Articles by "Selatin camileri"
Selatin camileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster




Klişe bir lakırdı; “Senin özgürlüğünün başladığı yerde, bir başkasının ki biter.” Buna paralel bir soru sorayım, “Benim Haklarımın Başladığı Yerde Seninkiler Biter mi?”
Türkiye yıllardır hakların ve özgürlüklerin tartışıldığı ülke konumundan bir adım ileriye gidemediği gibi, hak ve özgürlük konusunu eline yüzüne bulaştırdı. Devlet geleneği olarak hak ve özgürlük fakiriyiz.
Son yıllarda bu yönde artan istekler, devleti bir şeyler yapma konusunda etken bir rol oynamasına itiyor ama; meleke eksikliği, yanlış adımlar atılmasına sebep oluyor. Medya da her zaman ki gibi aynı yanlışın peşi sıra seğirtiyor. Salatalığın(!) ardından, bir avuç tuzla koşuyor.

Kürt meselesi veya Kürt sorunu ya da terör sorunu, henüz doğru tanımlama bile yapılmamış olması olaydaki vahameti müşahede etmek açısından önemli. Devletin, yanı sıra medyanın da tanımını yapmakta zorlandığı sorunu, çözme aşamasında nasıl kıvrandığını ve yanlışlara gark olduğunu ibretle izliyoruz. Sadece izlemekle kalmıyor, toplumsal bölünme ve çatışma yaşıyoruz. Kılavuzumuz karga olduğu için…

Ermeni meselesi ve azınlıklar konusunda da durum farklı değil.

Kürtlere haklarını verelim derken, Türklerin ayağına basmak, “azınlık” kompleksiyle hareket ederken, “çoğunluğa” zulmetmek bundan olsa gerek.

Kürt meselesi, Ermeni meselesi, azınlık hakları vs. derken, öyle bir kamuoyu oluşmaya başladı ki, Müslüman-Türk tebaa artık kendini azınlık hissetmeye başladı. Türklük ve Müslümanlık utanılacak boyuta ulaşacak.
Kimse “AKP hükümeti var. Müslümanlar altın çağını yaşıyor” demesin. Büyük yanılgı olur. Başörtülü okula giderek veya İHL’lerin orta kısmını açarak, Müslümanlara hakları verilmiş olmuyor. Başı açık veya dindar olmayanlar da Müslüman olduğuna göre onların hakları ne olacak. Bu olaya partiler ve siyaset üstü bakın. Ne kadar çok yukarıdan bakarsanız o kadar çok şey görmeniz mümkün.
Zaten sorunumuz politik olmaktan kaynaklanıyor. Medya ve kanaat önderleri bizi politize ediyor. Her meseleye o gözlükle bakmaya başlayınca, istenildiği gibi üzerimizde mühendislik faaliyeti sürdürebiliyorlar.

İşte size bir örnek: Azınlık vakıfları için harekete geçen AKP neden Müslüman vakıfları için bir şey yapmıyor. 1935 yılında tüm vakfiyeler kamulaştırıldı. Sonra bir kısmı satıldı. Ermeni ve Rumlar kendi mallarının peşine düşmüş durumda. Ya Müslümanlar… 
Halkın kendi parasıyla yaptırdığı camilere ve vakfiyelere devlet nasıl el koyabilir. 

Koymuş zamanında. 

Azınlıklar haklarını geri alırken, İslamcı(!) AKP neden camilerin vakfiyelerini geri vermiyor. Hayırseverlerin, üzerinde alın teri bulunan vakıflara bağışladıkları gayrimenkulleri, Vakıflar Genel Müdürlüğü nasıl olur da devlet adına işletebilir?

Her dönem, iktidar partisi hangi ideolojiyi savunuyorsa, tam tersini yapmıştır. Refahyol döneminde, Erbakan en çok dış anlaşmayı İsrail ile imzalamıştır. Egemen güçlerin Türkiye üzerindeki stratejisi budur.
Bununla ilgili küçük bir anekdot geçeyim: 1980’li yıllarda Günaydın Gazetesi’nin başyazarı olan araştırmacı-yazar Aytunç Altındal, Necmettin Erbakan’la bir görüşmesinde, Erbakan’ın kendisine, o günkü Hürriyet Gazetesi’nin manşetten verdiği haberi göstererek, “Aytunç bey, manşeti görüyor musunuz. Beni en iyi giyinen siyasi lider seçmişler. Ve manşetten vermişler.  Bu mason takımı, bizi iktidar yapacak ve orada boğacaklar” diye aktarır.

**********

Radikal Gazetesi’nde okuduğum haber yukarıda yazdıklarımı onaylar biçimdeydi. Onlar 'taş' değil çalınmış yaşamlar” başlıklı yazının girişinde, “Bir beyanname marifetiyle adeta devlet tarafından yağmalanan Ermeni vakıf mallarının tam bir dökümü yayımlandı. Manzara vahim.” deniyor.

Şimdi vahim manzara neymiş ona bakalım habere göre; Ermeni vakıflarına ait 661 adet taşınmaza değişik sebeplerle el konulmuş. Bunlardan sadece 143 tanesi, son 10 yıl içerisinde yapılan yasal değişiklikler sonucunda vakfına iade edildi.”

Kendi gasp edilen haklarını bilmeyen bir çoğunluk, azınlığın haklarını nasıl savunacak? ‘Kraldan çok kralcı’ içgüdüsü; ‘azınlıkları savunmak’ modasına uyarlandığında komik oluyor. Neden mi?... Haberi yapan Demet Bilge, Müslümanlara ait 1927 - 1972 yılları arasında 3 bin 900 vakıf eseri satılırken bunların 2 bin 815'ini camilerin oluştuğunu bilmiyordu. Biliyorsa bunu neden gündeme getirmiyor.

Nedeni bana göre basit.

AKP’ye küfretme ve muhalif olma o kadar çok pirim yapıyor ve bizi kahramanlaştırıyor ki, tarafsız bakış imkânsızlaşıyor.

Politize olmanın ülkeye verdiği yıkım…

Vatanseverliği AKP karşıtlığına endekslemek büyük yanılgı ve hata. Bizi at gözlüğüne mahkum eden zihniyet, aynı zamanda yıkımımız olacak.

Politize olmadan da VATANSEVER olabiliriz.

Radikal muhabiri Demet Bilge aynı refleksle, gasp edilmiş Müslüman vakıflarından ziyade azınlık vakıflarını gündeme getirmeyi evlâ bulmuş.

**********

Karaköy Perşembe Pazarı, Osmanlı’dan bu yana sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin önemli ticaret merkezlerinden biri. Bugün de kısmen aynı statüsünü koruyor. Şişhane’den Perşembe Pazarı’na girdiğinizde Karaköy’e doğru ilerlerken, deniz tarafında izbe ve yıkılmaya yüz tutmuş hanları görürsünüz. Halen ticari faaliyet hanların içinde devam etmektedir. Bu yapılar içinde bulunan Fatih Bedesteni'nin kapı girişinde, caddeden baktığınızda okunabilecek durumda olan bir kitabe mevcut. “İşbu Fatih Bedesteni Ayasofya Vakfiyesidir.”

Buna benzer binlerce vakfiye mevcut. Binlercesi 1934 yılında çıkarılan bir yasayla kamulaştırılmış. Ayasofya veya Sultanahmet camilerine ait, Trakya ve hatta Arnavutluk’ta bile halk tarafından bağışlanmış gayrimenkuller mevcut. Tarla, bahçe, bina vs. gibi.
Sadece camiler değil Osmanlı döneminde kurulmuş ve günümüze kadar varlığını sürdüren; padişahların, paşaların, hanım sultanların ve varsıl insanların kurduğu hizmet vakıflarının taşınmazları da aynı kaderi paylaşıyor.

Aynı dönemde kamulaştırılarak, satılan Selâtin camilerinin vakfiyelerine ait taşınmazların Hıristiyanlar tarafından alındığından daha önce söz etmiştim.
Zaman içinde yurtdışına giden ve yaşamını orada sürdüren gayrimüslimlerin, buradaki kiracılarına bir banka hesap numarası bıraktıklarını, kiracıların kira bedellerini söz konusu hesaba havale ettiklerini, hesap numarasının ise Papalığa ait olduğunun ortaya çıktığını ‘Camilerden Vatikan’a Para’ başlığıyla yazmıştım.
Bir Müslüman meşru yoldan elde ettiği bir gayrimenkulü, bir camiye bağışlıyor. Devlet bu mala el koyuyor. Sonra o mal üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan bir gayrimüslime satıyor. Sonra o kişi de malını, kendi kutsalı olan Vatikan’a bağışlıyor. Hak, adalet nerede?

‘Çoğunluk’ olarak kendi gasp edilen hakkımızın hesabını soramıyoruz.

Ermeniler vakıf mallarıyla ilgili bir kitap hazırlamışlar.
Azınlıkların verdiği mücadeleyi anlamak için habere geri dönelim: “…… Oysa cümlelerdeki her bir kelime Türkiyeli Ermenilerin yüz yıldır yaşadıkları ‘hak gaspını’ ve buna karşı verdikleri sonu gelmez mücadeleyi ifade ediyor…. 1936 Beyannamesi’ne atıf yapılarak ‘2012 Beyannamesi’ adı konulan kitap 400 sayfadan oluşuyor. Ve şimdiye kadar İstanbul’daki Ermeni vakıf mallarına dair en geniş envanteri koyuyor ortaya.”

Ermeni vakıf eserlerinin envanteri niteliği taşıyan kitap, 2 yıllık çalışma sonucu ortaya çıkmış.
Kitabı, içlerinde Müslüman-Türkler’in de bulunduğu; Mehmet Polatel, Nora Mildaroğlu, Özgür Leman Eren ve Mehmet Atılgan’dan oluşan bir ekip hazırlamış. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi önsöz yazmış. Kitap için bir web sitesi açılmış. Sitede 200 fotoğraf, haritalar, tapu belgeleri, vesair matbu evrak bulunuyor. Takdire şâyân bir çalışma.

Yukarıdaki ekip ücreti mukabilinde-Ermeniler’e olduğu gibi; Müslüman vakıfları için aynı çalışmayı yaparlar mı? Merak ediyorum. Önsözü yazan kişi için de teklifim aynı.

Anekdot: 2011’de çıkan ‘Kanun Hükmündeki Kararname’yle bazı taşınmazlar azınlıklara iade edildi. Müslümanlar için henüz söz konusu değil.

Kitaptan: “… Burada sözü edilen kurumlar, genci ihtiyarı, kadını erkeği, zengini fakiriyle, bu topraklarda yaşayan insanların birlikte var ettikleri değerlerdi. Haksızlığa konu olan mülkler, ibadethanelere, okullara, yetimhanelere, huzurevlerine, bütün bir topluma can veren maddi kaynaklardı. Türkiye Ermenilerinin toplumsal yaşantısı ve kültürü, bu ekonomik zemin üzerinde yükseliyordu…”

Yukarıda yazılan dramatik nesre aynen imzamı atarım. Elbette‘çoğunluğun’ gasp edilmiş haklarını da kapsayacak şekilde.

Camilerin bugün birtakım oluşumların eline geçmesi, sosyal ve ekonomik işlevlerini kaybetmesinden dolayıdır. Sosyal kurum olma statüsünü, vakfiyeleri elinden alındıktan sonra kaybeden camiler, veren değil cemaatine ‘el açan’ ibadethaneler haline gelmiştir.  
Zamanında imareti, bimarhanesi, okulu, hanı, hamamı, misafirhanesi ve diğer müştemilatıyla sosyal bir kurum olarak inşa edilen camilerimiz, günümüzde sadece ibadethane işlevi görüyor.

**********

Vakıf mallarına el konulması bu meyanda laiklik tartışmalarının aslında tam ortasında duruyor diyebiliriz. Laiklik bugüne kadar farklı bir bakış açısıyla tartışılmış, oysa sosyo-kültürel yönü hiç ele alınmamıştır.

Aslında Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman laik olmamıştır. 1923 yılında kurulan cumhuriyette, 1924 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Anayasada yapılan değişiklikle 1937 yılında “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır.”  Eklemesi yapılmıştır. Devlet kurumu olarak Diyanet İşleri lav edilmemiştir.

Laik bir devletin din kurumu ve buna bağlı din adamlarının devlet memuru statüsü taşıması olması laiklik ile nasıl örtüşür düşünün...












Doğduğu köyden çok uzaktaydı. Çoktan beridir unutmuştu zaten. Amcasının himayesiyle uzun zaman önce kopmuştu o topraklardan. Geniş odasının denize bakan balkonundan güneşin batışını seyrederken, gücünün farkındaydı imparator I. Jüstinyen. Tahttan indirilmesi için çıkarılan isyanı güç bela da olsa bastırmış, hipodroma topladığı isyancıları kadın, erkek demeden kılıçtan geçirtmişti. Ölmektense, öldürmeyi tercih etmişti. Tarihe Nika İsyanı olarak geçecek olan isyan onun için yeni bir başlangıç olacaktı.

Doğu Roma İmparatoru I. Jüstinyen adını tarihe yazdırmanın peşindeydi. İmparator olduktan sonra, büyük bayındırlık hizmetlerinde bulunmuş, yeni medeni kanun hazırlatmış olmasına rağmen yaptıklarını tatmin edici bulmuyordu. Gücüne güç katacak. Doğuda ve batıda adını herkese duyurabilmeyi sağlamak ve eski tanrıları gibi ölümsüz olmak istiyordu.

Bitmeyen iktidar mücadeleleri ve imparatorluğun büyüyen sınırları nedeniyle Roma İmparatorluğu’nu iki merkezden yönetme kararı alınınca, Roma gibi ikinci merkezin de yedi tepeli bir bölgede kurulması fikri ortaya çıktı. Yedi rakamı pagan inanışta kutsaldı. Truva ve İzmit dâhil birçok yer elendikten sonra, Konstantinopolis Roma’nın eşzamanlı ikinci başkenti olarak kabul edildi. Şehrin daha önceki adı byzantion iken, ilk imparator Doğu Roma İmparatoru Konstantin’in adı verildi. Yıl: 395.

İşte bu yedi tepenin biri üzerine kurulmuş olan Büyük Roma Sarayı’nın tahtında oturan I. Jüstinyen, Nika ayaklanmasıyla yıkılan Ayasofya Kilisesi’ni yeniden inşa etmek için iki mimar görevlendirdi. Jüstinyen mimarlarına istediği yapıyı tarif ederken, Hıristiyan dünyası için simge olacak bir yapıyı da anlatıyordu.

5 yıl gibi- rekoru hala kırılamayan- bir sürede yapımı biten Ayasofya Kilisesi’nin muazzam kubbesi gökyüzüne yükselirken, takvimler 537’yi gösteriyordu. Ayasofya o zamana kadar en büyük yapı olan Süleyman Mabedi’nden daha da büyüktü.  Jüstinyen kiliseyi gördüğünde öyle bir kibir denizinde yüzüyordu ki, Ey Süleyman! Seni yendimdiyerek tarihe geçecek sözünü söyledi.

Ayasofya bin yıl boyunca - 1520’de İspanya’daki Sevilla Katedrali yapılana kadar- en büyük katedral olma özelliğini taşıdı. Kilise şehrin her yerinden rahatlıkla görüldüğü gibi, karşı kıyıdan bile izlenmesi mümkündü.

Roma İmparatoru I. Jüstinyen tarihe adını yazdırmayı başardı.

I. Jüstinyen’in muhteşem mabedi, bin yıl kilise, beş yüz yıl cami ve seksen yıl müze olarak kullanılan Ayasofya bugün halen ayakta.

ÖLÜMSÜZLEŞMENİN İLK ADIMI

Yıl 2012. Jüstinyen’in Büyük Saray’ın üzerinde çağdaş(!) çarpık binalar yükselirken, denizin karşı tarafında, Roma Sarayı kadar gösteriş ve şâşâlı olmayan mütevazı bir villada, 9 yıldır başbakan koltuğunda oturan Tayyip Erdoğan düşünceli, düşünceli çalışma odasında bir ileri bir geri turluyordu.

İstanbul’a damgasını vurmuş sabık imparatordan geriye kalan Ayasofya’yı, penceresinden göremiyordu ama en az Jüstinyen kadar hırslıydı. Adını tarihe yazdırmalıydı. İstanbul için düşündüğü “çılgın proje”yi hayata geçirmek en azından şimdilik bir hayaldi. O takdirde bir yenisi devreye girmeliydi.

Büyük imparatorlar şehre yüzlerce-binlerce yıl sürecek damgalar vurmuştu. Kral Byzas, kenti kurmuştu. Konstantin adını vermiş, Thedoisus şehrin efsane surlarını yaptırmıştı. Bin 500 yıllık Ayasofya’yı Jüstinyen, şehri yeniden dünya şehri yapan ise Fatih idi. 4 yıl İstanbul Belediye Başkanlığı yapan Tayyip Erdoğan, 9 yıldır da ülkeyi yönetiyordu. Bu şehre damgasını vurmanın, ölümsüzleşmenin de vakti gelmişti. Gelenek buydu. İstanbul tarihi böyle yazılmıştı.

Ayasofya şehrin her yerinden görülebilecek şekilde eski şehrin yedi tepesinden birinde kurulmuştu. Jüstinyen’in sarayının hemen yanı başındaydı.

Çamlıca tepesi yeni şehrin yedi tepesinden biri olmasıyla Tayyip Erdoğan’ın evinin yanı başı sayılırdı. Buraya yapılacak muhteşem bir mabed, şehrin her yerinden görülürdü.

Belki dünyanın en büyük camisi olmayacak, belki Tayyip Erdoğan’ın adını tarihe yazdıracak nitelikleri de taşıyamayabilirdi. Ancak Çamlıca Camii, tarihe vurulacak Recep Tayyip Erdoğan damganın ilk adımı olabilirdi…

DEVLET KASASINDAN CAMİ YAPTIRILIR MI?

20 Temmuz 2012 Yer: Ataşehir. Gökdelenlerin gölgesinde 10 bin kişilik Mimar Sinan Camii yükseliyordu. Anadolu yakasının en büyük camisi olan bu cami, Tayyip Erdoğan’ın isteğiyle yapıldı. Ayasofya ve camiye adı verilen Mimar Sinan’ın Selimiye’siyle kıyaslandığında sadece yapım süresi olarak onlardan ayırt ediliyordu. İki yılda tamamlanmıştı. Fakat Türk mimarisinin son dönem yapıtı olarak önem taşıyordu. Ataşehir gibi bir yerde o kadar büyük bir camiye gerek var mıydı orası tartışılır. Fakat caminin yapım sebebi ihtiyacı karşılamaktan öte bir şeydi.

Caminin açılışında konuşma yapan Erdoğan, Mimar Sinan Camii’nden ‘Selâtin Camii’ olarak söz ediyor. Anadolu yakasında bu tanımlamadaki camilerin yapımına devam edileceğini söylüyordu. Caminin girişinde bir de Erdoğan’ın estetik fakiri kitabesi bulunuyordu.

Erdoğan’ın fazlasıyla sözlerini önemsiyorum. Erdoğan söylediği hiçbir lafı iş olsun diye söylemeyen, konuşmalarının satır aralarında, mesajlar veren bir siyasetçi. Belki gelecek planlamasını bile konuşmalarından anlamak mümkün.

Cami açılışında yaptığı konuşmada kullandığı ‘Selâtin Camii’lerinin ne olduğunu ve neyi temsil ettiğini Erdoğan çok iyi biliyor.

Selâtin Camileri, padişah camileridir. Bu camileri başlangıçta, zafer kazanan padişahlar tarafından yaptırılıyordu. Camiler sultanın kişisel servetinden inşa edilir, devlet kasanından katkı yapılmazdı. Daha sonra I. Ahmed’in Sultanahmet Camiini yaptırmasıyla bu gelenek bozuldu. Sefere gitmeyen ve zafer kazanmayan padişahlar da cami yaptırır oldu.

Başbakan’ın Mimar Sinan Camii’ne Selâtin Camii demesinin altında ne gibi bir anlam yatıyor bunu anlamaya çalışacağız.
(Camiler halkın bağışlarıyla yapılıyor. Bugüne kadar ki teamül budur. Mimar Sinan Camii yapımında devlet yardımı oldu mu bilmiyorum-benim bilgi eksikliğim-Çamlıca Camii hangi bütçeyle inşa ettirilecek bunu da bilmiyorum. Önemli gördüğüm bir noktayı vurgulamak istiyorum. Erdoğan Selatin Camileri yaptırmak istiyor. Bunu yaparken lütfen, camilere vakfiyeler kazandırmaya baksın. Zira camilerin halka el açması, son derece iç burkucu ve onur kırıcı bir durum. Bugün kanıksamamıza rağmen, camilerin sosyal hayatın içine girememelerinin sebeplerinden biri olarak bu sorunu görüyorum.)

AYIYA ‘DAYI’ MI DİYOR

Tayyip Erdoğan, parti içinde kendine tam biat edilen bir genel başkan olmakla beraber aynı zamanda ülkeyi de tek adam mantığıyla yönetme güdüsü yüksek bir şahsiyet. Karizması ve “racon kesme” üslübu uluslararası arenada da dikkat ve şaşkınlıkla izleniyor. Türk siyasetinde bir ekol. Birçok alanda yaptığı devrim niteliğindeki yeniliklerle, tartışmalara neden olsa da, üç dönem iktidarda kalarak oyunu yükselten tek partinin sarsılmaz lideri. Yüzde 48’lik oy onun rahat hareketinin en büyük sebebi.
Ortadoğu’da zıp zıp zıplaması, her planın içinde olması onun ‘ağır abi’liğine ters, fakat dominant karakteriyle uyuşan bir durum.
Geçen yıl Tahrir Meydanı’nda yaptığı konuşmayla İslam âlemini de kanatları altında toplamak isteyen tavrı, alkış topladı.

Her ne kadar “BOP eşbaşkanıyım” dese de ve yaptıklarını öyle değerlendirip belki de su-i zanda bulunsak da; ‘köprüyü geçene kadar ayıya, dayı diyor’ tezi de hüsnü kabul görüyor.

Bu tez üzerinden gittiğimizde ve 2014’te cumhurbaşkanlığına oynayarak, sonra ki süreçte de, yarı başkanlık/başkanlık sistemi isteyeceğini sağır sultan bile biliyor. Peki ya daha sonra ki adım ne olacak.

‘HİLAFET’

11 yıl ülkeyi tek başına yönettikten sonra, küçük bir hamleyle cumhurbaşkanı olan, hele hele başkanlık koltuğuna da oturursa Tayyip Erdoğan gibi bir insanın tek bir arzusu kalır: HALİFE OLMAK.

Selâtin Camileri yaptıran ve Kemalist kurumları alt-üst ederek, yeni anayasa ile devletin kuruluş ideolojisini baştanbaşa değiştirmeyi hedefleyen, attığı her adım olay olan bir siyasi şahsiyetin ulaşacağı son nokta ne olurdu sizce…

GÜNDÜZ NİYETİNE…

Belki bu da BOP kapsamında…  Ancak hilafetin bize bu bölgede belki de kazancı olabilir. 1924 yılında kaldırılan hilafet, dünya Müslümanlarının bir noktada lidersiz kalmasına neden olmuştu. Tüm dünyada uzun yıllardır tartışma konusu olan ‘hilafet’, 1517’de Yavuz’un Mısır seferi ve ardından Memluklara son vermesiyle Osmanlı hanedanına geçti. Son Abbasi halifesi 3. Mütevekkil ile İslam Sancağı ve Kutsal Emanetler İstanbul’a getirildi. Mütevekkil’in ölümünden sonra, Abbasi hanedanından halife çıkmasını engelleyen Yavuz, halifeliğin kendisine geçmesini sağladı.

Cumhuriyetin ilanı ve saltanatın kaldırılmasından sonra, TBMM tarafından seçilen son halife II. Abdülmecit’in varlığı, devrimlerin önünde engel addedilince, hilafet 3 Mart 1924 tarihinde meclisin aldığı bir karar ve çıkarılan bir kanunla tümden ortadan kaldırıldı.

Devrimler açısından son derece elzem görünen hilafetin kaldırılmasının, İslam dünyasında elbette olumsuz yansımaları oldu. İnanan kitle açısından dünyada ikinci semavi din olan İslamiyet’in kişi ve kurum olarak ‘hilafet’e bağlı olması ve dünya Müslümanlarının, tek merkeze bağlı kalmalarının-hele hele bir Türk halifenin olmasının-önemi günümüzde daha çok ortaya çıkıyor.

Osmanlı’nın son dönemlerinde Sultan II. Abdülhamid Han’ın, hilafet makamından yararlanıp, ‘İslam birliği’ stratejisini çok iyi kullanmasıyla, topraklarında yangın olan bir imparatorluğun ömrünü uzatmayı başarmıştı.

Bu yangın imparatorluğun eski topraklarında bugün yeniden tezahürüyle; emperyalist güçlerin fiili ve siyasi işgali altında kalan eski Osmanlı halkları, kendisine sunulan, ‘baharın’ kanlı çiçeklerine kanarak, ateşe koşuyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın, İsrail’e ‘van minüt’ü ve Tahrir konuşması gibi bölgenin yakın takibi altındaki tavırları, fecaat içinde bulunan eski Osmanlı halklarını kucaklamaya yönelik siyaseti, büyük ölçüde karşılık görmekte.

Böyle bir makama şimdiye dek, dünya üzerinde kimsenin cüret edememesi, hilafetin ilelebet zuhur etmeyeceği anlamına gelmiyor. Kanımca dünya Müslümanları, Türklerden 500 yıl boyunca ona halel getirmeden ellerinden düşürmedikleri Hilafet Sancağı’nı, yeniden yüceltecekleri günü bekliyor.

Laik Türkiye Cumhuriyeti tarafından ilga edilen bir kurumun yeniden hayat bulması, Kemalizme vurulacak en büyük darbelerden biri olacağı gibi, hilafet doğru kullanıldığında, Yeni Dünya Düzeni’nde Türkiye adına büyük koz olacaktır.

Şunu iddia ediyorum: Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı olduktan sonra, medya ve siyasi arenada ‘Hilafet Tartışmaları’ başlayacaktır.

Yeniden hatırlatma gereği duyuyorum: Her ne kadar bu gelişmeler, emperyalist güçlerin politikalarına uygun sürdürülüyor gibi görünse de…

Kemalist cumhuriyet kurumlarının reorganizasyonu, belki de laikliğin yeni anayasayla artık tarih olması, Jüstinyen’in Ayasofyası’na muadil Çamlıca’da cami projesi, eski imparatorluğu yeniden diriltme çabaları, başkanlık sistemi, Tayyip Erdoğan’ı Özal’dan da öteye taşıyor. Belki Özal’ın yarım kalan misyonu üzerinden devam ediyor. Belki de kendine verilen rolü oynuyor. Zaman gösterecek.

Tayyip Erdoğan’ın ‘Hilafet Rüyası’ gündüz niyetine…





KEMÂL KAPLAN
6 Haziran 2012

Yıl 1997. Eminönü Hizmet Vakfı, ilçede bulunan vakıf eserleriyle ilgili bir araştırma yapıyor. Araştırma, Selâtin Camileri, yani sultanların camileri üzerine yoğunlaşıyor. Araştırma sonucunda tüyler ürperten sonuçlara ulaşılıyor.

Saray geleneğinde selâtin camilerinin yaptırılabilmesi için birtakım koşullar vardır. Öncelikle padişahın, askerî bir zafer kazanması ve bu zaferle birlikte önemli bir savaş ganimeti ele geçirmesi gerekirdi. Selâtin camilerinin yapımında devlet hazinesi kullanılmaz, yalnızca padişahın kişisel serveti kullanılırdı.

Camilerin neredeyse hepsi birer külliye olarak inşa edilirdi. Külliyede, cami ile birlikte medrese, imaret, türbe, kütüphane, hamam, aşevi, kervansaray, çarşı, okul, hastane, tekke, zaviyeler mevcut olup devrin en önemli sosyal kurumu durumundaydılar.

Tüm bu kompleksi bir arada düşündüğünüzde, komplike bir işletme karşımıza çıkıyor. Buranın işletilmesi de ayrı bir maharet istiyor. Camiler bugünkü gibi namaz sonrasında, kapının önüne bir kutu konarak halktan yardım toplamıyor. Halka el açmıyor. Bilakis, veren el durumunda.

Peki, tüm bu külliyenin harcamaları nasıl karşılanıyor. Elbette vakıflar yardımıyla. Öncelikle cami yaptıran sultan, vakfiye olacak dükkânlar ihdas ettiriyor. Bu dükkânların kira gelirleri cami ve külliye için kullanılıyor. Hayırsever vatandaşlar da, ev, tarla, dükkân vb. gayrimenkul ve menkullerini camilere vakfedebiliyor. İşte bu sosyal olgu, camileri toplumun merkezine yerleştiriyor.

Günümüzde, İstanbul Karaköy Perşembe Pazarı’nda bulunan bir işhanı Fatih Sultan Mehmet tarafından inşa ettirilmiş ve Ayasofya Camii’ne vakfedilmiş. Halen kitabesi durmaktadır. Bunun gibi daha nice vakfiyeler bulunuyor. Hatta Sultanahmet Camii’nin vakfiyesi olarak Trakya ve Balkanlar'da yüzlerce dönüm tarlası bile bulunuyor.

Hayrete düşüren bir durum değil mi.

Lakin daha can alıcı bölüme gelmedik. Bu vakfiyelere 1935 yılında CHP hükümeti tarafından el konuluyor. Nuruosmaniye Camii’nin girişinde bulunan dükkânlar, Sultanahmet Camii’nin alt tarafındaki arasta, binlercesine iki örnek.

El konulan vakıf malları bir kısmı devlet kasasını doldurmak için satışa çıkarılıyori kalanını devlet işletiyor. Vakıf malının haram olduğuna inanan Müslüman halk uzak dururken, gayrimüslimler adeta yağmalanan vakıf mallarını satın alıyor.

Gayrimüslimler satın aldıkları vakıf taşınmazlarını ya kendileri işletiyor veya kiraya veriyorlar. Gel zaman git zaman, bunlardan bazıları çeşitli nedenlerden dolayı ülkeyi terk ediyor. Giderken de, kiracılarına bir banka hesap numarası bırakıyorlar. Kiracılar da kiralarını bu hesaplara yatırmaya devam ediyor.

Şimdi sıkı durun. 1997 yılında olayı öğrendiğimde soluğu araştırmayı yapan Eminönü Hizmet Vakfı’nda aldım. Vakıf Başkanı Hüsnü Hepgür, araştırma sonucunda insanı dehşete düşüren bir sonuca varmıştı:
Kiracıların kira ücretlerini yatırdıkları banka hesabının Vatikan Papalığı’na ait olduğunu saptamışlar.

Araştırmamı biraz daha derinleştirince, geçen yıl kaybettiğimiz vatansever gazeteci-yazar Necdet Sevinç’in, daha 1969 yılında konuyla ilgili bulgulara rastladığını öğrendim. Sevinç Nuruosmaniye Camii hakkında yaptığı bir araştırmada, caminin vakfiyelerini Ermeni ve Süryanilerin satın aldıklarını ve bunların Ermeni kiliselerine vakfedildiğini tespit etmişti.

Haber, çalıştığım gazetede sürmanşetten girdi. Birkaç gün kamuoyunda tartışıldı. Ancak sonuca giden yol kapalıydı.  28 Şubat’ın hemen ertesiydi: Memleket toz duman. Herkes kendi paçasını kurtarma peşine düşmüştü. Bizim haberde gümbürtüye gitti.

BUGÜNKÜ DURUM

AKP hükümeti, azınlık vakıflarının hemen hepsini teslim etti. Tüm kilise vakıfları artık sahiplerini buldu. Geçen yıl Bülent Arınç vakıflardan elde edilen gelirin bilmem ne kadar arttığını söylüyordu.
Gayrimüslimlerin vakıfları iade edilmesine rağmen, Müslüman vakıfları neden iade edilmiyor? Kimse bu konuda konuşmuyor merak edilmediği gibi, onlarca İslamcı(!) aydın, yazar ve ilahiyatçı hiçbir platformda camilere ait vakıf mallarının iadesini dile getirmiyorlar.

Hayret!!!

Din-iman, Allah-kitap edebiyatı yapan devlet yöneticilerinin bu yürek burkan duruma müdahale etmemeleri, hatta dışarıdan bir seyirci gibi bakmalarını hazm edebilmemiz mümkün mü?