İsmet İnönü yakın tarihimizin kilit taşıdır. Onu yerinden çekip aldığınızda ardından hangi dağların yıkılabileceğini tasavvur edemezsiniz kolay kolay.
Yaklaşık 50 yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti'nin ya bir numarasıydı, ya iki numarası. Kendi başına bir partiydi neredeyse. Öyle bir 'parti' ki, kökleri devletin temellerine kadar inmekteydi. Ancak uzun zaman başında bulunduğu siyasi organın adı Halk Partisi olsa da halkla arası pek iyi olmadı. Halkın da onu sevmediğini, demokrasiyle bir alakası bulunmayan Tek Parti döneminden sonra girdiği bütün seçimleri (buna, sonuçlarını kapalı kapılar ardında değiştirttiği 1946 seçimlerini ekleyebilirsiniz) kaybetmiş
olmasından da anlayabilirsiniz.
Allah insana uzun ömür versin ama uzun siyasi ömür vermesin. Neden mi? Bu sürede performans ve saygınlığınızı beraberce koruyabilmek büyük bir hünerdir de ondan. Ve bu hüneri gösterene de pek rastlanmaz. (Herkesin Churchill ve Adenauer kadar talihli olamayacağı açık.) Rastlandığında ise şartların gereği olarak bir çelişkiler yumağına dönüşmüş görürsünüz onu.
Ne ki, İnönü dar alanda bile en büyük çelişkileri yaşamış bir zattır. Mesela Kasım 1922'de Lozan'a giderken 'Halife için gerekirse kanımızı dökmeye hazırız' diyecek, ama dönüşte Halifeliğe karşı en sert tavır alanlardan biri olacaktır. Lozan'da 'Mümkün değil, imzalamayacağım' diye reddettiği bir anlaşmayı, sadece 15 dakika sonra, 'Getirin, imzalayacağım' diyerek Avrupalı diplomatların bile akıllarını durdurmuş ilginç bir "diplomat"tır.
Bu yüzden İsmet Paşa'nın eleştirilecek yanlarını bulup çıkarmak, çelişkilerini yakalamak marifet sayılmaz. Ancak zor olan, ardında bıraktığı süprüntüyü hafıza mezarlığımıza gömmesine izin vermemektir. (Malum, 1941'de bütün ders kitaplarını elden geçirtmişti.) Hatırlatma işini de en şık bir şekilde yakın arkadaşı ve meslektaşı Kâzım Karabekir yapmıştır.
Karabekir'in yazdıklarından yola çıkarak yazılmış bir yakın tarih (inkılap tarihi) kitabı kim bilir ne kadar renkli olurdu! Her ne kadar bütün yazdıkları doğru olmayacaksa da, tarihimizin farklı bir resmini elde edeceğimiz kesindir. Karabekir'e bakılırsa, İsmet Bey daha Anadolu'ya geçmeden önce kendisine bir mektup yazmış ve Amerikan mandasına taraftar olduğunu dile getirmiştir. Sonradan Garp Cephesi komutanı olacak İsmet Paşa, 27 Ağustos 1919'da Erzurum'daki Karabekir'e şöyle içini dökmektedir (metni kısmen sadeleştirdim):
"Şimdi İstanbul'da belli başlı iki akım vardır. Amerikan ve İngiliz taraftarlığı.. Eğer Amerika'nın gelmesi suya düşerse İngilizlerin topraklarımızın bugünkü bölüşümünü genişletmekten başka yapacakları bir şey kalmıyor ki, Fransızlar ve İtalyanlar ona bu konuda yardımcı olacaklar, karşı çıkmayacaklardır. Eğer Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine başvurulsa çok faydası dokunacaktır deniliyor ki, ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Ülkenin bütünlüğünü parçalamadan Amerika'nın kontrolüne emanet etmek, yaşayabilmek için tek katlanılabilir çare gibidir. Bu pazarlığın sürdüğü zamanda Amerika lehine ağırlık koymak gerekir" ("İstiklâl Harbimiz", c. I, YKY: 2008, s. 193-195).
İsmet Bey aynı mektubunda Askerî Şura'dan ihraç edilmesinin sebebini, hükümetin kendisini İstanbul'a silah ve cephane gönderiyor zannetmesine bağlıyor; bu işle zinhar hiçbir alakası bulunmadığını söylüyor ve şu sözü ekliyor: "Tam tersine Anadolu'da tutulan hatalı yolun inat ve ısrarla takibinden doğan sonuçlar bakalım ne olacaktır?"
Yani 1) ABD mandasına taraftar ve 2) Milli Mücadele'ye inanmayan bir İsmet Paşa portresi çıkıyor bu mektuptan. Kitabının sonuna İnönü'nün el yazısıyla yazılmış mektubun orijinalini koyan Karabekir Paşa, altına şu yorumu yapmış:
"İsmet Bey'in bu mektubunda Anadolu'daki hareket hakkındaki görüşünde hiç isabet yok. Anadolu'da asayişsizlikten, anarşiden ve sonucu büyük olacak bir felaketten söz ediyor. Oysa o tarihte vaziyet iyiye doğru gidiyor, belki de her zamankinden daha iyi haldedir."
İşin peşini bırakmayan Karabekir, hemen oracığa bir dipnot daha düşerek İnönü'nün Amerikan mandası taraftarlığının ve Anadolu'daki harekete inanmayışının yalnız Ağustos 1919 tarihli mektubuyla sınırlı kalmadığını, 1920 başlarına kadar devam ettiğini de kaydetmiştir. İstanbul'da kalıp orada kurulacak olan yeni hükümete girmeyi planlamış, bu yüzden Milli Mücadele'ye geç katılmıştır.
Ancak inkılap tarihi kitaplarında bu önemli belgeye nedense hiç yer verilmez, es geçilir. Israrla görmezden gelinir.
Hoş, diyeceksiniz ki, tek görmezden gelinen belge bu olsa iyi. Haklısınız, hele Milli Mücadele yıllarında Konya'da çıkan "Öğüt" gazetesinin 10 Ekim 1920 tarihli nüshasında şunları yazdığını öğrendikten sonra diyecek bir şey bulamıyorum doğrusu:
'Kuva-yı Milliye ve Büyük Millet Meclisi sevgili Padişahımızın (Vahdettin'in) gizli emirleriyle kurulmuştur.'
Tabii "Öğüt" gazetesinin hiçbir kütüphanemizde eksiksiz bir koleksiyonunun bulunmadığını, bu tür önemli ipuçlarının bu yüzden çoğu araştırmacının gözünden kaçtığını söylememe gerek yok. Prof. Sina Akşin gibi görenler de bu tür haberleri "şirinlikler" yapmak şeklinde yorumlayarak ciddiye almamışlardır.
Ne yapalım: Türkiye'de tarih böyle yazılıyor maalesef.
Mustafa Armağan
(Zaman, 15.08.2010)
.
Post A Comment:
0 comments: