmi Özkök ise emekli olduktan sonra olayla ilgili bir soruyu şöyle cevaplandıracaktı: “Ben ABD’lilerin çuval olayının bizi bu kadar rencide edeceğini bildiklerini de zannetmiyorum. Çünkü onlar için bu çok normal. Göz bağlamak yerine, tamamen pratik bir çözüm. Bu çuval da değil, görmesini engelleyecek bir poşet.”

Müttefiki tarafından askeri esir alınan bir devletin iki tepe ismi bu açıklamaları yapıyor. Büyük ve güçlü devlet politikası bunu mu gerektiriyor bilemiyorum. Bildiğim şu var: ABD her yaramazlık yaptığımızda, akıllı olalım diye, bir tokat aşketmiştir suratımıza. Onun postuna tutunarak, Ortadoğu’da racon kesiyoruz. Kestirmezler…

**********

60 yıldır avuç içi kadar devlet Araplara kök söktürüyor. Sam Amca ve ırkdaşı bankerler sayesinde hem zengin, hem katil olan İsrail, 60 yıldır Ortadoğu’da kana doymuyor. Bölgenin afilisi Türkiye varken bu kolay olmamalı. AKP hemen kolları sıvıyor. İsrail-Filistin görüşmelerine aracı olmak istiyor. Ortadoğu’da yeni strateji şu: “Türkiye olmadan olmaz”
Yüz yıl önce kaybettiğimiz topraklarda at koşturmak istiyoruz. Haklı sebeplerimizde var. İsrail’in kabul etmemesine rağmen, 2008 yılında Filistin ve Suriye yönetimleri Ankara’ya gelerek, hükümet ile görüşmeler yapıyor. “Türkiye bu işi kıvıracak” derken, İsrail’in  tepkisi kanlı oluyor. Gazze’ye saldıran İsrail askerleri bin 300 sivili katlediyor. Büyük ve güçlü Türkiye’nin herhangi bir tavrı olmuyor-olamıyor.

Bu gergin süreç içinde 30 Ocak2009 tarihinde İsviçre'nin Davoskasabasında toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nda Başbakan Tayyip Erdoğan, “one munite” diyerek İsrail devlet başkanı Şimon Perez’e tüm dünyanın gözü önünde, “katilsiniz” diyor ve kesiyor raconu, toplantıyı terk ediyor.

Yağmasak da gürlediğimiz sürece, bize o lafı yedirirler. Nitekim öyle oldu. Isıracak köpek havlamazmış derler. İsrail misali…

Eli kandan kurtulmayan İsrail, Davos’un rövanşını da yine kanlı alacaktır.

Neyine güvendiğini hala anlayamadığım ve Ortadoğu’da attığı her adımı yüzüne gözüne bulaştıran AKP’nin garantörlüğünde Gazze ablukasının delinmesi için İnsani Yardım Vakfı (IHH) tarafından sivil bir operasyon başlatılır.

IHH tarafından 2 milyon dolara satın alınan Mavi Marmara adlı gemiye, insani yardım yüklenerek ve 500 kadar aktivistle yola çıkar. Amaç; İsrail ablukası altındaki Gazze’ye ablukayı delerek yardım götürmek. İsrail gemi yola çıkar çıkmaz, buna izin verilmeyeceğini açıklar. AKP’den gazı alan, IHH ve 500 aktivist kararlıdır. 
31 Mayıs 2010 tarihinde Akdeniz’de uluslararası sularda İsrail gemiye müdahale eder. Gemiye çıkan İsrail askerleri 9 Türk’ü öldürerek, 60’a yakın kişiyi de yaralanmıştır.
İsrail el koyarak Aşdodlimanına demirlediği gemiyi ağustos ayında serbest bırakır.

Türkiye, İsrail’den özür ve tazminat ödemesini istedi. İsrail hiç oralı olmadı. Olayla ilgili olarak bir yıl sonra açıklanan BM raporu da Türkiye’yi tatmin eder cinsten değildi. Dışişleri bakanı “İsrail yaptıklarının bedelini ödeyecek” dedi. Ama birtakım siyasi ve diplomatik sınırlandırmalarla işin üzerini kapattık.
Türkiye’nin yaptırım kararlarını İran, Mısır gibi batının dışladığı ülkeler desteklerken, ABD ve AB ülkeleri, Türkiye’nin bu adımlarla uluslararası aktör olma unvanının tehlikeye girdiğini dile getirdiler. 
 **********
2002 yılında iktidara gelen AKP, tüm bu yaşananlarla palazlanırken, son dönemde dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu dış politika anlayışıyla içimize su serpiyordu: “Komşularla sıfır sorun”
Bu anlayış aslında uzun yıllardır neredeyse bütün komşularımızla birbirini yiyen Türkiye’ye yabancı olmasına rağmen, umut vericiydi. Sorunsuz komşular, bizi siyaseten güçlendireceği gibi iktisaden de, büyüme sıkıntısı olan reel sektörün işine yarayacaktı.
Davutoğlu, yoğun mesai harcıyor, komşu ülkelerin birinden diğerine geçiyordu. Suriye de bu ülkelerden biriydi. Yıllarca su ve PKK yüzünden iki ülke birçok defa savaşın eşiğinden döndü. Hafız Esad’ın ölümünden sonra, oğlu Beşar Esad, Türkiye ve özellikle Tayyip Erdoğan’la çok sıkı fıkı oldu. Ailece çıkılan tatiller meyvelerini vermeye başladı. İki ülke arasındaki ticaret hacmi Türkiye lehine büyüdü. Vizesiz geçişler başladı. Neredeyse sınırlar kaldırılacaktı.

Birden rüyadan uyandık. Pardon, pardon, “AKP rüyası”na girdik. Rüya, kâbusa dönecekti bizim için. Sanırım, Tayyip Erdoğan’da kendi rüyasını unutup, Türk halkıyla bir rüyaya ortak olmuştu. Erken uyandı.

“Kardeşim Beşar”, “Katil Esed” olmuştu. Kimse anlam, sır veremedi.

Suriye’de ABD eliyle başlatılan iç savaşta, hemen yerimizi aldık. Malumunuz üzere.

Muhaliflerin karargâhı olduk. Başbakan eline her mikrofonu aldığında, “Katil Esed seni istemiyoruz. Suriye’den git” demeye başladı.

Demokrasimiz bize yetip taştığı için Suriye’ye de vermeliydik. Onları bu nimetten mahrum mu bırakacağız: “Baasçı rejime hayır. Suriye halkı özgür olsun”

Tarihi, onlarca ülkede darbe yapmak-yaptırmakla dolu ABD işin kompetanı. Türkiye çaylak daha, palazlandırmamak için önünü kesenler de var. Durum zor. Ama gayretli ve sebatkârız, ABD’nin eteğinin altından racon kesmeye…

Kestirmezler…

Beşar Esad durumdan rahatsızlığını her defasında dile getirerek, Suriye’nin iç işlerine Türkiye’nin müdahale ettiğini ve muhaliflere kol-kanat gerdiğini söylüyor.

İpler kopmuş, hatta Hatay’daki mülteci kampları, Suriye’den açılan ateş sonucu vurulmuştu.

22 Haziran’da ajanslara düşen haber Suriye ile ilişkilerde yeni dönem başlatacak gibiydi: Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir savaş uçağı, Malatya’dan havalandıktan sonra Akdeniz üzerinde kayboldu

Sonraki günlerde uçağın Suriye tarafında uluslararası sularda düşürüldüğü resmi açıklamayla duyuruldu. Herkes Türkiye’den bir misilleme bekleye dursun; uçağımız düşeli ve iki pilotumuz şehid olalı, neredeyse bir ay olmasına rağmen; uçağı kimin düşürdüğü, nasıl ve nerede düştüğü muamma.

Her açıklama bir diğerini yalanlar biçimde. Bu açıklamalar hem de başbakan, dışişleri bakanı ve milli savunma bakanından geliyor.

Kamuoyu Suriye’ye misilleme şöyle dursun, aradan geçen bir ay içinde, sorulara cevap bulunmasını istiyor. O duruma geldik yani.
Ama bizimkilerden çıt yok. Şimdilerde CHP kurultayına ve Kemal Kılıçdaroğlu’na kilitlenmişler. Bir de Numan Kurtulmuş’a… Kurtulur mu, Kurtarır mı bilinmez…

**********

Son 10 yılda Türkiye’nin Ortadoğu’da geldiği nokta gösteriyor ki, önce ‘kodun mu oturtacaksın.’ Laf ebeliği yerine icraat yapacaksın. Büyük oynayacaksan savaşı bile göze alacaksın. Sadece kendine güveneceksin. Kendi dış politikanı kendin çizeceksin. Öncelikle şunu unutmayacaksın: Sen bu topraklarda kalıcısın. Gideceğin başka yer yok. Buna göre siyaset belirleyeceksin. Özal gibi yanılgıya düşmeyecek, gizli anlaşmaları kâğıt üzerinde yapacaksın.

Yoksa racon kesemezsin. Kestirmezler…



Bir süredir HAS Parti Genel Başkanı, Numan Kurtulmuş’un AKP’ye intisap edeceği haberleri medyada dolanıp duruyor. Hatta AKP içinden bile bu yönde sesler yükseldi. Kurtulmuş ise, bunların sadece dedikodu olduğunu söylüyor. Ama Başbakanın randevusuna da icabet etmekten geri durmuyor.
Şu satırları yazdığım sıralarda Erdoğan, Kurtulmuş görüşmesi devam ediyordu. Açıklama gelirse yazıma ilave edeceğim. Yazımı bu minvale bağlı kalmadan sürdürmek istiyorum.

Kamuoyu Numan Kurtulmuş’u, Saadet Partisi Genel Başkanlığı sırasında tanımıştı. Yumuşak ve uzlaşmacı üslubuyla, oyları yüzde 1’lere düşen Saadet Partisi’ni yeniden o ihtişamlı günlere döndürmesi bekleniyordu. Parti tabanı Kurtulmuş’a inanıyor, onun etrafında birleşiyordu. Ancak Saadet’in dinozorları rahat durmadı. Partiyi öylece Kurtulmuş’a teslim etmek istemediler. Ne de olsa, 40 yıllık emekleri vardı. Baklava tepsisini kimsenin kucağına bırakmaya razı değillerdi.
Oysa geçmişe bakıp ders almak ve haddini bilmek varken… Aslında kim bıraktı ki, onlarda bıraksın. Ecevit, Erbakan işi tadında bıraktılar mı… Demirel’in bile elinden zor bela alabildiler koltuğu. Hatta  “onbudsman olacağım” diye tutturmuştu bir ara. Eleştirmemek lazım, belki de işin doğası bu…

Neyse parti içinde köşeye sıkışan Numan Kurtulmuş, son kararını vermek üzere istişare yoluna başvurdu. Kalıp parti içinde mi mücadele etmeliydi. Yoksa bırakıp gitmeli miydi… Danıştığı kişiler içinde, yanlış insanlarda vardı ne yazık ki. Bunlardan bir-ikisini biliyorum. Bu adamlar bırakın siyasi analiz yaparak Kurtulmuş’a akıl vermeyi, daha çok kışkırtıcılık yaparak geleceklerini temin eden insanlardı. Yanlış insanlardan yanlış tavsiyeler aldı ve AKP’nin de işine yarayacak şekilde; gitti partinin genel başkanlığından istifa etti.

Böylelikle Numan Kurtulmuş’un ‘kurtuluşu’ bir başka bahara kaldı…

TAPINAK ŞOVALYELERİ

Numan Kurtulmuş’un AKP’den davet alması ve siyasi kariyerini düşünürken aklıma Erkan Mumcu ve Saadettin Tantan geldi.  Kurtulmuş gibi halk onları da bağrına basmıştı. Dürüstlükleri ve açık sözlü olmaları siyasi sonları olmuştu. Oysa halk onlara inanmıştı…

Saadettin Tantan adı 70’li yıllarda İstanbul’da fırtına gibi esmeye başladı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Mali Şube Müdürü olan Tantan, görev yaptığı yıllarda İstanbul’da mafyaya kök söktürdü. Kara para trafiğini alt üst eden Tantan, duvara tosladı elbette. Derin kişilerin derin bağlantıları sayesinde, Tantan tayin edildi.

O yıllarda bakın rahmetli Uğur Mumcu, Tantan hakkında ne diyor: (Cumhuriyet 22 Aralık 1980) "Bir zamanlar İstanbul'da yeraltı dünyasına göz açtırmayan Sadettin Tantan, geçmiş dönemlerde niçin apar topar görevinden alınıp başka yerlere sürgün edilmişti. Bunun yanıtı çok basittir. Türkiye'de siyasal etkinliği en yoğun olan grupların başında `karaparacılar' dediğimiz, yeraltı dünyası gelir. Ne diyelim? Bu namuslu polise ve arkadaşlarına Allah yardımcı olsun."

Tantan görev aldığı her şehirde yeraltı dünyasının dümenine çomak soktuğu için, siyasi irade tarafından en sonunda emniyetteki görevinden alınır ve Güreş Federasyonu başkanlığına getirilir. 1994 yılında emekli olduğunda, ANAP’ta siyasete atılmaya karar veren Tantan, kendini Fatih Belediye Başkanı koltuğunda oturur bulacaktı. Bir dönem sonra da milletvekili seçilen Tantan, DSP-MHP-ANAP koalisyonunun 28 Mayıs 1999 tarihinde kurduğu 57. Hükümette İçişleri Bakanı olarak görev aldı.

Ancak Tantan’ı bakan yapan güruh hata yaptığını çok geç anlayacaktır. Zira Tantan emniyetçiyken engellenen otoritenin başındadır artık ve bir bir açar yolsuzluk dosyalarını ve faili meçhulleri…

Aslına bakarsanız Tantan hiçbir zaman siyasetçi olamamıştır. O çok başarılı bir bürokrattır. Siyasi oyunları, manevraları beceremez. Becermek bir yana denemeyi bile düşünmez.

Hükümet ortakları dahil birçok odak Tantan’ın soruşturmalarından rahatsızdır bu durumu durdurmak gerekmektedir. Derken Tantan bir başka bomba patlatır. Türkiye’deki yolsuzlukların ve siyasetin ardında Tapınak Şovalyeleri’nin olduğunu söyler. Bir de adres verir: “Taksim gümüşsuyunda bir ofis var” Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş bu açıklama bir dışişleri bakanının ağzından yapılınca çifte etki oldu.
Varlığı komplo teorisyenleri tarafından her daim ifade edilen, Aytunç Altındal gibi araştırmacıların kitaplarında yer alan Tapınak Şovalyeleri’nin, bir siyasetçi tarafından dile getirilmesi şok etkisi yaratmıştı.

Tantan’ın ‘cesuryürek’ tavrı, Beyaz Enerji Operasyonu’na kadar devam etti. En büyük yolsuzluk davalarından biri olan Beyaz Enerji Operasyonu’yla ilgili tartışmaya girdiği ANAP Genel Başkanı ve Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz, Tantan’ı görevden alarak gümrüklerden sorumlu devlet bakanı olarak atmak istedi. Bizim delifişek kabul eder mi:  “Makamlar geçici ancak vatanımıza ve halkımıza hizmet ideali kalıcıdır. Hayatım boyunca bu bilinç ve görev anlayışı ile mücadele ettim. Her türlü haksızlıkla olan mücadelemde hâkimiyet odaklarına karşı halkımın, ülkemin ve devletimin menfaatleri doğrultusunda yaptığım hizmetlerin makamı, yeri ve zamanı hiç önemli değildir. Yaşadığım sürece bu mücadeledeki kararlığımda hiç bir eksiklik olmayacağını özellikle vurgulamak isterim.”
Dedi ve Bastı istifayı… Hem bakanlıktan istifa etti, hem de ANAP’tan. Birçok partili, duruma tepki gösterdiyse de, Tantan’ı yolundan çeviremedi. Soruşturma 2001 Ocak ayında başlamıştı, Tantan 2001 Haziran’ında istifa etti.

Operasyonu başlatan Jandarma komutanı ve soruşturmayı yürüten DGM savcısı da görevden alındı. Dokuzu tutuklu 10 sanıklı davanın daha ilk duruşmasında tutuklular tahliye edildi.

Tantan bir yıl sonra Yurt Partisi’ni kurdu ve kongrede genel başkan seçildi. Halen bu görevi sürdürüyor.

Halk ona inanmıştı…

‘AĞAR’ DARBE

1993 yılında Adnan Kahveci’nin şüpheli bir trafik kazasındaki ölümünden 2 yıl sonra, ANAP’a ikinci bir ‘yıldız çocuk’ geliyordu: Erkan Mumcu.
Kahveci’nin başarısını yakalayamamış olsa da, Erkan Mumcu ANAP içinde kısa zamanda parladı. Hem gençti, hem zeki.

Ancak siyaset sahnesine çıkınca, gerdan kırmak, masa masa dolaşıp konsomasyon yapmak işin raconudur. Bizim dahi çocuğumuzun da tek eksiği bu olsun demeyelim. Racon bu. Olmazsa olmaz…

Mumcu ANAP içinde baş döndürücü bir hızla ilerliyordu. Daha ilk yıl genel başkan danışmanı oldu. Daha sonra parti genel sekreterliği ve genel başkan yardımcılığı yaparak, bakanlık yolunu açtı. 1999 yılındaki 57. Hükümet’te, turizm bakanı olarak kabinedeki ilk görevine başladı.

Herşey yolunda gibi görünürken, olaylar Mumcu’nun dışında gelişmeye başladı. 2001 yılına gelindiğinde, Türkiye’de siyasi kriz had safhaya gelmiş, hatta bunu da geçmişti. Ekonomik ve siyasi buhran hem hükümetin sonunu getirdi. Hem de mevcut siyasi partilerin.

Türk siyasi hayatının son dönemde etrafında geliştiği ANAP, DYP ve DSP gibi partiler ani bir çöküş sürecine girdi. Bir daha halkın karşısına çıkamayacağını iyi bilen partilerin liderleri, genel başkanlığı bir bir bıraktı. Böylelikle Türk siyasi hayatında yeni bir döneme girildi. ‘Merkez sağ’, ‘merkez sol’ ne olacak, seçmen hangi parti etrafında toplanacak derken; ülkenin gelecek 10 yılına damgasını kuracak olan AKP kuruldu. ANAP’tan istifa eden Erkan Mumcu’da AKP saflarına katıldı. Siyasi konjonktür gereği böyle olması gerekiyordu. Mumcu doğru olanı yaptı. Tayyip Erdoğan, “Mumcu’uyla yönümüz aynıydı” diyerek, aslında Mumcu’nun muhafazakâr çizgisini de vurguluyordu.

3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra iktidar olan AKP, Mumcu’ya ilk olarak milli eğitim bakanlığı görevini verdi. Bir süre sonra da Mumcu Turizm Bakanı olarak atandı. 3 yıl her şey normal devam etti. Ancak ne olduysa oldu. Birileri Mumcu’nun aklını çeldi. Bazı askeri ve AKP karşıtı sermaye güçlerinin Mumcu ile görüştüğü iddiaları ortaya atıldı. 2005 yılında Mumcu AKP’den istifa etti.

ANAP ve DYP’yi, Demokrat Parti çatısı altında birleştirmek isteyen bazı kimseler, Mumcu’yu da DP’nin başına getirecekler ve ilk seçimde iktidar olacaklardı. Hesap böyleydi.

Dedik ya, siyaset öyle düz mantık işlemez. Göründüğü gibi değildir.

Mumcu dönemin DYP lideri Mehmet Ağar ile anlaşmaya varıldığını, ANAP’ın DYP çatısı altında DP olarak birleşeceğini açıkladı.  
Seçim dönemine gelinmişti. Erkan Mumcu, Yüksek Seçim Kurulu’na seçimlere DP çatısı altında gireceklerini belirten bir dilekçe verdi. Ancak DP’nin YSK’ya verdiği seçim listesinde ANAP adayları yoktu. ANAP seçimlere giremedi.

Mumcu yıllar sonra Mehmet Ağar’ın yaptığını ‘kalleşlik’ olarak değerlendirecek ve “ihanet üstüne ihanete uğradık” diyecekti.

Bu salvonun AKP’den geldiği dedikoduları çok konuşuldu: Ağar, AKP ile anlaşarak Mumcu’yu bertaraf etmiş oldu.

Mumcu bu noktaya dikkat çekerek, “Ağar’ın yargılandığı davalardan nasıl beraat ettiği araştırılmalı” diyor. Nisan ayında Susurluk Davası’ndan cezası onanan, Mehmet Ağar’ın kalması için günlerce cezaevi arandığı da ayrı bir anekdot olsun sizlere…

Erkan Mumcu çok kısa süren siyasi yaşamından sonra ticaretle uğraşmaya devam ediyor.
Oysa halk ona da inanmıştı…

ODUNCU NUMAN

Numan Kurtulmuş’un adını duymadan önce, ‘Numan’ isminde tanıdığım sadece bir kişi vardı. 90’lı yıllarda TV’de fenomen olmuş bir sitcomdaki Feriştah Yenge’nin mazlum ve mazbut kocası ‘Oduncu Numan’. Feriştah Yenge, gecekondu semtinde bir oduncunun karısıdır. Fakat yaşadığı yer ve kocasıyla uyuşmayan ihtirasları vardır. Cinsel fantezileri, erotik dergilerde yayınlanmaktadır. Mahallenin bıçkını Mükremin’e (Yılmaz Erdoğan) de tutkundur. Her defasında kocasını kandırır; Mükremin’e fantezilerinde başrol oynatır. Oduncu Numan kandırılan ve aldatılan koca karakteridir dizide.

Az önce haber geldi: Başbakan ile 1.5 saat süren görüşme sonrası açıklama yapan HAS Parti Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, Tayyip Erdoğan’ın kendilerini partiye davet ettiğini söyledi.

Cevabı ne olacak bilinmez.

Şayet AKP’ye geçerse,  AKP’nin siyasi çıkar çarkları içinde Numan Kurtulmuş kendine nasıl bir yer bulur bilemiyorum.

Saydığımız üç siyasi karakter, bu sahnede gerdan kırmayan, konsomasyona çıkmayan; oldukları gibi görünen ve göründükleri gibi olan kimselerdir. 

Numan Kurtulmuş Unutma! 

Halk sana da inanıyor!...




KEMÂL KAPLAN
7 Temmuz 2012

Türkiye için önem arz eden olayların yıl dönümünde “unutma unutturma” der, bazen eylemlerle, bazen de panellerle anma yapılır. Bazen de polis copları ve biber gazları eşliğinde… Amaç; ülke için vahim olayın yeniden zihinlerde yer bulması, toplumsal bir farkındalık yaratmak, ilgiyi bu yöne çekmek vs. vs. vs. Sivas olayları, Kanlı 1 Mayıs, Maraş Olayları, Uğur Mumcu, Hrant Dink suikastleri gibi olaylara bu pencereden bakılır. Yıl dönümlerinde.

Doğru yaklaşımlar, doğruyu bulma yolundaki çalışmalar takdire şayandır.

Bu tür olaylara getirilen hassasiyet de takdire şayandır. Ancak ilaveler yapılmalıdır. Hem de sadece sol zihniyet çatısı altında değil tüm toplum katmanlarıyla yapılmalıdır bu anmalar.

İlavelerden kastım şudur: Sadece faili meçhul ve kanlı olayların yanında, bazı siyasi ve ekonomik olayların da yıl dönümleri anılmalı, toplumsal hafızaya dâhil edilmelidir.

7 Temmuz, bugün bu tür bir olayın yıl dönümü: 7 Temmuz 1998 tarihinde Halk Bankası yangını meydana geldi. Yangında sadece bankanın çok önemli kredi dosyaları yanmadı. Türk halkının milyarlarca doları da yandı.

Olayın ekonomik olarak büyüklüğünü anlamak için bir örnek verelim: 2001 krizinden önce ve sonra batık bankaların fona devredilmesiyle devlet özel bankalardan 10 milyar dolar zarara uğradı. Ancak iki kamu bankası olan Ziraat ve Halk Bankalarının zarar toplamı ise 20 milyar dolardı. Sadece iki bankanın zararı.

Türkiye, tarihinin en büyük ekonomik krizini oluşturan bu yangınların meydana getirdiği etki o kadar büyüktü ki, ülke tarihinde ilk kez esnaflar polislerle çatıştı; binlerce insan işini, kalanlar da ümitlerini kaybetti. Ortaya çıkan finansal enkazın faturası gerçekten çok kabarıktı: 60 milyar dolar borç.
Hatırlarsanız, başbakanlık binası girişinde bir esnaf başbakan Bülent Ecevit’e yazar kasasını fırlatarak durumun vahametini gösterdi.

Geçtiğimiz ay Mesut Yılmaz’ın annesinin cenazesine gelen Hüsamettin Özkan’ı TV’de görünce bu yangın olayını hatırladım.
Dönemin 'derin siyasetçi'lerinden iki figür yan yanaydı. Birinin annesi ölmüştü. Diğeri ise yakın arkadaşının annesine insanlık görevini ifâ etmeye gelmişti. 

YANGIN VARRR!!!

28 Şubat fırtınasından sonra ortalık siyaseten durulmaya başlıyor gibi görünmesine rağmen, asıl tufan kendini ufak ufak göstermeye başlıyordu. Özel bankaların birer ikişer fona devredilmesi, gözleri kamu bankalarına çevirdi. 1998 yılında ANASOL-D hükümeti iktidarı döneminde, Halk Bankası başbakan yardımcısı ve devlet bakanı Hüsamettin Özkan’a bağlı bir kamu bankası idi. Fakat banka ile ilgili usulsüzlükler ve iddialar ayyuka çıkmış durumdaydı.

7 Temmuz 1998 tarihinde TBMM KİT komisyonu bu iddiaları değerlendirmek üzere toplanacak ve bankanın genel müdürü Yenal Ansen’i dinleyecekti. Dinledi. Ansen suçlamaları reddetti. Batık kredilerinin olmadığını açıkladı.

Aynı günkü yani 7 Temmuz 1998 tarihli Hürriyet Gazetesi olayın ciddiyetini anlatan haberde şöyle diyordu: "Yüksek Denetleme Kurulu'nun (YDK) Halkbank için hazırladığı rapor, Ansen'in epey terleyeceğini ortaya koydu. Raporla, DYP il başkanının babasına sahte fatura gösterdiği halde Halkbank'tan kredi verildiği anlaşıldı. Halk Bankası'nın geçmiş yıla ilişkin hesapları bugün TBMM KİT Komisyonu'nda ele alınıyor. KİT Komisyonu'na sunulan Yüksek Denetleme Kurulu (YDK) raporunda, alınan yurt dışı kredilerin amaç dışı kullanımından, yönetim kurulunun kredi vermek için gerekli olan bazı kuralları uygulamamak için aldığı kararlara, bu karar neticesinde verilen bazı kredilerde doğan sıkıntılara kadar birçok eleştiri yeraldı. YDK'nın yoğun eleştirilerine hedef olan ve dönemin iktidar partisi DYP'ye yakın kişilere verilen kredilerin de ağırlıkla yer aldığı dönemde Halk Bankası Genel Müdürlüğü'nü, halen görevde bulunan Yenal Ansen yapıyordu.”

Aynı gün yani Yenal Ansen’in TBMM’de ifade verdiği sırada Halk Bankası’nın hukuk müşavirliğinin bulunduğu binanın beşinci katında bir yangın çıktı.

Çok ilginçtir ki, yangında hiçbir dosya kurtarılamadı. Bırakın yanmış dosya bulmayı hepsi kül olmuştu. Oysa hepimiz biliriz ki, hele o yıllarda, hele kamu kurumlarında; çelik dosya dolapları bulunurdu. Ve üzerinde “yangından ilk kurtarılacak” diye bir ibare bulunurdu. Haydi diyelim ki kurtarılamadı. Çelik dolaptaki dosyaların ne kadarı yanabilirdi.

Halk Bankası yetkilileri yangın günü ‘‘önemli bir şey olmadığı’’ yönünde açıklama yaparken, mahkemeye tespit için başvurulduğunda, çok önemli dosyaların yangında yok olduğu görüldü. Mahkemenin atadığı bilirkişinin yaptığı incelemede, yandı denilen dosyalardan ‘‘bir tek parçanın bile’’ bulunamaması dikkat çekiciydi.

Ankara 13. Sulh Hukuk Mahkemesi tarafından atanan Dr. Faruk Güçlü'nün yazdığı bilirkişi raporunda olay mahallinde tespite konu belge ve bilgilerden, yangın sonrası kalan bir döküm ya da kalıntı mevcut olmadığını kaydederken, ‘‘Tespite konu belge ve bilgiler tamamen yanmıştır.’’ ibaresine yer verdi.

 MELİH GÖKÇEK MUAMMASI

Yangın olayının peşini bırakmayan bir gazeteci arkadaşım, kendisini şaşırtan bir olayla karşılaşıyor. Ondan dinleyelim: “Ankara İtfaiye Müdürlüğü, yangın tutanağını vermekten kaçındı. İtfaiye Müdürü Faruk Kurutuz, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e sormadan tutanağı veremeyeceğini söyledi. Gökçek hazretleri de, tüm ısrarlara ve hatırlı aracılara rağmen her nedense, bu şaibeli yangının tutanağını “devlet sırrı” gibi saklamayı tercih ediyor. Evet; Gökçek, Hüsamettin Özkan dönemiyle ilgili bir yangının tutanağını niye vermesin? Niye elinde tutsun? Bu soruların cevabını düşünürken, 34 askerimizin şehit olduğu CASA felaketinin ertesinde ilginç bir tablo ile karşılaştım. Kocatepe’de, şehitler için cenaze töreni vardı. Bütün devlet erkânı oradaydı. Hükümet ortakları Ecevit, Bahçeli ve Yılmaz da şehit tabutlarının önünde saf tutmuşlardı. Ecevit’in hemen yanı başında her zaman olduğu gibi Özkan vardı. Törenin başlamasına saniyeler kala Gökçek sahneye çıktı. Bütün kalabalığı yararak, onca devlet büyüğü dururken kendisini Hüsamettin Özkan’ın yanına attı.”

Çok ilginç bir tespit. Melih Gökçek’in olayla ne ilgisi var bilemiyorum ama ilgisi olduğu, yangın tutanağını vermemesinden belli.

2000 yılında Aksiyon Dergisi’nin batık bankalar haberi için görüştüğü, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün açıklamaları da düşündürücü: “Devletin kendi bankasının içini boşalttığını söyleyerek bu bankalardan kredi alanların tek tek açıklanmasını istiyor ve ekliyor: "Hükümet yanlısı işadamlarının Halk Bankası'ndan ve Ziraat Bankası'ndan aldığı krediler açıklansın sonra görev zararlarının sebebini daha iyi anlarız."

Güngör Uras ise daha da ürkütücü bir iddia atıyor ortaya, 23 Eylül 2003 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki yazısında: “Bu kamu bankalarından biri olan Halk Bankası'nda batan paranın yüzde 70'i, 50 işadamının kursağına girmiş. Kim vermiş bu paraları? Nerede bu 50 işadamı?”

UNUTMA UNUTTURMA…

Demokratik hukuk devleti olabilmek için, Ergenekon, Balyoz, faili meçhuller, kanlı olayların yıl dönümleri nasıl hatırlanıyorsa, Beyaz Enerji Operasyonu, Karadeniz Otoyolu Yolsuzluğu,  Banka Hortumlamaları, İhale Yolsuzlukları, Önemli İşadamlarına Verilen Usulsüz Krediler, gibi olayların da birtakım etkinliklerle, eylemlerle hatırlanması ve gündeme getirilmesi gerekiyor. Sorumluları hakkında yeniden-bugünkü veriler ışığında davalar açılmasını sağlamak için kamuoyu oluşturmalı. Toplumsal farkındalık mekanizmasını bu olayların üzerinde de çalıştırmamız gerekiyor.
Geçmişiyle siyasi hesaplaşma sürecine giren Türkiye, iktisaden de hesabını görmelidir.

(“Yangın var” diye feryat ederken, aklıma Çiller döneminde yanan Sait Halim Paşa yalısı geldi. ANAP'lı Halit Dumankaya  içinde bulunan tarihi eserlerin sahteleriyle değiştirildiğini ve yalının yakılacağını söylemişti. Dikkate alan olmadı. 9 ay sonra yalı yandı. Bu ülke yangınlarla neleri kaybetmedi ki...)

FON TARAFINDAN ÜSTLENİLEN VE HALKIN CEBİNDEN ÖDENEN YURTDIŞI KREDİLER

Demirbank yurtdışı bankalarından 3,9 milyar dolar, 1,3 milyar İngiliz Sterlini, 1.81 milyar İtalyan Lireti, 234,6 milyon Euro, 89,7 milyon Alman Markı ve 4,6 milyon İsviçre Frangı kredi kullandı. 153,3 milyon Euro, 59,5 milyon dolar ve 19,8 milyon Alman Markı kredi kullanan Erol Aksoy’un İktisat Bankası en çok kredi kullanan ikinci banka oldu. Bayındırbank 203,4 milyon dolar, 2,4 milyon Alman Markı ve 31 bin Euro kredi kullanarak en çok kredi kullanan üçüncü banka olurken, 192,3 milyon dolar, 147 milyon İspanyol pezatası, 8,7 milyon mark kredi kullanan Çağlar’ın bankası İnterbank dördüncülüğe yükseliyordu. Mehmet Emin Karamehmet’in fona alınan Pamukbank’ı 176,6 milyon dolar, 2,8 milyon Euro ve 658 bin İsviçre Frangı borcunu kamuya ödetiyordu. Mustafa Süzer’in bankası Kentbank’ın Hazine’ye yüklediği borçlar ise 68,4 milyon dolar, 45,64 Euro, 500 milyon Japon yeni ve 342 bin 300 marklık bir bilânço içeriyor. Korkmaz Yiğit’in sahibi olduğu Bankeskpres’in 71,9 milyon dolar, 6,3 milyon mark, 109,7 milyon Japon Yeni, 487 bin İsviçre Frangı, 288 bin 285 İngiliz Sterlini borcu bulunuyordu. Yurtdışına borcu bulunan bir diğer banka da kötü yönetim ve özelleştirme kurbanı Türk Ticaret Bankası. Bankanın sadece 40 milyon dolarlık borcu bulunuyordu. Hayyam Garipoğlu’nun Sümerbank’ı borçlu bankalar sıralamasında son sıralarda yer alıyor. 26,8 milyon dolar, 4 milyon mark ve 3 milyon Euro borcu bulunan banka batık bankalar içinde kötünün iyisi kategorisinde yer alıyor. Cıngıllıoğlu ailesinin bir diğer bankası olan Ulusalbank 17,04 milyon dolar,43,834 milyon Yen, 3 milyon Mark, 165 bin sterlin borcuyla fona devredilir. Halis Ağa’nın Toprakbank’ı 11,8 milyon dolar, Bank Kapital 7,4 milyon dolar, Yaşarbank 4,7 milyon dolar, Etibank 2,7 milyon dolar, Esbank 900 bin dolarlık borcunu kamuya ödeten bankalar olur. Egebank 700 bin dolar bir diğer Ege Bankası EGSBank ise 3 bin dolar borç yükler.