Eylül 2012



İki tarihi dava  ERGENEKON ve BALYOZ.

Birinde asker, sivil, emniyetçi karışık bir menü içinde insanlar çete kurmak, faili meçhuller ve en az bir düzine suçlama ile yargılanıyorlar. Diğerinde ise, açık-net anlaşılır bir suçlama var: “Darbe girişimde bulunmak” Balyoz’da karar verildi. Tartışmaları, yankıları halen sürüyor. Ergenekon’da yargılama 20 yıl daha sürse mahkemenin işin içinden çıkacağını sanmıyorum.

Özellikle Balyoz’da dava son aşamalara geldiğinde, içerideki paşalarla, dışarıdaki paşalar arasındaki tansiyon artmıştı. Hilmi Özkök ile Aytaç Yalman’ın açıklamaları, dikkatleri çekmenin yanında bazı ipuçları taşıyordu.

PKK’nın ve Suriye iç savaşının yarattığı gergin gündemi bir tarafa bırakır da, bakış açımızı genişleterek biraz da birkaç yıl öncesi yaşananların ışığında, Türkiye’yi satır aralarından okursak, ortaya son derece ilginç manzaralar çıkacaktır.

Hep birlikte, tüm ayrıntılarıyla Türk siyasi tarihine damgasını vuracak davaların miladına bir yolculuk yapalım. Bu yolculuk klişe ve asla sıkıcı olmayacak. Son derece ilginizi çekecek, hatta bazen eğlenceli bile olacak…

ÖRGÜTÜ DEŞİFRE ÇALIŞMALARI

90’lı yılların başı. Şüpheli siyasi ölümler ve faili meçhuller tavan yapıyor. PKK’yı ise tutabilene aşk olsun. Ülke koalisyonlara emanet. Ekonomi Allah’a…

1998 yılında ilk defa Ergenekon ismini Tuncay Güney’den duyduğumda, JİTEM, Kontrgerilla, TİT gibi efsaneleri duymuş ve ziyadesiyle okumuştum. Çok şaşırmamış olmakla beraber, anlattıklarının ilgimi çekmemesi imkânsızdı.

Can Dündar ve Celal Kazdağlı Ergenekon’u 1999 yılında kısmen deşifre ederek kitaplaştırdılar. Onlara bu ismi, Erol Mütercimler vermişti. Kazdağlı’ya göre, Mütercimler bu örgütü ortaya çıkarmak için dört yıl uğraşmıştı. Eski deniz binbaşısı Mütercimler Ergenekon’un tutuksuz sanıkları arasında.

2001 yılında ise Aksiyon Dergisi Ergenekon’u daha da deşerek, ‘Sivil Ergenekon’ adıyla, tüm yapılanmayı veriyordu. Ondan önce Fehmi Koru Yeni Şafak’ta Ergenekon’u peş peşe iki gün yazdı.

Bu verilerden anlaşılacağı gibi, 90’lı yılların sonundan itibaren birileri Ergenekon’u ifşa etmeye başlamıştı.
Oysa Susurluk kazasında çözülür denen örgüt, gücünü korumuştu. Dönemin başbakanı Erbakan, “tırı, vırı” dese de, halefi Mesut Yılmaz’ın, “siyasi kariyerime de mâl olsa sonuna kadar gideceğim” açıklaması başlangıçta heyecan yaratmış, sonra bu lafın içinin boş olduğu görülmüştü. Mehmet Ağar ise en anlamlı açıklamayı yapmıştı Susurluk için, “Altında kalırız”

Susurluk’ta çözülmeyen Ergenekon, birkaç yılda ne olmuştu da adeta kendi kendini çözmeye karar vermişti. Kendi kendini diyorum, çünkü ilerleyen satırlarda bunun ne anlama geldiğini daha iyi anlayacaksınız.

HANGİ ERGENEKON?

2006 yılında başlayan Ergenekon Operasyonu’nun, 2001’de Tuncay Güney’in verdiği ifadeden yola çıkıldığı ortaya atıldı. Yani davanın fitilini Tuncay Güney ateşledi gibi duruyor.
Tuncay 2001’deki ifadesinin ardından bana gelmiş ve emniyete düştüğünü, kurtulmak için de, bildiğini ve bilmediğini(!) anlattığını, polislerin anlatılanlar karşısında dumura uğradıklarını söylemişti.
Tuncay’ı sorgulayan ve ifadeleri özel deposunda saklayan emniyetçi Adil Serdar Saçan da, daha sonra aynı davadan tutuklanacaktı.

Tuncay’ın ifadesinden bir yıl sonra, Bu defa da emekli MİT’çi Mehmet Eymür de, kendine ait web sitesi olan atin.org’da, Ergenekon’u afişe ediyordu.

Şunun altını çizmek istiyorum: Devletin derin yapılanması olduğu iddia edilen, siyasi faili meçhul cinayetlerin müsebbibi, darbe planlayan, kısaca devletin içinde gayri resmi bir devlet yapılanması olduğu iddia edilen Ergenekon adlı örgütün, çeşitli defalar, çeşitli kişilerce afişe edilmesinden örgüt herhangi bir rahatsızlık duymadığı gibi, önlem de almıyor. Şaşırtıcı!

Mehmet Eymür’ün atin.org adlı internet sitesinde Ergenekon’u deşifre etme şekline bakınca ortaya farklı bir tablo çıkacak. Önce bu yazıdan bazı alıntıları okuyalım.

Ergenekon
 4/6/2002 - 00:56 - Atin

 …..
İnternet’te yayın yapan ‘Ergenekon’ Sayfası veya ‘Gerçek Ergenekon’ isimli web sitesi Ergenekon yapılanması ile ilgili şu haber ve yorumlara yer vermiş:
“NATO uzantısı eski ‘derin devlet’ yapılanmasının yerine geçmek üzere(!) ulusalcı/milliyetçi yeni Ergenekon, toplantılara başladı.
Sitemize gelen bilgilere göre, eski ‘derin devlet’in operasyon birimleri ilk toplantısını haziran ayı içerisinde Akdeniz sahillerinde lüks bir otelde toplanarak yaptı”
“Yeni oluşumun başında, eski(!) bir MİT daire başkanı bulunuyor. Başbakanlık danışmanlığı da yapan MİT’ci lider, eski teşkilata benzer bir yapılanmaya gidilmesini savunurken, daha üst seviyelerden bağımsız bir organizasyonun kurulmasının “rica” edildiği ileri sürüldü”
“MİT eski Müsteşar Yardımcısı Mikdat Alpay’ın da bu oluşumda görevlendirildiği ancak, grubun eski elemanlarının Alpay’a güvenmediği hatta Alpay’ın da katıldığı bir toplantıya yüzlerinde kar maskesiyle katıldıkları bildirildi”

…...

Toplantıya katılanlardan aldığımız bilgiler ve organizasyonda görev aldıklarını duyduğumuz kimselerin genel karakterlerinden hareketle, Ergenekoncuların henüz, Ergenekon ismi üzerinde dahi karara varamadıklarını söyleyebiliriz.

.....

Bizim kanaatimiz, ABD’nin bu yapılanmayı bir süre izleyeceği, bağımsız bir çizgide gitmede ısrar ederse içerdeki adamları vasıtasıyla bunu deşifre edeceği yönündedir.
Yeniden yapılanma sürecinde, askeri otoritelerin bunun Anti Amerikan bir görünüm kazanmasını en azından şimdilik istemedikleri, bu yönde yapılacak yayınları dezenformasyon şeklinde sunma kararında olduklarını analiz ediyoruz.

Özellikle Ergenekon’un siyasi kanadı, topluma en itici gelen gruplar eliyle yürütülmektedir. Gariptir ki, küçük bir azınlıktan gayri kimseye de güven duymamaktadır.
Aynı site “Perinçek’in Türkçüleri” bölümünde ise şöyle demiş:
“Periçekgiller’in Milliyetçi - Ulusalcı - Tarikatçı sacayağı önümüzdeki günlerde bol bol gündeme gelecek”
Maocu - Türkçü - Tarikatçı - Kemalist ittifakı. Ergenekon yine yanlış ellerde!

Ergenekon ideali tekrar hayata geçirilmeye çalışılırken, bu oluşumun bağlanacağı üst kurum konusu muallâkta kaldı.
“Adını ben verdim/ Yaşını Allah versin” demekle olmayacağı anlaşılan Ergenekon’un, ABD güdümlü eski “derin devlet”in devamı mı olacağı, yoksa tamamen milliyetçi/ulusalcı yeni bir kimlikle mi kurulacağı konusundaki belirsizlik sürüyor.

Her ne kadar bağımsızlık teziyle kurulsa ve Avrasya heveslilerini heyecanlandırsa da, kazın ayağı göründüğü gibi değil.
Ergenekon’un operasyon timinin başında başbakanlık danışmanlığı da yapan meşhur bir istihbaratçı var. Bugünlerde Mikdat Alpay’ı da yeni oluşuma pazarlama gayretlerinin sürdüğünü duyuyoruz.
Ergenekon’un siyasi kanadı ise Maocu-Türkçü-Tarikatçı kimliklerine bürünen kesimlerin birbirlerine tutkallanması tavsayınca kendisini daha net ortaya koyacak.
Önce Yeni Hayat ve Aydınlık, sayfalarını birbirlerine açarak paslaşmaya başladı. Ardından birlikte paneller düzenlediler. Son safhada yanlarına Azerbaycan’dan profesörlük ünvanlı Kadiri Şeyhi Haydar Baş’ı da aldılar.

Fikir babalığını Atilla İlhan’ın yaptığı oluşumun operasyonel komutanı; Emekli Albay Hüseyin Mümtaz. Mümtaz, Yeni Mesaj’daki köşesinde şöyle buyuruyor:
“Aynı TBMM hükümetinin Kurtuluş Savaşı esnasında Kuvayı Milliye’yi canlandırmak için Anadolu’ya gönderdiği -İrşad Heyetleri- gibi.. Yeni Mesaj - Meltem TV ekibine, Yeni Hayat’a, Aydınlıkçılar’a, Hürriyet’ten Mümtaz Soysal, Cumhuriyet’ten Erol Manisalı’ya ve açıktan olmasa da - askere - büyük görev düşüyor...”

…..

Anlaşılan ‘Gerçek Ergenekon’ Ergenekon’la ilgili gelişmelerden ve Perinçek’in bu organizasyon içinde bulunmasından pek memnun değil.
Enterasan gelişmeler değil mi? “Ciya” düşmanı Perinçek Ergenekon’da...
 
 VELİ PAŞA CADDESİ

Ergenekon davasında iki kilit isim dikkati çekiyor. Veli Küçük ve Doğu Perinçek. Diğer isimler bu ikilinin etrafında toplanıyor.

Yukarıda alıntı yaptığımız yazıda Eymür, Anlaşılan ‘Gerçek Ergenekon’ Ergenekon’la ilgili gelişmelerden ve Perinçek’in bu organizasyon içinde bulunmasından pek memnun değil.” Diyerek gerçek Ergenekon’u işaret ediyor.
Ayrıca, “ABD’nin bu yapılanmayı bir süre izleyeceği, bağımsız bir çizgide gitmede ısrar ederse içerdeki adamları vasıtasıyla bunu deşifre edeceği yönündedir” diyerek de, Ergenekoncuları uyarıyor. Nitekim 2006 yılında operasyon başladığında Eymür’ün uyarısı gerçekleşecekti.

Bunu kanıtlayan bir başka veri ise; 10 Ağustos 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Sedat Ergin’in köşe yazısında, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman Balyoz’la ilgili şu açıklamayı yapıyordu: “Bilgim dahilinde olan her hususta açık ve net emirler vermişimdir. Verdiğim emirleri de daima takip etmişimdir. Benim hizmet anlayışımda yapılan her güzel faaliyet mükâfatlandırılır. Yapılan her yanlış da cezalandırılır. Yaşanan bu olayları da bu çerçeve içinde görmek gerekir. Bu olayda gereken yapılmıştır.”

Operasyonlar başladıktan sonra görüştüğüm Tuncay Güney de, aynı konuyu gündeme getirerek, “ABD veya batıda Ergenekon Operasyonu’na kimse bu ismi kullanmıyor. Onlar buna ‘Ördek Çavuş Operasyonu’ diyorlar. İtaat etmeyen, emre karşı gelenlere yapılıyor bu operasyon” demişti.

Aşağıdaki bilgileri ilk defa burada okuyacaksınız.

Ergenekon davasının bir numaralı ismi emekli tuğgeneral Veli Küçük, Bilecik Gölpazarı ilçesi’nin Türkmen Köyü’ndendir. Eski genelkurmay başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ise, Gölpazarı Kurşunlu Köyü’nden Bozüyük’e göçen bir ailenin oğludur.

Gölpazarı’nda üç önemli cadde vardır. En büyük caddenin adı: Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu Caddesi, bunlardan Türkmen Köyü’ne giden yolda bulunan caddenin adı: Veli Paşa Caddesi, bir diğeri ise: Orgeneral Aytaç Yalman Caddesi’dir.

Ergenekon’da yol haritası…

Aytaç Yalman ve Hüseyin Kıvrıkoğlu Encümen-i Daniş üyesidir. (Kara Kuvvetleri Komutanı ve bir sonraki genelkurmay başkanı Orgeneral Hayri Kıvrıkoğlu, Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun kuzenidir)

Üyeleri tarafından düşünce kuruluşu olarak tanımlanan Encümen-i Daniş, onbeş günde bir Moda Deniz Kulübü’nde toplanıyor. Üyeleri arasında, emekli paşalar, eski siyasetçiler, emekli diplomatlar ve profesörler bulunuyor.

Encümen-i Daniş’in tarihi Osmanlı Devleti’ne kadar dayanıyor. 1851 yılında kurularak bir bilim kurumu gibi çalıştığı söyleniyor. Encümen-i Daniş’i İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Menderes döneminde görüyoruz. Menderes’e aleni olarak bazı tavsiyelerde bulunduğuna dair veriler mevcut.

Encümen-i Daniş’in Başkanı eski TBMM Başkanı Necmettin Karaduman, 22 Ocak 2009 tarihinde CNN Türk’te yayımlanan röportajında, bakın ne diyor: “Derin devlet var ve hep var olacak”  

Aslında her şey orta yerde cereyan ediyor. Komplo teorisi üretmeye gerek yok. Bize sadece parçaları birleştirmek kalıyor.

Ergenekon tutuklamalarıyla derin devletin bittiği, Balyoz’dan sonra ise artık Türkiye’de darbe yapılamayacağına dair genel bir kanaat oluştu.

Şunu çok açık bir dille ifade etmek gerekiyor.

Encümen-i Daniş yasama organı, Ergenekon ise yürütme organıdır. Ergenekon davasında tutuklu olanlarla Ergenekon çökmüş değildir. Daha zinde ve itaatkâr olarak göreve devam etmektedir.

Balyoz ise, Encümen-i Daniş’e rağmen darbe planı yapan bir grup itaatsiz askerdir.

Tüm bu tutukluların hepsi suçlu, hepsi örgüt mensubu mudur, hepsi isyancı mıdır derseniz; kurunun yanında yaş da yanmıştır.

Özellikle Balyoz davası kararından sonra, Encümen-i Daniş gücüne güç katmıştır.

Fakat Ergenekon tutukluları, bu durumu hazm edemiyorlar. Ders almak bir yana, isyan bayrağı hala açılı duruyor. Zira ellerinde bazı kozlar var, bu kozlardan biri de PKK. Sanırım yargılamanın karar sürecinde kozlarını masaya koyacaklar.

Şunu kimse dile getirmemekte ve denklemi kuramamakta veya göz ardı etmektedir: Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir siyasi irade, hiçbir generali askeri lojmanda, gece yarısı karısının yanında yatarken alıp tutuklayamaz. Bırakın onu eski genelkurmay başkanının tutuklandığı bir dönemden geçiyoruz. Bu adamlar hakikatten kamuoyuna yansıyanların dışında, bizim de bilmediğimiz çok büyük itaatsizliklere imza atmış olmalılar.

ENCÜMEN-İ DANİŞ’İN GÜCÜ

8 Mayıs 2008 tarihinde Aktüel dergisinde yayınlanan röportajda Encümen-i Daniş başkanı Necmettin Karaduman, grubu şöyle tanıtıyor:
“Mazisi 1940'ların sonuna uzanan, 50 yıllık bir düşünce kuruluşu. 15 günde bir Moda Kulübü'nde toplanır, memleket meselelerini görüşürüz. Toplantılar basına kapalı. Ne konuştuk, ne kararlar verdik, duyurmayız çünkü politikanın içinde fazla gözükmek istemeyiz. Ama çok önemli gördüğümüz meseleleri, rapor halinde başbakana, cumhurbaşkanına ve Meclis başkanına göndeririz. İçimizde siyaset adamları, eski büyükelçiler, eski genelkurmay başkanları var. 30 kişiyiz. Toplantılara üyelerin katılma zorunluluğu yok ama genelde herkes katılır.”

Karaduman grubun etkinliğini, gücünü ve ulaşabildiği noktayı şöyle dile getiriyor:
“Encümen-i Daniş bir konuda rapor hazırlıyorsa, bu ciddiye alınır. Cumhurbaşkanları arayıp teşekkür ediyor. Mesela dış politika üzerine bir rapor gönderdiğimiz Ahmet Necdet Sezer'den teşekkür almıştık. Hangi makama gönderirsek, o konu hakkında artık bir şeyler yapmaları gerektiğini bilirler.” 

Karaduman devletin kurumlarına da nüfuz edebildiklerini ise şu cümlelerle dile getiriyor: “Bazen de konuyla daha ilgili olduğunu düşündüğümüz tek bir makama gönderiyoruz.”

Ergenekon operasyonlarının tüm hızıyla sürdüğü günlerde, içinde birçok emekli general ve genelkurmay başkanını barındıran bir kurulun başkanı olan Karaduman, operasyonlardan kurulun şikayetçi olmadığını ise şöyle anlatıyordu: “Henüz Cumhurbaşkanı Gül'e rapor göndermemizi gerektirecek seviyede bir şeyler olmadı. Yoksa, şahsıyla ilgili değil. Aksi bir durum doğarsa, hemen bugün rapor göndeririz, hiç şüpheniz olmasın.”

(İstanbul Üniversitesi eski rektörü Kemal Alemdaroğlu Ergenekon’dan gözaltına alınıp daha sonra serbest bırakılınca 19 Nisan 2008 tarihinde Hürriyet Gazetesi’ne bir teşekkür ilanı vermişti. İlanda teşekkür ettiği isimler arasında Necmettin Karaduman da bulunuyordu.)

Devletin cumhurbaşkanı, başbakanı ve resmi kurumlarına hangi yetkiyle rapor gönderiyorsunuz diye soran yok. Sorulunca “biz düşünce kuruluşuyuz” diyorlar. Peki bir düşünce kuruluşu, talep edilmeden cumhurbaşkanına nasıl rapor sunar. Haydi iyi niyetli olarak sundular diyelim. Devletin diğer resmi kurumlarına, örneğin Yargıtay’a, Danıştay’a hangi sıfat ve yetkiyle rapor sunabiliyorlar?

Öküz altında buzağı arayan, Ergenekon savcıları da, o buzağıyı daha çok ararlar…

Medya dahil, Ergenekon ve Balyoz davalarıyla, “Demokratikleşiyoruz” naraları atan ve halkı bu yönde maniple eden aydınlara ithaf olunur.


















Daha önce yayınladığı Köstebek adlı kitapta; Tayyip Erdoğan’ın Tuncay Güney bağlantısını  ortaya çıkaran gazeteci-yazar Kemal Kaplan son kitabı Tektaşın Kanı’nda bu defa Tayyip Erdoğan ve AKP’nin “pırlanta” ilişkilerini ortaya koyuyor.
Gündemdeki olaylar bitmek tükenmek bilmiyor. Medya ve kamuoyu birilerinin belirlediği gündemin peşinden koşarken, arka planda neler oluyor? Ülke ekonomisi ve zenginlikleri nasıl sömürülüyor?

TEKTAŞIN KANI adlı kitap bunlardan sadece birini ele alıyor. Ya diğerleri...

Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta son yıllarda nasıl oluyor da, Türkiye'de peynir-ekmek gibi satılıyor?  Dünyada statü belirtisi olan pırlanta,  ülkemizde 36 ay vadeyle dar gelirli vatandaşın bile kolayca satın alabileceği duruma nasıl geldi.
Dünya elmas madenlerinin yüzde 70’ine, elmas satışlarının ise yüzde 90’ına hakim olan pırlanta karteli De Beers ve bağlı olduğu Oppenheimer hanedanının Türkiye’deki faaliyetleri…
Dünyanın en önemli lüks tüketim maddesi olan pırlanta nasıl oldu da, son yıllarda ülkemizde her kesimden insanın kolayca ulaşabildiği bir metâ haline geldi? Aslında ölüm ve sömürü demek olan pırlanta, evlilik gibi kutsal bir kurumun simgesi haline nasıl geldi?
Pırlanta İsrail ekonomisi için son derece önemli. Ülkemizde İslâmcı olarak bilinen birçok kuyumcu firması nasıl oluyor da, İsrail’e vizesiz ve pasaportsuz özel izinle giderek, dünyada kimseye tanınmayan imkânlarla; 5 yıl vadeli pırlanta satın alabiliyor?  BU KUYUMCULAR KİM?

HANIMLAR PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTA ARDINDA HANGİ GERÇEKLERİ SAKLAYARAK SİZE IŞILDIYOR?

AŞKIN VE EVLİLİĞİN SEMBOLÜ(!) OLARAK LANSE EDİLEN PIRLANTANIN ARDINDA SAKLANAN KAN İMPARATORLUĞUNU ÖĞRENİN.

           Filistinliler için gözyaşı döken Tayyip Erdoğan’ın çocukları, İsrail elması satan Atasay ile nasıl ortak oldu?
         Ekmekten vergi alan AKP hükümeti, pırlantadan vergiyi neden kaldırdı.
           Tüm dünyada tepki gören ve yetkilileri kartel suçlaması nedeniyle ABD’ye ayak basamayan pırlanta karteli De Beers, Türkiye’de nasıl istediği gibi at koşturuyor?
        Pırlanta karteli De Beers ve uzantılarının Türkiye madenleri ve bankaları üzerindeki oyunları... 
         NİL KARAİBRAHİMGİL “Tektaşımı kendim aldım” şarkısını nasıl ve neden yazdı.
        60 yıl önce aynı şarkıyı Marlyn Monroe söyleyince ABD’de nasıl tepki aldı?  
        PKK Yahudi kürtler aracılığıyla, Türkiye’ye nasıl pırlanta getiriyor?
        Yahudi kürtler aracılığıyla Türkiye’ye gelen pırlantayı kimler nasıl kullanıyor?
        Türkiye’de kimler pırlantayı rüşvet aracı olarak kullanıyor?
        Avrupa’nın en büyük altın işleme merkezi olan İstanbul’daki KUYUMCUKENT'TE dönen pırlanta oyunları...
        İslamcı olarak bilinen bazı kuyumcular İsrail’e vizesiz özel izinle gidip 5 yıl vadeli pırlanta nasıl alıyorlar?
        Kuyumcu firmaları 36 ay vadeli pırlantayı dar gelirli vatandaşa nasıl ve hangi yöntemle satıyor?
       Filistin konusunda mangalda kül bırakmayan İslamcı Medya, Siyonist pırlanta karteli De Beers’e nasıl hizmet ediyor.
    İsrail ekonomisi için son derece önemli olan pırlantaya verdiğiniz her kuruş, Filistinli masum çocukların kanına giriyor.
   Osmanlı İmparatorluğu'nun merkez bankası olarak bilinen Osmanlı Bankası, De Beers'in bağlı olduğu hanedana aitti.
    Aynı hanedana ait yatırım bankasının Türkiye faaliyetleri...

HANIMLAR DİKKAT!
     PARMAĞINIZDA GURURLA TAŞIDIĞINIZ PIRLANTANIN ARDINDA YATAN GERÇEKLERİ ÖĞRENDİĞİNİZDE BİR DAHA PIRLANTALI ÜRÜN KULLANAMAYACAKSINIZ!!!
BEYLER DİKKAT!
     EŞİNİZE VE SEVGİLİNİZE ALMANIZ İÇİN SİZE DAYATILAN PIRLANTANIN, "AŞKIN SEMBOLÜ" YALANINI ÖĞRENDİKTEN SONRA,  NASIL KULLANILDIĞINIZA İNANAMAYACAKSINIZ.


http://www.izlesene.com/video/tektasin-kani-bu-kitabi-okumadan-pirlanta-almayin/3030023




Geçen yıl medyada gündeme gelen Suriye tarafından esir düştüğü öne sürülen 49 MİT mensubunun akıbeti hala netlik kazanmış değil. Bugünlerde MİT’çilerin iadesi için pazarlık yapıldığı basında yeniden gündeme geldi. Suriye tarafıyla görüşmelerin sürdüğü ve MİT’çilere karşılık Esad muhalifi bazı komutanların verileceği iddia ediliyor.

Savaş bölgesinde yakalanan istihbaratçılarımızın esir edilmesi Suriye ile aramızda yaşananlardan dolayı normal bir hadise gibi görünse de, geçmişte de benzer bir olay cereyan etmişti. 1996 yılında 54 mit ajanı esir düşmüş, bir kısmı ise Suriyeli yetkililer tarafından PKK’ya teslim edilmişti. Beşinin öldürüldüğü hakkında bilgi alınmış olsa da, diğerlerinin durumu bugüne kadar sırrını korudu.

KÖSTEBEK – JİTEM MİT VE MOSSAD ÜÇGENİNDE TUNCAY GÜNEY İLE 240 GÜN adlı kitabımdan konuyla ilgili bölümü aşağıda sunuyorum.


**********


Onlar; tam  54 kişiydiler. Vatan görevi için canlarını hiçe saydılar. Suriye’de esir düştüler!

SKANDAL! TÜRKİYE EVLATLALARIMIZI KURTAR

MİT ajanlarımızın beşi PKK kamplarında öldürüldü… ikisi ise  kayıp!..

Kanlı terör örgütü PKK faaliyetleri, GAP-Arayış Projesi için istihbarat toplamak için;  özel eğitilmiş 54 MİT ajanımız ve Türk Silahlı Kuvvetlerimizin 3 istihbarat subayı, 1996 yılının Nisan ayında, bir gece gizlice Suriye’ye girdiler. Ve Suriye istihbarat kuruluşu, El-Muhaberat tarafından düzenlenen bir operasyonla yakalanıp tutuklandılar ve PKK’ya teslim edildiler. PKK kamplarında esir tutulan, görevleri için canlarını hiçe sayan vatan evlatlarımızı bugüne değin kurtaran çıkmadı Neden? Bu acı gerçeğin sorumlusu siyasi otoritedir. Suriye’nin resmi istihbarat birimi “El Muhaberat” Ajanlarımız Lübnan sınırına yakın Baalbek’in küçük bir köyünde hapishane olarak kullanılan binaya kapatıldıktan sonra, kanlı terör örgütü PKK’ya teslim edildi. 

Resmi yazışmalar ne diyor?

Türk Silahla Kuvvetleri’nin istihbarat görevlileri 4 Nisan 1997 tarihli, 11.03.151/135702-4958 sayılı raporlarında şunları dile getiriyorlardı: “Suriye istihbarat servisi tarafından 14 MİT personeli ile 3 Kara Kuvvetleri İstihbarat Personeli’ne gizlice operasyon düzenlendi. Tutuklu Türk istihbarat birimleri Suriye ile Lübnan sınırı arasında bulunan küçük bir yerleşim merkezinde “esir” olarak cezaevine kondukları saptandı. Lübnan’a bağlı bulunan kasaba Baalbek’e bağlı küçük bir köy statüsünde. Suriye istihbarat servisi tarafından 1995 yılında PKK’dan sonra, Türk Halk Kurtuluş Ordusu’ndan, Dev-Genç ve Dev-Sol ile solun diğer fraksiyonları olan DHKP-C’ye tahsis edildiği saptandı.”
11.03.151/b05.10014 sayılı raporda ise; “Suriye istihbarat servisi gizlice Türk istihbarat elemanlarının hücre evlerinin yerlerini saptayıp, PKK’nın da operasyonda yardımcı olduğu saptandı. Alınan cevaplar neticesinde “Muhaberat” tarafından yapılan organizasyonun PKK’nın ve Devrimci Sol örgütlerin girişimiyle gerçekleştiği belirlendi.” Diye, 54 MİT ajanımızın ve 3 istihbarat subayımızın yakalanışları bildiriliyordu… Bu yazışmalar Jandarma Genel komutanlığı İstihbarat Daire Başkanlığı’na iletildi. O günden bugüne değin MİT yalnızca iki istihbarat ajanımızı esaretten kurtarıp özgürlüğüne kavuşturmayı başarabildi. TSK’nın 3 istihbarat subayı da kurtarıldı. Ancak; görevleri gereği canlarını hiçe sayan MİT ajanlarımızın geri kalanlarının akıbeti meçhul.

İçlerinde ünlü ajanlarımız var

Suriye’ye sızmadan önce Dev-Sol, Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu, Ekim, SVP, Kurtuluş, Partizan gibi örgütler içinde çalışmalar yapmış olan ajanlarımız ile itiraflarda bulunan Muzaffer Tahta, Zeytinburnu Halkevi’nin saymanı “Çarli”, MİT’in Uluslararası Terörizmle Mücadele Dairesi’nden istihbaratçılarımız kanlı terör örgütü PKK’nın sözde mahkemelerinde yargılandılar. Ve Türkiye’ye karşı “Koz” olarak kullanılmak istendiler. Başarılı olamayınca beşini öldürdüler.

Suriye’de bastırılan sahte Suriye paralarının piyasaya sürme operasyonuna katılmış ajanlarımızdan, 1964 Mardin doğumlu Mahmut Alluş’un yaşadığını ısrarla öne süren Suriye askeri ataşesi, El Halil onun Kıbrıs yoluyla Türkiye’ye ulaşacağını belirtiyorsa da, bugüne değin kendisinden bir haber alınabilmiş değil. Öldürülmüş olma olasılığı giderek kuvvetleniyor.

Suriye  PKK'ya teslim etti

Kanlı terör örgütü PKK’nın eylemlerini, faaliyet girişimlerini, uyuşturucu trafiğini çözüp ülkemiz istihbarat birimlerine bilgi aktaran MİT ajanlarımızın kaldıkları evlere Suriye resmi istihbarat kuruluşu “El Muhaberat” ın terör örgütleriyle el birliği ederek, bir gece gizlice düzenlediği operasyonla tutukladıktan sonra, yataklık ettiği PKK’nın kampına esir bırakmasının ardından yaklaşık iki yıla yakın bir süre geçti.
Bu süre içinde ajanlarımıza sistematik ve programlı biçimde psikolojik işkence uygulanarak dirençleri kırılmaya çalışılmasının yanı sıra, kendi emelleri adına kullanabilmek için her türden “iş birliği” önerildi. Ancak; Suriye istihbaratı girişimlerinin hiçbirinde başarı sağlayamadı. Suriye, diplomasisi GAP’tan salt kendi çıkarları adına yararlanma girişimlerinde de, bir başarı sağlayamadı.
Türkiye’ye karşı koz olarak kullanılmak istenen 54 MİT ajanımız PKK’nın kamplarında esarete mahkum edilerek, her türlü yola başvuruldu. Ancak, başarılı olunamadı. Görevleri için canlarını hiçe sayan ajanlarımızdan beşi bugün yaşamıyor, onları PKK kampında öldürdükleri kesinlik kazanmış durumda. Kalanlardan ikisinin daha öldürülmüş olma olasılıkları çok yüksek. Hayatta kalan 47’si hala PKK kamplarında çok güç koşullara direnç gösteriyor.
Siyasi otorite günü birlik hesaplar içinde, olup biten gerçeklerden habersiz, “Örtülü Ödenek”ten “nemalanma”yı bırakmalı, ülkemiz için canlarını hiçe sayan vatan evlatlarını kurtarma girişimlerini başlatmalıdır.

Siyasi otorite duyarsız

Seçim meydanlarında halkın karşısına geçip nutuklar atan siyasi otoritenin liderlerine soruyoruz: “Suriye istihbarat örgütü “El Muhaberat”ın tuzak kurup gecenin karanlığında tutuklayıp kanlı terör örgütü PKK’ya esir bıraktığı 54 MİT ajanımızdan bugün hayatta kalabilen 47’sinin akıbetleri ne olacak? Bundan iki yıl önceki hükümet mensupları bu gerçek karşısında neler yaptı?
Bugünün hükümeti PKK kamplarında esaret yaşamı sürdüren 47 MİT ajanımız için ne yapmayı düşünüyor? Daha doğru dürüst kaç MİT ajanının iki yıla yakın bir süredir Suriye’de esir düşmüş olduğunu bile bilmeyen siyasi otoriteye esir düşen MİT ajanlarımızın tam sayısını ve isimlerini veriyoruz. Geçmiş dönem hükümetinin başaramadığını ve “es” geçtiğini Mesut Yılmaz hükümetinin çözümlemesi mümkün olacak mı?
STRATEJİ Dergisi, habercilikte ve araştırmacılıkta bir kez daha kusursuzluğunu ortaya koyuyor ve esir düşen 54 MİT ajanımızın isim isim tam listesini açıklıyor.
Suriye resmi istihbarat örgütü “El Muhaberat”ın tutuklayıp PKK’ya esir bıraktığı, her birisi sayısız başarılı operasyonlara katılmış, çok özel eğitim görmüş ve üstlendikleri her görevde canlarını hiçe sayabilmiş,  kahramanlar ve gerçek “şerefliler” in isimlerini ilk kez gün ışığına çıkartıp minnetle anıyoruz. 
“Türkiye Evlatlarımızı Kurtar” diye, haykırıyoruz… onlar; 54 MİT Ajanımız… Vatan için canlarını hiçe saydı.. Suriye’de esir kaldı… içlerinden beşi öldü. Onlar için Allah’dan rahmet, yakınlarına sabır diliyoruz..

Hayatta kalanların içinden ikisinin öldürülmüş olma olasılığının gerçekleşmemiş olmasını arzuluyoruz. Onlar için; hiç susmayacak ve kurtarılmaları sağlanana değin haykıracağız… Hatırlatırız; bu da, bizlerin vatandaşlık görevidir.  (STRATEJİ/13 Şubat 1998/sayı:4)




Dersim
Necip Fazıl Kısakürek’in Son Devrin Din Mazlumları adlı kitabında, tek parti döneminde (1925-1945) müslümanların uğradıkları baskı ve katliamlar aktarılıyor.
CHP’nin tek parti dönemindeki günahlarını anlatan bu kitabın ilginç bir özelliği ise Adalet Partisi döneminde yasaklanması.
Kitabın Dersim ile ilgili kısmı şöyle:
“En aşağı 50.000 müslümanın kanını ve canını ihtiva etmesi bakımından, kalın hatlarıyle bir harita gibi çizdiğimiz ve şu anda yalnız ana prensip ve mânasıyle tesbit ettiğimiz bu facianın, tarihte bir benzeri gösterilemez.

Babalarını arayan ve yanına gitmek istediklerini söyleyen iki mâsum çocuğun Hozat kaymakamı tarafından süngületilerek babalarının yanına gönderilmesi… Kendisinin öğretmen ve köy halkıyle alâkasız bir şahıs olduğunu iddia ederek alevler içinden fırlamak isteyen bir gencin, kalasla itilip alevîer içine atılması ve karşısında sigara içilmesi… buğday sapları üstünde yakılan, daha evvel kurşunlanmış bütün bir köy halkı… annesinin karnından sivri uçlu âletle çıkartıldıktan sonra yaşamakta devam eden ve hâlâ topuğunda bu sivri uçlu âletin izini taşıyan çocuk… bir dere içinde boğazlanan ve bu fiili yerine getiren cellâdın bulunması bir hayli zorluğa yol açan yirmi mâsum… ve buna benzer daha neler, daha neler!…
Cesetleri değil, mânaları muhakeme ve idam eden tarih, bakalım bu 50.000 çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil müslüman cesedine karşılık kaç ferdin mânası üzerinde ebedî kararı verecektir?
Elâzığ ortaokulunda okuyan iki çocuk… tatili geçirmek üzere memleketleri olan hozat’a geliyorlar ve facianın tam üstüne düşüyorlar. hozat yakınlarındaki köylerine geldikleri zaman babalan yusuf cemil’in öldürtülmüş olduğunu öğreniyorlar ve ağlamaya başlıyorlar. Onlara şu karşılık veriliyor:
“Sizi de onun yanına götüreceğiz!”
Çocuklar odadan sürükletilerek çıkartılıyor ve jandarma muhafazasında gittikleri yolda süngületiliyorlar. böylece babalarının yanına gönderilmişlerdir.
Her evi ayrı ayrı tutuşturulduktan sonra dört bir etrafı ayrıca çalı çırpı içine alınıp alev alev yakılan bir köyden, deli gibi bir adam çıkıp, çalı yığınları gerisinde manzarayı seyredenlere doğru ilerliyor ve haykırıyor:
“Durun, ben köy ahalisinden değilim!. muallimim! müsade edin, kendimi size isbat edeyim!”
Fakat sözüne mukabele, bir kalasla itilerek alevler içine atılması oluyor. adam, evvelâ göğsünün kılları tutuşarak alev alev yanarken, çalı yığınlan gerisinde âmir, zevk ve istihza ile sigarasını içmektedir.
(bu vak’a, bana, 1944 yılında, eğridir’de askerliğimi yaparken, resmî şahıslar huzurunda, yanan adama karşı sigarasını zevkle içtiğini söyleyen âmirden bizzat dinleyenlerce anlatılmıştır.)
Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürtülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. öldürülenler arasında, elâzığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan rüstem adında biri de vardır. bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber, kurşunlanıyor.
Hozat’ın karaca köyünden Cafer oğlu Kasım… bu adam, o tarihten 30 sene kadar evvel amerika’ya gitmiş, orada 15 yıl kalmış, epeyce para kazanmış ve sonra köyüne dönmüştür. Kasım, amerika dönüşünde, birinci dünya harbinde kafkas cephesi köprüköy muharebesinde şehit düşen kardeşi yüzbaşı Şükrü’nün iki çocuklu dul karısı şirin hatunla evlenmiş, Hozat’a gelip yerleşmiş, orada bir mağaza açmış ve ticarete başlamıştır. Hükûmetle de bazı taahhüt işlerine girişmektedir. Dersim hareketi esnasında, işbu Cafer oğlu Kasım, taahhüt bedelinden alacağı olan 6.000 lirayı tahsil etmek üzere ovacık kaymakamlığına müracaat ediyor. muamelesini tekemmül ettirip parayı kendisine veriyorlar. Muamele biter bitmez «seni Hozat’tan çağırıyorlar!» diyerek, onu, mahfuzen yola çıkarıyorlar. Cafer oğlu Kasım, kasabadan ayrıldıktan bir saat sonra jandarmalara öldürtülüyor. koynundaki 6.000 lira da, iki alâkalı idare âmiri arasında taksim ediliyor.
Zavallı zevcesi şirin hatun, o esnada, dört çocuğuyle birlikte, komşularına oturmaya gitmiştir. kadın, evine döndüğü zaman bir de görüyor ki, kapısı kırılmış ve bütün eşyası etrafa dökülüp saçılmıştır. haykırmaya başlıyor:
“-Yetişin, evimize eşkiya girdi!..”
Bu feryadına karşılık olarak kadın, kapısının önünde, çocuklarıyle beraber öldürülüyor ve dolgun miktarda altını, parası ve eşyası yağma ediliyor.
Bu arada, Hozat’ın zımbık köyünde (şekspir)in hayaline bile taş çıkartacak bir vak’a cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyle doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu âletle (süngü) öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere bir gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu âlet, barsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamakta devam eden çocuğu alıyorlar, emzirtip büyütüyorlar ve ona «besi» adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde ve hayattadır. Sivri uçlu âlet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ bu yarayı topuğunda taşımaktadır.”
“Hozat’ın Dolantanır köyünden veli isminde bir genç, elâzığ muallim mektebinde okuduktan sonra öğretmen olarak trakya’ya gönderilmiş, orada evlenmiş, 3 çocuk sahibi olmuş ve tam da Dersim hareketi başlamak üzereyken, karısı ve çocuklarıyle, yaz tatilini geçirmek üzere köyüne gitmiştir. genç muallimin köyü, erkekli ve kadınlı, çocuklu ve ihtiyarlı doğranırken, kendisi, karısı ve çocukları da aynı âkıbete mahkûm edilmiş ve cesetleri yakılmıştır.
Mazgirt Tersemek nahiyesinin halkı doğranmakta… merhamet sahiplerinden biri, birle on yaşı arasında 20 kadar çocuğu alıp bir derenin içine saklanmıştır. vaziyet birden haber alınıyor. Çocukların öldürülmeleri emri veriliyor. Fakat bu emri yerine getirebilecek kimse zuhur edemiyor. En katı yürekliler bile, böyle müdafaasız mâsumlara silâh kullanamayacaklarını söylemeye mecbur kalıyor. Tecrübe birkaç defa akamete uğruyor ve hayli sıkıntı mevzuu oluyor. Nihayet en kara yüzlü çingeneden daha karanlık suratlı bir adam bulunuyor ve bir dere içinde titreşe titreşe bekleyen 20 mâsumun işi bitiriliyor.
Murat suyunun kandan kıpkızıl aktığını görenler olmuştur.
Celâl Bayar’ın başvekil ve mareşal fevzi çakmak’ın genelkurmay başkanı bulunduğu 1938 yılında cereyan eden Dersim faciası, bütünleştirilmesini okuyucularımızın hayaline ve istikbâldeki tarihçinin kalemine bıraktığımız birkaç teferruat çizgisi halinde budur! dayandığı tek sebep de birtakım âsâyişsizlik ve itaatsizlik bahanesi altında, bütün doğu Anadolu’yu kapsayıcı olarak, o mıntıkanın bir türlü sulandırılamayan koyu İslâmi rengidir.
Bir kıvılcım halinde gösterdiğimiz Dersim yangınının kömürleştirilmiş 50.000 cesedinde, kutup şahsiyetler dışı bir yığın olarak din mazlumluğunun en çarpıcı levhasını seyredebilirsiniz!”
Kaynak: Kısakürek, Necip Fazıl. İlk yayın tarihi: 1969. Son Devrin Din Mazlumları. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları. syf: 167-171.
Arama sözcükleri: Necip Fazıl'ın Kaleminden Dersim, Makaleler, necip fazıl kısakürek dersim olayları anlatısı, nfk dersim olayları makalesi



KEMÂL KAPLAN
12 Eylül 2012


Bugün 12 Eylül. Çok söz söylenebilir bugün için. Ve söylendi de... Ateşli ve lanetli nutuklar atılabilir. Öncesi ve sonrası analistler tarafından masaya yatırılabilir. Siyasiler için çok iyi malzemedir bugün.
Ölenler anılır. Kalanlar travmalarını anlatır.
32 yıl geçmiş, kabuk bağlamış görünen yaraların bir yerlerinden kan sızıyor hâlâ...

12 Eylüllerde Deniz'den, Mahir'den söz edilir de, Hüseyin abiden söz edilmez. Oysa onlarca, yüzlerce Hüseyin abi hikâyesi var anlatılmayan.

Tarihe not düşmek adına, işte onlardan biri.



**********

Küçüğüm… Yaz sıcağı… Aklımızda sadece oyun var… Okul tatil. Her gün bıkmadan usanmadan sabahtan akşama oyun oyun…

Siyah beyaz TV dönemi,  henüz postal sesi yok tozlu ve Arnavut kaldırımlı sokaklarda, postal sesi yoktu, yok olmasına lakin, onun yerine karanlık basınca koşuşanlar, bekçi düdükleri ve silah sesleri eksik olmuyordu. Bir de evimizin duvarına yazı yazanlara babamın müdahalesi…

Küçük dünyalı, basit hayatlar vardı gecekonduların mesken olduğu sokağımızda, o dönem slogan olmuş ‘işçi sınıfı’ndan oluşuyordu mahalle sakinleri.

Akşam ezanına kadar sokak iznimiz vardı. Hava kararmaya yüz tuttuğunda, “İyi adamın saati bitti. Gecenin hayrından, gündüzün şerri daha iyidir” derdi babam. Bu mantalitesi, rahmetli olana kadar sürdü. Bir travma şeklinde.
Nasıl sürmesin, ne olursa gecenin koynunda cereyan ediyordu. Kahvehaneler taranıyor, sokak çatışmalarında yaralanan/ölen, duvara yazı yazanlar/onları kovalayanlar… Gece başka bir dünyaya bürünüyordu İstanbul. Her gece TRT 20.30 ana haber bülteninde, İstanbul ve Türkiye geneli günlük eylemler, ölü ve yaralı bilançoları verilirdi.

Çocuğuz, idrak edemiyoruz…

Durumun vahametini bir gün Vezneciler’de gördüğüm manzaradan kavramam zor olmamıştı. Vefa Lisesi öğrencileri yürüyüş yapıyordu. Ellerinde pankartlarla slogan atarak yürüyorlardı. Korkmadım desem yalan olur. Bu korku daha çok sanırım şundan kaynaklanıyordu: İlkokul 4 veya 5. sınıftaydım. Eylem yapan çocuklardan sadece birkaç yaş küçüktüm. Kendimi gördüm orada.
Bizim 23 Nisan’da taşıdığımız pankartlara benzemiyordu taşıdıkları. Yanımda babam vardı, manzara karşısında, yanındaki birkaç kişiyle yaptıkları konuşmaya da şahit olmuştum. “Ortaokul çocuklarını zorla sokağa çıkarmışlar, yazık bunlara” diyorlardı. Babamın bana bakarak, endişelendiğini de, görünce korkum büsbütün artmıştı. Kafamda onlarca düşünce oluşmuş, bunları soru haline getirip, sorabilme becerisine sahip olamamıştım.

Çocukların yaşadığı travmalar, uzun yıllar sonra karşısına çıkar ve yakasını bırakmazmış.

Vezneciler’deki manzara, bilinç altımın derinliklerine hızlı bir şekilde inmişti.
Plastik arabalarımızı süsleyip bunlara geçit töreni yaptırırdık. Hüseyin Abi bizden birkaç ev ileride oturan komşumuzdu. Babamla sıkı fıkı gibi görünüyordu. Sık sık babamla takılırdı. Bazı geceler bahçede uzun uzun konuştuklarına şahit olurdum.

Hüseyin Abi babamdan birkaç yaş küçük, evli, biri kız diğeri oğlan iki çocuk babasıydı. Ateşli bir işçi sınıfı üyesiydi. Bir gece babam yine evin duvarına yazı yazıldığını fark etmiş dışarı çıkana kadar, yazıyı yazanlar çil yavrusu gibi kaçışmıştı. “İçlerinden biri Hüseyin’di” dedi babam.
Birkaç gün sonra, Hüseyin Abi ile babamın her zamankinden daha ateşli konuşmalarına tanık oldum. Sonra da bir daha birlikte görmedim onları.

Bu arada babamın eve bir silah getirdiğini hatırlıyorum. Annem çok tedirgin olmuş, babama baskı yaparak silahı götürmesini istemiş, babam tedbir amaçlı olduğunu ileri sürerek, itiraz edip silahı bir süre muhafaza etmişti.

Çok geçmeden sabah kalktığımda babamın evde olduğunu gördüm. Şaşırmıştım. Sadece pazarları evde olurdu. Ne oldu dememe fırsat kalmadan, “Darbe oldu. Sokağa çıkma yasağı var. Sokaklar asker dolu” dedi.

Bana bir şey ifade etmemişti. Darbe ne demek ki? Sokağa neden çıkılmayacak? Eeee bugün sokakta oyun yok mu yani? Eve tıkılıp kaldık iyi mi?

Sokağın girişine askeri jip nezaretinde, bir ekmek arabası gelmişti. Babamla gidip arabanın yanında sıraya girip, ekmek alarak tekrar evin yolunu tuttuk. Vay canına bakkal Rasim amca bile dükkânı açmamış demek. Oysa yaz-kış, yağmur-çamur, haftanın yedi günü açık olurdu sokağımızın bakkalı. O bile kapalıysa…

Televizyon akşamları açıldığı, yani yayın akşam başladığı için, durumu radyodan takip etti babam. Akşam olup, TV yayını başlayınca, 35 yıllık bilindik görüntü karşımıza çıktı. Omuzlarında bir sürü yıldız ve göğsünde madalya gibi acayip şeyler bulunan sert mizaçlı bir adam, neden darbe yaptıklarını anlatıyordu. Daha sonra yurdun dört yayından gelen görüntüler de yayınlanınca, darbenin ne demek olduğunu kavramaya başlamıştım.

Darbenin kaçıncı günüydü bilmiyorum. Sokağa çıkma yasağı kalkmış, memleket normale dönmeye başlıyordu.(!) Babam bir akşam, “Hüseyin’i almışlar” dedi.

Yıllarca Hüseyin abyi görmedik. Eşi bir iş bulmuş evi geçindirmek için elinden geleni yapıyordu. Çocukları okula devam ediyordu. Hayatları normal gibi görünüyordu ama içlerinde ne fırtınalar kopuyordu bilinmez. Bir süre sonra bizim sokaktaki evlerinden taşındılar. Oysa ev onlara aitti. Neden ve nereye gittiler?

Kadıncağız, Hüseyin abiden boşanmış, ama Hüseyin abi hâlâ ortada yok. Kaç yıl geçti. Çook, belki 10 yıl. “Hüseyin hastanedeymiş” dedi babam. Birkaç kez ziyaretine gitti. Ama biz olanlardan haberdar değiliz.

Hüseyin abiyi sokakta gördüm. Şaşırdım, tanımakta zorluk çektim. Emin olamadım. Bende bu arada, ergenliği aşmış gençliğe adım atmıştım.
Selam verdim “Hüseyin abi hoş geldin” dedim. Tanımadı. Durdu. Boş boş baktı gözlerime. Biraz daha durdu. Sonra bir şey söylemeden gitti.

Uzun süre cezaevinde yatmış, orada gördüğü işkenceden dolayı, akli melekelerini yitirmiş. Uzun süre de hastanede tedavi görmüş. Boş bakışları bir süre devam etti. Sonra kendini epey toparladı. Babamla dostlukları kaldığı yerden devam etti. Aradan geçen yıllara ve yaşananlara rağmen sanki hiçbir şey olmamış gibi, sokağımız Hüseyin abiyi yeniden bağrına basmıştı.

Hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Ailesini kaybetmişti. Rahatsızlığından dolayı çalışamıyordu. Malulen emekli olmuş. Hüseyin abi, halen aynı sokakta, aynı evde tek başına yaşıyor. Çocukları evlenmiş. Hüseyin abinin torunları olmuş. Uzun aralıklarla da olsa, ziyaretine geliyorlarmış. Eşinin hakkında ise herhangi bir malumatım yok.

Ülkemin her köşesinde Hüseyin abi gibi binlerce örnek olduğunu çok iyi biliyorum. 12 Eylül’ün açtığı yaraların kapanmadığı ve o travmayı yaşayan en az iki kuşak bu dünyadan göçmeden de kapanmayacağını da çok iyi biliyorum.

Bir kara bulut,
Bir pranga gönüllerde…
Bir akıl tutulması…


Yavuz Sultan Selim Belgeseli
600 yıl dünyaya hükümran olan Osmanlı İmparatorluğu, tarihsel süreç içerisinde zirve noktasına Yavuz Sultan Selim ve kendisinin vefatından sonra tahta geçen oğlu Kanuni Sultan Süleyman döneminde erişmiştir. Kısa bir padişahlık dönemi geçirmesine rağmen Yavuz Sultan Selim'in imparatorluğa olan katkıları ve önemi büyüktür. Hilafet O'nun döneminde Osmanlılara geçmiş, toprak genişlemesi bu dönemde hız kazanmıştır. İstanbul Fatihi Sultan Mehmed Han'ın torunu olan, Cihan Padişahı Yavuz Sultan Selim Han'ın hayatı ve yaptıkları, bu belgeselde etraflıca ele alınmakta ve zengin görüntüler eşliğinde işlenmektedir.


Arama sözcükleri: yavuz sultan selim belgeseli, tek part yavuz sultan selim han belgeseli, yavuz sultan selim kimdir video, yavuz sultan selim filmi, osmanlı padişahı belgeseli.
Osmanlı'da Yaşanmış Bir Olay
19.yüzyılda Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu.
Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü 

toplayıp götürüyorlardı.
O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses
çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına
durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta şöyle denmektedir:

"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar.
Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi
bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."

Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen
padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker
elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır.Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp
mektubu okurlar:

"Fransızlar korkak adamlardır.
Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur.
Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir."

Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin.
Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören
Fransızlar için bu kâfidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar.
Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında
dolaşmaya başlarlar.
Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına
sebep olur:

"Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini
de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar.
Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."


Arama sözcükleri: 
Osmanlı'da Yaşanmış Bir Olay, Osmanlı Tarihi, fransızlara yeniçeri kıyafeti yeter, almanlar yeniçeri, kıyafet, yeniçeri üniforması yeterlidir.
Osmanlı Yıkıldıktan Sonra da Mescid-i Aksa'daki Nöbet Yerini Terketmeyen Hasan Onbaşı
Osmanlı Yıkıldıktan Sonra da Mescid-i Aksa'daki Nöbet Yerini Terketmeyen Hasan Onbaşı

Osmanlı ordusu Kudüs'ten çekilirken (9 Aralık 1917) Mescid-i Aksa'yı koruması için nöbetçi bırakılan Onbaşı Hasan'ın yürekleri titreten öyküsü... 

Tam 57 yıl nöbetine sâdık kalan Osmanlı askerini, merhum tarihçimiz İlhan Bardakçı 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa'nın merdivenlerinde görür ve yıllar sonra bu inanılmaz karşılaşmayı kaleme alır. Sayesinde haberdar olduğumuz canlı tarih âbidesini şöyle dile getirir rahmetli tarihçimiz:

Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz. 

Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız. 

Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy... İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi... Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte. 

Başındaki kalpak mı, takke mi, fes m? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.

Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. "Kim bu adam'' dedim. 

Lâkaydi ile omuz silkti. "Bilmem." diye cevap verdi. "Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez."

Kan mı çekti nedir. Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe "Selâmünaleyküm baba" dedim. 

Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi: 

- "Aleykümüsselâm oğul..." 

Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm... 

- "Kimsin sen, baba" dedim. 

Anlattı ki, ben de size anlatacağım. 

Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz. 

Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım. 

- Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden... 

Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı: 

- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım... 

Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi... 

Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı: 

- Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?

- Elbette, dedim, buyur hele... 

Konuştu: 

- Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki... 

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi: 

- O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki, "11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım dedi, dersin... "

Öleyazdım. 

Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti. 

Yıllar Sonra

Merhum İlhan Bardakçı bu hatırasını, TV'de anlattığında zamanın genelkurmay başkanı onu arar ve bu aziz askeri bulmak için aracı olmasını ister. Bardakçı sonra şunları yazar: Hasan Onbaşı bizdendi... O halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım. Bulunamazdı zaten. O ki, göklere baş vermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk..