Articles by "Mustafa Kemal"
Mustafa Kemal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Bediüzzaman Said Nursi ile Mustafa Kemal Paşa tartıştılar mı tartışmadılar mı? 
 "Bu sahne gerçek dışı" deyip dava açanlar da oldu, "bağımsız bir kaynak tarafından doğrulanmadı" diyen de.

Öte yandan Turgut Özakman yine döktürmüş: "Said Nursi'nin Atatürk'le konuştuğu hakkında hiçbir not, bilgi, anı söz konusu değildir."

"Hiçbir not, bilgi ve anı" yok öyle mi?
Her şeyden önce TBMM Tutanakları Dergisi'ne göre Nursi'nin Ankara'ya geldiği ve Meclis'te özellikle Doğulu milletvekilleriyle buluştuğu kesin. Burada şu soru önemli: M. Kemal, S. Nursi'yi neden ısrarla çağırtmış ve Meclis'te "hoş geldiniz" töreni düzenletmiştir?

Nursi'ye göre M. Kemal kendisini "taltif etmek" ve bütün Doğu illeri genel vaizliği teklifinde bulunmak maksadıyla davet etmişti. Aslında Lozan görüşmeleri sırasında İngilizlerin özerk ya da bağımsız bir Kürdistan kurulması tezlerine karşı, içeride Kürtlerin Türklerden ayrılmaması gerektiğini telkin edecek din adamlarına ihtiyaç vardı. Nursi'nin Ankara'ya çağrılması, bu nazik sürece olumlu katkılarda bulunabilir, Kürtlerin TBMM hükümetine bağlılığını koruyabilirdi.

Ancak oturumları izleyen Nursi, namaz vakti gelip de mescide gittiğinde tam bir hayal kırıklığına uğruyordu. Zira milletvekillerinden ancak bir kısmı namaz kılıyordu. Bu durum, kafasında soru işaretleri çaktırdı. Padişah-Halifenin yetkilerini kullanan bir Meclis'in kararları, namaz kılınmadığı takdirde dinî açıdan sakatlanmaz mıydı?
Bunun üzerine beyannamesini yayınladı. Milletvekillerine gönderdiğinden birkaç kelime farklı bir nüshayı da TBMM Başkanı sıfatıyla M. Kemal'e ulaştırdı.



Hür Adam Said Nursi filmindeki Bediüzzaman'ın Mustafa Kemal ile karşılaştığı bu sahne çok tartışılmıştı.


24 Kasım'da Mustafa Kemal "şiddetli bir hiddetle" başkanlık divanına girip Nursi'ye bağırarak "Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilaf verdin" der. Nursi'nin cevabı da aynı sertliktedir: "İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur."

Bir gün sonra bu defa Başkanlık odasında görüşürler. Nursi "bütün hissiyatını ve prensibini rencide ettiği halde" Mustafa Kemal'in kendisine ilişmeyip taltifine çalıştığını ifade eder. "Mektubat"ta ise İslam'ın kurallarını tahrip etmenin bu millet, vatan ve İslam dünyasında büyük zarar doğuracağını, inkılap yapmak gerekiyorsa bunu doğrudan Kur'an'ı esas alarak yapmak gerektiğini söyler. Mustafa Kemal itiraz eder ama onu kendisine çekmek ve nüfuzundan yararlanmak için cazip tekliflerde de bulunur.

Şebinkarahisar milletvekilli Ali Süruri Bey'in (1888-1926) basılmamış olan hatıratı, rejime muhalif olmayan bir milletvekilinin elinden çıktığı için apayrı bir önemdedir. Said Nursi-M. Kemal görüşmesi bu hatıratla ilk kez bağımsız ve o devre ait yazılı bir metin tarafından doğrulanmış olmaktadır.

Ali Süruri hatıratında 25 Kasım günü Meclis dağılırken Başkanlık Divanı odasından içeriye baktığını ve "Kemal Paşa" ile "Bediüzzaman Molla Said-i Kürdî" arasındaki konuşmaya tanık olduğunu anlatır:
Konuşmanın başlangıcında Bediüzzaman, yazdığı mektupta (beyanname) namaz kılmayı tavsiye etmiş. Sonra Şafiî mezhebine göre namazı terk edenin şahitliği kabul edilmeyeceğinden, Meclis'in çoğunluğu namazı terk ederse kararlarının kusurlu ve hükümsüz olacağını söylemiş.
Kaynağımız, ardından Mustafa Kemal'in sözü aldığını ve beyannamenin "siyaseten sakıncalı" olduğundan söz ettiğini, yalnız kendisi muhatap alınmış olsaydı büyük bir sakıncasının olmayacağını ama milletvekillerine de gönderilmesinden üzüntü duyduğunu söyleyip "darıldı"ğını belirtiyor. Nursi de bu sakıncayı düşünmediğini itiraf ediyor. (Yalnız bu son cümlenin sayfa kenarına sonradan eklendiği dikkat çekiyor.)
Said Nursi başlangıçta biraz "haşince" konuşurken muhatabının alttan alması üzerine sözlerini tevil edip hafifletiyor ve "aralarındaki kırgınlık zahiren" gideriliyor. Ancak "herhalde iki taraf da birbirine muğber (gücenik) kaldılar" ifadesi dikkat çekiyor.




Şebinkarahisar milletvekili Ali Süruri hatıratında "Kemal Paşa" ile "Bediüzzaman Molla Said-i Kürdî" arasındaki konuşmaya tanık olduğunu anlatır.

Yazara göre sözün burasında Mustafa Kemal çok mühim meselelere temas ediyor ve zekâsını gösteriyor. Ardından "Bediüzzaman'ı yalnız şu mübahasede dinleyenler şöhretini pek hakikate muvafık bulmadılar sanıyorum" diyor ve ekliyor: "Mamafih yine güzel cevaplar verdi. Ve Meclis'in çok mübarek ve mübeccel olduğundan bahsetti."

Ali Süruri'ye göre Nursi, bundan sonra M. Kemal'e şunları söylemiş:
"Siz Kur'an'ı ve İslam'ı kurtardınız. Kur'an'ı omzunuza kaldırdınız. Kur'an ise her sayfasında salât (namaz) ile emrediyor. Mademki Kur'an'ı böyle muhafaza ettiniz, onun emri olan salâta da beynelmüslimin te'min-i müdâvemet (Müslümanların namaza devamını sağlamak) için teşebbüs etmeniz lazımdır ve mektubu size onun için yazdım. Sizden başkalarına yazdığım doğru olmayabilir. Fakat böyle bir teşebbüsü sizin hatırınıza onlar da getirsinler diye yazdım."
Yazar bundan sonra Bediüzzaman'ın (akşam ezanının okunması üzerine) odadan çıktığını, arkasından Mustafa Kemal'in odada bulunanlara, Bediüzzaman'ı beğenmediğini söylediğini ve "böyle ulemadan ümmet-i İslamiyeye (İslam ümmetine) hayır gelmez" dediğini ekliyor.
Bu çok ilginç parçanın yorumunu size bırakıyorum. Ancak Ali Süruri Bey'in hatıralarından sonra artık tartışmaya son nokta konulmuş oldu. "Tarihçe"de anlatılanların bu yeni bulunan hatıratla doğrulanması karşısında bakalım birileri yine çıkıp "hiç belge yok" diyebilecekler mi?

Not: Aslı Milli Kütüphane'de bulunan bu önemli hatıratı bulmama yardımcı olan İlhan Şimşek, Özgür İpek Pektaş ve Dr. Niyazi Ünver'e teşekkür ederim.

m.armagan@zaman.com.tr
16 Ocak 2011, Pazar
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazarno=1048




 “Abdülhamid devrinin her 24 saati bin muammayla doludur.” 1930’larda sıkı bir Abdülhamid düşmanı iken 1960’larda tam tersine koyu bir Abdülhamid hayranı olarak karşımıza çıkan yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun bu cümlesi beni çok düşündürmüştür.
Her 24 saatine binbir muammayı doldurmuş bu karmaşık iktidar döneminin kıvrımları arasında saklanmış nice olay ve çehrenin gerçek yüzü, ağır ağır aydınlanmakta.
Anlatacağım olay da, bizzat Mustafa Kemal tarafından en az iki defa dillendirildiği halde, Atatürk’ün resmi biyografilerinde ya geçiştirilmiş yahut da yazıldığı halde dikiz aynamıza bir türlü girememiştir. Bugün vefatının 90. yılında Sultan II. Abdülhamid’i rahmetle anarken, onun “muamma”larından birini daha büyüteç altına alıyoruz.

21 Ekim 1904’te, 24 yaşında Harp Akademisi’nden kurmay yüzbaşı olarak mezun olan Mustafa Kemal, birkaç ay kadar tayinini bekleyecekti. Bir süre sınıf arkadaşı Ali Cebesoyların Kuzguncuk’taki yalısında misafir kalmış, daha sonra yine tayin bekleyen birkaç arkadaşıyla birlikte Beyazıt-Gedikpaşa civarında bir Ermeni’nin apartman dairesini kiralamışlardı. Burada toplanıp
memleket sorunlarını görüşürken, kurtuluş için Meşrutiyet yönetiminin geri getirilmesinin şart olduğu, bunun için de ordunun Saray’ı sıkıştırması gerektiği üzerinde görüş birliğine varmışlardı. Bu amaçla her biri atanacakları yerlerde birer örgüt kuracak, sonra da şubeleri birleştirip hükümet üzerinde baskı kuracaklardı.
Ne var ki, Abdülhamid’in meşhur hafiye örgütünün içlerine sızacağını hesaplayamayacak kadar toydular o sırada.
Toplantılar olanca hızıyla sürerken günün birinde subayken ordudan atılmış Fethi Bey adlı birisini aralarına almak gafletinde bulunurlar. Başlangıçta “örgüt” adına epeyce yararlılıkları görülen Fethi Bey, günün birinde kendilerine yeni bir arkadaşın daha katılmak istediğini bildirir. Önce sözü edilen arkadaşı görmeleri gerektiğini söylerler ve Galata Köprüsü civarında bir kahvede buluşmaya karar verirler. Ancak gelmesi beklenen yeni ‘arkadaş’, Abdülhamid’in has adamlarından Zülüflü İsmail Paşa’nın yaverinden başkası değildir ve yanında bir sürü jandarma da getirmiştir! Meğer acıyarak yanlarına aldıkları Fethi Bey, bir hafiye ve konuştukları her şeyi günü gününe Abdülhamid’e bildirmekte değil miymiş!
İşte bu baskınla Mustafa Kemal, Ali Fuat ve Fethi Okyar da aralarında olmak üzere “gizli örgüt”ün bütün elemanları jandarmalar tarafından yakalanarak hapse atılır.

Bundan sonrası daha da ilginçtir. Çünkü Yüzbaşı Mustafa Kemal, Abdülhamid’in yaşadığı Yıldız Sarayı’nın mabeyn dairesine götürülüp gizli örgüt kurmak, bu amaçla para toplamak, gazete çıkarmak ve toplantılar yapmaktan sorguya çekilmiştir. Kendisi hatıralarında ‘aylarca’ hapiste kaldığını söylese de, tutukluluğunun en fazla iki ay sürdüğünü biliyoruz. (Mezuniyeti 21 Ekim’de, Şam’a tayini ise 11 Ocak’tadır.)
Asıl şüpheyi davet eden nokta, bir Ermeni’nin evinde kalmaları ve Jön Türklerin yasak yayınlarını takip etmeleriydi.

O günlerde Ermenilerin Sultan’a bir suikast düzenleyeceklerine dair haberler alınıyordu; Saray’a, Ramazan’ın 15’inde Hırka-i Şerif’i ziyaret edecek olan Abdülhamid’e bombalı bir saldırı düzenleneceği ihbarı yapılmıştı. Padişah, Beyazıt civarından arabayla geçecekti ve onların bu güzergâhta bir ev tutmuş olmaları şüpheyi daha da artırmaktaydı. Nitekim bu ihbar, 6 ay kadar sonra, Mustafa Kemal ve arkadaşları aklanıp Şam’a gönderildikten sonra Ermeni teröristlerin elinde gerçek adresini bulacaktı (21 Temmuz 1905, Bomba Olayı).
Yıldız Sarayı Mabeyn Dairesi’ndeki sorgulama sırasında bizzat Abdülhamid’in sorgu odasına kadar geldiği ve görünmeyen bir yerde Mustafa Kemal’in cevaplarını dinlediği rivayeti, ta 1931 yılında liseler için hazırlanan “Tarih” kitabından beri dillerdedir ama Atatürk’ün kendisi bize bundan hiç bahsetmemiştir. Annesi Zübeyde Hanım’ın mezarı başında Ocak 1923’te yaptığı konuşmada, şunları söylediğini biliyoruz:
“Hayata ilk hatveyi [adımı] atıyordum. Fakat bu hatve hayata değil, zindana tesadüf etti. Hakikaten bir gün beni aldılar ve idare-i müstebidenin [istibdat yönetiminin] zindanına koydular. Orada aylarca kaldım. Validem bundan ancak mahpesten çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal beni görmeye şitap etti [koştu]. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşmek nasip oldu. Çünkü tekrar idare-i müstebidenin hafiyeleri, casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Validem ağlayarak arkadan beni takip ediyordu. Beni menfama götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmekten men edilen validem gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımında elemler ve kederler içinde terk edilmiş bulunuyordu.”

Annesinin ağlamaktan gözlerinin zayıfladığını söyleyen genç Mustafa Kemal, yine de ucuz kurtulmuş sayılırdı. Eğer Serasker Rıza Paşa araya girip de Sultan’ı, onların gençliklerine uyup bir hata işlediklerine ikna etmemiş olsaydı, rejimi değiştirmek için gizli örgüt kurmaktan tutuklanmaları ve askerlikten atılmaları işten bile değildi.

Velhasıl, “yıldızın parladığı anlar”dan birindeydi. Günün birinde bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasında   
İsmail Hakkı Paşa, Padişah’ın kararını kendisine şöyle bildirecekti: 

“Şimdiye kadar büyük yeteneklere sahip olduğunu gösterdin… Ama öte yandan, kendinin ve üniformanın şerefini lekelemiş durumdasın… Siyasete ve Padişah’ınıza karşı vatan hainlerinin yıkıcı propagandasına karıştın. Arkadaşlarını da aynı şeyi yapmaları için teşvik ettin. Buna rağmen Efendimiz merhamet göstermeye karar verdi. Ve seni affetti. Yalnız tayin beklediğin Edirne ve Makedonya’ya değil, Şam’a gönderileceksin.”

Mustafa Kemal’in çok yıllar sonra, “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı” adlı kitabıma da aldığım “Abdülhamid yönetiminin her şeye rağmen hoşgörülü olduğu” yolundaki sözlerinin kaynağı bu af olayı olsa gerek.
Atatürk bu sözü söylediği sırada, İzmir suikastı teşebbüsünden sonra en yakın silah arkadaşlarının idamla yargılandığını mı hatırlamıştı dersiniz? m.armagan@zaman.com.tr
http://www.mustafaarmagan.com.tr/abdulhamid-mustafa-kemal'i-hapse-attirmisti.html




Eylül 1922'de Hüseyin Cahit Yalçın'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu "neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "henüz zamanı değil" yanıtını vermişti. 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kazım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu.


İşte Harf Devriminin olduğu günkü gazete.. Son günün ve ilk günün sayfaları...
*********************************************************

 

28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu. Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk "bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" diyerek zaman kaybedilmemesini istedi. Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi'nin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı. 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve Eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı. Bu sürecin sonunda komisyonun önerilerinde, kimi ekleri ana sözcüğe birleştirme amaçlı kullanılan tirenin atılması ve şapka işaretinin eklenmesi gibi düzeltmeler yapıldı.


***********************************************************

8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görevlilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir sınavdan geçirildi. Harf Devrimi Kanunu  1 Kasım 1928'de 1353 sayılı "Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun" Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun ana maddeleri aşağıdaki gibiydi:



********************************************************

İŞTE O KANUN
Kanun Numarası: 1353
Kabul Tarihi: 01.11.1928

Madde 1 - Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut [ekli] cetvelde şekilleri gösterilen harfler (Türk harfleri) unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir.

Madde 2 - Bu Kanunun neşri tarihinden itibaren Devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususi müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburidir.
 
Madde 3 - Devlet dairelerinin her birinde Türk harflerinin Devlet muametına tatbiki tarihi 1929 Kanunusanisinin [Ocak ayı] birinci gününü geçemez. Şu kadarki evrakı tahkikiye ve fezlekelerinin ve ilamların ve matbu muamelat cetvel ve defterlerinin 1929 Haziran iptidasına [başına] kadar eski usulde yazılması caizdir. Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nüfus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askeri hüviyet ve terhis cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.

Madde 4 - Halk tarafından vakı müracaatlardan eski Arap harfleriyle yazılı olanlarının kabulü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir. 1928 senesi Kanunuevvelinin iptidasından itibaren Türkçe hususi veya resmi levha, tabela, ilan, reklam ve sinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi, resmi bilcümle mevkut, gayrı mevkut [süreli, süresiz] gazete, risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
 
Madde 5 - 1929 Kanunusanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
 
Madde 6 - Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün daire müesseselerinde kullanılan kitap, kanun, talimatname, defter, cetvel kayıt ve sicil gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
Madde 7 - Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
 
Madde 8 - Bilümum bankalar, imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler, cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harflerinin tatbikı 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçemez. Şukadar ki halk tarafından mezkür müesseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vakı olduğu takdirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter, cetvel, kataloğ, nizamname ve talimatname gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
 
Madde 9 - Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu [basılı] kitaplarla tedrisat [öğretim] icrası memnudur [yasaktır]. Özetle yasa, resmi ve gayrıresmi her türlü yazışmada yeni yazı kullanımını zorunlu kılıyor (md. 2), eski yazıyla süreli ve süresiz yayınları yasaklıyor (md. 4-5) ve okullarda eski yazı öğretilmesine yasak getiriyordu (md. 9).
 
1929'da ilk ve orta dereceli okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı. 1930'da imam-hatip okullarının ve 1933'te İstanbul Darülfünun'una bağlı İlahiyat Fakültesi'nin kapatılmasından sonra, Türkiye'de yaklaşık 40 yıl boyunca hiçbir resmi ve özel yasal çerçevede eski yazıyla Türkçe eğitimi verilmediği anlaşılmaktadır. Üniversitelerin edebiyat ve tarih bölümlerinde de bu dönemde eski yazı resmen müfredatta yer almadı. Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde Arapça ve Farsça kürsüleri var olmaya devam ettiyse de, bunların öğrenci sayısı üç-beş dolayında kaldı.

*********************************************************
“BAŞÖĞRETMEN”İN ÖĞRETMENİ
 
Tabii bu arada doğal olarak hekes bu devrimin mimarı Mustafa Kemal’in, bu harfleri nasıl öğrendiğini merak ediyor.. "Başöğretmen" yakıştırması yapılan Mustafa Kemal ise, bu harfleri ilan etmeden 2 ay önce öğrenmeye başlamış ve nihayet 4 Ağustos’ta tam anlamıyla sökmüştür. Mustafa Kemal harfleri öğrenir öğrenmez de ilk mektubunu İsmet İnönü'ye yazmıştı. Mustafa Kemal’in hocası yani bu harfleri ilk ona öğreten da Selanik kökenli bir Avukat olan İbrahim Necmi Dilmen (d. 1889, Selanik; ö. 1945, Ankara)’dir. Milliyet gazetesinde çıkan harf devrimini destekleyen yazıları nedeniyle Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya çağrılarak kendisine Ankara Müzik Öğretmen Okulu ve Gazi Eğitim Enstitüsü'nde edebiyat öğretmenliği verilmiş, Türk Dil Kurumu kurucuları arasında yer almış,  kurumun genel yazmanlığına getirilmiştir. Dil devrimi konusunda gösterdiği çabalar nedeniyle Atatürk tarafından kendisine "Dilmen" soyadı verilmiştir. 1935'ten ölene kadar Burdur milletvekili olmuştur.


Harfler henüz oturmamış, "kazım" "khazım" şeklinde yazılmış...
*******************************************************

İNANILMAZ KELİMELER UYDURULDU  
Geoffrey Lewis, Oxford Üniversitesi’nden emekli Türkçe profesörüdür. İngiltere’deki Türkçe çalışmalarına ve Anglo-Türk dostluğuna yaptığı katkılardan dolayı 1999 yılında sırasıyla St. Michael ve St. George kolejlerince mükâfatlandırılmıştır. Kendisi, “dil devrimiyle” alâkalı olarak geniş bir araştırma mahsülü olan “Trajik Başarı, Türk Dil Reformu” isimli kitabın yazarıdır.

 Kitabında, Türk Dil Kurumu, Teknik Terimler Komisyonu danışmanı olan Nihad Sâmi Banarlı 1949 yılındaki Altıncı Kurultay’da vuku bulan ama zabıtlara geçmeyen bir hâdiseyi anlatır. Üyelerden yeni teknik terimlerin oluşturulmasına hâkim olacak olan prensipler hakkında bir soru gelir. Soruyu takiben meydana gelen sessizliği, Dilbilim ve Etimoloji Komisyonu’nun başkanı Saim Ali Dilemre bozar. Dil doktoru değil ama cana yakın bir tıp doktoru olarak, sessizliğe daha fazla dayanamamıştır. “Arkadaşlar, kemküm etmeyelim. Bizim prensibimiz mirensibimiz yoktu; uyduruyorduk!”

Yabancı (Arapça, Farsça) kelimelerden kurtulmamız lâzım diye, o dönemde Güneş Dil Teorisi adına yapılanlara bir göz atalım:
Dil ve gramer ihtisası olmayan Yusuf Ziya Ortaç, ‘Afrodit’ kelimesinin aslını, Arapça ‘avrat’ (avret) kelimesinde bulmuştu. Yusuf Ziya’ya göre güya öztürkçe olan avrat kelimesinden birileri ‘Afrodit’ (Aphrodite) kelimesini türetmişti... Böylece Güneş Dil Teorimiz ispatlanmış oluyordu.

Anayasa profesörü Ali Fuad Başgil hatıralarında diyor ki: “Hiç unutmam, 1935 yazında bir gün, Ada vapurunda rahmetli Eskişehir Mebusu Yusuf Ziya Hoca ile buluştuk. Ankara’dan geldiğini ve beş yüz sayfalık bir eser hazırlamakta olduğunu söyledi. Neye dâir diye sordum. Arapçanın Türkçeden çıkma olduğuna dâirmiş. Bir de misal verdi: ‘Firavun’ kelimesi Arapça sanılır, halbuki Türkçedir ve ‘burun’ kelimesinden çıkmadır. Burun, insanın önünde, çıkıntı yapan bir uzuvdur. Hükümdar da cemiyetin önünde giden bir şahsiyet olduğu için, Mısır’da buna burun denilmiş, kelime zamanlar içinde kullanılarak nihayet ‘Firavun’ olmuş... Üstad hakikaten uydurmacılık hastalığından kurtulamayarak Allah’ın rahmetine kavuştu.”



**********************************************************
 
UNUTULMAZ ANILAR  
Fatih Rıfkı Atay ‘hüküm’ kelimesi için şunları anlatmaktadır: “Sağımda Naim Hâzim Hoca, solumda Yusuf Ziya oturuyordu. ‘Bunun karşılığı yoktur, koruyalım.’ dedim. İkisi birden ‘İmkânsız!’ dediler. Sağıma döndüm ve ‘Profesör, Arapçanın aslının Türkçe olduğunu siz söylüyorsunuz. Kur’ân’dan aldığımız her kelimenin aslen Türkçe olduğunu siz iddia ediyorsunuz.’ dedim. Sonra soluma döndüm. ‘Ve siz profesör, bütün dillerin Türkçeden türediğini ileri sürüyorsunuz. Fransızca ‘chambre’ kelimesinin oda kelimesinden türediğini göstermek için her yola başvurdunuz. Fakat iş hüküm gibi köy dilinin bile parçası olmuş bir kelimeye gelince ikiniz de ayak diriyorsunuz.’ Dağıldıktan sonra dostum Abdülkadir yanıma geldi ve şunları söyledi: ‘Ben Asya Türklerinin çoğunun lehçelerini biliyorum. Sizin ve Yakup Kadri gibilerin lehçesini de anlıyorum. Benim aklımın ermediği bir lehçe varsa, o da Türk Dil Kurumu’nun lehçesi!’ Dolmabahçe Sarayı’nın üst holünde: ‘Görüyorum ki, pek sıkılıyorsunuz.’ dedi. ‘Siz bana güçlük çektiğiniz kelimeleri söyleyiniz. Ben onlara Türkçe kökenler bulabilirim.’ dedi. ‘İşte hüküm kelimesi’ dedim. ‘Endişe etmeyiniz. Yarın ‘hüküm’ü Türkçe yapacağız.’ dedi. Ertesi gün bazı lehçelerde ‘ök’ün ‘akıl’ mânâsına geldiğine, bunun birtakım lehçelerde ‘uk’ şeklini aldığına dâir vesikalar getirdi. Ben kendim de Yakutçada ‘üm’ eki ile kelime yapılabildiğini keşfettim. Gerisi kolaydı: ‘ük’ artı ‘üm’ zamanla ‘hüküm’ olmuştu. Toplantı açılınca ben ‘Hüküm kelimesi Türkçedir.’ dedim ve öğrendiğim her şeyi aktardım. Bu, iki profesörü sessizliğe gark etti. ‘Uydurma’ demeyeyim de ‘yakıştırmacılık’ ilminin temelini atmıştık. O akşam komisyonun çalışmalarını Atatürk’e götürdüm. Bu yakıştırma ile böyle ehemmiyetli bir kelime kazanmaklığımızdan pek memnun kaldı. İstiyordu ki, Türkçede mümkün olduğu kadar çok kelime bırakalım, ancak bu kelimelerin Türkçe olduğunu da izah edelim.”



**********************************************************

ELEKTRİK DE TÜRKÇE İMİŞ
Cumhuriyet Gazetesi’nin 31 Ocak 1936 tarihli sayısında “Elektrik Türkçe bir kelimedir!” diye bir manşet vardı. Çünkü Dilmen, Uygurca ‘yaltrık’ (ışıltı) kelimesiyle İngilizce ‘electric’ kelimesinin aynı kökten olduğunu söylemişti...

MEŞRUTA NE DEMEK
Nurullah Ataç kendi kendine bir oyun kurmuştu. Bu oyun daha sonra Ömer Asım Aksoy tarafından Ataç’ın ölümünün onuncu yıldönümünde anlatılmıştır. Oyunun temel fikri, Arapça kökenli Osmanlıca kelimelere, bunların sessiz harflerinin, Arapça üç harfli kök
lerden geldiğini değil de daha bilindik Türkçe ve Batılı kelimelerden geldiğini farz ederek çeşitli mânâlar bulmaktı... 

Aksoy diyor ki: 
“Bir gün Ataç odama gelmi?, ‘Meşrûta ne demek?’ diye sormuştu. Ben ‘hükümet-i meşrûta’ ve ‘evkâf-ı meşrûta’ gibi örneklere göre açıklama yaparken o kıs kıs gülüyor; 
‘Yorulmayın, bilemezsiniz’ diyordu. Bu sözlerini ciddiye aldığımı görünce hemen açıklamıştı: 
‘Meşrûta, şort giymiş kadın, demek. Bu defa gülme sırası bana gelmişti. O zaman karşı karşıya oturup birçok kelimelerin bu şekilde mânâlarını bulmuştuk: ‘Tereddî’, radyo dinlemek; ‘tebennî’, banyo yapmak; ‘terakkî’, rakı içmek demekti. ‘Mezûn’ özen pastanesinde oturan kimseye denirdi. ‘Tekellüm’ün birkaç mânâsı vardı: kilim satın almak, kelem yani lahana yemek ve KLM uçağı ile uçmak.”

Kaynak: http://www.belgehaber.com/haber.php?haber_id=2338





Hafızamızı tazeliyoruz durmadan. Üzerindeki külleri üfleyip eşeledikçe altından görünen yüz şaşırtıyor hepimizi. Hem tanıdık geliyor, hem yabancı. Büyüsü biraz da burada gizli galiba yakın tarih araştırmalarının. Yabancı bildiklerimizin aşina, aşina bildiklerimizin ise yabancı çıkması merakımızı tahrik ediyor.

Onun için tarihte dikkatli olmak gerek. Sloganlardan ve yaftalardan olabildiğince uzak durmak ve ‘Gerçekten de tarihte neler olmuş?’ sorusunu kulak arkası etmemek gerekiyor.

Alın size çarpıcı bir örnek: İş Bankası nasıl kuruldu? İçinizden, ‘Bunu bilemeyecek ne var? Atatürk kurdu işte’ diyenler çıkabilir. Bu ne acele efendim? Sakinleşin biraz. Bir kere İş Bankası’nın bir devlet bankası olmadığını unutmayalım. İki… Neyse. İş epeyce karışık. Baştan anlatalım öyleyse.

İş Bankası’nın kurucusu Celal Bayar Mayıs 1982’de çıkan İş Dergisi’ne verdiği bir mülakatta, “Biz bismillah dedik, işe koyulduk. Atatürk ‘Git Osmanlı Bankası’ndan 250 bin lirayı al, bu işe başla’ dedi”
şeklinde anlatmıştır İş Bankası’nın kuruluş hikâyesini. Burada sorulması gereken soru, ‘İyi de Osmanlı Bankası’ndaki o 250 bin lira nereden gelmişti?’den başkası olursa tarih ofsayttan başını kurtulamaz. Nitekim Bayar aynı konuşmasında bu paranın kökeni hakkında yöneltilen soruya kaçamak cevap vermekte ve ‘böyle bir şeyi araştırmaya lüzum görmediğini’ söylemektedir.


4 nolu hesabın dökümünde Makbule Hanım, Hafız Yaşar ve İsmet İnönü'ye ödenen meblağlar.

Tuhaf gerçekten de. Merak damarları mı kurumuştur aklımızın acaba?

Bu konuda bize yardımcı olacak bilgiyi Atatürk’ün yakınlarından Hasan Rıza Soyak’ın hatıralarının 2. cildinde buluyoruz.

Soyak’a göre Hindistan Müslümanları, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsına yaklaşık 500-600 bin lira tutarında bir para göndermiştir (yaklaşık 1 Sterlin = 7 TL). Paşa, bu paranın 500 bin lirasını Büyük Taarruz’dan önce ihtiyaçların karşılanması için Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın emrine vermiştir. Zaferden sonra bu paranın 380 bin lirası İcra Vekilleri Heyeti kararıyla Atatürk’e iade edilmişti. Atatürk bu paranın “en faydalı bir şekilde nerede ve nasıl kullanılabileceğini” düşündü ve sonunda 250 bin lirasını İş Bankası’nın temel sermayesi olarak tahsis etti. (Soyak’ın eksik bıraktığını biz tamamlayalım: Yardım parasından 207 bin lirayı da aynı bankadaki 2 nolu hesaba yatırmıştı.)


"Türkiye İş Bankası Merkez-i Umumi" levhası.

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Soyak’ın hatıralarından paranın kaynağını öğrendik ama yine de boşluklar kaldı.

Bir kere resmi olarak bilinen rakam, 125 bin sterlindir. Bu miktar, http://www.measuringworth.com adlı sitedeki hesaplamalara göre 2006 rakamlarıyla 11,7 trilyon TL’ye tekabül etmektedir. (Yardımları için Mustafa Özel ağabeye teşekkür.)

Şimdi bu ciddi meblağ sırf Milli Mücadele’ye yardım için mi gönderilmişti yoksa başka bir amacı mı vardı? O İcra Vekilleri Heyeti, yani Bakanlar Kurulu kararı neden bugüne kadar bulunamamıştır ve Mustafa Kemal Paşa’nın Bayar’a “Git, çek” dediği Osmanlı Bankası’ndaki hesabına ilişkin herhangi bir kayda niçin rastlayamıyoruz? Bu bir ‘sırdaş hesap’ mıydı? Öyleyse neden gizliydi? (Bu soruları benden önce sağolsunlar bizzat İş Bankası’nın yayınladığı “Türkiye İş Bankası Tarihi” adlı kitabın yazarları sormuşlar. Kıskandım tabii ama objektiflikleri için de kendilerine minnettarım.)

Solcu aydınlarımız yıllardır ‘Ruslar bize yardım etmeseydi Kurtuluş Savaşı’nı biraz zor kazanırdık’ dediler ama biz sustuk nedense. İslam dünyasından ve Hindistan’dan gönderilen yardımlar konusunda dedikodulara veya savunma psikolojisiyle yazılmış eserlere değil de, analitik bilimsel çalışmalara ihtiyacımız var. Yine de bazı eserlerde bölük pörçük bilgilere rastlıyoruz.


1929’da İş Bankası Yenicami şubesinde çalışan kadın memurlar. Başlarının kapalı oluşuna dikkat.

Mesela sahasında ilk çalışma olan Alptekin Müderrisoğlu’nun “Kurtuluş Savaşı’nın Malî Kaynakları”nda Hint Müslümanlarının yardımlarına ayrılan özel bölüm epeyce aydınlatıcı bilgiler veriyor.

1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı topraklarının işgali, işgalci kuvvetlerin Müslümanlara zulümleri ve Halife’nin Hıristiyan devletlerin elinde esir konumuna düşmesi, Hint Müslümanlarını harekete geçirmiş ve İngiltere’ye baskı yapmak amacıyla çeşitli dernekler kurmuşlardı. İşte bu derneklerin çabalarıyla Halifeyi kurtarmak üzere 875 bin lira Ankara’ya ulaştırılmıştı. (Başka yardımlar da yapıldığı ve yollarda heder edildiği sır değil.)

İşin ilginç yanı, bu para yardımının Maliye Bakanlığı kayıtlarına yansımamış ve Hazine’ye girmemiş olması. Daha da ilginci, doğrudan doğruya Mustafa Kemal Paşa’nın emrine verilmiş ve Osmanlı Bankası’nda 1922 Ağustos’una kadar ‘faiz işletilmeden’ tutulmuş bulunmasıdır. “Kurtuluş Savaşı’nın büyük hazırlık döneminde çekilen türlü malî sıkıntılara rağmen, bu paraya el sürülmemiştir.”

Soruyoruz hep birlikte: Neden? Bu para İstiklal Savaşı’nda kullanılmak için gönderilmemiş miydi?

Nitekim zafer kazanıldıktan sonra kendisine iade edilen parayı yine Osmanlı Bankası’na yatıran Mustafa Kemal Paşa, Ağustos 1924’te İş Bankası kurulana kadar da orada tutmaya devam etmiştir.

Şimdi gelelim meselenin bam teline.

Bu para amacı doğrultusunda kullanılmış mıdır? Sizi bilmem ama bir Pakistanlı kalkıp bana, ‘Biz size bankanıza sermaye yapasınız diye mi bu parayı verdik?’ derse verecek cevabım yok. Aynı şekilde ‘Biz size o parayı Halifeyi kurtarmanız için verdik, siz gidip Halifeliği kaldırdınız. Öyleyse paramızı geri isteriz’ derse verecek cevabım yine yok.

Üstelik de Halifeyi kurtarmak üzere gönderilen bu paralar kuzu kuzu bankada yatarken Halife Abdülmecid bütçeden kendisine ayrılan ödeneğin azlığından şikayet edince kıyameti koparanlar, dahası Halifeyi apar topar yurtdışına sürenler de bizlerdik. Halifeyi ve hanedanı yurtdışına sürdük, güzel. O zaman Hint Müslümanlarına paralarını iade etmemiz gerekmez miydi? Ağa Han’ın yazdığı mektup meselesini bir de bu açıdan değerlendirmek uygun olmaz mı?

Müderrisoğlu, Mustafa Kemal’in savaş yıllarında yardım parasına dokunmamış olmasını, gerektiğinde onu geri göndermeyi düşündüğüne yorar. Diyelim ki, öyle. Peki 3 Mart 1924’te Halifeliği kaldırdığında neden geri göndermemiştir de, kız kardeşi Makbule Hanım’a oradaki bir hesabından maaş bağlatmıştır? Nokta mı, virgül mü? Siz karar verin.
Kaynak: Mustafa Armağan




-Tarihci Afet İnan, Mimar Sinan’ın Türk ırkından olduğunun kanıtlanması için Mimar Sinan’ın türbesinin açılarak kafatasının ölçülmesini istedi. -Uzman tarihciler Mimar Sinan’ın türbesini açtılar. Kafatasını ölçtüler. Ölçüm sonuçları Türk ırkının “Brakisefal” kafatası özelliği taşımadığı görüldü. Kafatası bir torba içinde Ankara’ya götürüldü. Türk büyükleri kafatası müzesinde sergilenmek üzere. Ancak yıllar geçmesine rağmen Müze açılmadı. Kafatası da kaybedildi!
-Mimar Sinan’ın türbesinin açılarak kafatasının yerinde olup olmadığı kamuoyuna açıklanmalıdır.


Osmanlı tarihinin mimari alanda yetiştirdiği en ünlü mimar Sinan ile ilgili araştırmalar şaşırtıcı sonuçlar veriyor. 1930’lu yılların başlarında Türkiye’de Afet İnan’ın gündeme getirdiği “Türk ırkının kafatasını tespit etme” çalışmaları kapsamında Türkiye’nin her yerinde mezarlar açıldı ve kafatasları ölçüldü. Özellikle Türklerin Ortaasya’da iken bile beyaz ırka mensup olduğu ve “Brakisefal” kafatası özellinde bulundukları görüşleri ileri sürüldü. Brakisefal kafatası “yassı ve uzun kafatası” anlamına geliyordu. Türk tarih kurumunun kurulması ile birlikte tarihciler arasında Mimar Sinan’ın kimliği ve kökenleri tartışmaya açıldı. Mimar Sinan’ın İslam inancına mensup ve Osmanlı Türk olduğunu savunanlar olduğu gibi, onun Türk olmadığı Yeniçeri ocağında yetişmiş muhtemelen Ermeni veya Rum asıllı olabileceği görüşlerini savunanlar oldu. Mimar Sinan’ın Türk olduğunu ısrarla savunan Tarihci Afet İnan, onun mezarının açılarak kafatasının ölçülmesi ve sonuçların da Atatürk’e sunulması görüşlerini seslendirdi. 1935 yılında Ağustos ayının başında Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camisinin kuzey kıyısında ve köşe başında bulunan türbesine gelen uzman tarihciler Mimar Sinan’ın mezarını açtılar. Kafatasını çıkardılar. Ellerinde bulunan kumpas aleti ile de ölçtüler. Ölçüm sonuçları Brakisefel kafatası özelliğine uymuyordu. Kafatası daha uzundu.  Şaşırdılar. Ve kafatasını bir torbaya koydular. Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayına gelerek tarihcilerle yaptığı toplantı esnasında Mimar Sinan’ın Kafatası konusu hakkında araştırma sonuçları hakkında bilgiler tartışıldı. Afet İnan ölçüm sonuçlarının Türk olma özelliğine uymadığını söylüyordu. Atatürk, bu tartışmadan etkilenmiş ve gülünç bulmuş olacak ki bir kağıt üzerine “Mimar sinan’ın heykelini yaptırınız” sözlerini yazdı.

Bu olaydan sonra Sinan’ın heykeli Ankara’da Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesinin bahçesine kondu. Atatürk bir yerde kafatası ölçüm sonuçları ne olursa olsun mimar Sinan’a sahip çıkıyordu.  Peki bu olaydan sonra Mimar Sinan’ın kafatasına ne oldu derseniz. Bütün araştırma sonuçları Ankara’da dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Antropoloji bölümünde Türk büyüklerinin kafatasları müzesi açılması çalışmaları kapsamında bir torba içinde fakültenin deposunda saklandığı…Yıllar sonra da bahsi geçen kafatası müzesi açılmayınca diğer kafatasları gibi Sinan’ın kafatasının da kaybolduğu yönündedir. Mimar Sinan’ın türbesinin açılarak kafatasının yerinde olup olmadığı bütün kamuoyuna açıklanmalıdır. Ama bilinen odur ki Mimar Sinan’ın mezarı açıldı, kafatası da kaybedildi!
Kaynak: CezmiYurtsever

.



Bugün üzerinde duracağımız örnek ise bildik bir konuda: Vahdeddin hain miydi? Bu soru son yıllarda artık eski enteresanlığını yitirmişse de, yine de taraftar buluyor. Vatan hainliği ithamına net ve tarafsız bir tanım getirmedikçe galiba ilgi çekmeye devam edecek.

Nedir vatana ihanet ve kimin hain olduğuna son tahlilde hangi merci karar verecektir?
Mesela bundan 50 yıl önce Nazım Hikmet vatan hainiydi
devlete göre. Bugün ise böyle düşünenlerin sayısı azınlıktadır. Peki ne değişmiştir aradan geçen sürede? Nazım, bir mahkemede aklanmıştır da onun için kitapları serbestçe basılabilmekte, şiirleri kapış kapış kasetlerde yerini almaktadır? Hayır. Herhangi bir hukukî beraati olmadı; ama Nazım’a 1950 şartlarında vurulan hain damgasının esasa değil, devrin şartlarına dayandığı, dolayısıyla o şartlar ortadan kalktığı (komünizm çöktüğü) için suçlamanın gereksizliği anlaşıldı.

Ancak Vahdeddin'in ihaneti hakkındaki tartışmalar kolay son bulacağa benzemiyor. Çünkü Vahdeddin'in hainliği iddiasının da hukukî olmadığı, tıpkı Nazım’da olduğu gibi siyasî ve konjonktürel sebeplerden kaynaklandığı anlaşılırsa onun üzerine bina edilen bütün iddialar, mesela Osmanlı tarihinin son dönemi hakkındaki yorumlar çökme tehlikesi geçirecektir. Bu yüzden, 2005 Temmuz’unda Süleyman Demirel’in isabetle (!) teşhis ettiği gibi, Vahdeddin'in hain olduğunun bilinmesinde daha bir süre yarar vardır!
Şimdi TBMM’ye uzanalım ve Gizli Zabıtları karıştıralım. 1921 yılını içeren cildi elimize alalım ve başlayalım karıştırmaya. Tam da bu yazıyı yazdığım 8 Şubat gününe gelelim. Biraz önce Mehmed Âkif, Meclis kürsüsünden ilk ve son defa konuşmuş, sonra bazı milletvekilleri Âkif’in Padişah’a yazılacak mektubun taslağı üzerinde görüşlerini belirtmişlerdir. Nihayet kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve Milli Şairimizin Sevr konusunda işgal kuvvetlerinin süngüsü altındaki Halife-Sultan Vahdeddin'in meşruiyetini kaybettiği için TBMM’yi tasdik ve kararlarını kabul etmesini isteyen ifadelerini eleştirmiştir. Ona göre Meclis’in, meşruiyetini başka hiçbir merciye tasdik ettirmeye ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, der, Mustafa Kemal, Hilafet makamı aslında “mühmel”dir, yani boştur.

Neden peki? Çünkü, bu “çünkü” çok önemli, Mustafa Kemal’e göre Sultan Vahdeddin, antlaşmanın imzası öncesinde, 22 Temmuz 1920’de toplanan Saltanat Şûrası’nda “Sevr muahedesini... bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” Dolayısıyla TBMM’nin, İngiliz süngüsü altındaki “esir padişah”ın onayına ihtiyacı yoktur.

Peki olay hakikaten Mustafa Kemal’in açıkladığı gibi mi cereyan etmiştir? Yani Saltanat Şûrası’nda ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denilmiştir de, Vahdeddin de ayağa kalkmak suretiyle onu kabul mü etmiştir? Yoksa...
Vahdeddin'in Saray Başmabeyncisi, yani özel sekreteri Lütfi Simavinin “Osmanlı Sarayının Son Günleri(Pegasus Yayınları, 2006, s. 328) adlı hatıralarında anlattıkları gerçekten de şaşırtıcıdır. Simavi’ye göre Vahdettin, bırakın oylamada ayağa kalkmayı, açılış nutkunu okuduktan sonra salonda bile durmamış, çıkıp gitmiştir.

Siz gözlerinizi ovuşturmaya devam ederken ben Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndaki silah arkadaşlarından ve aynı zamanda Vahdeddin'in damadı olan, yani iki tarafa da eşit mesafede duran birinin, İsmail Hakkı Okday’ın “Yanya’dan Ankara’ya(Sebil Yayınları, 1994, s. 385-386) adlı hatıralarını masama getirip okuyayım da dikkatle dinleyin:

“Nihayet ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr’a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan’dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişah’a hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”

Şimdi o ayağa kalkma meselesi anlaşıldı mı acaba? Özetleyelim o halde:

1- Bir kere bu tür şûralarda padişahın oy hakkı yoktur ki! O, konuşulanları dinler, kararın kendisine bildirilmesini ister ve sonuçta onaylar veya onaylamaz.

2- Ayağa kalkarak oylama yapılması çağrısı yapılınca padişah, konumu gereği dışarı çıkmış ve o çıkarken şûra üyelerinin hepsi saygılarından ayaklanmış, bu da Damat Ferid tarafından Sevr’in onaylandığı şeklinde yorumlanmış, yani oylama tam anlamıyla bir oldubittiye getirilmiştir.

3-Rıza Paşa ise oyuna geldiğini anlayınca oylamayı protesto maksadıyla yerine oturmuş ve bu yüzden de aleyhte çıkan tek oy onunki sayılmıştır.

4-Kuşkusuz 1921 Yazı gibi feslerin bir baştan öbürüne uçuştuğu bir ortamda meselenin içyüzünü bilebilecek durumda olmayan Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir gibi Milli Mücadele önderleri, ayağa kalkıp Sevr’in imzalanmasını onayladığı sonucunu çıkararak Vahdettin’in hainliğine hükmetmişler, bu da onun ihanetine yeterli delillerden biri sayılmıştır.

Fazla söze ne hacet! İşte tarihte yanlış anlamaların nereden kaynaklandığına yakıcı bir misal.
Mustafa Armağan





Hatta Atatürk'ün cenaze namazı kılındı mı? Anadolu Ajansı'nın haberine bakılırsa evet, kılındı. O sırada ajansın muhabiri olarak töreni takip eden Cemal Kutay'a göre de kılındı, başkalarına göre de. İyi ama neden herhangi bir görüntü yok ortada? Madem kılındı, tek bir fotoğraf karesi olsun neden esirgendi milletten? Sessuzluk.
Bir adım daha atalım ve artık sorulmasının zamanı gelen, o ucu zehirli soruyu soralım: Atatürk'ün cenaze töreni boyunca neden hiçbir dinî simgeye yer verilmedi?

Şimdi bunu sordum ya, birtakım işgüzarlar buradan kim bilir kaç demet nane devşirecekler. Vay, Atatürk'e dinsiz dedi, falan filan. Yahu burada ölmüş bir Atatürk'ten söz ediyoruz. Kendi cenaze törenini kalkıp kendisi düzenleyecek değildi ya. Törenin birinci derecedeki sorumluları, o sırada cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü ile Başbakan Celal Bayar ve bir de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'tır. Görünüş böyle. Ancak her üçünün de cenaze namazı camilerde kılınmıştı ve 'dinsel simgeler' şöyle ya da böyle eşlik etmişti son yolculuklarına.
O zaman tekrar soralım o zehirli soruyu: Atatürk'e bu 'ladinî' cenaze törenini kimler düzenledi? Dolmabahçe Sarayı'ndaki tabutunun etrafına o kocaman 6 adet meşaleyi kimler dikti? (Güya Cumhuriyet Halk Partisi'nin 6 okunu sembolize ediyordu bunlar. 'Meşaleler ebediyete kadar yanacaktır', diyordu zamanında yayınlanan bir dergi.)
Baksanıza, az kalsın, cenaze namazı dahi kılınmayacakmış. Annesi gibi dindar biri olduğu belli olan Atatürk'ün kızkardeşi Makbule Hanım, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'ı sıkıştırıp da, "Ağabeyimin cenaze namazı hangi camide kılınacak?" diye sormasa onu bile gürültüye getirecekleri anlaşılıyor. Bunun üzerine Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'ye durum sorulmuş, o da namazın camide kılınmasının şart olmadığını söylemiş: "Onun cenaze namazı" demiştir Börekçi, "tertemiz hale getirdiği bütün vatanda bu farizanın yerine getirilebileceği her yerde kılınabilir."
Anadolu Ajansı Muhabiri Cemal Kutay 19 Kasım 1938 günü yaşanan o görüntülenemeyen sahneyi şöyle anlatır:
"Dolmabahçe Sarayı'ndaki hazırlıklar erkence başlamıştı. Büyük ölünün son ihtiram (saygı) nöbetini bekleyen yaverleri ve dostları, büyük üniformalı subaylar, vali ve belediye reisi, bu hazırlıklara nezaret ediyorlardı. (...) İçeride merasim başlamadan, ailesinin talebi ile büyük ölünün namazı kılınmak suretiyle hususi merasim yapılıyor. Tekbir Türkçe verilmiş, namazı İslam Tetkikleri Enstitüsü direktörü Ord. Prof. Şerafettin Yaltkaya tarafından kıldırılmıştır."
Hakkı Tarık Us ise kendi çıkardığı "Kurun" gazetesindeki yazısında ilginç bir ayrıntıya yeniden dikkatimizi çekiyor. Atatürk'ün çok sevdiği bilinen Hafız Yaşar, sandukanın başında "Türkçe ezan" okumuştur. Muhtemelen namaz sonunda da Türkçe telkin verilmiş ve yine Türkçe tekbirler getirilmiş olmalıdır.
Bu kırıntı kabilinden bilgiler şöyle bir manzara doğuruyor gözümüzde:
Makbule Hanım ağabeyinin cenaze namazı kılınmadan gömüleceğinden endişelenerek müdahale etmiş ve namazın kılınmasını istemiştir. Bunun üzerine dışarıda bir camide, muhtemelen en yakında bulunan Dolmabahçe Camii'nde cenaze namazının kılınması gündeme gelmiş, ancak "bazıları" buna, laikliğe aykırı düşeceği endişesiyle karşı çıkmışlar ve sarayda kılınmasını istemişler, Diyanet'ten de "caizdir" fetvası alınınca "sayısı mütevazi olan" bir cemaat ile (kaç kişi olduğunu bilmiyoruz, 10-15 kişi olduğu tahmin edilebilir) Türkçe ezan ve tekbirlerle kılınan cenaze namazının ardından dua edilmiş ve böylece dinî tören tamamlanmıştır.
Ancak bu sırada bütün fotoğraf makineleri ve varsa kameralar kapattırılmış ve herhangi bir görüntü alınmasının titizlikle önüne geçilmiş olduğunu hatırlatalım. Elimizde böyle bir fotoğraf olsaydı laiklik elden mi giderdi? Anlamak zor hakikaten.
Halbuki Atatürk'ün en yakın silah arkadaşlarından Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü'nün son anlarında ve cenaze namazlarında açıkça 'dinsel simgeler' yer bulabilmiş ve hiç de laiklik elden gitmemiştir.
Buyurun, torunu Gülsün Bilgehan anlatsın bize İnönü'nün son anlarını:
"Aile fertleri, koruma polisleri, yakınlar sırayla yanına girip, sessizce Kur'an okuyorlardı.(...) Mevhibe Hanım kefen ve cenaze gereçlerini almıştı, yıllardır sandığında saklıyordu. Hocalar gerekli dini işlemleri yaptılar, koruma polisleri ve yakınların yardımıyla kütüphanede bekleyen tabuta yerleştirdiler. (...) Hareket etmeden önce hoca cemaate bir konuşma yaptı ve bahçe kapısına doğru omuzlarda tabutla yol alındı [ve] cenaze namazının kılınacağı Maltepe Camii'ne doğru uzun bir yürüyüş başladı."
Atatürk'e dinî motifleri de olan bir cenaze töreni düzenletmeyen İnönü'nün kendi cenazesinde normal bir Müslüman'a yapılması mutad olan son görevlerin eksiksizce yerine getirildiğini görünce şaşkınlığımız daha da artıyor.
Peki Fevzi Çakmak'ın cenaze töreni? Onunki zaten bir askerin değil, bir evliyanın cenaze töreni gibidir. Üzerine Kâbe örtüsü serilmiş, tabutu yüz binlerin elleri üzerinde taşınmış, İstanbul sokakları o gün Arapça tekbirlerle tam 7,5 saat boyunca inlemiş ve cenaze, Eyüpsultan Mezarlığı'na, şeyhinin yanı başına dualarla gömülmüştür.
En yakın silah ve çalışma arkadaşları böyle dinî törenlerle gömülürken, neden aynı tören Atatürk'ten esirgenmiştir? Şöyle yüz binlerin katılacağı muazzam bir cenaze namazı görüntüsü, onu bu milletin kalbinin daha derinlerine yerleştirmez miydi? Ve hâlâ devam edip giden "Atatürk dinsiz miydi?" tartışmasına bir son nokta konulmuş olmaz mıydı?
Yazılarımın sonuna kıymık yerleştirmeyi seviyor muyum ne? Buyurun Abdülhalık Renda, Refik Saydam, Fevzi Çakmak, Kemal Gedeleç, Celal Üner ve Nevzat Tandoğan imzalı 'protokol'e. Aktarıyorum:
"Ebedi şef Atatürk Etnoğrafya Müzesi dahilinde muvakkaten yaptırılan medfene... 31 Mart 1939 Cuma günü saat 14.00'te konulmuştur." Nasıl? Biz 21 Kasım 1938'de konulduğunu bilmiyor muyduk Etnoğrafya Müzesi'ne? Aradan geçen 4 ay içerisinde Atatürk'ün naaşı neredeydi ki?
Artık orasını da siz düşünün.
MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN




Bugün tarihimiz bilhassa yakın tarihimiz Yalan Tarih – Yalan Devler ile doludur. Bizlere daima ve her sınıf düzeyinde, Millî Mücadeleyi başlatmak için Anadolu’ya ilk geçen paşa olarak Mustafa Kemal Paşa gösterilmedi mi?... Hâlbuki bu bilginin yanlış olduğunu anlamak için birkaç tarih kitabı kurcalamak yeterli olacaktır.

Nitekim Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçti, Fakat Kâzım Karabekir Paşa ise, Sultan Vahdeddin Han’dan
resmen Millî Mücadeleyi başlatmak için yani bu ismi kullanarak 1919’un Nisan başlarında izin aldı ve Anadolu’ya geçti. Daha sonra Mersinli Cemal Paşa, Ali Fuat Paşa ve daha nice Paşa 19 Mayıs’a kadar Anadolu’daki yerlerini almıştı. Ve en nihayet en son Mustafa Kemal Paşa geçti...(1) O günleri sarayda vazifeli olan Başkâtip Ali Fuat Bey hatıralarında şöyle anlatır;

“...Mayıs ayının ortalarına kadar Anadolu’ya sürekli rütbeli akışı devam etti. Ve en son Mustafa Kemal Paşa geçti. 16 Mayıs 1919 Cuma günü Sultan çok sevinçliydi. Bu sevincin sebebini kendisine sorduğumda ise bana; "Kâtip çok sevinçliyim, zira Satranç tahtasındaki “Şah”ı da bugün gönderdim. Tahta artık tamamdır" cevabını verdi..."(2)

İşgal kuvvetleri ile İlk defa silahlı mücadeleye başlayan doğu cephesinin efsane ismi Kâzım Karabekir Paşa, İstiklâl Harbi’ni kimin başlattığını, şahit, zaman ve yer göstererek şöyle açıklıyor;

İstiklâl Harbi’ni başlatmak, kurtuluşun ancak silahlı bir mücadeleden geçtiğini ilk olarak ortaya atan bendim. Bu savaşın daha sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından da benimsenecek siyasî ve askerî esas planlarını ben hazırladım. Bu planlardan ilk önce 29 Ekim 1918’de İstanbul Zeyrek’teki ağabeyimin Süleymaniye Camiini gören evinin bahçesinde, konuyu İsmet Bey’e (İnönü) açtım ve onunla tartıştık. İsmet Bey dinledi ve, sonra bu mücadelenin gereksiz olacağına hükmederek bana;

"Kâzım Bey kardeşim, bitti, her şey bitti. Anadolu’daki birkaç köylü ile olacak şey değildir bu iş. Her ikimiz de emekli olalım. Adana’dan toprak alalım ve ziraatle uğraşalım. Sen Kâzım Ağa ol, ben de İsmet Ağa" cevabını verdi."(3)
Millî Mücadeleyi kimin başlattığı mühim değil, diye düşünenler olabilir. Fakat Karabekir Paşa’nın kumandası altında bulunan doğudaki 15. Kolordu, Mondros’un 7. maddesine rağmen varlığını koruyup, Ermeni ordularını perişan ettiği halde, batıdaki kolorduların darmadağın olması ve parça parça gerilla harekâtına dönüşmesi yüzünden askerlerinin silahlarıyla beraber dağa çıkıp eşkiyalık yaptığı veya köylerine geri dönüp bir daha cephelere gitmemek için saklandıkları herkesçe malumdur.

Doğu’da yapılan savaşlar sırasında, Ermeni ordusu perişan edildikten başka, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Bakü’ye kadar bütün doğu topraklarının ele geçirildiğini, fakat Batı’da, Yunan Ordusunun Eskişehir önlerinden Ankara önlerine geldiğini, Mecliste görüşmeler yapılırken top seslerinin milletvekillerince duyulduğu gerçeği okuyucunun önüne yazılmamış bir gerçek gibi sunmak gerekir.

Birinci Mecliste, Rauf Orbay’ların başını çektiği ve Halide Edip Adıvar tarafından desteklenen bir grubun Amerikan Mandası fikrini savunduğunu hiç işittiniz mi?...

Trabzon milletvekili Ali Şükrü Beyin, Topal Osman tarafından öldürüldüğünü, hatta kendisini savunmayan Mustafa Kemal Paşa’yı da öldürmek için Çankaya Köşkünü kuşattığını, sonra ekibiyle beraber karşı bir baskınla öldürüldüğünü elbette bilirsiniz… Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın, kendisine ait bir taka ile hiç durmadan ve tehlikelere de aldırmadan Anadolu’ya sürekli silah kaçırdığı için Nutuk’ta övgülerle andığı Yahya Kaptan’ı öldürttüğünü, okudunuz ya da duydunuz mu?...(4)

1920 senesinin Mart’ında doğuda eksi 30 derece soğuklarda, fırtınalar göz açtırmazken Kâzım Karabekir Paşa’ya Ermeniler’in üzerine yürümesi emri verildiğini, fakat Mayıs ayında ortam elverişli duruma gelince, harekatın yapılmasına izin verilmediğini, buna rağmen paşanın inisiyatif kullanarak bir başına tüm sorumluluğu yüklenip Ermeniler üstüne yürüdüğünü; Kars Kalesini ele geçirdiğini ve düşmanı Bakü’ye kadar kovaladığını biliyor muydunuz?...(5)

Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’dan çok saygılı bir dille söz ediyor. Fakat olayların yansıttığı Mustafa Kemal Paşa, ‘Tek Adam’ kalmak için her çareye başvuran bir kişi portresi çizgisini aşamıyor! Bunun sebebi ne acaba?...

Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra ortaya çıkan ve her resim karesinde Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında görülen Recep Peker, Şükrü Kaya, Yunus Nadi ve taifesinin Millî Mücadelede katkısı nedir acaba?...

Kaynaklar:
1- Enver Behnan Şapolyo,M.Kemal ve Millî Mücedele Tarihi,Sf; 328
2- Ali Fuat Türkgeldi; Görüp İşittiklerim, Sf;146
3- Kâzım Karabekir; İstiklâl Harbimiz, Sf; 38
4- Ahmet Kabaklı, 31 Ekim 1992 tarihli Türkiye Gz. Köşe Yazısı
5- İsmet Bozdağ, Paşaların Hesaplaşması, Sf; 13


Ahmet Anapalı
(HaberVakti, 23.08.2009)




16 Haziran 2010 tarihli "Bugün" gazetesinin manşetine taşıdığı Jandarma'nın 'ezan andıcı' haberinde görüldüğü gibi, ezanın Türkçe okunmasından askere ve dahi jandarmaya ne?

Yoksa jandarmanın Türkçe ezanı da 'korumak ve kollamak' gibi ek bir görevi de mi vardır? Eğer asker, dinin belli bir yorumunun hamisi, yani koruyucusu ise o zaman bu ne menem bir laikliktir?
Bir zamanlar jandarma dipçiğiyle uygulanan ezan yasağı, yeniden mi getirilmek istenmektedir?

Yassıada'daki sözde yargılama esnasında "Türkçe ezan" konusunun zaman zaman gündeme getirildiğini biliyoruz. İlginç olan nokta, Demokratların meseleye din açısından değil, laiklik açısından yaklaşmış olmalarıdır. Mesela Prof. Osman Turan kendisine yöneltilen soruya şu cevabı vermiştir: "Eğer demokrasiye, laikliğe, vicdan hürriyetine samimi olarak inanıyorsak elbette ki milletin ezanına, ibadetine karışmamız mümkün değil."

Laiklik bize bir eğitim klasiği olarak 'din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması' şeklinde belletildi. Ancak bu, yanlış değilse de, eksik bir tanımlamadır. Gerçek laikliğin, dinin devlete olduğu kadar, devletin de dine müdahalesini reddetmesi gerekir. Oysa Diyanet İşleri Başkanlığı bizzat Başbakanlık'a bağlıyken ve minarelere "Orduya sadakati" emreden mahyalar asılırken hangi laiklikten söz edilebilir ki?

Nitekim Atatürk, ezanı kanunla yasaklarsa laikliğe büsbütün aykırı düşeceğini bildiği için Diyanet'in bir genelgesiyle işi idari yoldan halletmeye çalıştı ki, bu kadarı dahi kendisinin ibadet, din ve vicdan özgürlüğü şeklinde tanımladığı laikliğe aykırı bir uygulama sayılırdı.

Devlet laik ise bütün din ve mezheplere eşit mesafede durmalıydı. Eğer Katolikler Latince, Ortodokslar Rumca/Yunanca, Yahudiler İbranice, Ermeniler de Ermenice ibadet edebiliyorlarsa, Müslümanlar da "din dilleri" ile, yani Arapça ibadet edebilmeliydiler. Devlet, idaresi altındaki dinlerden birinin mensuplarına ibadet özgürlüğünü tanımıyor ve onun nasıl inanacağına ve ibadet edeceğine karışıyorsa tarafsızlığını, dolayısıyla da laikliğini yitiriyor demektir.

Ancak Atatürk'ten daha "Atatürkçü" olduğu iddiasındaki CHP, polis copu ve jandarma dipçiği yetmezmiş gibi, onun ölümünden sonra, 1941 yılında Arapça ezanı bu defa kanunla yasaklamaya kalkmıştı. Bu, laikliğe tamamen aykırı bir düzenlemeydi. Batı'dan alınan laik hukuk, din işlerini kiliseye bırakmışken, bizdeki laiklik, caminin ta içine kadar giriyor, ezanın, kametin, Kur'an'ın, salanın hangi dilde ve nasıl okunacağına karar veriyor, bununla kalsa iyi, bunlar dayattığı şekilde okunmadığı takdirde kanunla hapis ve para cezası getiriyordu.

Prof. Ali Fuat Başgil, bu noktayı parlak bir şekilde açıklamıştır:

Kanun koyucu ve jandarma, mabedin içine hükmedemez. Zira kanunun gayesi ve hükümetin varlık sebebi, kötülükleri önlemek ve ahlak dışı hareketlere meydan vermemektir. İman ve ibadet ise birer kötülük unsuru değildir. Tam tersine, kötülüğe engel olan ve bireyi iyilik ve adalet duygularına bağlayıp yükselten birer ilahî kuvvettir. Dolayısıyla bir dinin mensuplarını şu ya da bu dilde ibadete zorlamak veya ibadetten men etmek, o devletin laikliğini ve hukuka bağlılığını ortadan kaldırır.

Arapça ibadet kamusal anlamda bir "kötülük" müdür ki, devlet onun bu dilde okunmasına yasak koysun? Anlaşılan, hâlâ birileri onu bir "kötülük" odağı olarak görüyor ve engellemeye kalkıyordu. Oysa halk bunu uygulandığı 18 yıl boyunca benimsememişti. Benimseseydi, 60 yıldır şurada burada korsan "Türkçe ezan" okuyanlara rastlardık, değil mi? Bu sürede bir tek defa olsun Türkçe ezan okumaya kalkan olmadıysa, halk kararını çoktan vermiş demektir.

3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a göre, Atatürk, hakkında kesin inanca vardığı düşüncelerini ne kadar güç ve tehlikeli olursa olsun tereddütsüz uygular ve başarıya ulaşıncaya kadar da peşini bırakmazdı. Ancak Türkçe ibadet ve ezan konusunda onun zamanında yasal bir düzenlemeye gidilmediği gibi, uygulama da çok sıkı bir şekilde denetlenmiyordu. Bayar'a göre,

"Atatürk daha sonraları, İslâm dinine getirmek istediği reform ile, laik devlet fikrini zihninde bağdaştıramadığı için, işi bu noktada bırakmış, daha ileriye götürmemiştir. (...) Belli ki ileriye götürülmesi uygun bulunmamış bir devrimin ilk basamağından ibarettir. Ne lâik devlet anlayışımız, ne demokratik devlet anlayışımızla bir İslâm reformuna gitmeyi düşünemeyeceğimize göre, bu tezatlı durumu düzeltmekte beis görülmemiştir."

Öyleyse laiklik ne demektir? Prof. Servet Armağan'ın tespitiyle, "Laiklik devletin siyasi rejim özelliğidir. Anayasamızda var olmasına rağmen bir temel hak ve hürriyet değildir. Yani, aslında, laiklik temel hak ve hürriyetlerden üstün bir prensip değildir. Evet, devletin bir özelliği ama bu özellik temel hak ve hürriyetleri yok eden, onları ortadan kaldıran bir prensip olarak ileri sürülemez."

Öte yandan Ankara Halkevi'nin kendisine tashih etmesi için getirdiği broşürün kenarına Atatürk el yazısıyla şu ilginç düzeltme notunu düşmüştür:

"Laiklik yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. [Fakat] Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyetini tekeffül etmek demektir. Ona göre düzeltiniz!" (Bu çok önemli belgeyi, 10 Mart 1949 tarihli "Millet" gazetesinden aldım.)

Nitekim "Medeni Bilgiler" kitabına vicdan özgürlüğü hakkında şunları yazdıran da kendisidir: "Her kişi istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine özgü siyasal bir düşünceye sahip olmak, mensup olduğu dinin gereklerini yapmak veya yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin düşüncesine ve vicdanına egemen olunamaz."

Görüldüğü gibi, buradaki Atatürk, yalnız dinî inanç ve düşünceleri değil, siyasî bir fikre sahip olmayı da vicdan özgürlüğünün çerçevesine almış bulunmaktadır.

Atatürk askere ve jandarmaya ibadetin nasıl düzenleneceğine sen karar vereceksin demediğine göre "andıççılar" hem hukuka, hem laiklik ilkesine, hem de bizzat Atatürk'ün sözlerine karşı geliyorlar demektir.

Mustafa Armağan
(Zaman, 27.06.2010)





En Büyüğü Hilâfet
Hilâfet 3 Mart 1924 tarihinde Ankara’da ilgâ edildi. Fakat şu neticenin husûlü için yapılmış olan pazarlıklar yürütülmüş olan gizli çalışmaların çok girift bir tafsilâtı vardır ki; bu yazının nacmine sığdırılamaz. Ancak bu istikametteki en ehemmiyetli adımın Lozan’da atılmış olduğunu söylemek, yanlış olamaz. Lozan müzâkereleri başladığı sırada, M. Kemal Paşa halife olmak istiyor ve Meclis’te Saltanat’ın ilgâsı müzâkerelerinden başlamak üzere, Hilafeti göklere çıkaran konuşmalar yapıyordu. Hatta İzmir İktisat Kongresi ‘ni açmaya giderken

yol boyu yaptığı konuşmalar ve bu arada Balıkesir Zağnos Paşa Câmii’ndeki hutbesi herkesçe bilinmektedir. Diğer taraftan İsmet Paşa da Lozan’da her vesîle ile aynı istikamette beyanatlar veriyordu. Bunun üzerine şüphelenen ve yeni Türk idaresinden eski vaadleri istikametinde hareket etmeyerek, Hilafeti yıkmayacağı düşüncesine kapılan Gürzon bir deneme yaptı. Fahreddin Paşa ‘nın emniyet mülahazası ile Medine’den getirttiği “Mukaddes Emânetler” n geriye iâdesinin lüzumundan bahseden bir konuşma yaptı. İnönü ‘nün buna cevabı çok sert oldu. Bu cevap M. Kemal Paşa‘nın Hilafeti yıkmayacağı ve halife olmak isteyeceği yolundaki kanaatleri takviye edince, Lord Gürzon, İsmet Paşa ‘nın müşâviri Hayim Naum Efendi’yi çağırdı ve onun vasıtasıyla Hilafet yıkılmadıkça, sulh olmayacağını bildirdi. İsmet Paşa buna re’sen karar veremezdi. Bu sebeple Hahambaşı Hayim Naum Efendi İzmir’e geldi ve durumu M. Kemal Paşa ‘ya anlattı. Bunun üzerine İzmir’e gelinceye kadar yollarda her vesile ileHilafeti methetmiş olan M.Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi’nin açılış konuşmasında bu plağı tersine çevirerek, Hilafet ve halifelere veryansın etti. Bununla da kalmayarak daha tek başına verdiği bir kararla, henüz sulh olmadan, ordunun bir kısmını terhis etti. O sırada Lozan Konferansı kesintiye uğramış, murahhaslar Türkiye’ye dönmüşlerdi. Ankara’ya gitmekte olan İsmet Paşa ‘nın treni Eskişehir’de bekletildi. M. Kemal kendisine mülâki olunca, ha­reket edildi. Ondan da mütebaki tafsilât alınınca, Hilafetin ipini çekmek kararı verildi. Bunun safha safha gerçekleşme şekli de mevzuumuz hâricidir. Ancak bilahare “Lozan Zafer mi, Hezimet mi?” isimli eserimizin üçüncü cildinde bütün tafsilât bulunacağın­dan şimdilik bu kadarla iktifa ediyoruz.

Patrikhâne
Patrikhâne ve yerli Rumlar’ın, huzur ve sükun içinde ya­şadıkları vatanımıza, hıyânetlerinin tarihi çok eskidir. Ancak, I.Cihan Harbi ve Türk-Yunan Harbi esnasında bu hıyânetler akla durgunluk verecek bir şekle varmıştı. Din adamlarına ve dinî müesseselere tanınan masuniyeti sûistimal ederek, papazlar birer tedhiş militanı ve kiliseler silâh deposu hâline getirilmişti. Mütârekede daha Müttefiklerin İstanbul’un işgali gerçekleşmeden, Patrikhâne’nin kapısına çift kartallı Bizans bayrağı çekilmiş ve güya Ayasofya’ya asılmak için çanlar bile hazır edilmişti. Türk düşmanlığı kazanının kaynatıldığı, bir fitne yuvası hâline gelen Patrikhâne’nin Lozan’da alınacak bir kararla, Türkiye hâricine çıkarılması hususunda, TBMM’den sokaktaki adama kadar tam bir ittifak mevcuttu. Murahhaslar da önce bu istikamette beyanda bulunmuş fakat daha sonra hem İnönü ve hem de Dr. Rıza Nur bu talepten vazgeçerek Patrikhâne’yi ibka etmişlerdir. İnönü , Patrikhâne’yi Lord Gürzon ‘a bir doğum günü hediyesi olarak bağışlayıp hediye ederken, Dr. Rıza Nur da Lord Gürzon ‘un muavini Nikolson ile yaptığı bu husustaki pazarlığı, say­falar dolusu ve safiyâne bir sûrette anlatmaktadır. Lozan Muâhedenâmesi’ne bir madde olarak girmeyip, zâbitlarda kalmış olan bu husustaki münakaşalar, havanda su dövmekten ileri git­memiş ve bizi yine de zuhur edecek bir fırsatta arkadan hançerlemeye amâde bulunan bu uğursuz müessese, bütün teşkilat ve husûsiyetleriyle muhafaza edilmiştir.

Türkiye’de yaşayan gayr-i müslim ekalliyetler, Müslümanlar’a nazaran imtiyazlı bir zümredirler. O gün Türkiye’de İslâm Hukuku’ndan yapılmış olan Mecelle mer’idi. Bunu kendi din ve örflerine aykırı bulan Müttefikler, Hristiyan ekalliyetler için ayrı bir kanun yapılması mecburiyetini öne sürmüş ve bu husus Lozan Muâhedenâmesi’nin 35. maddesinden itibaren “Ekalliyetlerin Himâyesi” başlıklı bölümde serâhaten ifadesini bulmuştur. Aramızda yaşayan bir avuç Hristiyana, onların dinlerine aykırı olan İslâm Hukuku’nu tatbik etmeyerek ayrı bir kanun yapmayı insan hakları cümlesinden sayıp bunu muâhede metnine dere eden Yeni Türkiye idarecileri, acaba 1926′da bayrağı Haç olan İsviçre’nin medenî kanununu resmen kabul ile, Müslümanlar’a cebren tatbik ederken, bu insan haklarına saygı lüzumunu nasıl olup da unutmuşlardı? Yoksa insan hakları sırf Hristiyanlar için mi mevzubahistir? Türkiye gerçekleri muvâcehesinde hâlâ böyle söylemek de kabildir. Hristiyanlar, Lozan Muâhedenâmesi’ne göre pazar günü (o zaman resmî tâtil cuma günü idi) bir resmî muâmeleyi ifa etmemekten, çağrıldıkları mahkemelere gitmemekten veya bir resmî tebligatı kabul etmemekten dolayı muâheze olunamazlar ve hiçbir haklan zâyi olmaz!.. Yine Lozan Muâhedenâmesi’ne göre Hristiyan ekalliyetler Türk mahkemeleri huzurunda Türkçe konuşmaya mecbur değillerdir üstelik. Hükûmet onlar için, tercüman bulundurmak zorundadır. Kırk yıldan fazla Türkiye’de yaşamış olan Patrik Atenagoras , Yassı Ada Muhakemeleri’inde şahitlik ederken bu sebeple Rumca konuşmuştur.

Türk Hükûmeti, Lozan Muâhenâmesi’yle gayr-i müslim azınlıklara tanınmış olan hakları, değiştirecek veya onlara üstünlük ifade edecek kanun çıkartamaz.

Yüzellilikler Meselesi
Harp esnasında bizi arkadan hançerlemiş olan gayr-i müslim ekalliyetlerin sulhtan sonra cezalandırılmasından korkan Müttefikler, Türk murahhaslarını bir umûmî af protokolü imzalamaya icbar edince, bizimkiler bnuna yanaşmadılar. Uzun münâkaşalar sonunda anlaşıldı ki; bizimkilerin afvetmek istemedikleri ihânet etmiş olan gayr-i müslimler değil, yeni Türkiye idarecilerinin şahsî muârızlarıdır. Fakat kimler afvedilmeyecekti? Hangi suçları işleyenler? Lozan’daki murahhasların bunu bilmesine imkân yoktu. Dünyanın her yerinde aftan istisnalar, suç nevi tasrih olunarak yapılır, bizimkiler buna yanaşmak istemiyorlardı. Böylece muğlak bir muhteva içinde münâkaşa edilirken, bizimkilerin tahminen yüzyüzelli kişi kadar olabilecek şahsî muârızlarını gayr-i hukuki bir sûrette istisna etmek istedikleri anlaşılınca ve bu hususta hazır bir liste de olmayınca, Lozan’ın eklerinden biri olan af protokolüne bundan yüzelli kişinin istisna edildiğine dair bir hüküm ilâve edildi.

Türkiye’ye dönüp geldikten sonra, yazboz tahtası gibi birinin ilâvesi diğerinin kayırıp listeden çıkartması gibi yazıp bozmalarla yüzelli kişilik bir liste vücuda getirilmiş ve bunlar aftan istisna edilmiştir. “Yüzellilikler” denilen ve çoğu vefatlarına kadar vatancüda kalan bu insanların Şeyhülislam’dan köylü Mehmed Ağa’ya kadar aralarında kimler yoktur? Çoğu bir içtihat farkına, rekabet hissi ve intikam duygusuna kurban gitmiş olan şu insanlarla ilgili hakikat, yeni Türkiye’nin hukukî ayıplarından biridir.

Adlî Murâkabe
Türkiye, Hristiyan Batı Dünyası’na güven vermek için Avrupa hukukçu­ larından teşekkül eden bir grup insanı Türkiye’ye dâvet edip onlara resmen ve dolgun ücretlerle Türk adliyesini murakabe ettirmeyi kabul etmiştir ki, bu da haysiyet kinci bir hadise olarak Lozan’ın mânevî kayıplarından birini teşkil eder.

Buraya kadar yazdıklarımızın hulasası şudur ve aksine zorlamalara rağmen, istikbalin tarihçisinin Lozan hakkında vereceği hüküm de bundan ibaret olacaktır:

” Lozan muazzam imparatorluk mirasının han-ı yağması (yağma sofrası) dır. Türk’ün şahsında İslâm’dan intikam alınarak bütün bir İslâm Dünyası’nın başsız bırakılmasıdır! Lozan’ın getirdiği; Adalarla Yunan stratejik çemberine alınmış, iktisadî kaynaklardan mahrum bırakılmış, her türlü ünvan ve sıfatı yolunmuş, gayr-i tabii hudutların çizdiği küçük bir Türkiye’dir. “

Yeniden büyük devlet olma imkân ve ümitleri istikametinde yürürken, Lozan’ı değiştirmedikçe “Büyük Türkiye” nin şafağı sökmeyecektir!…







"Mustafa" filmindeki bir kandırmacaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Can Dündar Atatürk'ün Sivil (Mülkî) Rüşdiye'de kendisini döverek kanlar içinde bırakan Kaymak Hafız adlı hocası yüzünden din adamlarına düşman kesildiğini ve daha sonra yaptığı inkılapların psikanalitik temelinin bu olay olduğunu bir masal tadında anlatıyordu filmde.


Ancak ciddi bir yanıltmaca, hatta bubi tuzağı gizlidir burada. Doğrusu şudur:

Kaymak Hafız adlı hoca, belki Hafız olabilir ama asla bir din adamı değildi. Ya neydi? Matematik hocasıydı.

Nitekim Falih Rıfkı Atay'a bakarsak, bir gün aynı zamanda okulun müdür yardımcılığı görevini yürüten Kaymak Hafız adlı matematik hocası, bir arkadaşıyla kavga eden Mustafa'ya "kanlar içinde bırakıncaya kadar" dayak atar. O da bu dayağı bir türlü şerefine yediremediği için okulu terk eder ve Askerî Rüşdiye imtihanlarına girer (Çankaya, s. 9; Babanız Atatürk, s. 18.)

Bir matematik hocası, üstelik de kavga ettiği için bir çocuğu dövüyor ama sözde belgeselimiz, sırf isminde 'Hafız' kelimesi geçti diye, Atatürk'ün o dayak yüzünden din adamlarına diş bilemeye başladığını ima ediyor.

İşte tarih böyle tahrif ediliyor.
Mustafa Armağan
(Zaman, 13.12.2009)





Çemberlitaş Sütunu, Roma'daki Apollon Tapınağı'ndan sökülüp Konstantinopolis'e getirilmiş ve bugünkü yerine dikilmiştir. 1453 yılında İstanbul'un fethinden sonra Fatih'in emriyle 9.bölmesindeki Haç işareti kaldırılmıştır. Osmanlı dönemindek ilk restorasyonu Yavuz Sultan Selim tarafından yapılmıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra İstanbul'un işgal edildiği günlerde, Vezirhan'da bir oda kiralayan rahipler, Çemberlitaş'ın altındaki
bölmeye ulaşmak için gizli bir tünel kazmışlar, deşifre olduktan sonra Mustafa Kemal'in emriyle cezalandırılmışlardır.

Selman Kayabaşı
(Muhafız, Timaş Yayınları,
2009, İstanbul, Sayfa: 258)




Yavuz Donat, önceki gün, Sabah’taki köşesinde azıklıklarla ilgili olarak Atatürk ile İsmet Paşa arasında geçtiği iddia edilen bir hadiseyi yazıyordu.

İsmet Paşa, Türkiye’yi bütün azınlıklardan temizlemek istemiş ama Atatürk bu girişimi son derece şık ve çiçekli bir cevapla engellemişti: Çankaya Köşkü’nün yani Köşk kompleksinde şimdi “Atatürk Müzesi” olarak kullanılan eski binanın bahçesinde lâleler dışında kalan bütün çiçekleri söktürmüş, ertesi gün azınlıklar meselesinin ayrıntılarını görüşmeye gelen İsmet Paşa’ya “Ben de bahçemdeki azınlıkları söküp attım ama bahçe berbad oldu” mesajını vermişti. Sonra,
Ben, ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ sözünü boş yere söylemedim. Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evlâdı. Ben hayatta olduğum sürece, bu böyle bilinsin ve sakın azınlıklarla ilgili bir kanun çıkarılmasın” demişti.

İsmet Paşa, Türkiye’yi azınlıklardan temizleme projesinden Atatürk’ün bu son derece ince mesajından sonra vazgeçmişti.

Yavuz Ağabey, köşesinde işte böyle yazdı ama bu “çiçek” meselesinin aslı çok başkaydı. Sözünü ettiği hadise Atatürk ile İsmet Paşa’nın arasında değil, o tarihten dört asır önce Kanuni Sultan Süleyman ile meşhur sadrazamı Rüstem Paşa’nın arasında geçmiş, üstelik tâââ 1674’te yayınlanmıştı.

Azınlıklar konusunda çiçeklerle örnek verme meselesini dört asır önce detaylarıyla anlatan kişinin ismi, Stephan Gerlach’tı. 1573’te, Avusturya elçisi ile beraber elçilik heyetinin vâizi olarak İstanbul’a gelmiş, tuttuğu günlük 1674’te torunlarından Samuel Gerlach tarafından Frankfurt’ta yayınlanmış, seyahatnamenin Türkis Noyan’ın Türkçe’ye kazandırdığı tam metni de 300 küsur senelik bir gecikmeyle ve “Türkiye Günlüğü” adıyla 2007’de Kitap Yayınevi’nden çıkmıştı.

Olayın aslının bütün detayları, işte, Gerlach’ın sözünü ettiğim bu seyahatnamesinde yazılıydı. Stephan Gerlach, Türkiye’ye Kanuni’nin ölümünden birkaç sene sonra gelmişti. Yazdığına göre, hükümdarla sadrazamı arasında geçen bu hadise o yıllarda bütün İstanbul’da konuşulmaktaydı ve şu şekildeydi:

Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve aynı zamanda damadı olan Rüstem Paşa, bir ara imparatorluktaki bütün gayrımüslimleri ortadan kaldırma hülyasına düşmüş, bu emelinden hükümdara da bahsetmişti. İşin tuhafı, Rüstem Paşa’nın da aslında devşirme ve büyük ihtimalle de Hırvat olmasıydı.

Hükümdar, Paşa’nın söylediklerini dinledikten sonra bahçeden bir çiçek koparmış, Paşa’ya “Bu çiçek güzel mi?” diye sormuş, “Çok güzel hünkârım” cevabını alınca çiçeğin bütün yapraklarını yolmuş ve “Şimdi nasıl?” diye sormuştu. Rüstem Paşa bu defa “Yapraklarıyla beraber çok daha hoştu hünkârım” cevabını vermiş, Kanuni “Devletimin Müslüman olmayan teb’asını ortadan kaldırırsan, memleket işte bu hâle gelir” demiş ve Paşa hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Gerlach’ın yazdıklarının tamamını tarihçi dostum Erhan Afyoncu’nun yarınki sayfasında okuyabilir ve çok eskilerde yaşanmış olaylarla konuşmaları başka zamanlara taşımanın nasıl bir hata olduğunu daha anlaşılır şekilde görebilirsiniz.

Murat Bardakçı
(Habertürk, 27.12.2008)