Articles by "Rum"
Rum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster




Klişe bir lakırdı; “Senin özgürlüğünün başladığı yerde, bir başkasının ki biter.” Buna paralel bir soru sorayım, “Benim Haklarımın Başladığı Yerde Seninkiler Biter mi?”
Türkiye yıllardır hakların ve özgürlüklerin tartışıldığı ülke konumundan bir adım ileriye gidemediği gibi, hak ve özgürlük konusunu eline yüzüne bulaştırdı. Devlet geleneği olarak hak ve özgürlük fakiriyiz.
Son yıllarda bu yönde artan istekler, devleti bir şeyler yapma konusunda etken bir rol oynamasına itiyor ama; meleke eksikliği, yanlış adımlar atılmasına sebep oluyor. Medya da her zaman ki gibi aynı yanlışın peşi sıra seğirtiyor. Salatalığın(!) ardından, bir avuç tuzla koşuyor.

Kürt meselesi veya Kürt sorunu ya da terör sorunu, henüz doğru tanımlama bile yapılmamış olması olaydaki vahameti müşahede etmek açısından önemli. Devletin, yanı sıra medyanın da tanımını yapmakta zorlandığı sorunu, çözme aşamasında nasıl kıvrandığını ve yanlışlara gark olduğunu ibretle izliyoruz. Sadece izlemekle kalmıyor, toplumsal bölünme ve çatışma yaşıyoruz. Kılavuzumuz karga olduğu için…

Ermeni meselesi ve azınlıklar konusunda da durum farklı değil.

Kürtlere haklarını verelim derken, Türklerin ayağına basmak, “azınlık” kompleksiyle hareket ederken, “çoğunluğa” zulmetmek bundan olsa gerek.

Kürt meselesi, Ermeni meselesi, azınlık hakları vs. derken, öyle bir kamuoyu oluşmaya başladı ki, Müslüman-Türk tebaa artık kendini azınlık hissetmeye başladı. Türklük ve Müslümanlık utanılacak boyuta ulaşacak.
Kimse “AKP hükümeti var. Müslümanlar altın çağını yaşıyor” demesin. Büyük yanılgı olur. Başörtülü okula giderek veya İHL’lerin orta kısmını açarak, Müslümanlara hakları verilmiş olmuyor. Başı açık veya dindar olmayanlar da Müslüman olduğuna göre onların hakları ne olacak. Bu olaya partiler ve siyaset üstü bakın. Ne kadar çok yukarıdan bakarsanız o kadar çok şey görmeniz mümkün.
Zaten sorunumuz politik olmaktan kaynaklanıyor. Medya ve kanaat önderleri bizi politize ediyor. Her meseleye o gözlükle bakmaya başlayınca, istenildiği gibi üzerimizde mühendislik faaliyeti sürdürebiliyorlar.

İşte size bir örnek: Azınlık vakıfları için harekete geçen AKP neden Müslüman vakıfları için bir şey yapmıyor. 1935 yılında tüm vakfiyeler kamulaştırıldı. Sonra bir kısmı satıldı. Ermeni ve Rumlar kendi mallarının peşine düşmüş durumda. Ya Müslümanlar… 
Halkın kendi parasıyla yaptırdığı camilere ve vakfiyelere devlet nasıl el koyabilir. 

Koymuş zamanında. 

Azınlıklar haklarını geri alırken, İslamcı(!) AKP neden camilerin vakfiyelerini geri vermiyor. Hayırseverlerin, üzerinde alın teri bulunan vakıflara bağışladıkları gayrimenkulleri, Vakıflar Genel Müdürlüğü nasıl olur da devlet adına işletebilir?

Her dönem, iktidar partisi hangi ideolojiyi savunuyorsa, tam tersini yapmıştır. Refahyol döneminde, Erbakan en çok dış anlaşmayı İsrail ile imzalamıştır. Egemen güçlerin Türkiye üzerindeki stratejisi budur.
Bununla ilgili küçük bir anekdot geçeyim: 1980’li yıllarda Günaydın Gazetesi’nin başyazarı olan araştırmacı-yazar Aytunç Altındal, Necmettin Erbakan’la bir görüşmesinde, Erbakan’ın kendisine, o günkü Hürriyet Gazetesi’nin manşetten verdiği haberi göstererek, “Aytunç bey, manşeti görüyor musunuz. Beni en iyi giyinen siyasi lider seçmişler. Ve manşetten vermişler.  Bu mason takımı, bizi iktidar yapacak ve orada boğacaklar” diye aktarır.

**********

Radikal Gazetesi’nde okuduğum haber yukarıda yazdıklarımı onaylar biçimdeydi. Onlar 'taş' değil çalınmış yaşamlar” başlıklı yazının girişinde, “Bir beyanname marifetiyle adeta devlet tarafından yağmalanan Ermeni vakıf mallarının tam bir dökümü yayımlandı. Manzara vahim.” deniyor.

Şimdi vahim manzara neymiş ona bakalım habere göre; Ermeni vakıflarına ait 661 adet taşınmaza değişik sebeplerle el konulmuş. Bunlardan sadece 143 tanesi, son 10 yıl içerisinde yapılan yasal değişiklikler sonucunda vakfına iade edildi.”

Kendi gasp edilen haklarını bilmeyen bir çoğunluk, azınlığın haklarını nasıl savunacak? ‘Kraldan çok kralcı’ içgüdüsü; ‘azınlıkları savunmak’ modasına uyarlandığında komik oluyor. Neden mi?... Haberi yapan Demet Bilge, Müslümanlara ait 1927 - 1972 yılları arasında 3 bin 900 vakıf eseri satılırken bunların 2 bin 815'ini camilerin oluştuğunu bilmiyordu. Biliyorsa bunu neden gündeme getirmiyor.

Nedeni bana göre basit.

AKP’ye küfretme ve muhalif olma o kadar çok pirim yapıyor ve bizi kahramanlaştırıyor ki, tarafsız bakış imkânsızlaşıyor.

Politize olmanın ülkeye verdiği yıkım…

Vatanseverliği AKP karşıtlığına endekslemek büyük yanılgı ve hata. Bizi at gözlüğüne mahkum eden zihniyet, aynı zamanda yıkımımız olacak.

Politize olmadan da VATANSEVER olabiliriz.

Radikal muhabiri Demet Bilge aynı refleksle, gasp edilmiş Müslüman vakıflarından ziyade azınlık vakıflarını gündeme getirmeyi evlâ bulmuş.

**********

Karaköy Perşembe Pazarı, Osmanlı’dan bu yana sadece İstanbul’un değil Türkiye’nin önemli ticaret merkezlerinden biri. Bugün de kısmen aynı statüsünü koruyor. Şişhane’den Perşembe Pazarı’na girdiğinizde Karaköy’e doğru ilerlerken, deniz tarafında izbe ve yıkılmaya yüz tutmuş hanları görürsünüz. Halen ticari faaliyet hanların içinde devam etmektedir. Bu yapılar içinde bulunan Fatih Bedesteni'nin kapı girişinde, caddeden baktığınızda okunabilecek durumda olan bir kitabe mevcut. “İşbu Fatih Bedesteni Ayasofya Vakfiyesidir.”

Buna benzer binlerce vakfiye mevcut. Binlercesi 1934 yılında çıkarılan bir yasayla kamulaştırılmış. Ayasofya veya Sultanahmet camilerine ait, Trakya ve hatta Arnavutluk’ta bile halk tarafından bağışlanmış gayrimenkuller mevcut. Tarla, bahçe, bina vs. gibi.
Sadece camiler değil Osmanlı döneminde kurulmuş ve günümüze kadar varlığını sürdüren; padişahların, paşaların, hanım sultanların ve varsıl insanların kurduğu hizmet vakıflarının taşınmazları da aynı kaderi paylaşıyor.

Aynı dönemde kamulaştırılarak, satılan Selâtin camilerinin vakfiyelerine ait taşınmazların Hıristiyanlar tarafından alındığından daha önce söz etmiştim.
Zaman içinde yurtdışına giden ve yaşamını orada sürdüren gayrimüslimlerin, buradaki kiracılarına bir banka hesap numarası bıraktıklarını, kiracıların kira bedellerini söz konusu hesaba havale ettiklerini, hesap numarasının ise Papalığa ait olduğunun ortaya çıktığını ‘Camilerden Vatikan’a Para’ başlığıyla yazmıştım.
Bir Müslüman meşru yoldan elde ettiği bir gayrimenkulü, bir camiye bağışlıyor. Devlet bu mala el koyuyor. Sonra o mal üzerinde hiçbir hakkı bulunmayan bir gayrimüslime satıyor. Sonra o kişi de malını, kendi kutsalı olan Vatikan’a bağışlıyor. Hak, adalet nerede?

‘Çoğunluk’ olarak kendi gasp edilen hakkımızın hesabını soramıyoruz.

Ermeniler vakıf mallarıyla ilgili bir kitap hazırlamışlar.
Azınlıkların verdiği mücadeleyi anlamak için habere geri dönelim: “…… Oysa cümlelerdeki her bir kelime Türkiyeli Ermenilerin yüz yıldır yaşadıkları ‘hak gaspını’ ve buna karşı verdikleri sonu gelmez mücadeleyi ifade ediyor…. 1936 Beyannamesi’ne atıf yapılarak ‘2012 Beyannamesi’ adı konulan kitap 400 sayfadan oluşuyor. Ve şimdiye kadar İstanbul’daki Ermeni vakıf mallarına dair en geniş envanteri koyuyor ortaya.”

Ermeni vakıf eserlerinin envanteri niteliği taşıyan kitap, 2 yıllık çalışma sonucu ortaya çıkmış.
Kitabı, içlerinde Müslüman-Türkler’in de bulunduğu; Mehmet Polatel, Nora Mildaroğlu, Özgür Leman Eren ve Mehmet Atılgan’dan oluşan bir ekip hazırlamış. Prof. Dr. Hüseyin Hatemi önsöz yazmış. Kitap için bir web sitesi açılmış. Sitede 200 fotoğraf, haritalar, tapu belgeleri, vesair matbu evrak bulunuyor. Takdire şâyân bir çalışma.

Yukarıdaki ekip ücreti mukabilinde-Ermeniler’e olduğu gibi; Müslüman vakıfları için aynı çalışmayı yaparlar mı? Merak ediyorum. Önsözü yazan kişi için de teklifim aynı.

Anekdot: 2011’de çıkan ‘Kanun Hükmündeki Kararname’yle bazı taşınmazlar azınlıklara iade edildi. Müslümanlar için henüz söz konusu değil.

Kitaptan: “… Burada sözü edilen kurumlar, genci ihtiyarı, kadını erkeği, zengini fakiriyle, bu topraklarda yaşayan insanların birlikte var ettikleri değerlerdi. Haksızlığa konu olan mülkler, ibadethanelere, okullara, yetimhanelere, huzurevlerine, bütün bir topluma can veren maddi kaynaklardı. Türkiye Ermenilerinin toplumsal yaşantısı ve kültürü, bu ekonomik zemin üzerinde yükseliyordu…”

Yukarıda yazılan dramatik nesre aynen imzamı atarım. Elbette‘çoğunluğun’ gasp edilmiş haklarını da kapsayacak şekilde.

Camilerin bugün birtakım oluşumların eline geçmesi, sosyal ve ekonomik işlevlerini kaybetmesinden dolayıdır. Sosyal kurum olma statüsünü, vakfiyeleri elinden alındıktan sonra kaybeden camiler, veren değil cemaatine ‘el açan’ ibadethaneler haline gelmiştir.  
Zamanında imareti, bimarhanesi, okulu, hanı, hamamı, misafirhanesi ve diğer müştemilatıyla sosyal bir kurum olarak inşa edilen camilerimiz, günümüzde sadece ibadethane işlevi görüyor.

**********

Vakıf mallarına el konulması bu meyanda laiklik tartışmalarının aslında tam ortasında duruyor diyebiliriz. Laiklik bugüne kadar farklı bir bakış açısıyla tartışılmış, oysa sosyo-kültürel yönü hiç ele alınmamıştır.

Aslında Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman laik olmamıştır. 1923 yılında kurulan cumhuriyette, 1924 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Anayasada yapılan değişiklikle 1937 yılında “Türkiye Cumhuriyeti Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır.”  Eklemesi yapılmıştır. Devlet kurumu olarak Diyanet İşleri lav edilmemiştir.

Laik bir devletin din kurumu ve buna bağlı din adamlarının devlet memuru statüsü taşıması olması laiklik ile nasıl örtüşür düşünün...












KEMÂL KAPLAN
4 Ağustos 2012

Gazetecinin en büyük sermayesi haber kaynakları, bağlantılarıdır. Mesleğe başlayan herkes kısa sürede bunu kavrar ve ilişkilerini buna göre düzenler.
Her gazeteci gibi ben de, haber kaynağı edinme ve bunları uzun yıllar muhafaza etme derdinde olduğum dönemlerde, tanımıştım Cem Başar’ı. Hiçbir zaman yüzünü görmemiştim. Hatta hâlâ bir fotoğrafı bile mevcut değil bende. Üzücü aslında.

Bir arkadaşım tarafından adı ve telefon numarası verilmişti. “Kıbrıs ve Yunanistan’la ilgili azami istifade edersin” demişti.

Bugünlerde Ortadoğu gündemden düşmüyor. Yunanistan’ın pabucu dama atıldı. 90’lı yıllarda, gün geçmiyordu ki Yunanistan ile bir kriz yaşanmasın. Dış politikada en popüler meselemiz Kıbrıs ve Yunanistan idi o yıllarda.
Cem Başar, hızır gibi yetişmişti imdadıma. 17 yıl Yunanistan’da TRT, Milliyet ve Hürriyet muhabiri olarak görev yapan Başar; 1958-1963 ve 1970-1982 yılları arasında Türk-Yunan ilişkilerinin en sıcak günlerinde Atina`da bulunmuştu. Başar, yazdığı haberler nedeniyle, 1982 Mart ayında Andreas Papandreu hükümeti tarafından ‘istenmeyen adam’ ilan edilerek sınır dışı edilmesinin ardından KKTC`ye yerleşmişti.
Onunla irtibat kurduğum yıllarda Lefkoşa’da kendi kurduğu INAF adlı bir haber ajansını yönetiyordu. Kıbrıs’ta yaprak kıpırdasa, telefona sarılır onu arardım. Kıbrıs meselesine hâkim olduğundan olaylara derinlemesine analiz yapar, arka plandaki ayrıntılarını anlatırdı. Benim için bulunmaz bir ‘kaynak’tı.

2006’da 73 yaşında vefat ettiğini öğrendiğimde, adeta telefon arkadaşı olduğum Cem Başar’ın meslek hayatımda önemli bir yer teşkil ettiğini geç anlamıştım.

Yunanistan ve Kıbrıs konusunda çok sayıda kitap ve çalışması bulanan Başar’la, yine bir telefon görüşmesi yapıyorduk. Konu:  Lefkoşa’da yeşil hat Rumlar'In eylemine sahne oluyordu.

KAFASINDAN VURULAN RUM ASKERİ

Bir taraftan TV’den canlı yayınlanan eylemi izliyor diğer taraftan da, Başar’la konuşuyordum. Ajansın bulunduğu bina eylem mahalline çok yakın olduğundan o da, penceresinden izliyordu. Konuşmamız devam ederken Rum bir göstericinin sınırı geçerek bayrak direğine tırmandığını gördük. Türk bayrağını indirmek için direğe tırmanan göstericiyi Türk askeri başından vurmuştu.
Başar olayları Lefkoşa’daki odasının penceresinden canlı, ben ise yüzlerce kilometre ötede İstanbul’da aynı anda gazetedeki haber merkezinde bulunan TV’den izliyordum.
Olay günlerce uluslararası kamuoyunda tartışıldı.


KIVRIKOĞLU’NA SUİKAST GİRİŞİMİ

28 Şubat’ın ağırlığı üzerimizde karabasan gibi devam ederken, REFAHYOL’dan sonra kurulan ANASOL-D hükümeti, asker gölgesi altında icraatlarına başlamıştı. Kasım ayında düzenlenen TOROS askeri tatbikatının ikinci ayağı KKTC’de sürüyordu. 5 Kasım 1997’de tatbikatı izlemek üzere çok sayıda yüksek rütbeli asker ve dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da, tatbikat bölgesindeydi.

Gözlemciler tatbikatı kendileri için kurulan sahra çadırlarından izliyordu.  Tatbikat alanına birkaç kilometre mesafedeydi. Düz alanda icra edilen savaş oyunları dürbünle izlenebiliyordu.
Çadırda askeri protokol uygulandığından Hüseyin Kıvrıkoğlu ön sıradaydı. Tatbikatın en ateşli ve bol patlamalı bölümünde Kıvrıkoğlu’nun tam arkasında bulunan Albay Vural Berkay birden irkilerek oturduğu sandalyeden yere yığıldı. Yardım için herkes seferber oldu. Oradakiler Albay Berkay’ın fenalık geçirip kendini kaybettiğini düşünürlerken, yardım için albaya müdahale edenler göğsünden vurulduğunu dehşetle müşahede ettiler. O esnada Kıvrıkoğlu da olanları anlamaya çalışıyordu.

Ertesi gün, Albay Vural Berkay’ın seken bir kurşunla Toros-2/97 adlı tatbikatta şehit olduğu haberi ajanslara düştü. Haberi okur okumaz, vakit kaybetmeden Cem Başar’ı aradım ama ofisinde yoktu. Yardımcısı Mutlu Beye not bıraktım. Öğleden sonra haber merkezinin telefonu benim için çalıyordu. Arayan Başar idi. Hâl-hatırdan sonra tatbikattaki olayı sordum kendisine.

Başar, olay esnasında orada bulunduğunu söyleyerek şunları anlattı: “Yandaki çadırda basın mensuplarıyla beraber tatbikatı izliyorduk. Patlamaların gürültüsü bize kadar ulaşıyordu. Birden protokol çadırından sesler yükseldi. Çadıra giriş-çıkış trafiği arttı. Olağanüstü bir durum yaşandığını anlayarak hemen oraya gittim. Kıvrıkoğlu’nun tam arakasında oturan bir albaya acil sağlık müdahalesi yapılıyordu. Adının sonradan Vural Berkay olduğunu öğrendiğim albay ne yazık ki daha olay anında ölmüştü. Göğsünden vurulmuş. Allah rahmet eylesin.”

Kara Kuvvetleri Komutanı ve geleceğin Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu’nun hemen arkasındaki birinin vurulmasının son derece manidar olduğunu söylediğimde ise: “Kemalciğim, kurşun sekmesi diyorlar. Ben oradaydım. Kurşunun sekeceği bir yer yok kilometrelerce düzlük. Kıvrıkoğlu oturduğu yerde hafif kıpırdamış ve o anda albay vurulmuş. Kıvrıkoğlu bir yıl sonra genelkurmay başkanı olacak. Bence başarısız bir suikast girişiminde bulunuldu. Onun ölümü komuta kademesinde değişikliğe neden olacaktı. Başaramadılar...”

Cem Başar’ın, son derece önemli bağlantıları vardı. Kara Kuvvetleri karargâhında görevli olan bir kurmay albayın ismini vererek, “Onu ara, selamımı söyle. Sana bilgi verir” dedi. Albayı aradım ama bilgi vermek bir yana, telefonla görüşebilmem bile bir haftayı buldu. Albay herhangi bir bilgisinin olmadığı, Ankara’ya gidersem kendisini ziyaret etmemi istedi.
Son derece muammalı bir olayda albayın telefonda bilgi vermesi mümkün değildi.

Yaklaşık iki yıl sonra vatani görev ifamın ilk ayağında yolum Ankara’ya düştü. İlk çarşı iznimde albay ile Tunalıhilmi’deki bir kafede buluştuk. Olayın üzeri soğumuş, ortalık sakinleşmişti albay, askerlik boyunca görüp göreceğim en 'fit' albay idi. Sakin ve soğukkanlı olduğu daha ilk dakikalarda anlaşılmıştı. İki yıl önceki olayı sorduğumda, gayet serin bir bakışla anlatmaya başladı: “Kemâl kardeşim, bak sende şimdi bu üniformayı giydin bizim psikolojimizi az çok anlıyorsundur. İki yıl önce sana telefonda bilgi vermem mümkün değildi. Bugün şartlar değişti. Komutanımız çok şükür genelkurmay başkanı oldu. Her türlü beladan kurtuldu. Onun terfi etmemesi için ne dümenler döndü. Az daha hayatından oluyordu. Çevik Bir ordu içinde öyle bir sulta kurmuştu ki inanamazsın. O zinciri hâlâ kırabilmiş değiller, fakat zayıflattılar.  Kıbrıs’taki olay tüm açıklığıyla bir suikast girişimidir. Komutanımız her şeyin bilincindedir ve ordu içinde herhangi bir kaos yaratmadan meseleyi zaman içinde çözmüştür. Silahlı Kuvvetler kimsenin babasının malı değildir. Buna izin verilemez. Bir ve ekibi tasfiye edildi.”

Olayın bir suikast girişimi olduğunu etkili ve yetkili bir ağızdan duymuştum. O dönem bunu yazamamış olsam da gerçeği biliyordum. Cem Başar sayesinde...

BESİM TİBUK’UN İSRAİL SEVDASI

Sahibi olduğu NET Holding ile ticari hayatta hızını alamayan Besim Tibuk, 1994 yılında Liberal Demokrat Parti’yi kurmuştu. Tibuk farklı söylemleriyle kısa sürede medyanın ilgi odağı oldu. Tibuk, Laleli’deki eski adı Tayyare Apartmanı olan NET Holding’e ait Ramada Otel’de, Filistin meselesiyle ilgili bir panel düzenlemişti. Şef basın bültenini elime tutuşturdu. Doğru otele… Panelin başlamasına kısa bir süre vardı. Hemen ön sıradan kendime bir yer seçtim ve panel başlayınca konuşmacıları dinlemeye bir taraftan da kayıt cihazıma konuşmaları kaydetmeye başladım. Panelde İsrail İstanbul Başkonsolosu, Filistin temsilcisi (adlarını hatırlamıyorum) ve Besim Tibuk konuşmacıydı.

İki ülke temsilcisi de kendi bakışlarına göre Filistin meselesini dilleri döndüğünce anlattı. Her iki konuşmacı da birbirini suçlayarak panel belli bir tava gelmiş oldu. Sonra Sıra Tibuk’a geldi. Atmosferin biraz serinlemesi için birkaç cümle sarf ettikten sonra, ağzındaki baklayı çıkardı: “Filistin’de yıllardır kan dökülüyor. İsrail, yeni yerleşim bölgesi açmak için Filistin topraklarına giriyor. Oysa bu sorunu çözmek için benim son derece etkin bir projem var. KKTC’nin özellikle Karpaz bölgesinde çok büyük boş araziler bulunuyor. Burayı İsrailli kardeşlerimize versek, onlar burada yerleşim bölgesi kursalar, hem Filistin’de akan kan durur. Hem de Kıbrıs’ın ekonomik kalkınmasına büyük fayda sağlar.”

Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı. Ama salonda bulunan diğer muhabirlerin tepkisi benim gibi olmamıştı. Birçoğu mayışmış, kendi arasında fısıldamaya başlamış, bir kısmı ise zaten 'malum' medyanın muhabirleri olduğu için bu haberi yapsalar bile yayınlanmayacağını biliyorlardı. Panel biter bitmez gazeteye koşup haberi parlatıp, cilalayıp verdim yayın yönetmenine, haber ertesi gün yayınlandı yayınlanmasına ama, çalıştığım kurumun etkisizliğinden tesir göstermedi.

Haberi hazırlarken bizim yaşlı kurt Cem Başar’a telefonla ulaşarak, Besim Tibuk’un haddini aşan cüretkârlığını bir bir anlattım. Yılların getirdiği bilgi ve birikimle, dış güçlerden çok içimizdeki hainlerle uğraşmanın çok daha zor olduğunu söylemiş, “Canım kardeşim, Besim Tibuk denen insan, KKTC’nin Dip Karpaz bölgesinde çok büyük araziler satın aldı. Almaya da devam ediyor. Bazılarının dini imanı para olmuş. Para için memleketini satılığa çıkaranlar var” demişti.

FKÖ’NÜN KAYIP SİLAHLARI VE 500 YILLIK AYASOFYA HAYALİ

Ayasofya’nın Yunanlılar tarafından yapılmış minaresiz ve kilise olarak restore edilmiş planlarını, FKÖ’nün kayıp silahlarının Kıbrıs Rum kesimindeki PKK kamplarında bulunduğunu, o tarihlerde Rusya’dan aldıkları S300 füzelerini Rumların konuşlandırdığı üslerle ilgili haberleri ve daha birçok önemli haberi Cem Başar’dan aldığım bilgi ve belgelerle yapmıştım.

Hayatını Kıbrıs’a adayan gazeteci ve yazar olmanın dışında, bir dava adamı olan Cem Başar, Kıbrıs ve Yunanistan konusunda yaptığı propagandalar ve çalışmalarla her zaman Rum ve Yunanlıları rahatsız etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Yavruvatan’daki menfaat ve çıkarları uğruna üstlendiği görevi büyük bir başarıyla sürdürmüş,  5 Ocak 2006 tarihinde Lefkoşa’da 73 yaşında iken gözlerini bu dünyaya kapamıştır.

Geçirdiği rahatsızlık sonucu bir süre felçli olarak hayatını sürdüren Başar, hasta yatağında bile ‘Yunan Gerçeği’ isimli son kitabını tek eliyle yazarak bitirmeyi başarmış, sarsılmaz bir azmin abidesidir. Bir vatanseverlik hikâyesidir Cem Başar’ın hayatı…

Bu yazı geç de olsa Cem Başar’a ithafen yazılmış bir vefa yazısıdır.

Allah nur içinde yatırsın.