Articles by "Abdullah Argun Çetin"
Abdullah Argun Çetin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

(Aşağıdaki yazıyı 2014 şubat ayında İsmail Akkol'un Yunanistan'da yakalandığında yazmıştım. Bugün yani 2 Şubat 2016 tarihinde Akkol'un Söke'de silah ve patlayıcılarla siyasetçilere suikast yapacağı esnada yakalandığı haberini aldık. 20 yıldır Sabancı Suikastı zanlısı olarak aranan İSMAİL AKKOL NEDEN TÜRKİYE'YE GELDİ? İSMAİL AKKOL KİMDİR? ÖZDEMİR SABANCI SUİKASTINDA GERÇEKTEN ROL ALMIŞ MIDIR? cevaplar aşağıda.)

Atina'da 10 Şubat 2014 tarihinde ele geçen SABANCI SUİKASTI ZANLISI İSMAİL AKKOL, Sabancı suikastının yeniden gündeme gelmesine neden oldu.
1996 yılında Sabancı Center'e girerek 25. kata kadar çıkıp ellerinde otomotik silahlarla SAKIP SABANCI'NIN kardeşi ÖZDEMİR SABANCI'YI öldürdükleri iddia edilen, İsmail Akkol ve Mustafa Duyar, DHKP-C üyesiydiler.

Zanlılardan Mustafa Duyar Suriye sınırında teslim olmuş, herşeyi anlatacağını söyledikten kısa bir süre sonra, cezaevinde iken 1999 yılında Nuri Ergin tarafından öldürülmüştü. İsmail Akkol'dan ise hiçbir zaman haber alınamadı.

Baştan sona düzmece bir suikast planıyla naylon katiller üretildi. Gerçek zanlılar sır perdesinin ardında kaldı taaki o güne kadar...

Tuncay Güney 1998 yılında Özdemir Sabancı'nın gerçek katillerini ve suikast gerekçesini detaylıca bana anlatmıştı.

Buyrun okuyun efenim....

SABANCI SUİKASTİNDEN GEÇEN YOL
SUSURLUĞA MI ÇIKAR?

(KÖSTEBEK - JİTEM MİT VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN - KEMAL KAPLAN / kitabından alınmıştır)

Faşist diktatörlükler veya komünist ülkelerde bile eşine az rastlanır faili meçhullere alışan Türkiye, 9 Ocak 1996’da bir yenisine tanık olacaktı. Bu defa diğerlerinden çok farklıydı. Kurban, gazeteci, akademisyen, kürt asıllı değildi. Ülkenin en büyük sermayelerinden birini elinde bulunduran Sabancı ailesinin en önemli fertlerinden biri Özdemir Sabancı, kendi ofisinde bir suikaste kurban gitti. Faili belli dense de, kimse inanmadı. Nedenini ise kimse tahmin edemiyordu. Birkaç düşünce hasıl olsa da Özdemir Sabancı’nın öldürülmesi için yeterli sebep görünmüyordu.

Türkiye’nin en güçlü ailesine mensup birinin öldürülmesine kim-kimler, nasıl cesaret edebilirdi?
Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Sabancı Holding’in başında bulunan ve toplumun büyük kesimi tarafından sempati duyulan Sakıp Sabancı da, kardeşinin öldürülmesinde yeterli tepkiyi vermemişti.
Emekli Amerikan ve Türk istihbaratçılarından bir ekip kurduğu söylenen Sakıp Sabancı’nın sonuca ulaşması bekleniyordu.
Suikasti işlediği söylenen 3 kişi de ortalıkta yoktu. Dünyanın en güçlü adamları içinde yer alan Sabancı’nın sanki eli kolu bağlıydı. Kamuoyu karşısında sakin görünen Sakıp Ağa’nın, olayın aydınlanması için büyük paralar harcadığı söyleniyordu.

Sabancı Suikasti sanıkları olarak lanse edilen, Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un DHKP-C üyesi oldukları, suikasti örgüt adına işledikleri gazetelerde çarşaf çarşaf yeralıyor, öldürme emrini ise örgütün elebaşlarından Ercan Kartal’ın verdiği yazıyordu.

Bir yıl sonra 6 Ocak 1997’de faillerden Mustafa Duyar, Türkiye’nin Şam Büyükelçiliği’ne giderek teslim oldu. Hakkındaki iddiaları da doğruladı. Türkiye’ye getirilen Duyar yargılanmak üzere Kırklareli E Tipi Cezaevi'nde özel hücreye, daha sonra da öldürüleceği, Afyon Kapalıcezaevi’ne gönderildi.
Duyar’ın ardından Fehriye Erdal’da tesadüf eseri Belçika’da yakalandı. Olayın üçüncü ismi olan İsmail Akkol’dan ise kitabı yazmaya devam ettiğim 2009 yılına kadar herhangi bir haber yoktu.

Mustafa Duyar Pişmanlık Yasası’ndan faydalanacağını umut ederek cinayeti itiraf etmiş, yasadan faydalanamayacağını öğrenince de, “Tüm bildiklerimi anlatacağım” demişti.
Can Dündar’la görüşmek isteyen Duyar, Dündar’ın görüşme talebinden iki hafta sonra 15 Şubat 1999'da cezaevinde kurşunlanarak öldürülmüştü.
Fehriye Erdal ise, Türk makamlarının girişimlerine rağmen Türkiye’ye iade edilmemiş, daha sonra da izini kaybettirmişti.

Mustafa Duyar’n ölümünden 5 gün sonra Can Dündar Sabah Gazetesi’ndeki köşesinde kaleme aldığı “Duyar Konuşacaktı” başlıklı yazısında olayla ilgili çarpıcı tespitlerde bulunuyordu:

Biliyorum, Türkiye Apo'dan başka bir şey görecek halde değil. Ama yine de Apo'nun tozu dumanı arasında kaynayıp giden çok önemli bir olaya dikkatinizi çekmek istiyorum.
Önceki gün, Özdemir Sabancı suikastinin sanığı Mustafa Duyar'la birlikte nasıl bir sırrı toprağa gömdüğümüzün farkında mısınız?

"Komplo teorileri"ni sevmem ama bu konuda şu son birkaç ayda yaşadıklarım, bana artık sevmem gerektiğini söylüyor.
5 hafta önce Mustafa Duyar'la görüşmek üzere Adalet Bakanlığı'ndan izin aldım.
     Benim soracaklarım vardı, onun da söylemek istedikleri...

Bir süre önce büroyu telefonla arayan bir kişi, Sabancı suikastini üstlenen örgütten olduğunu söylemiş ve kanıtlaması zor, ancak son derece önemli iddialar ortaya atmıştı. Telefondaki kişi, olayın ayrıntılarını, yurtdışında bizzat suikastin tetikçilerinden dinlemiş ve suikast sonrasında rahatça kaçmayı, bir polisin yardımı sayesinde başardıklarını öğrenmişti. Aldığı diğer bilgiler, suikaste ilişkin kafalardaki soru işaretlerini pekiştiriyordu.

Telefonu kapatırken, kendi zihninde vardığı sonucu, iki cümleyle özetledi:
"Bunu yapan, devlet örgütlenmesi içinde bir kol... Bir iç hesaplaşma vardı ve işi bize çözdürdüler."

Bu iddiaları, daha önceki ipuçlarıyla bir araya getirince tablo hepten ilginç bir hal alıyordu:

* Eyüp Aşık'ın Susurluk Komisyonu'nda verdiği ifadeye göre, suikastten sonra kendisini arayan (Mustafa Duyar olduğunu tahmin ettiği) bir genç, "Binada 4 kişiydik, ama ben silah kullanmadım" demiş ve iki önemli bilgi daha vermişti: "Olaydan 3 gün sonra birileri bizi öldürmeye çalıştı. Bize verilen silahları cinayetten sonra geri aldılar. Bana verilen Baretta marka silah, daha sonra Bucak'ın Susurluk'ta kaza yapan otomobilinden çıktı."

* O arabada Çatlı ve Bucak'ın şoförlüğünü, İstanbul eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ yapıyordu ve suikastin "içerdeki ayağı" Fehriye Erdal'ı Sabancı Center'a 6 ay önce onun bağlantılı olduğu temizlik şirketinin yerleştirdiği öne sürülüyordu.

* Sabancı Center santralinden dışarı hangi numaraların arandığını kaydeden bilgisayar, suikast günü "arızalanmış", Türk Telekom'daki kayıtlar da silinmişti.

* Bir yıl önce, eski Adalet Bakanı Şevket Kazan, Duyar'ın devlet adına bazı eylemlerde kullanıldığına dair iddialardan sözetmişti. Zaten Duyar daha önceki örgütünden de "polisle işbirliği yaptığı" gerekçesiyle atılmıştı. Sabancı suikastinden sonra, örgütünün "kendisini kullanıp paçavra gibi attığını" görünce belki de Suriye'ye geçip PKK'ya sığınmak istemiş, ancak bu yol da kapanınca Şam'da Türkiye Büyükelçiliği'ne gidip teslim olmuştu.

* Jitem'ci Astsubay Hüseyin Oğuz'un, Susurluk Komisyonu'ndaki ifadesine bakılırsa Duyar'ı Şam'dan Türkiye'ye getiren ekibin başında ünlü "Yeşil" vardı.

Suikastteki Susurluk bağlantısını çözecek anahtar, Afyon Cezaevi'nde bir hücredeydi. İdamla yargılanıyordu. Daha önce suçu üstlenen ifadesini değiştirmek istiyordu. İtirafçı affından yararlanmak için "Bildiğim bütün sırları açıklamaya hazırım" diyordu. Ancak pişmanlık talebi, yasadaki başvuru süresi dolduğundan kabul edilmemiş, o da üç kez "intihar teşebbüsünde bulunmuştu.


ATV için görüşme talebiyle Adalet Bakanlığı'na başvurduk. Bakan, "Sanığın açıklayacaklarının yargıya yardımcı olabileceği" gerekçesiyle izin verdi.

Afyon Cezaevi yönetimiyle görüşüldü. Duyar'ın yazılı oluru da alındı. Kendisi de görüşmeyi arzu ediyordu. Her şey hazırdı.

Fakat Duyar'ın konuşmak için öne sürdüğü bazı koşullar, bürokrasiye takıldı. Bakan'ın açık emrine rağmen, bakanlıktaki bir bürokrat, şifahen verilen görüşme izninin geri alınması için özellikle uğraştı.

Şimdi öğreniyoruz ki, bizim Duyar'la görüşme izni aldığımız, fakat resmi izin yazısı bir türlü çıkmadığı için gidemediğimiz Afyon'a, aynı günlerde Karagümrük çetesi, aynı bürokratın verdiği izinle nakledilmiş; gittikten iki hafta sonra da, gelen "vur emri" üzerine bizden önce Duyar'ı "ziyaret etmiş" ve 4 kurşunla cezasını infaz etmiş.


Komplo teorilerini sevmiyorum. Ancak "tesadüf"ün bu kadarına inanmayı da saflık sayıyorum.
Duyar kilit isimdi.
Konuşsa belki Susurluk skandalının bir düğümü daha çözülecekti.
Belki hep sağ eliyle vurduğunu sandığımız çetenin sol elini de görecektik. Sabancı'nın neden hedef seçildiğini öğrenebilecektik.
Duyar, sırlarını hücre komşusu Selçuk Parsadan'la paylaşmış olmalıydı. Belki Parsadan'a sıkılan kurşunun nedeni de buydu.
Belki de pişmandı karıştığı işten... Kendisi de 2 aylıkken babasını kaybetmiş, annesi ise o 13 yaşında iken, üvey babası tarafından öldürülmüştü.

Cezaevinde evlendiği karısından, bir ay önce bir oğlu olmuştu.
Adını "Özdemir" koymuştu.
Hangi katil, oğluna kurbanının adını verirdi ki?


******

Özdemir Sabancı’nın cenaze törenine bende katılmış, ailenin üzüntüsüne tanık olmuştum. Tören sırasında, nedenler ve nasıllar kafamın içinde birbirini kovalarken, Sakıp Sabancı’yla bir an göz göze geldim. Gözlerindeki üzüntünün ardında sakladığı büyük öfkeyi hissetmek zor değildi.
“Bunu yapanların yanına kâr kalmaz. Sakıp Ağa, intikamını alır” diye düşünmüştüm ona bakarken...

Sabancı’nın kurduğu ekip de herhangi bir sonuca ulaşamamış veya öyle görünüyordu. Güç ve para sahibi Sakıp Sabancı, acz içinde görünüyordu.
Sakıp Sabancı’nın ölümünden sonra da olay tam olarak kapandı. Taa ki, Ergenekon Davası’na kadar...

Tuncay Güney, 2001 yılında verdiği ifade de, Sabancı suikastiyle ilgili bilgiler de vermişti.
21 Temmuz 2008 tarihli Star Gazetesi’nde yayınlanan haberde Tuncay Güney, 3 Şubat 2001'de gözaltına alındığında İstanbul Organize Suçlar Şubesi'nde verdiği Ergenekon ifadesinde Sabancı Suikasti’nden söz ediyordu:

“Mustafa Duyar ve İsmail Akkol, DHKPC'deyken polise çalışıyorlardı. Fehriye Erdal'ın örgütle ilgisi hiç yoktu. Erdal'ı Sabancı Center'da işe Susurluk kazasında ölen Polis Müdürü Hüseyin Kocadağ yerleştirmişti. Önce bir senaryo hazırlandı. Çocuklar (Duyar ve Akkol) James Bond çantalarla cicili bicili giydirilip Sabancı Center'a gönderildi. Duyar ve Akkol, cinayetlerin işlendiği kata asla çıkmadılar. Sadece kameralara yakalanmak için binaya giriyorlarmış gibi yapıp geri döndüler. Cinayetler işlenirken aşağıda kırtasiyenin yanında bekliyorlardı. Fehriye Erdal da bu sırada aşağı inerken kamerada görülüyordu”

“Oysa daha önceden resmi bir görevli hiç kimsenin dikkatini çekmeyecek şekilde, susturuculu tabancayla binaya yerleştirildi ve Özdemir Sabancı ile Haluk Görgün ve Nilgün Hasefe'yi öldürüp, sessizce ayrıldı. Operasyon yapılırken Çatlı, Sabancı Center'in tam karşısında bulunan İETT garajında, bir minibüsün içinde, 'yanındaki bir kişiyle birlikte' bekliyor ve operasyonu oradan yönetiyordu. Cinayetler işlendikten sonra, hem suikastı gerçekleştiren resmi görevli hem Fehriye Erdal, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol, hem de Abdullah Çatlı, olay bölgesinden ayrıldı. Mustafa ve İsmail, örgüt tarafından yurtdışına çıkarıldı. Fehriye örgütten olmadığı için yurtdışına çıkışı cinayeti organize edenler tarafından sağlandı”

Suikastın ihalesi, DHKPC'nin polisle ilişkileri iyi olan lideri Dursun Karataş'a verilmişti. Suikast, DHKPC tarafından üstlenildi. Böylece bütün dikkatler örgüte yöneldi. Karataş'ı, polisin içinde bir grup destekliyordu. Özellikle DHKPC'nin MKYK üyeleri, Polis Müdürü Hüseyin Kocadağ tarafından belirleniyordu. Dev Sol'dan DHKP/C'ye geçişte, örgüt tamamen polis kontrolünde bir örgüt haline gelmişti.

Tuncay Güney'in iddialarına göre, Sabancı Ailesi, suikasttan sonra bir dedektif ekibi kurdu. Eski Amerikan istihbaratından ve eski MİT'çilerden bazı kişilerle istihbarat grubu kuruldu. Cinayetle ilgili dokümanlar toplanıyordu. Aynı günlerde, İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek'in sahibi olduğu Aydınlık dergisi ve Tuncay Güney'in yönetici olduğu Strateji dergisinde Veli Küçük'ün talimatıyla manipülatif haberler yapılıyordu. Veli Küçük'ün 10 yıllık arkadaşı ve muhbiri Yalçın Tanfer de Sabancı suikastıyla ilgili bilgi topluyordu. Veli Küçük suikastın nasıl gerçekleştirildiğini Sabancı Center'a gidip Sakıp ve Şevket Sabancı'ya anlatmıştı

Tuncay ifadesinde, Sabancı Suikasti’nin sorumlusu olarak Hüseyin Kocadağ ve Abdullah Çatlı’yı gösteriyor.

Sıkı durun!

Tuncay Sabancı suikastıyla ilgili olarak, 1998 yılında bana şunları anlatmıştı: “Önemli bazı siyasetçi ve emniyetçiler, Sakıp Sabancı’dan öyle bir şey istediler ki, vermeyince kardeşini öldürdüler. İstedikleri neydi biliyor musun? Uyuşturucu!”
Kulaklarıma inanamamıştım. Sakıp Sabancı’nın uyuşturucuyla ne ilgisi olabilirdi. “Tuncay galiba saçmalıyor” diye geçti içimden.

"Uyuşturucu mu? Sabancı’nın ne işi olur ki?..."
"Onun işi olmaz."
"Eeee. Peki o zaman..."
"Polisin yaptığı uyuşturucu operasyonlarından ele geçirilen uyuşturucu, Sabancı’nın çimento fabrikası olan Akçimento’da yakılıyordu. Birileri, bunların yakılmayıp kendilerine verilmesini istedi. Yakma işlemi resmi görevlilerin gözetiminde gerçekleştiriliyordu. Adamlar görevlileri ayarlamıştı. Yakıldı gibi belge düzenlenecek, sonra uyuşturucu el değiştirecekti. Sabancı reddedince... Malum olay"
"İyi ama Özdemir’i neden öldürdüler?"
"Sakıp ağaya gözdağı için. Neden olacak?"
"Sonra ne oldu peki?"
"Ne oldu? Sakıp Sabancı korkup uyuşturucuları vermeyi kabul etti mi?"
"Belki bir süre..."
"Eeee, sonra."
"Hatırlasana."
"Neyi?"
"Susurluk... Hangi tarihte oldu?"
"Kasım 1996"
"Sabancı ne zaman öldürüldü?"
"Hatırlayamadım. 96’nın ocak ayında galiba."
"9 Ocak 1996’da Sabancı öldürüldü. Aynı yılın 3 kasımında da Susurluk Kazası oldu. Kazada Kocadağ ve Çatlı öldü. Veya olay yerinde öldürüldü. Bucak’ı son anda bıraktılar. Sabancı neden sakin ve huzurlu sanıyorsun? Parçaları birleştir Kemâl hocam parçaları..."

Herkese Levent’te oturduğunu söylemesine rağmen, Tuncay’ın evi Gültepe’deydi. İsmail Akkol’da Gültepe’de ikamet ediyordu. Akkol’u önceden tanıdığını söyleyen Tuncay, “İsmail’i eskiden beri tanırım. Adam öldürecek biri değil. Şimdi kayıp nerede olduğu bilinmiyor. Bana göre öldürüldü. Mustafa Duyar’da yakında öldürülürse hiç şaşırmam” demişti.

Öngörüsünde haklı çıktı! Mustafa Duyar 1999 yılında tutuklu bulunduğu cezaevinde Nuriş Çetesi diye adlandırılan çete tarafından kurşunlanarak infaz edildi. Çete infazın gerçekleştirilmesi için Afyon Cezaevi'nde isyan çıkarmış, daha sonra da ortaya çıkan güvenlik zafiyetinden faydalanarak Duyar’ı öldürmüştü.

 Nuri Ergin daha sonra, Mustafa Duyar'ı Veli Küçük'ün emriyle öldürdüğünü iddia edecekti.

Nuri Ergin ve adamları Afyon Cezaevinde çıkardığı isyan sırasında Mustafa Duyar'ı öldürdüğünü koğuş penceresinden çıkarak itiraf etmişti. "Bu devlet bana Mustafa Duyar'ı öldürttü. Veli (Küçük) abiye sorun."

Kitabın son bölümünde Strateji Dergisi’nin bazı sayılarından derlenen haberlere yer vereceğim. Bunların içinde Sabancı Suikasti’yle ilgili de bir haber bulunuyor: “SABANCI CİNAYETİNDE NAYLON KATİL!”
Haberde, Mustafa Duyar ve İsmail Akkol’un Özdemir Sabancı’nın öldürüldüğü 25. kata hiçbir zaman çıkmadığı, video görüntülerinin ise cinayetin işlendiği tarihe ait olmadığı iddia ediliyor.

Uğur Mumcu suikastı zanlısı olarak tutuklanan Abdullah Argun Çetin, 23 ay cezaevinde yattıktan sonra, gizli celse talebinde bulunmuştu. Mahkemede yaptığı açıklamalarda; “başka ülke adına ajanlık yaptığını” itiraf etmiş, Mumcu suikastinde herhangi bir bağlantısı bulunamayan Çetin serbest bırakılmıştı.
Abdullah Argun Çetin, 2000 yılında Aksiyon Dergisinin 301. sayısına verdiği röportaj’da Sabancı suikastiyle ilgili şunları söylüyor:

“...Burada iki önemli nokta var. Sabancı suikastinde Fehriye Erdal’ı o binaya sokan temizlik şirketi eski Dev—Yol itirafçısı. İkincisi hiç basına hareketli görüntü vermediler. Halbuki o katta da güvenlik kamerası vardı.
Girişte verdikleri görüntüde tarih yanlıştı. Güvenlik kamerasını görüntüleyen eleman daha sonra ortadan kayboldu. Susturdular adamı. Herşey bir tarafa. Bir suikast düzenlenecek ise gerçek kimlik bırakılır mı? Birkaç hafta evvel de Fehriye Erdal ve Mustafa Duyar basit bir gösteride yakalanıp fişleniyorlar, gözaltına alınıyorlar.
Ne büyük tesadüf! Normalde bu adamlar böyle bir gösteriye katılmasa, DHKP—C’li militan oldukları bilinemeyecek! Ve gerçek kimliklerini bırakıyorlar. Böyle bir salaklığı akıllı bir örgüt yapmaz.
Ya da o şahısların kim olduğunu açıkça bırakmak istiyorsanız, açık adres vermek istiyorsanız ancak bırakırsınız”


KEMÂL KAPLAN
Şubat 2011

Geçmişte uzun dönem kullanılan bir deyim vardı. “Vehbi Koç kadar zengin miyim ki...” Türkiye’de zenginlik, fabrikatörlük akla gelince ilk isim Vehbi Koç idi. Sabancı ondan sonra gelirdi. Başkent olduktan sonraki ilk yıllarında, kasabadan şehre dönüşen Ankara’da, bakkal dükkanında başlamıştı Vehbi Koç’un ticari macerası... Eski bir televizyon programında o yılları şöyle anlatmıştı kendi şivesiyle: “Çok güçcüktüm o zaman, babamın bakkal dükkanında çıraklık yapardım. Yerleri süpürür, temizlik işlerine bakardım. Dükkanı yeni açmıştık. Birkaç tekerlek kaşar almış dolaba koymuştuk. Aradan biraz zaman geçmiş, kaşarlarda güçcük güçcük kurtlar peydah oldu. Babamla beraber kurtları temizlemek için peynirleri delik deşik etmiştik. Peynirleri satan tüccar durumu öğrenince bize çok güldü. Oysa o kurtlar peynirin yağı oluyormuş daha sonra öğrendik...”
Bakkal dükkanından, ülkenin en büyük sermaye grubu olan Koç Holding’i Vehbi Koç inşaa etmiş, yıllarca aldığı doğru kararlarla holdingi büyütmeye devam ettirmişti.

Uzun yıllar sonra yaşlanmış, sağlık sorunları baş göstermişti. Bayrağı devretme zamanı gelmişti. Oğlu Rahmi Koç göreve hazırdı. Holding yönetimi oğlana emanet edildi. Baba inzivaya çekildi.
Rahmi Koç, babasının aksine her zaman medya önünde olmuş, sosyete dünyasının aranan simaları arasında yer almıştı.

Rahmi Koç 90'lı yıllarda, Türkiye Aleyhinde yıkıcı faaliyetleriyle bilinen Fener Rum Patriği 
Bartholomeus'un elini öptüğünde büyük tartışmalar yaşanmıştı.


                                                                                                                                                                                    

90’lı yıllarda Rum Patrikhanesi’nin hamisi gibi davranmaya başlayan Rahmi Koç, Rum Patriği Bartalemeus’un elini öperken görüntülendiğinde ise kıyametler kopmuştu. Ticari başarılarından ziyade, siyasi çıkışlarıyla basında yer almaya başlayan Koç, özellikle sağ basının hedefi haline geldi.

2000’li yıllarda da holding yönetimini daha fazla devam ettirmek istemeyip, oğlu Mustafa’ya devrederek, tekneyle dünya turuna çıktı.

2005 yılında görüştüğüm ve Koç Holding’de önemli görevler üstlenmiş olan biri. Rahmi Koç’la ilgili şunları anlatmıştı: “Babası Vehbi Koç gibi, ticari bir zekâya sahip değildi. İlgi duyduğu alanlar, onun holdingde yanlış kararlar almasına neden oluyordu. En iyisini yaptı, Mustafa’ya devretti işi”

Rahmi Koç, özellikle değerli tablolar ve tarihi eserlere olan ilgisiyle de gündeme geliyor, Koç Holding çeşitli tarihi kazılara sponsor oluyordu.
Tuzla açıklarında bulunan adasını iddialara göre, tarihi eserlerle doldurmuştu. Koç sosyeteye bu adada görkemli davetler veriyordu.

Bir gazeteci arkadaşım, Rahmi Koç’un Tuzla açıklarında bulunan adasıyla ilgili haber yapmıştı.
Haberde, adada birçok tarihi eser saklandığı, Rahmi Koç’un ülkenin çeşitli yerlerindeki kazılarda bulunan bazı eserleri adasını süslemek için kullandığı iddia ediliyordu.

Strateji Dergisi'nde beraber çalıştığımız esnadaTuncay Güney bir gün, “Marmara Denizi’nde Rahmi Koç’un bir adası var. Bana onun fotoğrafları lazım” demişti.

"Hayırdır ne yapacaksın fotoğrafları."
"Lazım."
"İyi de..." "MİT istiyor." "Senden mi? "Evet." "Neden?"
"Nereden bileyim. Demek ki gerekiyor." 
"İyi de ülkenin koskoca istihbarat teşkilatı neden kendi halletmiyor? Veya bugüne kadar ellerinde yokmuy muş da şimdi istiyorlar?
"Kemâl hocam. Olmaz mı? Elbette vardır. Fakat son durum için yeniden istiyorlar. Kendileri
çekemez mi? Çekemezler... Herhangi bir görevli gitse ve yakalansa, kimliği açığa çıksa..."
"Ne olur?"
"Adanın üzerinden uçak veya helikopter bile uçuramıyorlar. Anlaşmaları varmış."
"Anlaşma mı? kiminle?"
 "Rahmi Koç ile..."
 "Nasıl bir anlaşma. Ada Türkiye sınırları içinde değil mi?"
"Bilemem. Adayı fotoğraflamak gerek."
"Kolay iş."
 "Kolay mı? Oooo Kemâl hocam, aştın kendini."
"Kolay derken gidip çekeceğiz manasında söylemedim. Çekilmişi var."
 "Neee gerçekten mi?"
"Evet."
 "Nerede? Kimde?"
  "Birkaç yüz dolara alırım fotoğrafları."
"Ok. Ne zaman alırsın."
"Ne zaman istersen."

Geçmişte aynı gazetede çalıştığımız, “Koç Adası” haberini yapan arkadaşla hemen irtibat kurdum. Fotoğrafların kendisinde bulunduğunu, ne yapacağımı sordu. Soru sormamasını, kaç paraya satacağını sordum. Sanırım 200 dolara gidip fotoğrafları aldım.

Tuncay’a götürdüğümde keyfine diyecek yoktu. Dialara bir bir bakıp, hemen ofisten ayrıldı.
Ertesi gün döndüğünde, o kadar keyifli değildi. “Fotoğraflar yetersiz bulundu. Yeniden çekilmesi gerekiyormuş.”

 "Tüh."
"Nasıl çekeceğiz?"
 "Bizim arkadaşlar, tekne kiralayıp gitmişlerdi. Teleobjektifli fotoğraf makinası bul gerisi kolay."

İki gün sonra, Tuzladaydık. Bir balıkçı tekenesiyle anlaştık. Adamlar adaya yaklaşmak istemiyorlardı. “Adaya yaklaşmayın, Ateş açarız” diye megafonla anons yapıyorlarmış.
İyi korkutmuşlar balıkçıları. Adaya yaklaşmaya başlayınca, Tuncay fotoğraf makinasını bana verdi.

 "Kemâl hocam, iyi kareler yakala."
"Gazeteci olduğumu unutuyorsun. Sen hiç merak etme, işim bu."

Hava puslu olduğu için kaliteli görüntü almak güç oluyordu. Balıkçılar da adaya fazla yaklaşmak istemiyorlardı. Tuncay daha fazla para teklif edince iş değişti. Adada bir kör nokta olduğunu, oraya yaklaşılsa bile kimsenin görmediğini söyleyen kaptan, adanın arka tarafına dümen kırdı.
“Burası kayalık olduğu için, herhangi bir güvenlik tedbiri almamışlar. Bizim oltacılar oranın balığı bol olduğu için, gidip avlanıyorlar. Kimse görmeden...”

Tuncay’a dönerek;

"Adaya buradan çıkabiliriz. Ne dersin çıkalım mı?"
  "Delimisin sen? Milyar verseler çıkmam."
 "Korkuyor musun?"
"Evet. Ayıp mı? Korkuyorum."
 "Ben çıkabilirim."
  "Başına iş açma. Gayet güzel fotoğraflar çektik. Gidelim artık."
 "Sen bilirsin."

Dört makara film harcamış, İyi iş çıkarmıştık... Fotoğraflar 4-5 gün Tuncay’ın masasının üzerinde durdu. İlk getirdiğim fotoğrafları zaman kaybetmeden yerine ulaştıran Tuncay bunlar için acele etmiyordu. Nedenini sorduğumda, “Onlar alacak” dedi.

Ertesi gün, daha önceden MOSSAD için çalıştığını söylediği biri geldi. Tuncay fotoğrafları ona verdi. Şaşırıp kaldım...

O dönemde Rahmi Koç, çok önemli bir konuda odak noktası olmuştu. İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın özerk bir yönetim tarafından yönetilmesi gerektiğini savunuyordu. Rahmi Koç kurduğu, Deniztemiz Derneği’ne (TURMEPA) bununla ilgili bir proje hazırlattığını söylüyordu.

3 Ekim 1997 tarihli Milliyet Gazetesi konuyu sekiz sütuna manşet atarak gündeme taşımıştı: BOĞAZ’A ÖZERKLİK.

Rahmi Koç haberde,  "Çanakkale ve İstanbul Boğazı'na tek yönetim şart" diyordu.
Haberin ilerleyen satırlarında Koç şunları söylüyordu:

“İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının tek bir idare altında toplanması gerekiyor, bu konu üzerinde çalışıyoruz. Bu çok önemli çünkü şimdiki düzenlemede çok kişi karışıyor boğaz geçişlerine, her kafadan bir ses çıkıyor. Özel bir kuruluş istemiyoruz, özerk bir kuruluş istiyoruz. Eğer bunu yapabilirsek, gerek Birleşmiş Milletler bünyesindeki İnternational Maritime Organization'a (IMO) gerek de dünyanın büyük sigorta şirketlerine, petrol ve nakliye şirketlerine tek bir muhatap olacaktır, bu da çok iyi Türkiye bakımından”
...........
“Ve bir de politik boyutu var biliyorsunuz. Montreux Anlaşması'nda Boğazlar açık deniz sayılıyor, onun için bu projeyi hazırladığımızda Dışişleri Bakanlığı'na gideceğiz, askerlere gideceğiz, devlet ve askeri erkana anlatacağız bunu, ikna edeceğiz, yanlış tarafımız varsa onlar söyleyecekler, biz de düzelteceğiz, fakat kanun olarak Meclis'e gittiği zaman herhangi bir tepki gelmemesini arzu ediyoruz. Bütün parti başkanlarına da gidip anlatacağız”

Rahmi Koç’un projesine en büyük destek 28 Şubat’ın önemli komutanlarından Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’dan gelmişti.
Erkaya 30 Ağustos 1997’de emekli olunca, apar-topar büyükelçi ünvanı verilmiş. Yeni kurulan hükümetin başbakanı olan Mesut Yılmaz’a, (ne rastlantıdır ki) Boğazlardan Sorumlu Başbakanlık Başdanışmanı olarak atanmıştı.

Güven Erkaya aynı zamanda Rahmi Koç’un kurduğu Koç Üniversitesi’nde de mütevelli heyetine seçilmişti.
Rahmi Koç ile siyasi görüşü örtüşen ve Koç’un projelerinin devlet katında itibar görmesi için çalışan Erkaya, Yunanistan’a yaranmak için Koç ile adeta yarışıyordu.

Erkaya Yunanistan’a jest olsun diye hazırladığı bir raporda, “EGE ORDUSU KALDIRILSIN” diyerek haddini aşıyordu.

Mesut Yılmaz’dan sonra başbakan olan Bülent Ecevit döneminde de başbakanlık başdanışmanlığı görevini sürdüren Erkaya, hazırladığı raporla Türkiye gündemine bomba gibi düşecekti: 22 Mayıs 2000 tarihli Sabah Gazetesi’nin haberine göre, Ecevit’e “Gizli Aksiyon Planı” sunan Erkaya, plana göre Yunanistan’a iyi niyet(!) göstergesi olarak Ege Ordusu’nun kaldırılmasını ön görüyordu. Haber siyasi ve askeri çevrelerde şok etkisi yarattı.

Sabah Gazetesi’nde yapılan röportajda Erkaya, Yunanistan’ın karasularını 6 mile indirmesini taahhüt etmesi için iyi niyet göstergesi olarak önce bizim adım atmamız gerektiğini ve Ege Ordusu’nun kaldırılması gerektiğini söyleyerek, görüştüğü Yunanlılar sayesinde de bunu test ettiğini şu cümlelerle açıklıyordu:

"Çeşitli vesilelerle bir araya geldiğim Yunanlı meslektaşlarım ve Yunanlı hukukçular nezdinde kişisel görüşlerim olarak ileri sürülerek test edilmiştir. İleri sürdüğüm gayriresmi nitelikli görüşlerimin, büyük ilgi gördüğünü de tespit etmiş bulunuyorum"

Uğur Mumcu suikastı zanlısı olarak tutuklanan Abdullah Argun Çetin, 23 ay cezaevinde yattıktan sonra olayla ilgisi bulunmadığı gerekçesiyle serbest bırakıldı. Çetin mahkemede başka ülke adına ajanlık yaptığını da itiraf etmişti. Aksiyon Dergisi 2000 yılının ağustos ayında Çetin’le röportaj yapmış, Argun Çetin Güven Erkaya’yla ilgili ilginç iddialarda bulunmuştu:

“28 Şubat’ın mimarı Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya’dır. Güven Erkaya MİT’e başkan olacaktı, ama yapamadılar. Şaibeli bir kanser teşhisi önünü kesti. Mesut Yılmaz Başbakan’dı o dönemde. Boğazlar’dan sorumlu danışman yaptılar. Yılmaz’a bastırdılar. Ama MİT’in içinde asker—sivil çatışması vardı. Siviller asker istemediği için engel oldular. Bunun üzerine Güven Erkaya’nın ağzını kapatabilmek için bayağı geniş yetkilerle Boğazlar’dan sorumlu danışman yaptılar. Ama asli görevi Tansu Çiller’in 1996’da yapmaya çalıştığı Amerika’daki FBI ve diğer istihbarat birimleri gibi birbirinden ayrı çalışan iç istihbarata dönük birimin başında olmaktı. Boğazlar danışmanlığı işin kamuflajı idi. Fakat ömrü vefa etmedi”

Güven Erkaya, “Ege Ordusu Kaldırılsın” dedikten 32 gün sonra, 24 haziran 2000’de ölmüştür. Ölüm nedeni olarak kanser gösterilmiştir.

Rahmi Koç, Güven Erkaya’nın ölümünden 3 yıl sonra, Koç Holding Yönetim Kurulu başkanlığından ayrıldı. Kendini tekne gezilerine verdi. Bugün Koç’un 'Boğazlara Özerklik' veya Erkaya’nın 'Ege Ordusu Kaldırılsın' projelerinden kimse söz etmiyor. Koç konuyla ilgili herhangi bir açıklama veya yorumda bulunmadığı gibi ortalarda da görünmüyor.
Koç Adası Kuş bakışı.

(Yukarıda okuduğunuz metin KÖSTEBEK - MİT JİTEM VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN ADLI KİTABIMDAN ALINMIŞTIR)