Articles by "yaşanmış olaylar"
yaşanmış olaylar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
canakkale-savasi-taarruz

Kocadere köyünde büyük bir “ Sargı Yeri ” kuruluyor. Kimi Urfalı, kimi Bosnalı, kimi Adıyamanlı, kimi Gürünlü, kimi Halepli çok sayıda yaralı getiriliyor.
Bunlardan biri de Çanakkale Lapseki'nin Beybaş Köyündendir ve yarası oldukça ağırdır. Zor nefes alıp vermektedir. Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için komutanının elbisesine yapışır. Nefes alıp vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından. 
" Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım... Arkadaşıma ulaştırın..." 
Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur: 
" Ben...Ben köylüm Lapseki' li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç aldıydım...Kendisini göremedim. Belki ölürüm. Ölürsem söyleyin hakkını helal etsin " 
" Sen merak etme evladım " der Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar. Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözüde " söyleyin hakkını helal etsin " olur... 
Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine bir pusula. Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır. Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır, ne titremesine nede göz yaşlarına engel olamaz : 
"Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil'e 1 mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi. Biraz sonra taarruza kalkacağız. Belki ben dönemem. Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim.
kabagin-sahibi
Vaktiyle bir derviş berbere gider. Berberden saçını dibinden kazımasını, sakal ve bıyığını kısaltmasını ister. Tereddütsüz bir şekilde berber koltuğuna oturan derviş:
- “Vur usturayı berber efendi!” der.
Berber, dervişin saçlarını kazı
maya başlar. Derviş de aynada kendini takip etmektedir. Başının sağ kısmı tamamen kazınmıştır. Berber tam diğer tarafa usturayı vuracakken, yağız mı yağız, bıçkın …mı bıçkın bir kabadayı girer içeri. Doğruca dervişin yanına gider, başının kazınmış kısmına okkalı bir tokat atarak:
- “Kalk bakalım kabak, kalk da tıraşımızı olalım!” diye kükrer.
Dervişlik bu… Sövene dilsiz, vurana elsiz olmak gerek. Ses çıkarmaz, biraz çaresiz, biraz mütevekkil usulca kalkar yerinden.
Berber, bu gariban müşterisine karşı mahcup olmakla beraber kabadayının pervâsızlığından da korkmuştur. Ses çıkaramaz.
Kabadayı koltuğa oturur, berber tıraşa baslar. Fakat küstah kabadayı, tıraş esnasında da boş durmaz; sürekli aşağılar dervişi, alay eder:
- “Kabak aşağı, kabak yukarı!..”
Nihayet tıraş biter, kabadayı dükkândan çıkar. Henüz birkaç metre gitmiştir ki, gemden boşanmış bir at arabası, yokuştan aşağı hızla kabadayının üzerine doğru gelir. Kabadayı şaşkınlıkla yol ortasında kalakalır. Derken, iki atın ortasına denge için yerleştirilmiş uzun sivri demir, kabadayının karnına batıverir. Kaşla göz arasında babayiğit kabadayı oracığa yığılır kalır, ölmüştür. Herkes bir anda olup biten bu olayın hayret ve şaşkınlığı içindedir. Berber de şok olmuştur; bir manzaraya, bir dervişe bakar ve dervişin beddua ettiğini düşünerek gayr-i ihtiyarî sorar:
- “Biraz ağır olmadı mı derviş efendi?”
Derviş mahzun, düşünceli cevap verir:
- “Vallâhi gücenmedim ona. Hakkımı da helâl etmiştim. Gel gör ki, kabağın bir de sâhibi var. O gücenmiş olmalı!
Ne güzel Söylemiş Yunus Emre
‘’Olsun be aldırma yaradan yardır. Sanma ki zalimin ettiği kârdır.
Mazlumun ahı indirir şâhı, Her şeyin bir vakti vardır.’’
koca-yusuf

Koca Yusuf, duruşu, mertliği, güreşteki  acı kuvveti ve ustalığı ve tabii ki, genç denecek yaşta Okyanus'ta boğulması ile her zaman ilgi odağı olmuştur. Kırkpınar haftasındayız… Bilindiği gibi Edirne'de, yurt içi ve yurt dışında birçok efsane pehlivanın mezarı başında dualar edilir. Ancak Koca Yusuf'un yeryüzünde bir mezarı yok. Varsa da bilinmiyor… Efsane pehlivanı çok kişi kaleme aldı. Herkes farklı yönlerden baktı. Eldeki belgeler ışığında ve yazılıp çizilenlerle bir de biz anlatalım dedik: Koca Yusuf henüz 16 yaşında genç bir pehlivan iken ortalıkta tam bir Kel Aliço fırtınası vardı. 56 yaşına kadar saray başpehlivanı olan Aliço 26 yıl Kırkpınar Başpehlivanı olarak kırılması güç bir rekora imza attı. Çırağı ise Adalı Halil'di... Devrin birçok ünlü pehlivanı vardı:  Hergeleci İbrahim, Çolak Mümin, Filipeli Kara Ahmet, Kurtdereli Mehmet Pehlivan,  Filiz Nurullah, Kara Ahmet, Katrancı Mehmet, Makarnacı gibi… Bunlara bir de Koca Yusuf eklendi. Ancak Yusuf, acı kuvveti ve güreş zekâsı ile yaşıtlarını bir bir aradan çıkarıp genç yaşında Kel Aliço'nun karşısına dikilmişti. Uzun süren bir güreş sonrası açık düşürdü Kel Aliço'yu. Yılların Aliço'su, Yusuf'un kispetine vurarak yenildiğini kabul etmişti. Koca Yusuf, “Usta henüz yeterince açık düşmedin” tarzında itiraz edince de, “Aliço da ancak bu kadar açık düşer” cevabını vermişti.
Koca Yusuf o zamanki Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında yalnızca Çolak Mümin'e yenik sayıldı. Yusuf, Çolak Mümin'i fazla ciddiye almamış, gafil avlanmıştı. Ancak göbeği gökyüzünü görmemiş, hafif yan düşmüştü. Hakem Kel Aliço idi ve 'Yusuf'u da yenen bulunur' hesabı, hemen Çolak Mümin'in elini havaya kaldırdı. Yusuf da buna itiraz etmedi.

İşte 450 KG'lık idman  taşı

Koca Yusuf'u unutmayan köylüleri, Bulgarların işine gelmese de efsane pehlivana bir anıt mezar yaptırdı. Köylüler, bu anıtı çevreleyen demirlerin içine de Koca Yusuf'un idman yaptığı 450 kiloluk taşı yerleştirdiler.


AVRUPA YOLCULUĞU BAŞLIYOR

Koca Yusuf'un 1894-97'li yılların ortalarında Avrupa seyahati vardır. Paris sosyetesi güreşe büyük önem vermektedir.  Yusuf, Avrupa'da 3 yıl güreşti ve bu güreşlerde devrin en güçlü pehlivanları Olsen, Panns, Fournier, Raul, Gambier, Antonio Pierri ve Tom Cannon'u yenerek ününe ün kattı. Paris'te yaptığı tüm güreşleri kazanınca, organizatörler, “Bir Türk'ü ancak başka bir Türk yenebilir” düşüncesiyle Hergeleci İbrahim'i çıkardı Yusuf'un karşısına. Bu güreş, Hergeleci'nin ağzından ve burnundan kan gelmesiyle son buldu.  Zira, Hergeleci, Yusuf'un paçasını kapınca, Yusuf da kendisine boyunduruğu vurmuştu.  
İzleyiciler, “Pehlivanı boğuyor” diye mindere fırladı ve güreş yarıda kalmıştı. 

SON GÜREŞİ OKYANUSLARLA

 Koca Yusuf,  Fransız bandıralı La Bourgogne isimli transatlantikle Amerika'dan ayrıldığında tarihler 21 Mayıs 1898'i gösteriyordu. Yoğun bir sis vardı ve gemi kaptanı ezbere bir güzergâh takip ediyordu. Azor Adaları yakınlarında Koca Yusuf'un içinde bulunduğu gemi büyük bir hız ve gürültü ile Fransız bandıralı Cromartyshire adlı şileple çarpıştı. Atlas Okyanusu'nun üzerinde korkunç bir can pazarı yaşanmaya başladı.
Gemi batmadan filikalar indirildi suya… Koca Yusuf güçlüydü, yüzmeyi de iyi biliyordu. Bunun için birçok kişiyi taşıdı filikalara…Kendisi yorgun düştü fakat bir başka kadtını kurtarmak için filikadan ayrıldığında bir baktı ki, okyanusta yalnız. Çok uğraştı, yetişemedi filikaya.  Bu kazada tam 670 yolcu boğuldu, 41 yolcu kurtuldu. Boğulanlardan biri de Koca Yusuf'tu…
Ancak, gemi personelinden ölen hiç kimse olmadı.  Kaza sonrası Amerikan basınında yazılanlar bizim açımızdan tabii ki, çok önemliydi. Çünkü Koca Yusuf'un güreşlerine büyük yer veren Amerikan basını, gemi kazasında yine ona özel bir yer ayırmıştı. Bir Amerikalı güreş yorumcusu şöyle tamamlıyordu makalesini:
“Eğer Koca Yusuf, Okyanus'un derinliklerinde yatıyorsa, kesinlikle yüzükoyun yatıyordur. Çünkü sağlığında onun sırtını kimse yere getirememişti. Okyanuslar da getirememiştir...” 
Evet… İşte, “Türk gibi kuvvetli” sözünün Avrupalıların beynine adeta kazınmasında başrol oynayan Koca Yusuf'un hikâyesi böyle.
Gemiden kurtulan 41 kişinin içinde bulunan bir Fransız yaşlı kadın, “Beni ve birçok kişiyi güçlü, kuvvetli ve bıyıklı bir adam filikaya taşıdı. Ancak kendisini filika batacak diye almadılar ve orada bıraktılar” diye demeç verdi. Olaydan birkaç gün sonra Azor Adaları kıyısına birçok insan cesedi vurdu. Ada Papazının anlatımına göre, içlerinde oldukça yapılı ve bıyıklı bir cesedin bulunduğu ve kimsesizler mezarlığına gömüldüğü yazıldı.

Kaynak:http://www.turkiyegazetesi.com.tr/spor/50929.aspx
Arama: Koca Yusuf, yaşanmış olaylar, koca yusuf hayatı başarıları, koca yusuf kimdir, amerika, kırkpınar güreşleri,efsane güreşçi
Sultan İkinci Selîm’ın iki oğlundan biri olan Şehzâde Murâd, Manisa'da vâli idi. Şehzâde Murâd, Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine, kendisinin sultân olup olmayacağını anlamak üzere, bir mektupla hizmetçisini Uşak'a gönderdi. Uşak'a varan haberci, doğruca Hüsâmeddîn-i Uşâkî' ye giderek, huzura kabûl edilmesini ricâ etti. Huzûra kabûl edilen haberci, daha mektubu Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine vermeden ve ziyâreti hakkında bir şey söylemeden, Uşâkî hazretleri ona; "Git! Şehzâdeye söyle! Hemen İstanbul'a hareket etsin. Filan gün saltanat tahtına oturacaktır." dedi. Haberci, hemen Manisa'ya dönerek müjdeyi Şehzâde'ye bildirdi. Şehzâde Murâd, vakit geçirmeden İstanbul'a hareket etti. Balıkesir'e geldiğinde, Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşa'nın gönderdiği elçilerle karşılaştı. Elçiler, Sadrâzamın mektubunu Şehzâde'ye verdiler. Mektubu okuyan Şehzâde, bu mektuptan babası Sultan İkinci Selîm'in vefât ettiğini, Sadrâzamın ölüm haberini halktan sakladığını ve kendisini tahta çıkarmak üzere dâvet ettiğini öğrendi. İstanbul'a giderek, Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin haber verdiği zamanda, Sultan Üçüncü Murâd Hân nâmıyla tahta geçti. Bu hâdiseden sonra, Sultan Murâd Hânın Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretlerine karşı sevgi ve hürmeti çoğaldı. Onun kâmil bir zât olduğuna güveni bir kat daha ziyâdeleşti ve kendisini İstanbul'a dâvet etti. Bunun üzerine Hüsâmeddîn-i Uşâkî, Uşak'tan ayrılıp, İstanbul'a geldiğin de; Pâdişâh, erkânı ve büyük bir halk topluluğu tarafından hürmet ve tâzim ile karşılandı. Aksaray civârında oturması için Hüsâmeddîn-i Uşâkî'ye bir ev tahsis edildi. Bir müddet orada kalan Hüsâmeddîn-i Uşâkî hazretleri, Pâdişâha yakınlığından istifâde etmek isteyenlerin verdiği sıkıntı yüzünden Uşak'a dönmeye karar verdi. Yol hazırlıklarının yapıldığını haber alan Pâdişâh, bu büyük zâtın İstanbul'da kalması için ricâda bulundu. Uşâkî hazretleri, Sultan Üçüncü Murâd Hânın ricâsını kabûl edip, İstanbul'da kalmağa karar verdi. Pâdişâhın emriyle Kasımpaşa civârında Hüsâmeddîn-i Uşâkî'nin adına bir dergâh inşâ edildi. Burada uzun zaman kalarak, çok talebe yetiştirdi. Sohbetlerinde çok kimseler kemâle geldi. Hilâfet verdiği talebelerini Anadolu'nun çeşitli yerlerine, halka doğru yolu göstermeleri için gönderdi.
Osmanlı'da Yaşanmış Bir Olay
19.yüzyılda Almanya nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu.
Fransızlar, her sene nehrin Almanlar'daki kısmına geçip mahsulün tümünü 

toplayıp götürüyorlardı.
O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses
çıkaramıyorlardı tabiî. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına
durumu yazıp, imdat istemekte bulurlar.

Mektupta şöyle denmektedir:

"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar.
Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, İslamiyet'in de halifesisiniz. Bizi şu zulümden kurtarın. Asker gönderin. Ürünlerimizi
bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."

Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen
padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker
elbisesi göndermeyi kâfi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır.Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp
mektubu okurlar:

"Fransızlar korkak adamlardır.
Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur.
Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kâfidir."

Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin.
Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerınde dolaştırın. Karşıdan gören
Fransızlar için bu kâfidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar.
Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında
dolaşmaya başlarlar.
Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanlar'ın sevinç çığlıkları atmalarına
sebep olur:

"Osmanlılar'dan imdat geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini
de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar.
Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."


Arama sözcükleri: 
Osmanlı'da Yaşanmış Bir Olay, Osmanlı Tarihi, fransızlara yeniçeri kıyafeti yeter, almanlar yeniçeri, kıyafet, yeniçeri üniforması yeterlidir.
Osmanlı Yıkıldıktan Sonra da Mescid-i Aksa'daki Nöbet Yerini Terketmeyen Hasan Onbaşı
Osmanlı Yıkıldıktan Sonra da Mescid-i Aksa'daki Nöbet Yerini Terketmeyen Hasan Onbaşı

Osmanlı ordusu Kudüs'ten çekilirken (9 Aralık 1917) Mescid-i Aksa'yı koruması için nöbetçi bırakılan Onbaşı Hasan'ın yürekleri titreten öyküsü... 

Tam 57 yıl nöbetine sâdık kalan Osmanlı askerini, merhum tarihçimiz İlhan Bardakçı 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa'nın merdivenlerinde görür ve yıllar sonra bu inanılmaz karşılaşmayı kaleme alır. Sayesinde haberdar olduğumuz canlı tarih âbidesini şöyle dile getirir rahmetli tarihçimiz:

Mevki Kudüs. Mekân Mescid ül Aksa, Tarih 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz. 

Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne kavuşturur. Mirac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 Salı günü Kudüs'ü devlete katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız. 

Onu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy... İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi... Palto?.. Hayır, kaput, pardösü veya kaftan?.. Değil. Öyle bir şey, işte. 

Başındaki kalpak mı, takke mi, fes m? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüz binlerce çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.

Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. "Kim bu adam'' dedim. 

Lâkaydi ile omuz silkti. "Bilmem." diye cevap verdi. "Bir meczup işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez."

Kan mı çekti nedir. Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe "Selâmünaleyküm baba" dedim. 

Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi: 

- "Aleykümüsselâm oğul..." 

Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm... 

- "Kimsin sen, baba" dedim. 

Anlattı ki, ben de size anlatacağım. 

Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir artçı bölük bırakırız. Âdet odur ki kenti zapteden galip, asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz. 

Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım. 

- Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan artçı bölüğünden... 

Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı: 

- Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makineli Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım... 

Yarabbi. Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi... 

Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı: 

- Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?

- Elbette, dedim, buyur hele... 

Konuştu: 

- Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (öp). Ona de ki... 

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinelisi gibi gürledi: 

- O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki, "11. Makineli Takım Komutanı Iğdırlı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır. Tekmilim tamamdır kumandanım dedi, dersin... "

Öleyazdım. 

Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 55 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti. 

Yıllar Sonra

Merhum İlhan Bardakçı bu hatırasını, TV'de anlattığında zamanın genelkurmay başkanı onu arar ve bu aziz askeri bulmak için aracı olmasını ister. Bardakçı sonra şunları yazar: Hasan Onbaşı bizdendi... O halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım. Bulunamazdı zaten. O ki, göklere baş vermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk..


cellat kara ali vicdanı
Sultan İbrahim'i tahttan indirenler korku içinde yaşıyorlardı. Ya bir gün kurtulur da hesap sormaya kalkarsa halleri ne olacaktı? Kafa kafaya ve­rip bir süre düşündüler. En insafsız­ları şu teklifi ileri sürdü: 

"En iyisi öldürtelim gitsin!" Duyanların kanı don­du, tüyleri diken diken oldu. 

"Ama na­sıl olur?" diye mırıldandılar, "Ne de olsa padişahlık yapmıştır. Zaten Sul­tan Genç Osman'ın acısı milleti ağ­latır. Yeni bir acıyla büsbütün sarsıl­mazlar mı?"

İtirazlar sönük kalınca karar verildi: "Sultan İbrahim öldü­rülecek!" Meşhur cellât Kara Ali'ye haber ettiler.

Kara Ali yardımcısı Ha­mal Ali'yi yanına alıp saraya gitti. İki cellâdı Sultan İbrahim'in kapalı tutulduğu odaya götürdüler: "işini tez tut, biz dışarıda bekliyoruz!"

Sayısız kelle uçurmuş cellât Kara Ali'nin ren­gi attı. Bu nasıl işti? Durup dururken bir eski padişah öldürülür müydü? Sa­çını yolarak dışarı kaçtı: "Ben bu işi yapamam. Beni öldürün ama bu işi yap­maya zorlamayın! Sultan İbrahim’e kıyamam!" Yakalayıp sadrazamın kar­şısına getirdiler. Sadrazam bir süre Ka­ra Ali'yi tekmeledikten sonra "Bre mel'ûn!" diye bağırdı,

"Tez işini bi­tir, yoksa ben senin işini bitiririm!" Kara Ali iki gözü iki çeşme yalvarıyordu: "Devletlüm! Beni öldür de bu işi yaptırma kurban olayım, zorlama tek, öldür kurtulayım! Padişahımı öldüremem! "Bre o artık padişah değil­dir, sıradan bir saraylıdır!" "Yapma devletlü vezir, ben onun ekmeğini ye­mişim. Öldüremem!" Sadrazam Mehmed Paşa tekrar tekme tokat cellâdı dövmeye girişti. Bir yandan da bağı­rıyordu: "Sen onu öldürmezsen ben se­ni yamağına (çırağına) öldürtürüm!"

Kara Ali'nin yamağı Hamal Ali'ye emretti: "Tez uçur şu kâfirin kellesini!" Hamal Ali'nin baltası ustasının boynu üzerinde parlayınca can pazarı kuruldu. Cellât Kara Ali'ye kendi canı daha kıymetli geldi. "Yapacağım!" diye inledi.

Sultan İbrahim'in odası­na soktular. Sultanın sırtında kırmızı atlastan entari, ayağında kırmızı şal­var, başında kavuğu vardı. Elinde bir Kur'ân-ı Kerîm tutuyordu.

Cellâtlarla arkasındakileri görünce atıldı: "iş­te Allah'ın Kitabı! Beni ne hükümle öldürdüğünüzü söyleyin!"

Yeniçeri Ağası Kara Ali'yi dürttü: "Söyletme, işini bitir!"

Kara Ali'nin bütün vücu­du zangır zangır titriyordu. Ama ka­rarı yerine getirdi. Kement atıp Sul­tan İbrahim'i boğdu. İş bittikten son­ra sessizce avluya çıktı. Cellât çeşme­sinin altına oturup dakikalarca ağladı. Bir cellâdın vicdanı, makam hırsıyla göz­leri kararmış yöneticilerin vicdanın­dan daha temiz çıkmıştı.

Yavuz Bahadıroğlu

Arama sözcükleriağlayan cellat kara ali hikayesi, sultan ibrahimin boğulması,kement,kara ali,makam hırsı,yaşanmış olaylar, yavuz bahadıroğlu,celladın vicdanı daha temiz.