Articles by "Türk Tarihi"
Türk Tarihi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Bediüzzaman Said Nursi ile Mustafa Kemal Paşa tartıştılar mı tartışmadılar mı? 
 "Bu sahne gerçek dışı" deyip dava açanlar da oldu, "bağımsız bir kaynak tarafından doğrulanmadı" diyen de.

Öte yandan Turgut Özakman yine döktürmüş: "Said Nursi'nin Atatürk'le konuştuğu hakkında hiçbir not, bilgi, anı söz konusu değildir."

"Hiçbir not, bilgi ve anı" yok öyle mi?
Her şeyden önce TBMM Tutanakları Dergisi'ne göre Nursi'nin Ankara'ya geldiği ve Meclis'te özellikle Doğulu milletvekilleriyle buluştuğu kesin. Burada şu soru önemli: M. Kemal, S. Nursi'yi neden ısrarla çağırtmış ve Meclis'te "hoş geldiniz" töreni düzenletmiştir?

Nursi'ye göre M. Kemal kendisini "taltif etmek" ve bütün Doğu illeri genel vaizliği teklifinde bulunmak maksadıyla davet etmişti. Aslında Lozan görüşmeleri sırasında İngilizlerin özerk ya da bağımsız bir Kürdistan kurulması tezlerine karşı, içeride Kürtlerin Türklerden ayrılmaması gerektiğini telkin edecek din adamlarına ihtiyaç vardı. Nursi'nin Ankara'ya çağrılması, bu nazik sürece olumlu katkılarda bulunabilir, Kürtlerin TBMM hükümetine bağlılığını koruyabilirdi.

Ancak oturumları izleyen Nursi, namaz vakti gelip de mescide gittiğinde tam bir hayal kırıklığına uğruyordu. Zira milletvekillerinden ancak bir kısmı namaz kılıyordu. Bu durum, kafasında soru işaretleri çaktırdı. Padişah-Halifenin yetkilerini kullanan bir Meclis'in kararları, namaz kılınmadığı takdirde dinî açıdan sakatlanmaz mıydı?
Bunun üzerine beyannamesini yayınladı. Milletvekillerine gönderdiğinden birkaç kelime farklı bir nüshayı da TBMM Başkanı sıfatıyla M. Kemal'e ulaştırdı.



Hür Adam Said Nursi filmindeki Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal ile karşılaştığı bu sahne çok tartışılmıştı.


24 Kasım'da Mustafa Kemal "şiddetli bir hiddetle" başkanlık divanına girip Nursi'ye bağırarak "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin" der. Nursi'nin cevabı da aynı sertliktedir: "İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur."

Bir gün sonra bu defa Başkanlık odasında görüşürler. Nursi "bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiği halde" Mustafa Kemal'in kendisine ilişmeyip taltifine çalıştığını ifade eder. "Mektubat"ta ise İslam'ın kurallarını tahrip etmenin bu millet, vatan ve İslam dünyasında büyük zarar doğuracağını, inkılap yapmak gerekiyorsa bunu doğrudan Kur'an'ı esas alarak yapmak gerektiğini söyler. Mustafa Kemal itiraz eder ama onu kendisine çekmek ve nüfuzundan yararlanmak için cazip tekliflerde de bulunur.

Şebinkarahisar milletvekilli Ali Süruri Bey'in (1888-1926) basılmamış olan hatıratı, rejime muhalif olmayan bir milletvekilinin elinden çıktığı için apayrı bir önemdedir. Said Nursi-M. Kemal görüşmesi bu hatıratla ilk kez bağımsız ve o devre ait yazılı bir metin tarafından doğrulanmış olmaktadır.

Ali Süruri hatıratında 25 Kasım günü Meclis dağılırken Başkanlık Divanı odasından içeriye baktığını ve "Kemal Paşa" ile "Bediüzzaman Molla Said-i Kürdî" arasındaki konuşmaya tanık olduğunu anlatır:
Konuşmanın başlangıcında Bediüzzaman, yazdığı mektupta (beyanname) namaz kılmayı tavsiye etmiş. Sonra Şafiî mezhebine göre namazı terk edenin şahitliği kabul edilmeyeceğinden, Meclis'in çoğunluğu namazı terk ederse kararlarının kusurlu ve hükümsüz olacağını söylemiş.
Kaynağımız, ardından Mustafa Kemal'in sözü aldığını ve beyannamenin "siyaseten sakıncalı" olduğundan söz ettiğini, yalnız kendisi muhatap alınmış olsaydı büyük bir sakıncasının olmayacağını ama milletvekillerine de gönderilmesinden üzüntü duyduğunu söyleyip "darıldı"ğını belirtiyor. Nursi de bu sakıncayı düşünmediğini itiraf ediyor. (Yalnız bu son cümlenin sayfa kenarına sonradan eklendiği dikkat çekiyor.)
Said Nursi başlangıçta biraz "haşince" konuşurken muhatabının alttan alması üzerine sözlerini tevil edip hafifletiyor ve "aralarındaki kırgınlık zahiren" gideriliyor. Ancak "herhalde iki taraf da birbirine muğber (gücenik) kaldılar" ifadesi dikkat çekiyor.




Şebinkarahisar milletvekili Ali Süruri hatıratında "Kemal Paşa" ile "Bediüzzaman Molla Said-i Kürdî" arasındaki konuşmaya tanık olduğunu anlatır.

Yazara göre sözün burasında Mustafa Kemal çok mühim meselelere temas ediyor ve zekâsını gösteriyor. Ardından "Bediüzzaman'ı yalnız şu mübahasede dinleyenler şöhretini pek hakikate muvafık bulmadılar sanıyorum" diyor ve ekliyor: "Mamafih yine güzel cevaplar verdi. Ve Meclis'in çok mübarek ve mübeccel olduğundan bahsetti."

Ali Süruri'ye göre Nursi, bundan sonra M. Kemal'e şunları söylemiş:
"Siz Kur'an'ı ve İslam'ı kurtardınız. Kur'an'ı omzunuza kaldırdınız. Kur'an ise her sayfasında salât (namaz) ile emrediyor. Mademki Kur'an'ı böyle muhafaza ettiniz, onun emri olan salâta da beynelmüslimin te'min-i müdâvemet (Müslümanların namaza devamını sağlamak) için teşebbüs etmeniz lazımdır ve mektubu size onun için yazdım. Sizden başkalarına yazdığım doğru olmayabilir. Fakat böyle bir teşebbüsü sizin hatırınıza onlar da getirsinler diye yazdım."
Yazar bundan sonra Bediüzzaman'ın (akşam ezanının okunması üzerine) odadan çıktığını, arkasından Mustafa Kemal'in odada bulunanlara, Bediüzzaman'ı beğenmediğini söylediğini ve "böyle ulemadan ümmet-i İslamiyeye (İslam ümmetine) hayır gelmez" dediğini ekliyor.
Bu çok ilginç parçanın yorumunu size bırakıyorum. Ancak Ali Süruri Bey'in hatıralarından sonra artık tartışmaya son nokta konulmuş oldu. "Tarihçe"de anlatılanların bu yeni bulunan hatıratla doğrulanması karşısında bakalım birileri yine çıkıp "hiç belge yok" diyebilecekler mi?

Not: Aslı Milli Kütüphane'de bulunan bu önemli hatıratı bulmama yardımcı olan İlhan Şimşek, Özgür İpek Pektaş ve Dr. Niyazi Ünver'e teşekkür ederim.

m.armagan@zaman.com.tr
16 Ocak 2011, Pazar
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1048




 I. Dünya Savaşı’nda Türk Ordusu’nun Çanakkale ve Kut-ul Amere zaferlerinden sonra üçüncü önemli direniş destanı da Medine Müdafaası’yla yazılıyordu.


Medine Müdafii, Çöl Kaplanı, Muhterem Ömer Fahreddin Paşam!..

Taşına toprağına, dağına ovasına bin yıldır can dediğimiz, namus dediğimiz, vatan dediğimiz Anadolu coğrafyasının burçlarında sizlerden sonra da çok şükür ay-yıldızlı bayrak dalgalanmakta, minarelerinden ezan sesi yankılanmaktadır.


Lakin Paşam! Ben böyle bir coğrafyada doğup büyümüş, üniversite tahsili de dahil on sekiz yıl mektep okumuş olmama rağmen –dinin övdüğü kişi anlamına gelen- isminize hiçbir ders kitabımda rastlamadığımı; hiçbir öğretmenimden, sizin şanınızı, kahramanlığınızı, fedakarlığınızı, din ve millet sevginizi bir tarafa bırakayım, adınızı bile duyamadığımı başlangıçta itiraf etmek istiyorum.


Adınızı kulaklarıma aşina eden kişi, Allah’ın başına rahmet yağdırması için dua ettiğim babamdır. Yanlış anlaşılmasın Paşam, duayı babam olduğu için değil; sizi, Kazım Karabekir Paşa’yı, Deli Halit Paşa’yı, İstiklal Şairimiz Mehmed Akif’i, Kuşçubaşı Eşref Bey’i ve isimlerini buraya sığdıramayacağım milli ve manevi tarihimizdeki kahramanları ve kumandanları yanımda zikrettiği ve bildiği kadarını gözleri dolarak anlattığı içindir.


30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti Mondros Ateşkes Antlaşması’nı yenilen taraf olarak imzalamış, bütün cephelerde savaş durmuş, Osmanlı birlikleri silah bırakmış ve Anadolu’ya nakledilmeye başlamıştı. Yalnızca Medine Seferi Kuvvetleri verilen emirlere rağmen teslim olmamıştı. Çünkü siz Fahreddin Paşam, ‘Çöl Kaplanı’ lakaplı siz, yani Hicaz Seferi Kuvvetler Kumandanı; mütareke haberi Medine’ye değişik kanallardan ulaştığında askerlerinizi ve Medine’nin ileri gelenlerini Haremi Şerif’te topladınız. Mescid-i Nebevi’de toplanan herkes nefeslerini tutmuş halde sizin minbere çıkışınızı izliyordu. Ravza-i Mutahhara’nın tam karşısındaki minberden Hazreti Peygamberin sahabeye hitap ederken kullandıkları “Ey Nas!” sözüyle başladınız:


Ey Nas! Malumunuz olsun ki bu kahraman askerim, bütün İslam’ın manevi desteğiyle hilafetin göz bebeği olan Medine’yi son fişeğine, son damla kanına, son neferine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna askerce, Müslümanca karar vermiştir. Bu asker Medine’nin enkazı altında ve nihayet Ravza-i Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateş içinde kırmızı bir kefende görülmedikçe, Medine kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minarelerinden ve yeşil kubbesinden al bayrak alınamayacaktır. Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlatlarım! Allah’ın huzurunda huşu ve vecd içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamberimizin karşısında hep beraber diyelim ki; Ya Resûlullah, biz seni bırakmayız!


Tarihimizin görkemli sahnelerinden biri böylece başlarken, I. Dünya Savaşı’nda Türk Ordusu’nun Çanakkale ve Kut-ul Amere zaferlerinden sonra üçüncü önemli direniş destanı da Medine Müdafaası’yla yazılıyordu. Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın “Sağlığında adını tarihe altın harflerle yazdıran kumandan!” dediği siz, bu destanın en büyük kahramanıydınız.


Muhterem Paşam! Sizin nesliniz canıyla, kanıyla, malıyla destanlar yazdı. Lakin sizi bizim nesle anlatmadılar be Paşam!


Fare yürekli Kral Richard’ı bize Aslan Yürekli Richard diye yuttururken; Rambo’larla kovboylarla, Truva Destanları Atina Tanrılarıyla, Hollywood’un hakikati ters düz eden sahte kahramanlarıyla, bizleri uyuttular. Markasıyla parasıyla, modasıyla salsasıyla, menüsüyle revüsüyle bizleri hem de derin bir gafletle uyuttular. Evet, uyuttular diyorum. Zaten ilk amaçları, bizim onlara inanmamız, onlardan olmamız değildi. İlk amaçları uyumamızdı. Eğer uyanık kalırsak, sizleri görecektik. Sizleri görsek, geçmişi hatırlayacaktık. Geçmişi hatırlasak, bugünkü iç ve dış konumumuzu gözden geçirecektik. Yani Paşam, onlar bizim iç muhasebe yapma istidadımızı elimizden aldılar, tarih şuurumuzu köreltip idraklerimizi iğdiş ettiler. Sonrası da onlar için oldukça kolay oldu. Etrafımızda hakiki anlamda inanacak bir şey olmayınca da sahtesine inandık. Nasıl inanmazdık ki? Sahtenin sahte olduğunu bilmemiz için hakikati bilmemiz gerekliydi. Biz ancak sahteyi hakikate nispet ettiğimizde anlayabilirdik. Zaten bir süre sonra da yaşadığımız hayata inanmaya başladık. Onun değerleriyle çevremize bakmaya başladık. Lat, Menat, Uzza’yı zamanında parçalayarak devirmiştik ama yeni dünya düzeninin putlarını onların yerine koymuştuk.


Bilirsin Paşam! Zamanında büyük bir veli minbere çıkar. “Ey cemaat!” der. “Sizin taptığınız Allah, ayaklarımın altındadır!” Cemaatte bir öfke, bir hışım… Nerdeyse öldürecekler veliyi. Cemaatten biri akıl eder de mübareğin bastığı yeri kazarlar. Velinin bastığı yerden çil çil altınlar çıkar. Mübarek veli, insanları paraya tapmakla suçlamaktadır. Kısaca Paşam; maldır mevkidir, şandır şöhrettir artık çok önemli… İşte bundan dolayı Paşam siz canınızla, kanınızla, malınızla cihat etiniz ama biz şimdilerde ihaleyle, borsayla, torbayla malı götürme telaşı içerisindeyiz.


Siz aylarca süren Medine Müdafaası’nın büyük bir bölümünde hurmadan başka yiyebilecek hiçbir şey bulamamıştınız. Medine açlıkla boğuşurken birden bire gökyüzünden çekirge yağmaya başlamıştı. Herkes elde kalan bir avuç tahılın, hurma ağaçlarının mahvolacağını düşünerek çekirgelere korkuyla bakıyordu. “Eyvah! Medine şimdi bitti!” diyorlardı. Siz Fahreddin Paşam, Afrika’nın Sina’yı geçerek Medine’ye musallat olan çekirgelerini, nimet olarak değerlendirmiştiniz. Size göre bu bir afet değil, göklerden gelen bir ikramdı.


Okuduğunuz eski kitaplar arasında Hz. Peygamber döneminde yine Hicaz’da böyle bir çekirge istilasının olduğunu ve Peygamberimizin çekirge ile ilgili bir takım hadislerinin olduğunu hatırlamış ve bu hadisleri arayıp bulmuştunuz. Ve buradan hareketle çekirge yemenin sünnet olduğuna hükmederek bunu askerlerinize söylemiştiniz. Çekirge kurusunu çerez gibi yerken, çekirge unundan ekmek yapıp aylarca bu şekilde beslendiniz.


Siz ve mübarek askeriniz Medine’de çekirge yiyerek düşmana karşı koymuştunuz ama bizim şimdilerde canımız profiterolden bile daha tatlı Paşam. Bundan dolayı bazı zamanlarda, namus borcumuz olan vatan borcumuzu, dünyanın rezerv parası olan Amerikan Doları üzerinden üç taksit olarak ödüyoruz. Anlayacağınız sizin devrinizin türküsü, şimdilerde de ara sıra çalıyor; “Zenginimiz bedel verir, askerimiz fakirdendir.”


Gerçi Paşam, bizim de Ramazan’daki iftar sofralarımızda hurma oluyor ama açık büfelerde ve alakartlarda yanında ara sıcaklar, başlangıç mezeleri falan da oluyor; çoğu da yemek sonunda tabaklarda ve masalarda kalıyor. Sanırım şu sıralar biraz(!) israf oluyor. Bilmiyorum ki Paşam, şimdilerde bazıları “Müslüman her şeyin en iyisine layık değil mi?” diye bir tekerleme tutturmuş gidiyor. Paşam siz de her şeyin en iyisine layık olması gereken bir Müslümandınız ama cenk meydanlarında çekirge yemekten, yedi yıldızlı otellerin balo salonlarında diğer Müslümanlarla, iftarda İtalyan yemekleri yeme fırsatınız pek olamadı. Aman yanlış anlaşılmasın Paşam, iftardaki ılımlı Müslümanlara iftira değildir niyetimiz. Durum neyse onu söylüyorum. Bu klima havası gibi ılımlı Müslümanlar, ayaklarında İtalyan ayakkabıları, sırtlarında İngiliz markalı ceketleri ve bileklerine kelepçeledikleri bilmem kaç bin dolarlık saatleriyle, dini ve ilmi sohbetlerini de eksik etmiyorlar tabi. Ne de olsa bir Müslüman her şeyin en iyisine layık ve bu rahatlığın içinde olunca da Müslümanlığını daha iyi yaşayacak ve daha da güzel sohbetler edecektir(!). Sakın şaşırma Paşam! Sizin can vererek karşı koyduğunuz İtalyana ve İngilize herhangi bir sempati duymuyorlar, sadece ürünlerini oldukça rakamlı ve rakımlı şekilde kullanıyorlar. Ara sıra da “Ne olurmuş yabancıya toprak ve şirket satıyorsak? Dünya globalleşti, piyasa artık böyle çalışıyor.” diyorlar. Bilmiyorum ki Paşam; acaba bu durumu, mahşer günü Peygamber sancağının altında bekleyecek olan, size ve o mübarek askerinize, nasıl anlatacaklar ve aklanacaklar?


Siz askerinize şefkatli bir baba gibi yaklaşıyordunuz, teftiş ettiğiniz askeri kucaklıyordunuz. İstanbul’dan size teslim ol emri gelince, “Ben Mehmetçiğimi bırakamam!” demiştiniz. Türk askerine ilk defa sevgi ve şefkat ifadesi olarak kullandığınız “Mehmetçik” tabiri sizden sonra da hâlâ kullanılıyor. Lakin o mübarek Mehmetçiğin kanı üzerinden, bazen kendi yerini sağlamlaştırmak için adi politikalar da yapılıyor, golf de oynanıyor. Nasıl olsa kan verenlerle karar verenler her zaman aynı olmuyor.


Son günlerde onlarca Mehmetçiğimizi şehit verdik Paşam. Lakin tamam, herkesten ağlamasını beklemiyoruz ama bazılarımız gülmekten bile utanmıyor. Bir taraftan şehit cenazelerindeki gözyaşları devam ederken, bir taraftan da Türk televizyonlarında eğlence ve magazin gırla gidiyor. Acaba sizlerden sonra Paşam, ahlakımızın reytingi mi düşüyor? Şehit cenazelerindeki ağıtlar susmamışken, İstanbul boğazından ‘gam’ sesleri duyulması gerekirken, bu ‘R.E.M’ sesleri nereden geliyor? Maalesef Paşam, hayat “shake it up şekerim” tadında su gibi akıyor. Peki öyleyse, mübarek Mehmetçiğin kanı nereye akıyor?


Fahreddin Paşam, şimdilerde düşük faizli kredi verebilecek kişiler ve kurumlar çok da; vatan için, namus için, din için, bayrak için kan verecek de, can verecek de, mal verecek de biraz zor bulunuyor. Verenlerin de zaten pek fazla kıymeti bilinmiyor. Hâsılı şimdilerde malı götürmeye endeksli bir piyasada, kanı donuklar ve kanı bozuklar bolca bulunuyor.


Muhterem Paşam! Dün Şerif Hüseyin vardı. İngiliz altını için sizleri sırtınızdan vuranlar. Bugün de para için, mevki için vatan satanlar; içimizden ve dışımızdan vuranlar yine var. Sizin zamanınızda nasıl Amerikan mandasını kabul etmek isteyenler varsa, bugün de Amerika’dan desturla iş tutanlar, konuşanlar var. Siz İngilizlere karşı varınız yoğunuzla savaştınız; o İngilizler ki Mısır’daki Seydibeşir Esir Kampı’nda binlerce Mehmetçiği, dipçik zoruyla zehirli havuzlara sokup katlettiler. Paşam, sizin zamanınızda bunları unutup İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni kuranlar ve katılanlar nasıl varsa; bugün de İngiltere’yle kadeh kaldıranlar var. Oysa Paşam, o kadehlerin içinde; Yemen’den Trablusgarp’a, Hicaz’dan Çanakkale’ye binlerce Mehmetçiğin vatan ve din uğruna akıttığı mukaddes kanı var… Hasılı Paşam; belki siperler, silahlar, araçlar farklı ama bugün de zorlu cepheler var.


Fahreddin Paşam! Sözlerimi sonlandırmadan önce sizin komutanız altında Medine Müdafaası’nda savaşan Üsteğmen İdris Sabih Bey’in şiirini de mektubuma iliştirmek istiyorum:


Unuttuk İlhan´ı, Kara Oğuz´u,
İşledik seni göz bebeğimize.
Bağışla ey şefî kusurumuzu,
Bin küsur senelik emeğimize.

Nedense kimseler dinlemez eyvah!
O kadar saf olan dileğimizi.
Bir ümmî isen de Ya Resûlullah,
Ancak sen okursun yüreğimizi.

Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz,
Can verir, cananı veremez Türkler.
Ebedi hadim´ul haremeyniniz,
Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler.




Çöl Kaplanı Ömer Fahreddin Paşam! Ebedi aleme göç edişinizin 60.yılında, tüm şehit ve gazilerimize şahsınızda Allah’tan rahmet diler, düşmana tetik çeken şahadet parmağınızdan saygıyla öperim!

Genç Dergisi/Serkan BİLGE



Eski bir kitapta okumuştum: Hayatında cami nedir bilmeyen bir adam gittiği bir köyde ilk defa minare görüyor.
Aval aval bakmaya başlıyor. Biraz sonra müezzin yukarı çıkıp, şerefeyi dolaşarak ezan okuyor. Tabii ki, ezanı bitirdikten sonra minarenin küçük kapısından içeri giriyor. Büyük bir şaşkınlıkla manzarayı seyreden ahmak, yanındaki arkadaşına, “Gördün mü ağaç adamı nasıl yuttu?” diye soruyor.

Bir kısım medyanın, “Ayasofya’nın minaresinde ezan sesleri” diye manşet atmasını ben şahsen minareyi ağaç zanneden adamın cehaletiyle eş değer buluyorum. Bunlar bilmiyorlar mı ki, Ayasofya’nın minarelerinde ezan, yaklaşık beş yüz yıldan beri okunuyor. Mabedin müzeye çevrilmesiyle birlikte ara verilen ezana, 1991 yılının Mart ayında tekrar başlanıyor ve şerefeler, ezanla bir kere daha şerefleniyor. Bu gerçeği bilmeyen bazı gazeteciler, sanki ilk defa uygulamaya konuluyormuş gibi, “Ayasofya müzesi yavaş yavaş ibadete açılıyor. Bir minareden ezan okunuyor” diyerek zihinleri bulandırmaya çalışıyorlar. Minare zaten ezan okumak içindir, şarkı türkü söylemek için değildir.


Büyük Türk hükümdarı Fatih Sultan Mehmed’in Bizans’ın başkenti Kostantıniyye’yi, İstanbul’a dönüştürmesiyle birlikte, şehirde İslam bollaşıyor. Bu arada Ayasofya da ihtida ediyor. O da Müslüman oluyor. Minareleriyle tezyin edilen bu, kadim kilise de “Selâtin Camileri”nin arasına katılıyor. İlk ahşap minareyi, Fatih bizzat kendisi yaptırıyor. İkinci Mehmed’den sonra oğlu İkinci Beyazıt soldaki minareyi inşa ettiriyor. Diğer ikisini ise İkinci Selim ilave ediyor. Bu zarafet timsali minareler ayrı ayrı isimler taşıyordu. “Baş Minare”, “Ambar Minare”, “Tuğla Minare”, “İnce Minare” diye bilinen bu minarelere müezzinler ses güzelliklerindeki sıraya göre çıkıyorlardı. “Baş Minare”ye meşhur Hafız Sami, “Ambar Minare”ye padişah müezzini Deli Hüseyin çıkıyordu. Kısacası, Ayasofya’da imamlık, müezzinlik yapmanın bile bir adabı ve erkânı vardı.

Ayasofya gibi bir mimari şahesere, ayrı bir özellik ve güzellik katan bu güzelim minarelerin bir zamanlar yıkılması istendiğini biliyor muydunuz? 6 Nisan 1966 tarihli “Yeni İstiklal”de yayımlanan belge niteliğindeki bir yazıdan anlaşıldığına göre, İstanbul Müzeler Mimarı Kemal Altan, bir gün ağlayarak ünlü tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’ya geliyor. İki gözü iki çeşme konuşmaya başlıyor. “İstanbul Arkeoloji Müzesi Müdürü Aziz Ogan, önceki gün beni çağırdı ve Ayasofya’nın minarelerini yıkacağız. Emir aldım!” dedi diyor. Meşhur tarihçimiz, sen merak etme, Ayasofya’nın minarelerini kimse yıkamaz diyerek Kemal Altan Bey’i teselli etmeye çalışıyor.

Konyalı, hemen bir rapor hazırlıyor. Bizans İmparatoru Jüstinyen’in Miladi 537 yılında, “Ey Süleyman! Senin mabedini geçtim!” diye öğünerek ibadete açtığı Ayasofya, Bizans’ın son günlerinde tamamen harap olmuştu. Dolayısıyla fetihten sonra gerekli takviyeler yapıldı. Mesela Sinan, mabedi kalın ve yayvan payandalarla destekledi. Ana kubbeyi tutmak için bunları da yeterli görmedi. Kuzey batı tarafına, kubbe büyüklüğüne varan iki kalın minare yapmak suretiyle kubbenin ve mabedin ömrünü uzattı.

Ayasofya, Abdülmecid zamanında da esaslı bir tamirden geçti. Şimdi mabedin yaşı daha da ilerledi. Minareler, ana kubbenin dayandığı son payandalar olmuşlar. Minareler yıkılırken -muhakkak ki- ana kubbe de yere serilecektir. Hıristiyanlık âlemi, Türkler’in bu teşebbüsüne, “Türkler Ayasofya’yı yıktılar!” diye kara damgasını basacaktır, diyor. Kemal Altan bu mealdeki raporu derhal ilgililere veriyor. Ayasofya’nın başına gelecek büyük felaketi böylece önlüyor. Meşhur tarihçimiz İbrahim Hakkı Konyalı da yukarıda bahsettiğim yazısını, “Ayasofya’nın Minarelerini Nasıl Kurtardım?” başlığıyla yayımlıyor.

Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da 30 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Ezan ve Kur’an” başlığıyla neşrettiği bir yazısında diyor ki:
Yahya Kemal Beyatlı
“Yine bir gün padişahlarımızın Topkapı Sarayı’nda Revan Köşkü’nü ziyaret ediyordum; uzaktan Kur’an okunuyordu, yavaş yavaş sese doğru yaklaşırken nereden geldiğini ziyaretimde rehber olan zata sordum. Dedi ki: “Hırka-i Saadet Dairesi’nden geliyor.
Peygamberimizin hırkasını sakladığımız cennet gibi yeşil bir odanın Türkkâri penceresi önünde durduk. İçerde iki hafız vardı. Biri ellerini kavuşturmuş, gözlerini yummuş oturuyordu, diğeri diz çökmüş, müsterih ve yüksek bir sesle okuyordu, rehberime sordum: “Hırka-i Saadet önünde Kur’an ne zaman okunur?” Dedi ki: “Dört asırdan beri her saat! Geceli gündüzlü.”
Yavuz’un, Hırka-i Saadet’i Mısır’dan getirip bu odadaki mevkiine koyduğundan beri kırk hafız nöbetle Kur’an okur. Türk tarihinde bir dakika bile buradaki Kur’an sesi kesilmemiştir.
Gezintilerimde bir hakikat keşfettim. Bu devletin iki manevi temeli vardır: Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan ki hâlâ okunuyor! Selim’in Hırka-i Saadet önünde okuttuğu Kur’an ki hâlâ okunuyor!
Eskişehir’in, Afyonkarahisar’ın, Kars’ın genç askerleri, siz bu kadar güzel iki şey için döğüştünüz!”
Duymuyor musunuz, yine ezan okunuyor!
(Mehmet Canıtatlı)


Ayasofya, Ezan ve Yahya Kemal
Ünlü şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da 30 Mart 1922 tarihli Tevhid-i Efkâr gazetesinde “Ezan ve Kur’an” başlığıyla neşrettiği bir yazısında diyor ki: “Birçok günlerimi Ziya Gökalp’le konuşarak geçirdim. Diyarıbekir’in bir harika olan bu oğlu, konuştuğu zaman istikbalin muhayyel bünyanını kuran dev gibi bir mimara benzerdi: İlk Müslümanlar gibi mütedeyyin, ilk Türkler gibi bâni idi; maziye arkasını çevirmiş sâbit bir bakışla istikbale bakardı. Maziye karşı daussılamı hararetle söylediğim bir gün dedi ki:

Harabisin harabati değilsin
Gözün mazidedir ati değilsin
Ben de mazinin kulağıma fısıldadığı bir sesle,
Ne harabi ne harabatiyim,
Kökü mazide olan atiyim.
dedim.

Bir cevaptan başka ciddi manası olmayan bu sözde sonraları hissettim ki, küçük bir hakikat varmış. Mütarekeden sonra maziye karşı daüssılam arttı. Kendimi avutmak için tek başıma İstanbul’da geziniyordum. Bu şehirde geçen beş asırlık hayatımızın safhalarını birer birer hissettikten sonra gönlüm bir merhalede tevakkuf etti.
Fatih’in Edirne’den İstanbul üzerine yürüdüğü 857 senesinin baharını hissettim.
Edirne’den İstanbul üzerine o yürüyüş; yirmi iki yaşında bir çocuk olan Fatih; Kostantıniyye fethine dâir bir hadisin müjdesini hisseden o asker; tarihin en büyük faslını açmağa gelmiş olan o ejder gibi toplar, Gelibolu’dan gelen o bin bir yelkenli beyaz donanma; hâsılı o safha kalbimde canlandı.

Elli yedi gün süren muhasarada ihtiyar Akşemseddin’in kocamış bir kartal gibi kollarını açarak top gürültüsüne karışmış bir sesle: “Ya Müfettiha’l-ebvab!”diye bağırdığı tepelerden surlara baktım.
İhtiyar Karaca Bey’in Rumeli askerlerini yıldırım gibi boşaltarak kırdığı Edirnekapı ve Tekfur sarayı burçlarının üstünde oturdum. Zağanos Paşa’nın elli yedi gün Türk hamlesiyle yıkmaya çalıştığı Eğri Kapı ve Haliç kulelerini gezindim.

Yedikule’den Eyüb’e kadar Türk ordularının bir sel gibi taştığı uzun yolda yürüdüm. Topkapı’dan Edirnekapı’ya kadar giden büyük surun orta kapısından şehre girdim.
Rumi Mayısın Yirmi Dokuzuncu Salı sabahı şafak sökerken, fetih askeri ilk defa buradan girmişlerdi. O şafak vaktini, o müthiş mahşeri, 857 seneden beri İslâm’ın muntazır olduğu o sabahı, o büyük saatleri, o coşkunluğu, o sevinci, bütün kalbimle hissettim.

Fatih’in büyük tabutunun cephesinde duran destarı, Bellini’nin meşhur resmi kadar canlı bir tasvirin vehmini veriyordu. Fakat bu gördüğüm rüya maziydi.

Birgün Ayasofya minaresinden ezan okunduğunu işittim. 857 senesinin o sabahından beri asırlarca günde beş defa okunmuş olan bu ezan, hal’i vaki’di.
Bu ezanı dinlerken Fatih’i asıl manasıyla ilk defa idrak ettim!
(Dursun Gürlek, www.yenidunyadergisi.com)




         
      Cumhuriyet döneminin başlarında ve 1950 öncesine rastlayan zamanlarda, gayr-ı müslim lere ait vakıflar ve mektepler büyük bir itina ile himâye görürken, müslümanlara ait vakıflar çarçur edilmiştir. Ali Himmet Berki ‘nin tesbitine göre 200 ile 300 bin arasındaki vakıf malı İstanbul’da,çoğunlukla da gayrımüslimlere olmak üzere, yok pahasına satılmıştır. İki caminin arası ölçülmüş ve eğer 500 metreyi geçiyorsa, küçük olanı yıkılmıştır. Hamdolsun öz yurdumuzda azınlık statüsünden kurtulmaya başladığımızdan beri, bu konulara da sahip çıkmaya başlamışızdır.


1923 tarihli Lozan Muâhedenamesi ise, ekalliyetlerin himâyesi için 9 madde sevkederken, öz vatanında ekalliyet durumuna düşen müslüman Türk halkı için, ciddi bir şey ortaya koyamamıştır. Bu arada fethin ve İslâm’ın sembolü olan Ayasofya’da, Fâtih ‘in cami halini değiştirenlere lanet etmesine rağmen, yâd eller tarafından, eski haline çevrilememişse de, asıl maksadı da ortadan kaldırılarak müzeye çevrilmiştir. Kanaatimize göre, Ayasofya, Lozan’ın “Türk hükümeti, mezkûr ekalliyetlere ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve sair müessesât-ı diniyeye her türlü himâyeyi bahş eylemeyi taahhüd eder” şeklindeki 42. maddesinin III. fıkrasına dayanılarak kapatılmıştır. Ancak kapatılma kararı, hem eski vakıf hukuku açısından ve hem de kararın şekli açısından hukuka aykırıdır. Zaten bakanların bir çoğu da imzalamamıştır.

Netice olarak, Lozan Muâhedenâmesinden sonra, İngiliz Avam Kamarasında “Türklerin istiklalini ne için tanıdınız?” diye yükselen itirazlara, yahudi olan Lord Gürzon şu cevabı vermiştir: “İşte asıl bundan sonraki Türkler, bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz”. Yine kendisi gibi yahudi olan Nayim Hayun ise “Siz Türkiye’nin mülkî istiklalini kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâm’ın bayraktarlığı vasfını, ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüd ediyorum” demiştir. Ve gerçekten de Nayim, Türk murahhaslar heyetinin müşaviri durumundadır. Ancak müslüman Türk milleti rahmet-i ilâhiyyeden ümit kesmemiştir ve Yüce Allah da, bin senedir dininin bayraktarı olan Türk milletini yine eski haşmet ve şevketine kavuşturacak günlere getirmiştir. Yani tekrar müslüman Türk milletinin hâkim sınıf ve azınlıkların da azınlık olacağı bir devreye girmiş bulunuyoruz. Bu silsilenin son halkası Ayasofya’dır ve bazı yahudi bozmaları istemese de, tekrar ulu ma’bed haline gelecektir.
Haim Naum
Haim Naum (Ortada Siyahlı)

(Ahmet Akgündüz)




Hafızamızı tazeliyoruz durmadan. Üzerindeki külleri üfleyip eşeledikçe altından görünen yüz şaşırtıyor hepimizi. Hem tanıdık geliyor, hem yabancı. Büyüsü biraz da burada gizli galiba yakın tarih araştırmalarının. Yabancı bildiklerimizin aşina, aşina bildiklerimizin ise yabancı çıkması merakımızı tahrik ediyor.

Onun için tarihte dikkatli olmak gerek. Sloganlardan ve yaftalardan olabildiğince uzak durmak ve ‘Gerçekten de tarihte neler olmuş?’ sorusunu kulak arkası etmemek gerekiyor.

Alın size çarpıcı bir örnek: İş Bankası nasıl kuruldu? İçinizden, ‘Bunu bilemeyecek ne var? Atatürk kurdu işte’ diyenler çıkabilir. Bu ne acele efendim? Sakinleşin biraz. Bir kere İş Bankası’nın bir devlet bankası olmadığını unutmayalım. İki… Neyse. İş epeyce karışık. Baştan anlatalım öyleyse.

İş Bankası’nın kurucusu Celal Bayar Mayıs 1982’de çıkan İş Dergisi’ne verdiği bir mülakatta, “Biz bismillah dedik, işe koyulduk. Atatürk ‘Git Osmanlı Bankası’ndan 250 bin lirayı al, bu işe başla’ dedi”
şeklinde anlatmıştır İş Bankası’nın kuruluş hikâyesini. Burada sorulması gereken soru, ‘İyi de Osmanlı Bankası’ndaki o 250 bin lira nereden gelmişti?’den başkası olursa tarih ofsayttan başını kurtulamaz. Nitekim Bayar aynı konuşmasında bu paranın kökeni hakkında yöneltilen soruya kaçamak cevap vermekte ve ‘böyle bir şeyi araştırmaya lüzum görmediğini’ söylemektedir.


4 nolu hesabın dökümünde Makbule Hanım, Hafız Yaşar ve İsmet İnönü'ye ödenen meblağlar.

Tuhaf gerçekten de. Merak damarları mı kurumuştur aklımızın acaba?

Bu konuda bize yardımcı olacak bilgiyi Atatürk’ün yakınlarından Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarının 2. cildinde buluyoruz.

Soyak’a göre Hindistan Müslümanları, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına yaklaşık 500-600 bin lira tutarında bir para göndermiştir (yaklaşık 1 Sterlin = 7 TL). Paşa, bu paranın 500 bin lirasını Büyük Taarruz’dan önce ihtiyaçların karşılanması için Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın emrine vermiştir. Zaferden sonra bu paranın 380 bin lirası İcra Vekilleri Heyeti kararıyla Atatürk’e iade edilmişti. Atatürk bu paranın “en faydalı bir şekilde nerede ve nasıl kullanılabileceğini” düşündü ve sonunda 250 bin lirasını İş Bankası’nın temel sermayesi olarak tahsis etti. (Soyak’ın eksik bıraktığını biz tamamlayalım: Yardım parasından 207 bin lirayı da aynı bankadaki 2 nolu hesaba yatırmıştı.)


"Türkiye İş Bankası Merkez-i Umumi" levhası.

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Soyak’ın hatıralarından paranın kaynağını öğrendik ama yine de boşluklar kaldı.

Bir kere resmi olarak bilinen rakam, 125 bin sterlindir. Bu miktar, http://www.measuringworth.com adlı sitedeki hesaplamalara göre 2006 rakamlarıyla 11,7 trilyon TL’ye tekabül etmektedir. (Yardımları için Mustafa Özel ağabeye teşekkür.)

Şimdi bu ciddi meblağ sırf Milli Mücadele’ye yardım için mi gönderilmişti yoksa başka bir amacı mı vardı? O İcra Vekilleri Heyeti, yani Bakanlar Kurulu kararı neden bugüne kadar bulunamamıştır ve Mustafa Kemal Paşa’nın Bayar’a “Git, çek” dediği Osmanlı Bankası’ndaki hesabına ilişkin herhangi bir kayda niçin rastlayamıyoruz? Bu bir ‘sırdaş hesap’ mıydı? Öyleyse neden gizliydi? (Bu soruları benden önce sağolsunlar bizzat İş Bankası’nın yayınladığı “Türkiye İş Bankası Tarihi” adlı kitabın yazarları sormuşlar. Kıskandım tabii ama objektiflikleri için de kendilerine minnettarım.)

Solcu aydınlarımız yıllardır ‘Ruslar bize yardım etmeseydi Kurtuluş Savaşı’nı biraz zor kazanırdık’ dediler ama biz sustuk nedense. İslam dünyasından ve Hindistan’dan gönderilen yardımlar konusunda dedikodulara veya savunma psikolojisiyle yazılmış eserlere değil de, analitik bilimsel çalışmalara ihtiyacımız var. Yine de bazı eserlerde bölük pörçük bilgilere rastlıyoruz.


1929’da İş Bankası Yenicami şubesinde çalışan kadın memurlar. Başlarının kapalı oluşuna dikkat.

Mesela sahasında ilk çalışma olan Alptekin Müderrisoğlu’nun “Kurtuluş Savaşı’nın Malî Kaynakları”nda Hint Müslümanlarının yardımlarına ayrılan özel bölüm epeyce aydınlatıcı bilgiler veriyor.

1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarının işgali, işgalci kuvvetlerin Müslümanlara zulümleri ve Halife’nin Hıristiyan devletlerin elinde esir konumuna düşmesi, Hint Müslümanlarını harekete geçirmiş ve İngiltere’ye baskı yapmak amacıyla çeşitli dernekler kurmuşlardı. İşte bu derneklerin çabalarıyla Halifeyi kurtarmak üzere 875 bin lira Ankara’ya ulaştırılmıştı. (Başka yardımlar da yapıldığı ve yollarda heder edildiği sır değil.)

İşin ilginç yanı, bu para yardımının Maliye Bakanlığı kayıtlarına yansımamış ve Hazine’ye girmemiş olması. Daha da ilginci, doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilmiş ve Osmanlı Bankası’nda 1922 Ağustos’una kadar ‘faiz işletilmeden’ tutulmuş bulunmasıdır. “Kurtuluş Savaşı’nın büyük hazırlık döneminde çekilen türlü malî sıkıntılara rağmen, bu paraya el sürülmemiştir.”

Soruyoruz hep birlikte: Neden? Bu para İstiklal Savaşı’nda kullanılmak için gönderilmemiş miydi?

Nitekim zafer kazanıldıktan sonra kendisine iade edilen parayı yine Osmanlı Bankası’na yatıran Mustafa Kemal Paşa, Ağustos 1924’te İş Bankası kurulana kadar da orada tutmaya devam etmiştir.

Şimdi gelelim meselenin bam teline.

Bu para amacı doğrultusunda kullanılmış mıdır? Sizi bilmem ama bir Pakistanlı kalkıp bana, ‘Biz size bankanıza sermaye yapasınız diye mi bu parayı verdik?’ derse verecek cevabım yok. Aynı şekilde ‘Biz size o parayı Halifeyi kurtarmanız için verdik, siz gidip Halifeliği kaldırdınız. Öyleyse paramızı geri isteriz’ derse verecek cevabım yine yok.

Üstelik de Halifeyi kurtarmak üzere gönderilen bu paralar kuzu kuzu bankada yatarken Halife Abdülmecid bütçeden kendisine ayrılan ödeneğin azlığından şikayet edince kıyameti koparanlar, dahası Halifeyi apar topar yurtdışına sürenler de bizlerdik. Halifeyi ve hanedanı yurtdışına sürdük, güzel. O zaman Hint Müslümanlarına paralarını iade etmemiz gerekmez miydi? Ağa Han’ın yazdığı mektup meselesini bir de bu açıdan değerlendirmek uygun olmaz mı?

Müderrisoğlu, Mustafa Kemal’in savaş yıllarında yardım parasına dokunmamış olmasını, gerektiğinde onu geri göndermeyi düşündüğüne yorar. Diyelim ki, öyle. Peki 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırdığında neden geri göndermemiştir de, kız kardeşi Makbule Hanım’a oradaki bir hesabından maaş bağlatmıştır? Nokta mı, virgül mü? Siz karar verin.
Kaynak: Mustafa Armağan



Zaman gazetesinin Pazar ekinde yazan tarihçi-yazar Mustafa Armağan, son dönem siyasetinin gündemine gelen Dersim katliamı ile ilgili tartışmaların kaynağını irdeledi.

Armağan, "Dersim'i temizleme" emrinin kim tarafından verildiği ile ilgili tarihi kaynakların ışığında şu bilgilere ulaştı.
Armağan'ın yazısındaki ilginç bilgiler:
"Dersim'i vurun" emrini Atatürk mü verdi?
Hazin bir fotoğraf. Kimi oturmuş, kimi de ayakta poz vermiş objektiflere. İstiklal Madalyalılar bile var içlerinde. Kimler mi bu fotoğraftakiler? Şeyh Said isyanında devlete yardım eden Dersimli Kürt aşiret reisleri.

Farklı kimlikte iki kişi oturuyor ortada: Malatya Valisi Bozan Bey ile Elazığ Valisi Ali Cemal (Bardakçı). İsyanı bastırmakta gösterdikleri yararlılığa teşekkür edilmiş anlaşılan. Hepsi birer kahraman edasında. Ne var ki, 12 yıl sonra hemen hepsi bir zamanlar kendilerini ağırlayıp teşekkür eden, onurlandıran devlet tarafından ortadan kaldırılacaklardır. Kullanıldıklarını fark ettiklerinde ne yazık ki, geç olacaktı.



Velhasıl 1926'da ödüllendiren devlet, 1937-38'de on binlerce asker, kurşun, bomba, uçak, zehirli gaz, ne bulursa onları öldürmek için acımasızca seferber etmekten çekinmemiştir.

Peki Osman Pamukoğlu'nun deyişiyle, Dersim'in emrini Atatürk mü vermiştir?

Maalesef kitaplarımız genelde Dersim, özelde ise Atatürk'ün rolü konusunda ya suskun kalmayı yeğlerler (neme lazım?), ya da resmî tarih dışında tek bir kelime etmemeye özen gösterirler (susma hakkı).

Mesela 2008'de çıkan tam 1.230 sayfa tutarındaki bir "Gazi" kitabında Dersim'den tek kelimeyle olsun söz edilmez. Aynı tarihte piyasaya çıkan 600 sayfaya yakın bir "Atatürk" kitabında da katliamdan söz edilmesini boşuna beklersiniz. Toplamı 8-9 cilde ulaşan Devrim Tarihlerinden birinde "içte olumsuz gelişmeler" bağlamında söz edilir Dersim "ayaklanması"ndan. Yüzeysel, içi boş ve yanlı/yanlış bilgilerle dolu tam 12 sayfa...

Ama aynı günlere rastlayan Hatay'ın bağımsızlığı çabalarından sayfalarca söz edildiğini tahmin edersiniz. Tabii kazanç olunca iyidir; "olumsuz gelişmeler" ise unutturulur.

Aslı Trabzon'da bulunan haritanın üzerine harekât planları çizmiş olması gibi belgeleri şimdilik bir kenara bırakalım: İkinci Dersim harekâtında Başbakan olan Celal Bayar ile o tarihte Malatya Emniyet Müdürü olan İhsan Sabri Çağlayangil'in hatıralarında ortak olarak beliren bir noktayı vurgulayacağım. Her iki devletlû anlatıda da, Dersim'in sorumluluğunun sadece İnönü'nün üstüne yıkılamayacağını, başta Atatürk olmak üzere Fevzi Çakmak ve 1938 harekâtında Başbakan olan Celal Bayar'ın da sorumluluğu paylaştıklarını öğrenmekteyiz.

Şimdi bu iki hatırayı görelim. (İnternette Kılıçdaroğlu'nun yaptığı belirtilen Çağlayangil röportajında, 1990'da çıkan "Anılarım" adlı kitabından aşağıya aldığım Atatürk'le ilgili kısım atlanmıştır.)

İhsan Sabri Bey "Dersim isyanı"nın bir karakolun basılarak 33 erin şehit edilmesi üzerine başladığını söylüyor. Bunun üzerine Atatürk olayla ilgileniyor ve şu kesin talimatı veriyor: "Bu meseleyi kökünden hallediniz." Kılıçdaroğlu'nun yaptığı söylenen röportajda ise Çağlayangil Dersim'e askeri vali olarak atanan Abdullah Alpdoğan Paşa'ya, Atatürk'ün adı zikredilmeksizin "Bütün ordu iştirak etsin, bu Dersim'i temizleyin" emrinin verildiğini söylüyor.
Dersimli aşiret reisleri Çankaya'da ağırlandıktan sonra bir hatıra fotoğrafı çektirmişler. Yıl 1926. 1938'e geldiğimizde reislerin hemen tamamı öldürülmüş olacaktır.
Çağlayangil, Dersim operasyonu sürerken Elazığ'da görevlendirilir. Seyyid Rıza yakalanmıştır. İdam edilecektir. Tam bu hengâmede Atatürk Elazığ'a gelir (o sırada ağır hastaydı, ölümle pençeleşiyordu diyenlerin kulakları çınlasın). Görünüşte bir köprü hizmete açacaktır. Ancak köprünün açılışı tam da idamlara rastlatılır. Dersimliler de Atatürk'ün önüne çıkarak idamlıkların affını isteyeceklerdir ki, derin devlet bir daha harekete geçer. O Elazığ'a gelmeden idamlar gerçekleşmelidir! Tatil matil dinlemez Çağlayangil, idam kararını türlü oyunlarla çıkartır. O saatte elektrikler kesik olduğu için otomobil farlarının ışığında idam sehpasına çıkarılan Seyyid Rıza, ipi kendisi boynuna geçirir, sandalyeye kendisi tekme atar ve infazını celladına bırakmaz. Atatürk Elazığ'a gelir. İdamların infaz edildiği geceyi trenini kör makasa aldırarak uyuyarak geçirir. Sabahleyin Çağlayangil kendisine Seyyid Rıza'nın sehpada sallanırken çekilmiş bir fotoğrafını gösterir. Atatürk idam fotoğraflarını imha etmesini söyler.
Zamanın Malatya Emniyet Müdürü Çağlayangil'in özetleyebildiğim anıları, Atatürk'ün Dersim meselesinin "kökten halledilmesi" emrini verdiğini, idamlar sırasında özellikle bölgede bulunduğunu ve konuyla yakından ilgilendiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Celal Bayar'ın 12 Eylül 1987 tarihli "Tercüman" gazetesinde Kurtul Altuğ'a yaptığı açıklama da bu bilgileri destekler mahiyette. Bayar'ın sözleri epeyce ilginçtir:
"[Fevzi Çakmak, Atatürk ve ben] Dersim'de yapılan büyük ordu manevralarındayız. Dersim'in, o halde kalırsa, her zaman ordunun emniyeti bakımından tehlike olacağını görüşüyorlardı. O sırada biz konuşurken Dersimlilerin jandarma karakollarından üç-dört tanesini bastıkları haberi geldi. Atatürk benim yüzüme baktı. 'Ne olacak?' dedi. Anlıyorum, orada emniyet tesis edilecek. Atatürk, 'Mesuliyetini üzerime alıyorum, vuracağız Dersim'i' dedi ve vurduk."
Bayar'ın sözlerinden, Çakmak ve Atatürk'ün Dersim'deki manevralara katıldıklarını, baş başa verip Dersim'in 'tehlikeli' durumunu görüştüklerini, baskın haberleri üzerine de Atatürk'ün sorumluluğu üstlenerek Dersim'in vurulması emrini verdiğini öğreniyoruz. Hatta 4 Mayıs 1937 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısına katıldığını ve Dersim'i ıslah kararının altında imzası bulunduğunu da biliyoruz. Ancak anılarını aktardığımız bu iki tanık bize Atatürk'ün o tarihte Dersim'le yakından ilgilendiğini ve birisinde "Bu meseleyi kökünden hallediniz", öbüründe ise "Sorumluluğunu alıyorum, Dersim'i vurun veya temizleyin" emrini verdiğini net olarak göstermektedir.

Kitaplara ne kadar susturucu takarsanız takın, gerçeklerin tencerenin kenarından taşmak gibi kötü huyları vardır.
ZAMAN-PAZAR
 .





İsmet İnönü yakın tarihimizin kilit taşıdır. Onu yerinden çekip aldığınızda ardından hangi dağların yıkılabileceğini tasavvur edemezsiniz kolay kolay.

Yaklaşık 50 yıl boyunca Türkiye Cumhuriyeti'nin ya bir numarasıydı, ya iki numarası. Kendi başına bir partiydi neredeyse. Öyle bir 'parti' ki, kökleri devletin temellerine kadar inmekteydi. Ancak uzun zaman başında bulunduğu siyasi organın adı Halk Partisi olsa da halkla arası pek iyi olmadı. Halkın da onu sevmediğini, demokrasiyle bir alakası bulunmayan Tek Parti döneminden sonra girdiği bütün seçimleri (buna, sonuçlarını kapalı kapılar ardında değiştirttiği 1946 seçimlerini ekleyebilirsiniz) kaybetmiş
olmasından da anlayabilirsiniz.

Allah insana uzun ömür versin ama uzun siyasi ömür vermesin. Neden mi? Bu sürede performans ve saygınlığınızı beraberce koruyabilmek büyük bir hünerdir de ondan. Ve bu hüneri gösterene de pek rastlanmaz. (Herkesin Churchill ve Adenauer kadar talihli olamayacağı açık.) Rastlandığında ise şartların gereği olarak bir çelişkiler yumağına dönüşmüş görürsünüz onu.

Ne ki, İnönü dar alanda bile en büyük çelişkileri yaşamış bir zattır. Mesela Kasım 1922'de Lozan'a giderken 'Halife için gerekirse kanımızı dökmeye hazırız' diyecek, ama dönüşte Halifeliğe karşı en sert tavır alanlardan biri olacaktır. Lozan'da 'Mümkün değil, imzalamayacağım' diye reddettiği bir anlaşmayı, sadece 15 dakika sonra, 'Getirin, imzalayacağım' diyerek Avrupalı diplomatların bile akıllarını durdurmuş ilginç bir "diplomat"tır.

Bu yüzden İsmet Paşa'nın eleştirilecek yanlarını bulup çıkarmak, çelişkilerini yakalamak marifet sayılmaz. Ancak zor olan, ardında bıraktığı süprüntüyü hafıza mezarlığımıza gömmesine izin vermemektir. (Malum, 1941'de bütün ders kitaplarını elden geçirtmişti.) Hatırlatma işini de en şık bir şekilde yakın arkadaşı ve meslektaşı Kâzım Karabekir yapmıştır.

Karabekir'in yazdıklarından yola çıkarak yazılmış bir yakın tarih (inkılap tarihi) kitabı kim bilir ne kadar renkli olurdu! Her ne kadar bütün yazdıkları doğru olmayacaksa da, tarihimizin farklı bir resmini elde edeceğimiz kesindir. Karabekir'e bakılırsa, İsmet Bey daha Anadolu'ya geçmeden önce kendisine bir mektup yazmış ve Amerikan mandasına taraftar olduğunu dile getirmiştir. Sonradan Garp Cephesi komutanı olacak İsmet Paşa, 27 Ağustos 1919'da Erzurum'daki Karabekir'e şöyle içini dökmektedir (metni kısmen sadeleştirdim):

"Şimdi İstanbul'da belli başlı iki akım vardır. Amerikan ve İngiliz taraftarlığı.. Eğer Amerika'nın gelmesi suya düşerse İngilizlerin topraklarımızın bugünkü bölüşümünü genişletmekten başka yapacakları bir şey kalmıyor ki, Fransızlar ve İtalyanlar ona bu konuda yardımcı olacaklar, karşı çıkmayacaklardır. Eğer Anadolu'da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika milletine başvurulsa çok faydası dokunacaktır deniliyor ki, ben de tamamiyle bu kanaatteyim. Ülkenin bütünlüğünü parçalamadan Amerika'nın kontrolüne emanet etmek, yaşayabilmek için tek katlanılabilir çare gibidir. Bu pazarlığın sürdüğü zamanda Amerika lehine ağırlık koymak gerekir" ("İstiklâl Harbimiz", c. I, YKY: 2008, s. 193-195).

İsmet Bey aynı mektubunda Askerî Şura'dan ihraç edilmesinin sebebini, hükümetin kendisini İstanbul'a silah ve cephane gönderiyor zannetmesine bağlıyor; bu işle zinhar hiçbir alakası bulunmadığını söylüyor ve şu sözü ekliyor: "Tam tersine Anadolu'da tutulan hatalı yolun inat ve ısrarla takibinden doğan sonuçlar bakalım ne olacaktır?"

Yani 1) ABD mandasına taraftar ve 2) Milli Mücadele'ye inanmayan bir İsmet Paşa portresi çıkıyor bu mektuptan. Kitabının sonuna İnönü'nün el yazısıyla yazılmış mektubun orijinalini koyan Karabekir Paşa, altına şu yorumu yapmış:

"İsmet Bey'in bu mektubunda Anadolu'daki hareket hakkındaki görüşünde hiç isabet yok. Anadolu'da asayişsizlikten, anarşiden ve sonucu büyük olacak bir felaketten söz ediyor. Oysa o tarihte vaziyet iyiye doğru gidiyor, belki de her zamankinden daha iyi haldedir."

İşin peşini bırakmayan Karabekir, hemen oracığa bir dipnot daha düşerek İnönü'nün Amerikan mandası taraftarlığının ve Anadolu'daki harekete inanmayışının yalnız Ağustos 1919 tarihli mektubuyla sınırlı kalmadığını, 1920 başlarına kadar devam ettiğini de kaydetmiştir. İstanbul'da kalıp orada kurulacak olan yeni hükümete girmeyi planlamış, bu yüzden Milli Mücadele'ye geç katılmıştır.

Ancak inkılap tarihi kitaplarında bu önemli belgeye nedense hiç yer verilmez, es geçilir. Israrla görmezden gelinir.

Hoş, diyeceksiniz ki, tek görmezden gelinen belge bu olsa iyi. Haklısınız, hele Milli Mücadele yıllarında Konya'da çıkan "Öğüt" gazetesinin 10 Ekim 1920 tarihli nüshasında şunları yazdığını öğrendikten sonra diyecek bir şey bulamıyorum doğrusu:

'Kuva-yı Milliye ve Büyük Millet Meclisi sevgili Padişahımızın (Vahdettin'in) gizli emirleriyle kurulmuştur.'

Tabii "Öğüt" gazetesinin hiçbir kütüphanemizde eksiksiz bir koleksiyonunun bulunmadığını, bu tür önemli ipuçlarının bu yüzden çoğu araştırmacının gözünden kaçtığını söylememe gerek yok. Prof. Sina Akşin gibi görenler de bu tür haberleri "şirinlikler" yapmak şeklinde yorumlayarak ciddiye almamışlardır.

Ne yapalım: Türkiye'de tarih böyle yazılıyor maalesef.

Mustafa Armağan
(Zaman, 15.08.2010)

.



(28.6.1937 Ulus: Dersim'e bombalar yağdırılırken, İnönü deniz banyosunu ihmal etmiyordu.)
Şaşırmak düşünmektir, tamam da, artık başımız dönmeye başladı. Osman Baydemir'in Kürtlere özerklik verilmeden bu işin çözülemeyeceğine dair açıklaması ve bunu basındaki bazı önde gelen kalemlerin normal karşılamaları yeterince ağır bir 'şok' değilmiş gibi, PKK'nın "eylemsizlik" kararı, üstelik bu kararın hükümetle görüşmek suretiyle alındığı yolundaki bilgiler ve BDP'nin referandumda "hayır"dan "evet"e çark etme manevraları sökün etti peşinden.

Bu arada Başbakan Erdoğan ile Kemal Kılıçdaroğlu arasında "ikinci Dersim polemiği" yaşandı. (Birincisi malum Onur Öymen'in kasım ayındaki gafıyla başlamıştı.) Böylece tarih de güncel hesaplaşmaların önemli ayaklarından biri haline geldi.

Tartışmalar Dersim'i İsmet Paşa'nın mı yoksa Celal Bayar'ın mı bombalattığı üzerinden devam ediyordu ki, 19 Ağustos'ta HEPAR Genel Başkanı Osman Pamukoğlu'nun açıklamaları bomba gibi düştü gündeme. Emekli General Pamukoğlu'na göre lafı evirip çevirmenin anlamı yoktuDersim'in imha emrini bizzat Atatürk vermişti.

Bundan sonrasını Osman Pamukoğlu'nun ağzından dinleyelim:

"Atatürk, Dersim isyanında Karadeniz Bölgesi'ndeydi, bizzat haritaya kırmızı ve mavi, kendisi işaretlemiştir 'Bizim kuvvetlerimiz ve isyancıların kuvvetleri' diye. Harekâtın nasıl yapılacağını ve ortadan kaldırılacağını bizzat kendisi eliyle yazmış ve şekillendirmiştir. Harita Trabzon'dadır. Hatta doğuda görevliyken, isyanlarda bulunan çok yaşlı bir Kürt vatandaş ile sohbet ettim. O isyanları bana anlattı. Söylediği söz, 'Mustafa Kemal Paşa başımıza taş yağdırdı'. İsyanları [başka] devletler nasıl bastırdıysa, Atatürk de öyle bastırdı. Bundan sonra olacaksa yine aynı şekilde bastırılacaktır."

Emekli bir askerin ve bir parti başkanının bu sözlerini nasıl yorumlamak gerekir? 'Sıkıysa Atatürk'e de laf edin', diye cepheyi genişletmek ve Dersim'i Atatürk'ün icraatına dahil ederek yeniden dokunulmaz kılmak mıdır gayesi?

Dersim dersini iyi çalışmamız gerektiği açık. Bir kere 'Dersim olayı'nın, en başta CHP'nin tabanını bir bıçak gibi iyiye böldüğünü görelim. Zira bugünkü adıyla Tunceli olan Dersim halkının katı bir şekilde CHP'yi desteklediğini seçim sonuçlarından biliyoruz. Normal şartlarda halkın, 1937-38 katliamını yaptıran CHP iktidarından nefret etmesi ve tek bir oy dahi vermemesi gerekmez miydi? Yani Dersimlilik kimliği ile CHP'lilik kimliğinin aynı kapta yer alması çok tuhaf. Ama mevcut durum tam tersini gösteriyor. Üstelik bugün CHP Genel Başkanlığı koltuğunda bir Dersimli oturuyor (her ne kadar 'Akşehirliyim' diyorsa da).

Bunun sebebi ne olabilir? "Kurbanlık psikolojisi" mi? Yoksa 'Düşmanımın düşmanı dostumdur" ilkesi mi?

Bu pek açık değil. Açık olan, 1936'dan itibaren Dersim'de bir "sömürge yönetimi"nin kurulmuş olmasıdır. Şaşırdınız belki ama dönemin basınını taradığınız zaman yöre insanının sık sık "haydut", "vahşi" ve "sergerde" olarak nitelendirildiğini görürsünüz. Cumhuriyet'in bölgeyi yeniden fetih stratejisi, orayı medenileştirmeyi amaçlamıştır. (Resmî dilde "ıslah" veya "reform" projesi denilir.)

(Yakalanan Dersimli aşiret liderleri (önde sağdan 2. ve 3.) Kamer ve Cebrail Ağalara Elazığ'daki Atatürk heykeli önünde böyle poz verdirilmişti [Altan, Sayı: 27, 22.6.1937].)

1937'den önce Türkiye'nin en az okulu olan ili, 1940'lı yılların sonlarında kişi başına en fazla okul düşen ili haline gelir. Bu yatırımların amacı, bölgeyi eğitim yoluyla ıslah etmek, Cumhuriyet değerlerine sahip yeni bir nesil yetiştirmek ve Dersimli kimliklerini unutturmak, hatta ondan utanmalarını sağlamaktır. Böylece Dersim/Tunceli'de eskisiyle münasebeti bulunmayan yeni bir neslin yetişmesi amaçlanır. Dersimli kalmak, geriliği kabul etmektir çünkü. Aşağılanmamak için bütün acı hatıralar unutulur ve yeni ve ileri bir kimlik edinilir. Bu geçmişi örten kimlik, o zamandan başlayarak CHP'li kimliği olmuştur.

İşte Tuncelililerin yaşadığı kimlik bunalımı bundan kaynaklanır. Dersim'in acılarını gündeme getirseler CHP'li kimliklerine çarpıyorlar, CHP'nin (ve Atatürk ile İnönü'nün) 1937-38'deki rolünü savunsalar bu defa kurbanları oldukları bir faciaya ses çıkarmamaları gerekiyor. Bir başka deyişle, Dersimli olmak ile CHP'li olmak şeklinde ikiye kesilmiş bir kimlikleri var Tunceli halkının.

Osman Pamukoğlu'nun sözlerine henüz bir yorum getirmediğimin farkındasınızdır. İşte orada da bir bakış bölünmesi yaşandığını görüyoruz. Kendi sağlığında yapılan her şeyi Atatürk'e mal eden bir tarih eğitiminden geliyoruz. Tek kişinin haklılaştırılması üzerine oturtulmuş bu tarih anlayışının önündeki tuzaklardan birisi de, Dersim faciasıdır. Dersim'e gelince, Atatürk sisli bir bölmeye alınır ve ön plana nedense başbakanlar geçer. Halbuki mesela Montrö Antlaşması'nı İnönü yaptı denilmez, Atatürk'ün bir başarısı olarak anlatılır. Öyleyse Dersim'de neden Atatürk geri plana itilir?

Bakın inkılap tarihi kitaplarına, aynı günlere rastlayan Hatay'ın bağımsızlığını kazanması üzerinde genişçe durulur ama Dersim'den tek kelime bahis yoktur. Neden? Dersim'in kendi deyişleriyle "medeniyete açılması" Cumhuriyet'in bir başarısı, bir "kazanımı" ise bu önemli olay neden bahse değer görülmez? Ve Atatürk'ün icraatı arasında sayılmaz?

Efendim, Atatürk'ün Dersim'de olan bitenden haberi yoktu. Zaten çok hastaydı, operasyonları ona sormadan yaptılar. Seyyid Rıza'yı da Elazığ'a gelmeden çabucak astılar. O, duysa asılmasına izin vermezdi vs. vs.

Peki aynı yıl Nyon Konferansı'na gönderdiği bakan Aras'la bizzat telgraflaşarak dış politikayı güdümüne almaya çalışan ve bu yüzden İnönü'yü devreden çıkaran Atatürk'ün Dersim gibi bir olaydan haberdar olmaması mümkün olabilir mi?

Adına ister "katliam" deyin, ister "medeniye açma", gerçekten de Dersim'de Atatürk'ün rolü neydi? Cevabı haftaya...

Mustafa Armağan
(Zaman, 22.10.2010)

.




-Tarihci Afet İnan, Mimar Sinan’ın Türk ırkından olduğunun kanıtlanması için Mimar Sinan’ın türbesinin açılarak kafatasının ölçülmesini istedi. -Uzman tarihciler Mimar Sinan’ın türbesini açtılar. Kafatasını ölçtüler. Ölçüm sonuçları Türk ırkının “Brakisefal” kafatası özelliği taşımadığı görüldü. Kafatası bir torba içinde Ankara’ya götürüldü. Türk büyükleri kafatası müzesinde sergilenmek üzere. Ancak yıllar geçmesine rağmen Müze açılmadı. Kafatası da kaybedildi!
-Mimar Sinan’ın türbesinin açılarak kafatasının yerinde olup olmadığı kamuoyuna açıklanmalıdır.


Osmanlı tarihinin mimari alanda yetiştirdiği en ünlü mimar Sinan ile ilgili araştırmalar şaşırtıcı sonuçlar veriyor. 1930’lu yılların başlarında Türkiye’de Afet İnan’ın gündeme getirdiği “Türk ırkının kafatasını tespit etme” çalışmaları kapsamında Türkiye’nin her yerinde mezarlar açıldı ve kafatasları ölçüldü. Özellikle Türklerin Ortaasya’da iken bile beyaz ırka mensup olduğu ve “Brakisefal” kafatası özellinde bulundukları görüşleri ileri sürüldü. Brakisefal kafatası “yassı ve uzun kafatası” anlamına geliyordu. Türk tarih kurumunun kurulması ile birlikte tarihciler arasında Mimar Sinan’ın kimliği ve kökenleri tartışmaya açıldı. Mimar Sinan’ın İslam inancına mensup ve Osmanlı Türk olduğunu savunanlar olduğu gibi, onun Türk olmadığı Yeniçeri ocağında yetişmiş muhtemelen Ermeni veya Rum asıllı olabileceği görüşlerini savunanlar oldu. Mimar Sinan’ın Türk olduğunu ısrarla savunan Tarihci Afet İnan, onun mezarının açılarak kafatasının ölçülmesi ve sonuçların da Atatürk’e sunulması görüşlerini seslendirdi. 1935 yılında Ağustos ayının başında Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camisinin kuzey kıyısında ve köşe başında bulunan türbesine gelen uzman tarihciler Mimar Sinan’ın mezarını açtılar. Kafatasını çıkardılar. Ellerinde bulunan kumpas aleti ile de ölçtüler. Ölçüm sonuçları Brakisefel kafatası özelliğine uymuyordu. Kafatası daha uzundu.  Şaşırdılar. Ve kafatasını bir torbaya koydular. Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayına gelerek tarihcilerle yaptığı toplantı esnasında Mimar Sinan’ın Kafatası konusu hakkında araştırma sonuçları hakkında bilgiler tartışıldı. Afet İnan ölçüm sonuçlarının Türk olma özelliğine uymadığını söylüyordu. Atatürk, bu tartışmadan etkilenmiş ve gülünç bulmuş olacak ki bir kağıt üzerine “Mimar sinan’ın heykelini yaptırınız” sözlerini yazdı.

Bu olaydan sonra Sinan’ın heykeli Ankara’da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin bahçesine kondu. Atatürk bir yerde kafatası ölçüm sonuçları ne olursa olsun mimar Sinan’a sahip çıkıyordu.  Peki bu olaydan sonra Mimar Sinan’ın kafatasına ne oldu derseniz. Bütün araştırma sonuçları Ankara’da dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Antropoloji bölümünde Türk büyüklerinin kafatasları müzesi açılması çalışmaları kapsamında bir torba içinde fakültenin deposunda saklandığı…Yıllar sonra da bahsi geçen kafatası müzesi açılmayınca diğer kafatasları gibi Sinan’ın kafatasının da kaybolduğu yönündedir. Mimar Sinan’ın türbesinin açılarak kafatasının yerinde olup olmadığı bütün kamuoyuna açıklanmalıdır. Ama bilinen odur ki Mimar Sinan’ın mezarı açıldı, kafatası da kaybedildi!
Kaynak: CezmiYurtsever

.



Büyük Boy için resme Tıklayın
Eminönünde yıkılan camilerin haritası - Yeşil olan hilaller yıkılmayanlar, Siyah olanlar yıkılanlardır. Osmanlı’nın dünya devleti olmak için fethettiği İstanbul’daki yönetim merkezinin  de bulunduğu Eminönünde Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş döneminde 1928 yılında çıkarılan kararname kapsamında 211 camiden 113’ünün satıldığı ve yıkıldığı bilgileri veren “EMİNÖNÜ CAMİLERİ” kitabını Süleymaniye Kütüphanesinde buldum.  

   -Osmanlı’dan tarihi miras olarak kalan  camileri  ihtiyaç fazlası göstererek “gelir kaydetmek için” satmışlar.    
 -Osmanlı’nın yönetim merkezi olan Topkapı Sarayındaki 9 caminin hepsi müzeye çevirme esnasında yıkıldı.    
 -Şehir merkezlerinde bir caminin 500 metre kadar yakınında ikinci bir caminin olmaması kararı alınmış. 

 -Sanat Tarihi uzmanı Prof. Semavi Eyice, Camilerin satılması olayını açıklayan Eminönü Camileri kitabının önsözünde yaşanan kültür katliamını isyan eder gibi sözlerle yazdı.
    -Ve 1932 yılında ezanı Türkçeleştirme çalışma kapsamında “Allah” kelimesine bile yasak getirildi.

Bu satırları yazarken ellerim titriyordu. Ve gözlerim daldı gitti, geçmişin yaşanmış ve karanlıkta kalan olayları arası: Çoğu kez duyduğum ve de kısa kısa olsa da bilgi sahibi olduğum bir konuda “Camilerin satılması” konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşmanın buruk acılarını yaşıyorum.
    Temmuz 2010 başlarında sıcak bir yaz gününde araştırmalar yapmak üzere İstanbsul7daki Süleymaniye Kütüphanesine geldim. Araştırmacılara ayrılan odanın içinde bulunan raflarda “Eminönü camileri” adını taşıyan İstanbul Müftülüğünün desteği ile yayınlanan kitabı gördüm.  Kitap içinde Osmanlı’dan Cumhuriyete yaşanan tarihi süreç içinde Eminönü ilçesinde 1928 yılında çıkarılan kanun kapsamında satılan ve yıkılarak yok edilen camiler hakkında ayrıntılı bilgiler vardı.  Prof. Semavi Eyice’de kitaba önsöz yazarak katkıda bulunmuştu.
Kitabın ilk sayfasında  Kuranı Kerim’e göre cami ve mescitleri yıkanlar hakkında Allahın bedduasını açıklayan ayetlere yer verilmişti. Ki burada aynı ayet metinlerinin Türkçe karşılığını aynen veriyorum:
    Bismillahirrahmanirrahim.     “Allahın  mescitlerine, onun adının anılmasına engel olan ve oraların harap olmasına çalışandan kim zalim kim vardır? Bunların oralara korka korka girmeleri gerekir. Onlar için dünyada rezillik,ahirette de büyük azap vardır”…Bukara suresi-114 
….
 “Allahın mescitlerine ancak, Allaha ve ahiret gününe inanan , namazı kılan, zekatı veren Allah’tan başka kimseden korkmayanlar onarır. İşte onlar doğru yolu bulanlardan olabilir”.Tevbe suresi-18. 
    Eminönü Camileri adını taşıyan kitabın önsözünü yazan sayın Prof. Dr. Semavi Eyice, isyanlarını şu sözlerle satırlara dökmüştü:
     “İstanbul cami ve mescitlerine en büyük darbeyi vuran 1928 tarihinde yayınlanan 6061 sayılı kararname olmuştur. Buna göre yapıların tarihi mimari ve estetik  değerleri bir hesaba katılmaksızın birçoğunun kadro dışı bırakılmalarına yol açmış, böylece boş kalan ve mescit harap olmuş, satılmış, kiraya verilmiş veya yıkılarak arsaları özel mülkiyete geçmiştir. Kararnamede, sanat değeri olan yapıların ayrı tutulmaları yolunda maddeler olmasına rağmen bu kadar ince düşünülmemiştir”.
     
 CAMİLERİN SATILMALARI İLE İLGİLİ KARARNAME  
    Türkiye’de camilerin satılmaları ile ilgili 1928 tarihli ve 6061 tarihli kararnamenin de tam metni verilmiş, kitabın son sayfalarında.
    Bahsi geçen kararname, dönemin hükümetinin ve yönetiminin iradesini yansıtan bir karardır.  “ihtiyaç dışı olarak görülen cami ve mescitlerin kadro dışı görülerek elden çıkarılmasını amaçlayan düşünceleri yansıtmaktadır.  Camilerin beş vakit namaz kılınmasına elverişli cemaatinın olması, şehir merkezinde ise bir caminin 500 metre kadar yakınında olmaması” gibi şartlar ileri sürülüyor. Hatta maddeleri arasında ihtiyaç fazlası olan camilerin elden çıkarılarak satışının yapılması  gelir olarak kaydedilmesi gibi görüşlere yer veriliyor.
    Kararnamenin çıkmasından sonra illerde valinin denetiminde müftünün de içinde yer aldığı komisyonlar tarafından ihtiyaç fazlası camilerin tespit ve gereğinin yapılması (yıkılması veya satılması) işlemleri gerçekleştiriliyor.
     CAMİLERİN YIKILMASI VE SATILMASI OPERASYONU  
    Bundan sonrası gerçekleştirilen uygulamalar ise vahşet derecesinde. Bu ülkede Türk ve Müslümanım diyen insanların yüreklerini sızlatan ve isyan etmesine yol açacak kadar vahşi bir uygulamanın sahnelenmesidir.  Kitabın sayfaları arasında bu konuda isim verilerek ayrıntılı bilgilere yer verilmektedir.
    Eminönü ilçesi sınırları içinde Osmanlı döneminden kalan 211caminin Türkiye Devleti kurulduğunda yani 1923 yılında ibadete açık olduğunun listesi veriliyor.  Bu sayının içinde ancak 98 caminin ibadete açık olduğu halkında ek bir liste var. İkinci bir liste ile de “Faal olmayan camiler” açıklanmış. Yani elden çıkarılan satılan ve yıkılan camiler, ki bunların da sayıları 113’ü buluyor.  Yıkılan camilerin bulunduğu yerler aynı zamanda büyük pafta Eminönü haritasında da gösterilmiş. Camilerin renkleri “yeşil” ve “siyah” olarak numaralandırılmış.  Yeşil renkli olanlar ibadete açın camiler, siyahlar ise yıkılan ve camileri gösteriyor.  Bu bilgiler ışığında Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişte ve de 1928 yılı içinde dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir kültür katliamının yaşandığı ortaya çıkıyor.
    Örnekler vermek gerekirse:
    -1928 yılında harf devrimi yapıldı. Arap harfleri ile yazılı tarih ve kültür kaynaklarını yakma, satma, yok etme çalışmaları başlatıldı. İl ve ilçelerin Osmanlı dönemi tarih hafızaları olan tarihi belge ve defterler genelde üzerine gaz dökülerek yakıldı.
    -Osmanlı Arşivinde bulunan 1.5 milyon civarındaki arşiv belgesi hurda kağıt fiatına Bulgaristana satıldı.
    -1928 yılında yayınlanan 6061 sayılı kararname ile camilerin satılması ve yıkılması kararlaştırıldı.
    Hızlarını alamayan yönetimindeki İslam düşmanı zihniyetin insanları 1932 yılında ezanı Türkçeye çevirdiklerini söyleyerek Allahu ekber sözlerinin anlamını “TANRI ULUDUR” diye çevirdiler. Yani halkının büyük çoğunluğunun İslam olduğu Türkiye’de ezanı Türkçeye çevirirken “Allah” sözüne bile yasak getiriliyor.
     VE İSTANBULDA SOKAK ARALARINDA YIKILAN CAMİLERİN HARABELERİ  
    “Eminönü Camileri” başlığını taşıyan kitabı okurken öğrendim; Osmanlı’nın yönetim merkezi olan TOPKAPI SARAYI’ndaki 9 caminin hepsi “Müzeye çevirme” esnasında yıkılmış.
    Temmuz 2010 başlarında tatil için bulunduğum İstanbul’da yaya olarak Kumkapı. Bayezid, Sirkeci ‘de sokakları dolaştım.  Sultanahmet camisine çıkan dar sokaklarda Osmanlı’dan kalma yıkılmış mescit ve cami harabelerini gördüm. Bir vatandaş ile görüştüğümde:
    “-İstanbul’da camiler satılmış mıdır?” dediğimde, cevap olarak
    “Evet çok sayıda cami satıldı. Sirkeci’deki Rüstem paşa camisi yakınında bulunan küçük bir mescit bir Yahudi tüccara satılmış. Ve yumurta anbarı olarak kullanılmış. Sonradan Müslümanlar o mescit harabesini satın alarak yeniden cami olmasını sağlamış”.
   

    Topkapı Sarayında Yıkılan Camiler -Siyah hilal şekilli

Camilerin listesi-1
Camilerin listesi-2

Türkiye’de camilerin satılması veya yıkılması ile ilgili kanunun çıkmasından sonra yapılan araştırmalara göre Osmanlı’nın Anadolu’da bıraktığı 7.000 civarında dini eserin 3.500 kadarının yok edildiği bilgilerine ulaştım. Yüzlerce ve binlerce kere lanet ettim, bu uygulamayı yapanlara.

Kaynak: Cezmi Yurtsever