Articles by "2.Abdülhamid"
2.Abdülhamid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Bugünkü geriliğimizi açıklamak için öfkemizi dilsiz ve savunmasız bırakılmış geçmişin kuyusuna boşaltmak kolayımıza gelir.

Uygarlık trenini kaçırdığımız, Batı’ya kapandığımız, dünyadaki gelişmelere gözlerimizi kapadığımız için bugün karanlıklar içerisinde yaşamak zorunda kaldığımızı söylemek en hoşumuza giden muhabbet mevzularımızdandır. Rahmetli Ayhan Songar acı biber yiyenleri, bedenlerine eza çektirdikleri için Mazoşist ilan etmişti. Biz de nicedir tarihimizin berbatlığını anlata anlata bitiremediğimiz için Mazoşist bir tarih anlayışına kilitlenip kalmış durumdayız.

Çoğumuz bilmeyiz ama denizaltı filomuz, dünya denizaltıcılık tarihiyle yaşıttır. Daha doğrusu, dünyada denizaltı olarak üretilen savaş gemilerinin ilki olmasa bile, ikinci ve üçüncüsünün siparişini biz vermiştik. ‘Dünya teknolojide dev adımlarla ilerlerken Osmanlı uyuyordu’ diyenler kulaklarını açıp okusunlar bu yazıyı.

25 Temmuz 1885′te Londra’dan Osmanlı Bahriye Nezareti’ne bir mektup postaya verilir. Mektubu gönderen kişi, ünlü İsveçli silah üreticisi Nordenfelt’tir. Mektupta Kopenhag yakınlarında, yaptığı denizaltı gemisinin bir dizi “resmî deneyleri”nin gerçekleştirileceği ve Bahriye Nezareti’nden bir görevli bu denemelerde hazır bulunmayı arzu ederse, denemelerin zamanının ona göre ayarlanacağı belirtilmektedir. Denemelerin ağustosun ilk veya ikinci haftasına yetişeceği notu da mektuba eklenmiştir.

Gerçi denemeler ancak ekim ayında yapılabilmiştir ama gerçekten de çok üst düzeyde bir katılım olmuştur: Rus Çarı ve Çariçesi, Danimarka Kral ve Kraliçesi, Galler Prensi ve Prensesi… Japonya’dan Brezilya’ya kadar tam 35 devletin devlet adamlarının veya askerî temsilcilerinin katıldığı denemelerde Osmanlı Devleti’ni eski Berlin Ataşenavalı (deniz ataşesi) Binbaşı Halil Bey temsil etmiştir. Sonuçta “Nordenfelt I” adlı bir numaralı denizaltı savaş gemisi Yunan bahriyesine nasip olmuştur. Halil Bey’in İstanbul’a gönderdiği raporda denizaltı gemisinin şu haliyle yeterli olmadığı, sürati artırılır, gerekli torpidolarla donatılır, satın alan devlet tarafından eksikleri tamamlanırsa, dahası, pek çok tecrübeden geçirildikten sonra uygun hale gelmiş olacağı belirtilmiştir.

Ancak İstanbul’da denizaltılara asıl merak salmış olan kişi, II. Abdülhamid’dir ve Sultan, ne yapıp edip bu yeni icadı Osmanlı donanmasına kazandırmakta kararlıdır. Kararlıdır, çünkü Abdülhamid’in tehdit algılamasına göre, Yunanlıların denizaltı gemisini satın almaları, Osmanlı ticaret ve savaş gemileri için potansiyel bir tehlike anlamına gelmektedir.

Başbakanlık Arşivi’nde bulunan bir İrade-i Seniyye’de hiçbir devlette şimdiye kadar emsali olmayan denizaltı gemisinin Yunanlılarca satın alındığı, buna mukabil, eksikleri giderilmiş ve bir değil, üç torpido atacak cinsten iki denizaltı gemisinin, tanesi 11 bin sterlinden satın alındığı belirtilmektedir. Bu acelenin sebebi olarak Yunanlıların, sırtını dayadığı İngiltere’nin teşvikiyle en kısa sürede Osmanlı İmparatorluğu’na karşı harekete geçeceği gösterilmektedir. Ancak Yunanlılar, Osmanlı kuvvetleriyle karadan başa çıkamayacaklarını bildiklerinden, demektedir Abdülhamid, denizde Sahil, Adalar ve Selanik cihetine gidecek nakliye gemilerimize ve donanmamıza müdahale edip onlara darbe vuracaklardır. Vesika, Abdülhamid’in deniz kuvvetlerine verdiği önemi olduğu kadar teknolojik gelişmelere duyduğu yoğun ilgiyi göstermesi açısından da şaşırtıcıdır.

İlk Türk denizaltısının montajı Taşkızak tersanesinde tamamlandığında tarihler 6 Eylül 1886′yı göstermektedir. 1887 Şubat’ında denize indirilebilen bu ilk denizaltımıza “Abdülhamid” ismi verilmişti. İlk testler Haliç’te gerçekleştirildi. “Abdülhamid”, deniz yüzeyinin hemen altında çalışıyor ve suya tamamiyle batamıyordu ama hızlı ve iyi idare edilmeye müsaitti. Yine de dünyada üretilen ikinci denizaltı gemisi, bekleneni tam olarak verememişti. Bunun üzerine geminin İngiliz mühendisi Garrett apar topar İstanbul’a çağırıldı ve Abdülhamid’in Nordenfelt adlı silah fabrikatörü tarafından aldatılmadığından emin olmak istediği hatırlatıldı. Padişah, kendisinde dünyanın en mükemmel denizaltı torpidobotu olsun arzu etmekteydi.

Ağustos 1887′de tamamlanan ve Ocak 1888′de denize indirilen Abdülmecid adlı ikinci denizaltımız ise Haliç’ten çıkmış, Sarayburnu akıntısını geçtikten sonra İzmit’e götürülmüş, gerek seyir, gerekse dalma ve torpido atma denemelerini başarıyla bitirdikten sonra iş sözleşmenin tamamlanmasına gelmiş. Böylece dünyada ilk torpido atan denizaltı unvanı, iki numaralı denizaltı gemimiz “Abdülmecid”in olmuştur.

Gerçi “Abdülhamid” ve “Abdülmecid” ilk ve öncü olmanın bütün acemilik ve ilkelliklerini de beraberlerinde taşımaktaydılar. İlk torpido fırlatma denemelerinden hasar görmüşlerdi ve derhal bakıma alındılar. Daha sonra da Haliç’e çekildiler. Osmanlı donanmasında bulunmaları bile yeterliydi ve galiba alınmalarındaki asıl amaç da buydu: Yunanistan’a ve onun sırtını dayadığı Rusya ve İngiltere’ye aba altından sopa göstermek.

Tabii yeni bir teknolojik icad her zaman fos çıkma riski taşıdığından, Sultan Abdülhamid, bu ilk iki denizaltı gemimizin 22 bin Sterlin tutan toplam bedelini devletin kesesinden değil, bizzat kendi cebinden ödemiştir. Sözümona denizciliğe düşman bir padişah, neden durup dururken, üstelik kendi cebinden denizaltı yaptırsın ve bunu donanmamıza bağışlasın ve dünyadaki birçok ülkeden önce denizaltı filosu kurma yönünde bir hareketi başlatmış olsun?

Denizaltıcılığımızın babasının, denizciliğe önem vermediği ve donanmamızı Haliç’te çürümeye terk ettiği için önüne gelenin suçladığı II. Abdülhamid olması, bazılarının yüzünü kızartmalı ama nerde?

Kaynak: Mustafa Armağan



Hal edilmesinin hemen ardından Sultân, kasden bir yahûdî muhiti olan Selanik'e gönderilip orada zengin bir yahûdî aile olan Alâtîn-i Biraderler'in köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile reva görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün aile efradı günlerce aç bırakıldı. "Emlâk-i şahane"si millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alındı.

Hareket Ordusu, İstanbul'a geldiğinde Pâdişâh'ın tahttan indirilmesini mutaakıben Yıldız Sarayı'nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile "orduya hediye" (!) adı altında adetâ büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yıl sonra Sultân Vahidüddîn merhumun talimatı ile yapılan tahkikatta ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır. Yağmagir ve hırsızların listesi, Hareket Ordusu Mahmud Şevket Paşa'dan başlayarak en küçük zabite kadar kocaman bir liste teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hıyanetin hesabını sormak -maalesef- mümkün olmamıştır.

Sultân Abdülhamîd Han'ı bertaraf eden İttihat ve Terakki erkânı ülkeyi cahilane bir surette idare etmeye başladı. Yumuşak huylu pâdişâh Sultân Reşâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.

İttihat ve Terakki hükümetinin gaflet ve cehaletleri, birçok acı felâketlere sebep oldu. Trablusgarb'daki mahallî mukavemet devam ederken Balkan Harbi çıktı. Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın sür'atle ilerlemesi karşısında Selânik'i tehlikede gören ittihat ve Terakkî hükümeti, Sultân Abdülhamîd'i oradan İstanbul'a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultân Abdülhamîd, ne sebeple İstanbul'a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selanik'e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâhın dış dünyâ ile yıllardan ben bütün alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:

"-Galiba siz kiliseler mes'elesini hallettiniz!.." diye hicranla haykırdı.

Ardından bunu kendisine haber veren Râsim Bey'e büyük bir öfke ile:

"Rasim Bey! Râsim Bey!.. Selanik demek, İstanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdâd kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terkederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdâd bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Biraderim Hazretleri, buranın tahliyesine razı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben razı değilim!... Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlâdlarımla beraber Selânik'i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim..."dedi. Fakat kendisine Sultân Reşâd'ın selâmı ve ricası iletilince, bir Osmanlı hanedanı mensubu olmanın mes'ûliyeti ile Pâdişâh'ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak İstanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.

Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asıl sebebi, kiliseler mes'elesinin halledilmiş olmasıydı.

Oysa Abdülhamîd Han, İstanbul'da Balat'taki Rum Ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla aynı hukuka sahib "erksahlık" adıyla Bulgar kilise riyasetini te'sis etmişti. Patrikhane demek olan bu müessesenin binasını da, bir gecede monte ettirmişti.

Bu surette Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd'in bu siyâsi manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bu bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar'ın müştereken oturdukları yerlerde kavga başladı.

Gafil İttihatçılar, iş başına gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar'ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükümet kuvvetlerini kullanarak o tarafa feslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasıyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.

Bu surette kiliseler kavgası hitâma erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplılar'ı da yanlarına alarak Balkan Harbi' ni başlattılar.

İttihat ve Terakkî hükümetlerinin cehalet ve hıyanetleri saymakla bitmez... Sultân Abdülhamîd Han'ın artık yahûdi güdümüne girmiş bulunan İngiliz siyâsetine karşı Almanlar'ı tahrîk etmesinin mâhiyyetini anlayamayan ittihatçılar, Balkan Harbi'ni mutaakıben ortaya çıkan 1. Cihan Harbi'ne de Almanlar'ın yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir yahûdî emr-i vâkîsi ile...

İttihatçılar, düşman tazyîkından kaçıyormuş gibi yaparak Çanakkale Boğazı'ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zırhlısını güya onları satın alıyorlarmış gibi göstererek müttefiklerin protestolarından kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandanı Amiral Şuşon yahûdî asıllı idi. Hususî bir talimatla hareket ediyordu. Gemi efradının İstanbul'da sıkıldığını söyleyerek Karadeniz'e açılmak müsaadesi istedi. Artık Osmanlı bayrağı çekmiş olan bu gemilere bir Türk kumandan tâyin edilmemişti. Amiral Şuşon, Karadeniz'de bir Rus nakliye gemine taarruz ederek Osmanlı Devleti'ni bu emr-i vâki ile harbe soktuğu zaman, bundan, Enver Paşa dışında hükümet erkanından hiç kimsenin haberi yoktu.

Henüz Balkan Harbi faciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar'ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti'nin hazırlıksız bir surette harbe dahil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.

Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultân Abdülhamîd'i demekle hatâ ettiklerini nihayet anlayabilen ittihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı'nda ikâmet etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmiş) Pâdişâh'ı ziyaret edip fikrini sordular. O koca Sultân, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar'ın sömürgelerini sordu. Tâbi Almanlar'ın sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultân keder dolu bir hüzünle:

"-Şu hesabı da mı yapamadınız?!. Hiç İngiltere'ye karşı Almanlar'ın yanınla harbe girilir miydi? Ben Almanlar'ın İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye birşey düşünmedlim. Şimdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!.." dedi.

İkisi de nemli gözlerle sarayı terkederken:

"-Bizler böyle bir sultanın kıymetini takdir edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!.." diyorlardı.

*

Çanakkale Harbi esnasında düşman donanmasının Marmara Denizi'ni geçebileceği endişesi ile tedbir olarak padişah ve hükümetin Eskişehir'e nakli kararlaştırılmıştı. Abdülhamîd Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesaret ve şecâatle redderek:

"-Ben Fâtih Sultan Mehmed Han'ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin'den aşağı kalamam! Dedem Fâtih İstanbul'u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Biraderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükümet, İstanbul'dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı'ndan ayağımı dışarıya atmam!" dedi.

Nitekim O'nun bu kararlılığı karşısında pâdişâh ve hükümet İstanbul'da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.

Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamîd Han, yetmiş yedi yaşında 10 Şubat 1918'de rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Mekânı cennet olsun!.. Rahmetullâhi Aleyh..

*

Ulu Hakan, 1918'de vefat ettiği zaman bütün mağdur ve mazlum millet yas bağlamış, bütün İstanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O'nu dîvân yolundaki türbesine defnederek Âhıret'e yolcu ederlerken bazıları:

"Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek ağıt yakmışlardır.

Kendisine karşı en çirkin ve şiddetli muhalefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan faciaların îkâzıyla uyanarak nedamet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan biri olan filozof Rızâ Tevfîk'in de kulaktan kulağa yayılıp meşhur olmuş bulunan Abdülhamîd-i Sânî'nin Rûhâniyetinden İstimdâd isimli şi'rini dikkatlerinize sunalım:

Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?
Feryadım varır mı bârigâhına?..
Târihler adını andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan;
Asrın en siyâsî Pâdişâhına!..
Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik;
İhtilâle kıyam etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik;
Çalıştık fitnenin intibahına...
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz;
Sâde deli değil, edebsizmişiz;
Tükürdük atalar kıblegâhına!..

Nadimlerden biri olan Süleyman Nazif de nedamet hislerini şöyle ifâde eder:

Kaç zamandır gelmemişken yâda biz;
İşte geldik Sen'den istimdada biz;
Hasret olduk eski istibdada biz!..

*

Filistin'in ilk mazlumu Abdülhamîd Han'dır. Çünkü hal'i O'nun Filistin mes'elesinde yahûdî Teodor Hertzel'e mukavemeti sebebiyle gerçekleşmiştir.

Vefatı ile bütün İslâm âlemi adetâ yetim kalmıştır. Çünkü gerçek manâsıyla hilâfeti ayakta tutan O idi. Kendisinden sonra -askerî gaileler sebebiyle- bir daha bu dirayeti göstermek mümkün olmamıştır. Gerçekten Sultân Abdülhamîd, 1900 yılında Çin'de milliyetçi bir grup tarafından Alman büyükelçisi Kettler katledilip büyük bir batı aleyhtarı hareket başlayınca, "Boxer İsyanı" denilen bu hâdise dolayısı ile Wilhem'in kendisinden yardım istemesini bahane ederek oraya bir "nasîhat hey'eti" göndermiş ve Pekin'de uzun müddet faaliyet gösterecek olan "Hamidiyye Üniversitesi" adıyla bir dînî tedris müessesesi kurmuştur.

Yine Japonya'ya, tarihimizde "Ertuğrul Faciası" diye bilinen bir ilmî hey'et gönderip İslâm'ı oralara kadar yaymak ve hilâfet nüfuzunu âlem-şumül bir duruma getirmek yolunda yürüyen Sultân Abdülhamîd'in şu İslamcı siyâsetinin şümul ve kuvvetini anlayabilmek için, Medîne-i Münevvere'ye kadar döşetmiş olduğu demiryolu hattının, devlet kesesinden bir kuruş çıkmadan sırf dünyâ müslümanlarının yardımlarıyla gerçekleşmiş bulunduğunu hatırlamak kâfidir.
Sultân Abdülhamîd, o ileri görüşlü insandı ki, Amerika'da horlanan zencilerin maruz kaldıkları zulümlerden istifâde ile onları İslâm'a çekmek maksadıyla oraya propagandacılar gönderdiği ve bugünkü zenci-müslüman varlığının teşekkülüne âmil olduğu da bir gerçektir.

Oturduğu yerden dünyâyı fotoğraflarla tâkib eden ve bundan dolayı bugün kendisinden üç binden ziyâde albüm kalmış bulunan Sultân Abdülhamîd, zamanında dünyâdaki bütün gelişmeleri harfiyyen tâkib etmekteydi. Meselâ 1904 Rus-Japon harbinde dünyâda hiçbir Allah kulu Japonlar'ın galip geleceğine ihtimal vermezken O, uzak şarka gitmek üzere boğazdan geçen Rus gemilerinin, Sadrazam'ına geri dönmeyeceklerini söylemiştir. Hattâ bu harbi meşhur Pertev Paşa vasıtasıyla günü gününe tâkib ederek Ruslar'ın Japonlar'a mağlûb olmasının kendi devleti hesabına kazançlı neticelerini devşirmekten geri kalmamıştır.

Son söz olarak şu hususu belirtmeliyiz ki, Sultân Abdülhamîd, O'nun mübarek şahsiyeti, siyâsetinin incelikleri ve zamanının dahilî ve haricî gaileleri böyle makale hacimli yazılara sığmaz... O umûm milletin müstehak olduğu musibetleri bertaraf için bir beşer takatinden umulmayacak derecede gayret gösterdiği hâlde, netice şerirlerin galebesi suretinde tahakkuk etmişse, bunu kader perspektifinden bakmadıkça anlamak mümkün değildir. Böyle bir dirayet içinse, kendisinin şu sözünü okuyucularımıza yardımcı olabileceği düşüncesiyle zikrederek yazımıza nihayet verelim:

O, Hareket Ordusu'na karşı hareketsiz kaldığı yolundaki tenkıdlere cevaben buyurmuştur ki:

"-0 güruhun önünde Hızır -aley-hisselâm-'ı görmesem, böyle yapmazdım!.."

Abdülhamîd Han'ın dindarlığı, hizmetleri, merhameti, zekâsı ve kabiliyeti destanlıktır. O'nun ihlâsını şu hâtıra ne güzel ifâde eder:

Sultan Abdülhamîd Han, âcil bir iş zuhur edince, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Es'ad Bey, hatıratında şöyle demektedir:

"Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzası için Sultân'ın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. "Acaba Sultân'a emr-i Hakk mı vâkî oldu?" diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açılarak Sultân, elinde bîr havlu ile kapıda göründü. Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:

"Evlâd! Bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyanmıştım, ancak abdest aldığım için geciktim; kusura bakma!. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imza atmadım... Getir imzâlıyayım!.." dedi.

Ve "besmele" çekerek evrakı imzaladı."

Hattâ zevcesi, Abdülhamîd Han'ın bu husûsiyetiyle alâkalı olarak, O'nun yatağının başında dâima temiz bir tuğla bulundurduğunu ve bununla yataktan kalktığında çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm aldığını, sebebini sorduğunda da kendisine:

"Bunca müslümanlarm halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." dediğini nakleder.


Mâbeyn kâtiplerinden Abdülhamîd Han bağlılarından olmayan birisi de hatıratında şu câlib-i dikkat hâdiseyi anlatır:

"Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektub, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertibleyip huzura çıkmak üzere iken bir telgraf geldi. İstanbul Lâleli Postahanesi me'mûrlarından birinin Hünkâr'a çektiği bir telgraftı bu:

Bîçâre me'mur, karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların ikâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şahaneye sığındığını, bildiriyordu.

Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-ı şahaneye vereceğim listenin içerisine almadım.

Ancak huzurda, Pâdişâh âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:

"-Başka birşey var mı?"

"-Kayda değer birşey yok efendim!" dediysem de Sultân'ın ısrarla suâlini tekrarladı ve:

"-Sen kayda değer saymadığını da söyle!" dedi.

Bunun özerine malum telgraftan bahsettim. Arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek talimat verdi:

"-Hemen getiriniz!"

Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdi. Sultân, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine daha saray doktorunu çağırtarak bana dündü:

"Derhal beraberce Lâleli'ye gidiniz"! doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdâheleyi yaptırınız!" diye ferman buyurdu.

Sultân'ın bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine gittik. Vazifemiz yerine getirip hastaneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi farkeden Sultân, perdeyi araladı ve eliyle "gelin" diye işaret etti.. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve dua ile meşgul olmuştu.

Hemen huzuruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:

"-Sultânım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretten ile hasta kurtuldu elhamdülillah.. Bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Adını da Abdülhamîd koydular. Sabaha kadar golfları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine dua ettiler..."

Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir "elhamdülillah" dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki rek'at namaz kıldı.

Osmanlı Devleti'nin 620 senelik şan ve şeref dolu târihini şâir ne güzel hulâsa eder:

KİMDİM?

A'sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?
Bir başka denizdim, kürenin rub'u benimdi!..
Mermiler, alevler beni bir kal'a sanırdı,
Efserlerin enkazı uçar, dalgalanırdı...
Cevval atımın kanlı, kıvılcımlı izinde,
Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde.
Çarpardı göğün kalbi hilâlin avucunda
Titrerdi yerin tâlii mermimin ucunda...
A'sâr elimin çizdiği mecradan akardı,
Üç kıt'ada mağrur atımın izleri vardı...
Fevkinde uçarken o neşîbin, bu firâzın
En şanlı hükümdâr-ı buruşanına arzın
Tek bir nazarım berk-ı inayetti, keremdi
İklîli hediyyemdi, ekaalîmi hibemdi...
.........
Dünyâ bilir iclâlimi, "ben böyle değildim!"

"Ben altı asırdan beri bir defa eğildim!.."




Kimi İslam ülkelerindeki hareketlilikler uzmanların dilini sonunda çözmüş görünüyor. Yerlisi yabancısı aynı şeyi vurguluyor: Bu olaylar, Osmanlı'nın arkasında bıraktığı büyük boşluğun hâlâ doldurulamadığını gösteriyor.

Peki Osmanlı Devleti 90 küsur yıl önce tarih sahnesine veda etmemiş miydi? 21. yüzyılda hâlâ Osmanlı'nın tasfiyesinden nasıl söz edilebilir? Yoksa bir hayalet midir karşımıza ikide bir çıkan?

Çağdaş Fransız filozofu Jacques Derrida'nın sözünü ettiği türden bir hayalet belki. Filmlerden biliyoruz: Cenazesi kurallara uygun defnedilmemişse ölünün ruhu vârislerine musallat olur. Ta ki usulüne uygun olarak defnedilinceye ve rahatsızlık duyduğu unsur ortadan kaldırılıncaya kadar.

Osmanlı'nın hayaleti de benzer bir sıkıntı içerisinde olmalı ki, terk ettiği evin çeşitli odalarında sık sık karşımıza çıkmakta.

En iyisi, siz 'İslam'da hayalet var mı?' sorusunu sormadan ben asıl konuma geçeyim. Size anlatacağım, Osmanlı'ya ihanet etmiş bir ailenin, son kalıntısı Ürdün'de yaşayan Haşimîlerin başında esen lanet fırtınası.

1916 yılında Arap isyanını, yakınlarda Suudiler tarafından yıktırılan Ecyad Kalesi'ne ilk kurşunu sıkarak başlatan Mekke Şerifi Hüseyin'in oğlu Kral Abdullah'ın hatıratında Sultan II. Abdülhamid'i şu çarpıcı satırlarla anması ilginç olmanın ötesinde çarpıcıdır:

"Bence Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra meydana gelen olaylar, Kufe ve Mısırlıların Hz. Osman'a yaptıklarından sonra meydana gelenlere benzer. Hz. Osman nasıl fitneyle Müslümanlar arasındaki sınır idiyse, Abdülhamid de bu çağda insanlarla fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı." (Çeviren: Halit Özkan, Klasik: 2006, s. 19).

Sultan Abdülhamid'in tarih karşısında acımasız bir şekilde haklı çıkmasındaki inceliğe bir başka yazımızda değiniriz. Biz şimdi Osmanlı'nın yıkılmasından sonraki 30 yılda Haşimî sülalesinin başında esen lanet fırtınasına gelelim.

Abdülhamid'in gözünün tutmadığı adamlardan biriydi Şerif Hüseyin. Onu ailesiyle birlikte İstanbul'a getirip Boğaz'da bir yalıda gözaltına aldırır. İttihatçılar ise Abdülhamid'in "ak" dediğine "kara" demeyi marifet bildiklerinden onu serbest bırakırlar. Hüseyin de Hicaz'a döner ve İngilizlerle anlaşarak Arap isyanının pimini çeker.

İngilizler onu sözde Büyük Arap Krallığı'nın başına geçireceklerdir. Casus Lawrence de danışmanı olacaktır. Güya artık Arap dünyasında Osmanlı'nın değil, Arapların ve tabii Haşimîlerin sözü geçecektir. Siz öyle sanın. İngiliz oyununun kaç perde sürdüğünü bilmeyen Şerif Hüseyin, sadece Hicaz bölgesine Kral yapılır ama tahtı garantide değildir. İngilizler onu çoktan gözden çıkarıp Suud ailesiyle anlaşmışlardır. Nitekim Eylül 1924'te Abdülaziz b. Suud'un develerle hücumu üzerine krallığını oğlu Ali'ye devretmek zorunda kalacaktır. (1958'de parçalanarak öldürülecek olan Ali'nin oğlu Abdülilah bu defa Irak'ta karşımıza çıkacaktır) Ali'nin krallığı da ancak bir yıl sürecek, sonra Hicaz-Necid bölgesi Suudîlere teslim edilecektir.

Muazzam Arap Krallığı'nın başına getirildiğini zanneden Şerif Hüseyin ise uyandığında soluğu Kıbrıs'ta almıştır. Çocukluğunda bayramlarda babasıyla birlikte Şerif'i ziyaret ettiğini anlatan Rauf Denktaş, emekli kralın kendilerini görür görmez Osmanlı'yı hatırladığını ve "Ah ben Osmanlı'ya nasıl ihanet ettim? Şimdi ihanetimin cezasını çekiyorum" diye iki gözü iki çeşme ağladığını anlatır. Nitekim 1931'de Amman'da ölürken bin pişmandır. (Ziyaret ettiği Yemen'de Osmanlı marşlarıyla karşılanmasına ise tarihin istihzası demek gerekiyor.)

Ancak Şerif Hüseyin'in Osmanlı'ya ihanetinin laneti kendisiyle sınırlı kalmayacak, oğullarına, hatta torunlarına da bir hastalık gibi geçecektir.

Oğullarından Faysal önce Suriye Kralı yapılmıştı. Ancak Fransızlar istemeyince İngilizler tarafından mecburen Irak kralı ilan edildi. Tabii İngiliz danışmanlarla birlikte. Ne var ki, Faysal'ın mutluluğu da uzun sürmeyecekti. Devasız bir hastalığa tutulacak ve bir mum gibi eriyerek babasından 2 yıl sonra ölecektir.

Yerine oğlu Gazi'yi kral ilan ettiler. Ancak Gazi İngilizlerin ülkesinin kaynaklarını nasıl soyduğunu görmüş ve Türk yanlısı bir politika izlemeye kalkmıştı. Tabii cezasını çok geçmeden görecek, Bağdat'ta bomboş bir yolda giderken otomobili bir direğe toslayacak ve hayatını kaybedecekti. (1939)

İngilizler onun yerine çocuk yaştaki oğlunu II. Faysal adıyla tahta geçirdiler. Amca oğlu Abdülilah da onun "nâib"i yapıldı. İkisi birlikte Irak'ta yapmadıkları rezalet bırakmayınca 1958'deki halk ayaklanmasında parçalanarak öldürüldüler.

Şerif Hüseyin'in öbür oğlu Abdullah'ın nasibine ise Ürdün düşmüştü. Önce Emir, sonra kral oldu. Hatıratını yazacak kadar uzun yaşadığına bakılırsa en şanslıları sayılabilir. Ne var ki, o da İsrail'in kurulmasından 3 yıl sonra bir Filistinli tarafından öldürülecektir. İşin garibi, Şerif Hüseyin'in Zeyd adlı oğlu, kendisine münhal (boş) bir taht bulunamadığı için en uzun ömürlüleri olmuş ve 1970'te eceliyle ölmüştür.

Baba, tahtını kaybedip sürgüne gönderiliyor. Bir oğlu hastalıktan, diğeri suikastta ölüyor, üçüncüsü tahtını kaybedip köşesine çekiliyor. Torunlarından ikisi parçalanarak öldürülüyor, biri de sözde trafik kazasına kurban gidiyor.

Osmanlı'ya ihanet eden bir ailenin 30 yıl içinde ne hale geldiğinin ibretlik hikâyesi böyle.


Az kalsın casus Lawrence'i unutuyorduk. O da görevini yaptıktan sonra gözden düşmüştü. Londra'da unutulmuş biri olarak yaşarken 1935 yılında bir motosiklet kazasında ölmüştü.

Böylece lanet halkası tamamlanmış oluyor. Şimdilerde Başbakan David Cameron'un, vaktiyle işlediği suçlardan dolayı dünyadan özür dilemek zorunda kaldığı emperyalist İngiltere'nin "kullan, at" çarkı bütün acımasızlık ve kusursuzluğuyla işlemiş görünüyor.

Öte yandan Kral Abdullah'ın feryadı hâlâ kulaklarda çınlamaya devam ediyor:

"Eğer Arap isyanının bu şekilde sona ereceğini bilseydik hiçbir şekilde Osmanlı'ya isyana kalkışmazdık."

Mısırlı Dr. Fehmi Şinnavi ise o gür sesiyle şöyle haykırıyor:

"Günümüz Arap zirvelerinde temel mesele, İsrail'e ne kadar boyun eğileceği. Eğer Osmanlı'ya bunun binde biri kadar boyun eğebilseydik, şimdiye kadar elimize geçenlerin milyon katını kazanırdık."

Mustafa Armağan



Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nden bir belgede
Sapanca Gölü ile Sakarya nehrinin bir kanalla nasıl birleştirileceği
böyle resmedilmiş. (Yedikıta, Şubat 2010).


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 27 Nisan'da İstanbul Boğazı'na bir kardeş geleceğini müjdeleyince ortalık karıştı.

Mimar ve mühendisler, sabahlara kadar televizyonlarda konuşuyor, siyasetçiler tutarlı tutarsız görüşler beyan ediyor, Silivri'deki arsa fiyatlarının daha şimdiden ikiye katlandığı haberleri basını günlerdir meşgul ediyor. Bu arada tarih yazarlarına epeyce malzeme çıktığını görüyoruz.

Tarihî sürece birazdan geleceğim. Ancak dikkatimi çeken iki hususa değinmeden geçmek istemiyorum.

Başbakan, açıklamayı neden 27 Nisan tarihinde yaptı?


İlk akla gelen sebep, 27 Nisan muhtırasının yıldönümünde yapıldı, çünkü darbecilere bir mesaj vermek istedi. Olabilir. Ancak benim bildiğim başka bir gerekçe var: Başbakan, 27 Nisan'da darbe heveslilerine düz bir cevap vermekle kalmadı, aynı zamanda onların tarihteki atalarına da bir cevap vermiş oldu.

Siz bunu merak ededurun, ben kanalların tarihine bir yolculuğa çıkaracağım sizi. Cevap, yazının sonunda...

Osmanlı Devleti'nde tabii ki çok sayıda 'çılgın' projeye imza atılmıştı. Bunların bir kısmı gerçekleşti, diğerleriyse arşivlerde ve kitaplarda kaldı.

Mimar Sinan'ın, Kanuni'nin emriyle İstanbul'a su getirmek üzere dağları kazdırması, vadilere su kemerleri yaptırması, bunlardan sadece biridir. Mağlova Kemeri'ni incelemek bile bu büyük projenin kapsamı hakkında fikir verebilir.

Osmanlı Devleti, tıpkı Roma gibi Karadeniz'e İzmit Körfezi-Sapanca Gölü ve Sakarya nehri üzerinden çıkmayı planlamış,
böylece şimdi Avrupa yakasında oluşacak "ada"yı Anadolu yakasında gerçekleştirmeyi düşünmüştü.

Gördüğünüz gibi, tarih boyunca Marmara'dan Karadeniz'e yeni bir boğaz açma çalışmaları hiç durmamış. Umarız bu sefer başarıya ulaşır.

Şimdi başta yarım bıraktığımız noktaya geri dönelim. Başbakan bu 'çılgın proje'yi neden 27 Nisan günü açıkladı?  

Benim değerlendirmem şöyle: 27 Nisan, II. Abdülhamid'in tahttan indirildiği gündür. Dolayısıyla Başbakan, projesini tam da o gün açıklayacağını ilan ederek Sultan Abdülhamid'i kucakladığını ve onun şahsında büyük Osmanlı vizyonunu sahiplendiğini göstermek istemiştir. Nitekim muhtıranın da 27 Nisan'da verilmesinin Abdülhamid'le tersinden bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Cevap, "cuk" diye oturmuştur.

Ayrıca Başbakan Erdoğan'ın konuşmasındaki 'Biz atalarımızın düşündüklerini gerçekleştiriyoruz' vurgusu bence çok yerindeydi. Cumhuriyet'in başından beri söylenegelen "Biz Osmanlı'dan koptuk, artık yeni bir devletiz" tezine açık bir meydan okuma var burada. Başbakan'ın sık sık dile getirdiği "Yüz yıllık hasret bitiyor" sözleri "Osmanlı geri geliyor"un bir başka söylenişidir bence.

Açıklama tarihi olarak 27 Nisan'ın seçimi ve "Yüz yıllık hasret bitiyor" sözünü yan yana getirdiğinizde, asıl çılgın projenin Osmanlı'yı geri getirmek olduğunu söylemek çok mu aceleci bir yorum olur dersiniz?

Mustafa Armağan
(Zaman, 01.05.2011)




Hakkında en çok yazı yazılan Osmanlı sultanlarından biridir İkinci Abdülhamid Han. Kaynaksız mesnedsiz yazılanlar o kadar çok bulandırmaktadır ki meydanı, gerçekler apaçık dururken dahi bazı insanlar şüphe içindedir… Bir de sultana marangozluk ve Şark Tezyinî Sanatları dersi veren Mehmed Yusuf Bey’in anlattıklarına bakalım; zira bir insanı tanımak için ona yakın olmalıdır…


Mehmed Yusuf Bey, Sultan İkinci Abdülhamid Han’a marangozluk ve Şark Tezyinî Sanatları dersi vermiş ve saray marangozhanesinde çalışmıştı. Aynı zamanda Mekteb-i Sanâyi-i Şahane Fenn-i Mimârî-i Arab ve Resim Muallimi’ydi. 16 Rebiulevvel 1312 (16/09/1894) tarihinde Mısır’a Mekteb-i Sanayi’de “tarz-ı mimârî-i Arabî (Arap Mimarî Tarzı)” tahsil etmek üzere gönderilmiştir. Şahadetnamesini alarak İstanbul’a dönen Mehmed Yusuf Bey, Sanayi Madalyası ihsanıyla taltif edilmiştir.

İstanbul’a döndükten sonra padişahın dikkatini çekmiş ve saray marangozhanesinde bizzat padişaha ders vermiştir. Bunun yanında da Mekteb-i Sanayi’de Tarz-ı Mimarî-i Arabî muallimliğine devam etmiştir. Buraya tayini tarihini tam olarak tespit edemediysek de kendisiyle alakalı, elimizdeki en eski vesika 20.07.1896’yı göstermektedir. Mehmed Yusuf Bey çok defalar padişah tarafından nişan ve madalyalarla taltif edilmiştir. Bunlardan bazıları şöyledir: Beşinci rütbeden Nişan-ı Mecidi (09 Safer 1314-27.07.1896); dördüncü rütbeden Sanayi Madalyası (04 Cemaziyelevvel 1314-11.10.1896); dördüncü rütbeden Osmanî Nişanı (20 Rebiulevvel 1318-17.07.1900).

Osmanlı Arşivi’nde yer alan vesikalardan Mehmed Yusuf Bey’in Osmanlı mimarisinin pek çok sahasında ve müzeler ile eski eserler üzerinde çalışmalar yaptığını öğrenmekteyiz.

Bu makalemizde maksadımız Mehmed Yusuf Bey’in mimarî sanatındaki yerinden ziyade sultanla ilgili birkaç hatırasını kaydetmek olduğu için bu hususun daha sonra geniş bir makalede ele alınmasını temenni ediyoruz.

Mekteb-i Sanâyi-i Şahane Fenn-i Mimârî-i Arab ve Resim Muallimi Mehmed Yusuf” mühür ve imzasıyla Evkaf Nezareti’ne yaptığı bir müracaat vesikasında şöyle denmektedir: “Fenn-i Mimârî-i Osmanî’ye dair tarifleri ve hususiyetleri ile ilgili çalışmakta olduğum eserin daha güzel olabilmesi için camilerdeki ve diğer hayır eserlerindeki süsleme, tezyinat ve mimari işlerinin resimlerini almak için müsaade olunması…” (17 Zilkade 1322-23.01.1905)

Yusuf Bey, soyadı kanunu ile Akyurt soyadını almıştır. Konya’da Eski Eserler (Âsâr-ı Atîka) Müzesi Müdürlüğü de yapmıştır. Sanat ve mimari sahasında çok sayıda eseri vardır.

“Sultan, Çok Nazik ve Soğukkanlı Bir İnsandı”
Yusuf Bey’in padişahla ilk karşılaşması gayet ilginç bir hadise ile olmuştu. Şöyle ki; Sultan Abdülhamid Han’a Mısır’dan gelen kıymetli bir koltuk takımının konulduğu odada, birkaç perde ve eşya eksikmiş. Vaktin Ticaret Nazırı, Marangoz Muallimi Yusuf Bey’i yapılacak işlerin ve perdelerin ölçülerini ve örneklerini alması için saraya göndermiş. Yusuf Bey saraya gitmiş ve kendi anlattığına göre Dârüssaade Ağası kendisini eşyaların bulunduğu odaya götürmüş. Yusuf Bey eşyalar ve ölçme işleriyle meşgul olurken Dârüssaâde Ağası bir ara dışarı çıkmış. Fakat hayli zaman geçmesine rağmen kimse gelmemiş. Yusuf Bey bununla alakalı hatırasına şöyle devam ediyor:

“Ben işimi bitirdim. Epey meşgul oldum. Çeyrek saat kadar da bekledim. Bu arada küçük abdestim beni sıkıştırıyordu. 45 dakika geçti. Yine kimse yoktu. Etrafa bakındım, abdest ihtiyacımı giderecek bir yer yoktu. Yavaşça kapıyı açtım ve uzun ve geniş koridora çıktım. Abdesthane aradım, bulamadım. Sıradan bir kapıya vurdum. İçeriden bir ses:
‘Geliniz!..’ dedi.

Kapıyı açtım. Birisi oturuyordu. Ona:
‘Efendim, Dârüssaâde Ağası ile geldim. O beni odada bırakıp gitti. Henüz dönmedi, dışarıya çıkacağım, kapıyı bulamadım.’ dedim.
O zat tatlı bir sesle:
‘Oğlum!..’ dedi. ‘Koridordan sola yürü, sağdan üçüncü kapı, seni bahçeye çıkarır.’
Ve öyle de yaptım. Bahçeye çıktım. Sıkışık vaziyette yer arıyordum. Derken Dârüssaade Ağası göründü. Korku ile karışık müthiş bir heyecanla sordu:
‘Neye çıktın, nasıl çıktın?’

Anlattım. Meğer bana kapıyı gösteren Şevket-meâb Efendimiz Sultan Abdülhamid-i Sânî Hazretleri imiş. Onun fevkalade vehimli ve korkak olduğunu söylerlerdi; ben çok nazik ve soğukkanlı bir insan görmüştüm.

Padişahın Ayağına Basıyor
“Saraydan bir oda boşaltılmış, marangozhane haline getirilmişti. Sultan Abdülhamid burada çalışırdı. İlk buluştuğumuz gün bir şey göstermek için yanına sokulmuştum. Heyecandan ve mahcupluktan olacak sultanın ayağının ucuna basmıştım. Yanında bulunanlar kolumdan çeker gibi yaptılar, bakışlarıyla beni korkutmak istiyorlardı. Sultan Abdülhamid bakışlarını bunların üstünde gezdirdikten sonra konuştu:
‘Çocuğu korkutmayın öyle! Ne var, insanlık hali bu. Elbette ayağa da basılır.’

Padişahın Hakşinaslığı
“Sultan Abdülhamid’e sunulan arzuhaller gümüş bir tepsi içine konularak çalışma odasında takdim edilir, tetkikleri bitmeyen arzuhaller yine bir tepsi ile dolaba konur, ertesi gün tekrar kendisine sunulurdu. Bu dolap marangozhane yapılan odada kalmış. Sultan Abdülhamid, ben bir işle meşgulken bu dolabın altından ucu çıkmış bir kâğıdı ileri ittirmeye çalışıyordu. Bir defa vurdu, kâğıt gitmedi. Bir daha itince kâğıt ortaya fırlayıverdi. Eğildi, aldı. Bu kâğıt Dâhiliye Nazırı tarafından 11 ay evvel haksız olarak azledilen bir mutasarrıfın istidası imiş. Gümüş tepsiden nasılsa dolabın arkasına düşmüş. Bunun için de muamelesi gecikmiş.

Padişah Mabeyn başkâtibini çağırdı ve şu emri verdi:
‘Dahiliye Nazırı’na yazınız, bu adamı bir mutasarrıflığa tayin etsin!’
Aynı zamanda sultanın elinde olmayan bir sebepten işi geciktiği için, mutasarrıfa, yüksek bir ihsan da emredilmişti.”
Alıntı: http://gizlenentarihimiz.blogspot.com/2011/05/sultann-ustas.html
Kaynaklar: BOA, İ.TAL., 61/1312/Ra-089; 101/1314/S-046; 105/1314/CA-014; İ.TL., 217/1318/Ra-064; Y.A.RES., 129/69; Altuncuoğlu, “Abdülhamid’e Ait Fıkralar”, Büyük Doğu, 10 Nisan 1959, S. 6, s. 15; Dr. Erdoğan Erol, M. Yusuf Akyurt, Ankara 2010.




 “Abdülhamid devrinin her 24 saati bin muammayla doludur.” 1930’larda sıkı bir Abdülhamid düşmanı iken 1960’larda tam tersine koyu bir Abdülhamid hayranı olarak karşımıza çıkan yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun bu cümlesi beni çok düşündürmüştür.
Her 24 saatine binbir muammayı doldurmuş bu karmaşık iktidar döneminin kıvrımları arasında saklanmış nice olay ve çehrenin gerçek yüzü, ağır ağır aydınlanmakta.
Anlatacağım olay da, bizzat Mustafa Kemal tarafından en az iki defa dillendirildiği halde, Atatürk’ün resmi biyografilerinde ya geçiştirilmiş yahut da yazıldığı halde dikiz aynamıza bir türlü girememiştir. Bugün vefatının 90. yılında Sultan II. Abdülhamid’i rahmetle anarken, onun “muamma”larından birini daha büyüteç altına alıyoruz.

21 Ekim 1904’te, 24 yaşında Harp Akademisi’nden kurmay yüzbaşı olarak mezun olan Mustafa Kemal, birkaç ay kadar tayinini bekleyecekti. Bir süre sınıf arkadaşı Ali Cebesoyların Kuzguncuk’taki yalısında misafir kalmış, daha sonra yine tayin bekleyen birkaç arkadaşıyla birlikte Beyazıt-Gedikpaşa civarında bir Ermeni’nin apartman dairesini kiralamışlardı. Burada toplanıp
memleket sorunlarını görüşürken, kurtuluş için Meşrutiyet yönetiminin geri getirilmesinin şart olduğu, bunun için de ordunun Saray’ı sıkıştırması gerektiği üzerinde görüş birliğine varmışlardı. Bu amaçla her biri atanacakları yerlerde birer örgüt kuracak, sonra da şubeleri birleştirip hükümet üzerinde baskı kuracaklardı.
Ne var ki, Abdülhamid’in meşhur hafiye örgütünün içlerine sızacağını hesaplayamayacak kadar toydular o sırada.
Toplantılar olanca hızıyla sürerken günün birinde subayken ordudan atılmış Fethi Bey adlı birisini aralarına almak gafletinde bulunurlar. Başlangıçta “örgüt” adına epeyce yararlılıkları görülen Fethi Bey, günün birinde kendilerine yeni bir arkadaşın daha katılmak istediğini bildirir. Önce sözü edilen arkadaşı görmeleri gerektiğini söylerler ve Galata Köprüsü civarında bir kahvede buluşmaya karar verirler. Ancak gelmesi beklenen yeni ‘arkadaş’, Abdülhamid’in has adamlarından Zülüflü İsmail Paşa’nın yaverinden başkası değildir ve yanında bir sürü jandarma da getirmiştir! Meğer acıyarak yanlarına aldıkları Fethi Bey, bir hafiye ve konuştukları her şeyi günü gününe Abdülhamid’e bildirmekte değil miymiş!
İşte bu baskınla Mustafa Kemal, Ali Fuat ve Fethi Okyar da aralarında olmak üzere “gizli örgüt”ün bütün elemanları jandarmalar tarafından yakalanarak hapse atılır.

Bundan sonrası daha da ilginçtir. Çünkü Yüzbaşı Mustafa Kemal, Abdülhamid’in yaşadığı Yıldız Sarayı’nın mabeyn dairesine götürülüp gizli örgüt kurmak, bu amaçla para toplamak, gazete çıkarmak ve toplantılar yapmaktan sorguya çekilmiştir. Kendisi hatıralarında ‘aylarca’ hapiste kaldığını söylese de, tutukluluğunun en fazla iki ay sürdüğünü biliyoruz. (Mezuniyeti 21 Ekim’de, Şam’a tayini ise 11 Ocak’tadır.)
Asıl şüpheyi davet eden nokta, bir Ermeni’nin evinde kalmaları ve Jön Türklerin yasak yayınlarını takip etmeleriydi.

O günlerde Ermenilerin Sultan’a bir suikast düzenleyeceklerine dair haberler alınıyordu; Saray’a, Ramazan’ın 15’inde Hırka-i Şerif’i ziyaret edecek olan Abdülhamid’e bombalı bir saldırı düzenleneceği ihbarı yapılmıştı. Padişah, Beyazıt civarından arabayla geçecekti ve onların bu güzergâhta bir ev tutmuş olmaları şüpheyi daha da artırmaktaydı. Nitekim bu ihbar, 6 ay kadar sonra, Mustafa Kemal ve arkadaşları aklanıp Şam’a gönderildikten sonra Ermeni teröristlerin elinde gerçek adresini bulacaktı (21 Temmuz 1905, Bomba Olayı).
Yıldız Sarayı Mabeyn Dairesi’ndeki sorgulama sırasında bizzat Abdülhamid’in sorgu odasına kadar geldiği ve görünmeyen bir yerde Mustafa Kemal’in cevaplarını dinlediği rivayeti, ta 1931 yılında liseler için hazırlanan “Tarih” kitabından beri dillerdedir ama Atatürk’ün kendisi bize bundan hiç bahsetmemiştir. Annesi Zübeyde Hanım’ın mezarı başında Ocak 1923’te yaptığı konuşmada, şunları söylediğini biliyoruz:
“Hayata ilk hatveyi [adımı] atıyordum. Fakat bu hatve hayata değil, zindana tesadüf etti. Hakikaten bir gün beni aldılar ve idare-i müstebidenin [istibdat yönetiminin] zindanına koydular. Orada aylarca kaldım. Validem bundan ancak mahpesten çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal beni görmeye şitap etti [koştu]. İstanbul’a geldi. Fakat orada kendisiyle ancak üç beş gün görüşmek nasip oldu. Çünkü tekrar idare-i müstebidenin hafiyeleri, casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış ve beni alıp götürmüşlerdi. Validem ağlayarak arkadan beni takip ediyordu. Beni menfama götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmekten men edilen validem gözyaşlarıyla Sirkeci rıhtımında elemler ve kederler içinde terk edilmiş bulunuyordu.”

Annesinin ağlamaktan gözlerinin zayıfladığını söyleyen genç Mustafa Kemal, yine de ucuz kurtulmuş sayılırdı. Eğer Serasker Rıza Paşa araya girip de Sultan’ı, onların gençliklerine uyup bir hata işlediklerine ikna etmemiş olsaydı, rejimi değiştirmek için gizli örgüt kurmaktan tutuklanmaları ve askerlikten atılmaları işten bile değildi.

Velhasıl, “yıldızın parladığı anlar”dan birindeydi. Günün birinde bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasında   
İsmail Hakkı Paşa, Padişah’ın kararını kendisine şöyle bildirecekti: 

“Şimdiye kadar büyük yeteneklere sahip olduğunu gösterdin… Ama öte yandan, kendinin ve üniformanın şerefini lekelemiş durumdasın… Siyasete ve Padişah’ınıza karşı vatan hainlerinin yıkıcı propagandasına karıştın. Arkadaşlarını da aynı şeyi yapmaları için teşvik ettin. Buna rağmen Efendimiz merhamet göstermeye karar verdi. Ve seni affetti. Yalnız tayin beklediğin Edirne ve Makedonya’ya değil, Şam’a gönderileceksin.”

Mustafa Kemal’in çok yıllar sonra, “Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı” adlı kitabıma da aldığım “Abdülhamid yönetiminin her şeye rağmen hoşgörülü olduğu” yolundaki sözlerinin kaynağı bu af olayı olsa gerek.
Atatürk bu sözü söylediği sırada, İzmir suikastı teşebbüsünden sonra en yakın silah arkadaşlarının idamla yargılandığını mı hatırlamıştı dersiniz? m.armagan@zaman.com.tr
http://www.mustafaarmagan.com.tr/abdulhamid-mustafa-kemal'i-hapse-attirmisti.html



“Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini [üstünlüğünü] muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz.
Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.”

Önümüzdeki 10 Şubat’ta vefatının 90. yılında rahmetle anacağımız Sultan II. Abdülhamid’e ait olan yukarıdaki sözler 1895’te yazılmış hatıra defterine. O günden ne kadar net görmüş bugünleri, değil mi? Evet, tam da dediği gibi, Filistinli dindaşlarımızın ölüm kararı oldu İsrail devletinin kurulması...


Yalnız üzerinde güneş batmayan İngiliz emperyalizmine karşı mücadele vermekle kalmadı II. Abdülhamid; aynı zamanda Ermeni çeteleri ve lobilerine, Siyonist örgütlere, iç ve dış Masonlara, velhasıl Memalik-i Osmaniye’yi bölüp parçalamak isteyenlere karşı cansiperane ve destansı bir direnişti onunkisi. Filistin’in “en zayıf halka” olduğuna yürekten inanıyordu; nitekim dediği gibi de çıktı. Filistin’in Akdeniz-Hint Okyanusu-Kızıldeniz düğümünün merkezi olduğu, 1919’da İngiliz emperyalizminin teorisyenliğine soyunan Halford Mackinder’in tarihî itirafında deşifre edildi.

Mackinder’e göre Filistin toprakları, Asya-Afrika-Ortadoğu arasında vazgeçilmez bir adaydı ve İngiliz emperyalizminin petrol üzerindeki hakimiyeti sürdüğü müddetçe desteklenmesi gerekiyordu. Şimdi anlıyoruz emperyalizmin Filistin’i neden bu kadar çok istediğini ve yine şimdi anlıyoruz Sultan Abdülhamid’in Filistin’i emperyalizme kaptırdığımız zaman başımıza nelerin geleceğini öngören sözlerini.

Gün geldi, küresel İngiliz hakimiyeti iflas etti ve satılığa çıktı: Zaten Harb-i Umumi’de Amerikalı şirketlerden kovalar dolusu borç almış, tamtakır hazinesiyle dev bir küresel iskelet halini almıştı. ABD’li alacaklılar, müflis emperyalizmi de devraldılar ‘mecburen’! Ve petrol savaşı yeniden kızıştı.

İkinci Dünya Savaşı’nın hesabı dürülürken, Ortadoğu’dan İngilizler sureta çekiliyor ve ardından İsrail devleti doğuyordu. Amerika, İngilizlerin rolünü olduğu kadar İsrail’in hamiliğini de devralacaktı. Zira onun daha büyük hesapları vardı petrolle ve bu bölgenin denetimi ve birleşmesinin engellenmesi, bir mecburiyetti.

İsrail bombaları sınır çizgilerini yeniden yakıyor, kavuruyor. Filistin ve Lübnan tarihlerinin yeni bir kanlı sayfasında yaşıyor. Kuzey Irak sınırımızda İsrailli komutanlar peşmergelere eğitim yaptırıyor. Ve herkes gibi biz de tarihte yaşamış o tek adamı hatırlıyoruz. Sıkışık durumdaki hazinesini milyonlarca sterlinle “rahatlatmaya” hazır olduklarını söyleyerek yanına kadar sokulan ve kendilerine başlarını sokacak bir arazi vermesini isteyen Theodore Herzl’e Abdülhamid’in söylediği aşağıdaki sözler bir asır sonra bile diken diken etmeye yetiyor tüylerimizi:

“Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. [Böyle bir toprak parçası bizden kopartılmak istense bile o toprağı kanlarımızla kaplarız ve yine bizim toprağımız olur.] Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşlerdi. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana aid değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i karşılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.”

Siyonistler kendilerine Filistin’den toprak satması için bir değil, tam beş kez ikna girişiminde bulundular. Hepsinde yüz geri edilince anladılar ki, o başta kaldıkça Ortadoğu’ya “huzur” gelmeyecek(!). Siyon Yurdu’na giden altın yol, Abdülhamid’siz açılacaktır.

Yahudi diasporasının Abdülhamid’e güttüğü kin o kadar derin ve köklüdür ki, Guantanamo’da aylarca esir kalan İbrahim Şen, geçen yıl “Vakit” gazetesinin kendisiyle yaptığı söyleşide ilginç itiraflarda bulunmuştu. Meğer Guantanamo’daki sorgulara İsrailli hahamlar da katılıyormuş. Hatta bu Guantanamo mahkûmu, sorgulardan birisinde Yasef isimli bir Yahudi komutanın vücuduna elektrik verirken kendisine, “Türk terörist, merak etme az kaldı. Irak, İran ve Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye de gelecek. Kadınlarınız hizmetçilerimiz, erkekleriniz de kölelerimiz olacak. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak dedeniz Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz.” dediğini aktarıyordu.

II. Abdülhamid 24 Nisan 1909’da tahttan indirildi, vefat ettiği 10 Şubat 1918’de ise Jön Türklere devrettiği, yüzölçümü neredeyse 5 milyon kilometrekareye ulaşan koca imparatorluk kayıplara karışmış sayılırdı. “Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini göstermektedir:

“Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık!”

Ona kızanların öfkesini anlıyoruz. Osmanlı’nın postunu pahalıya deldirmişti emperyalizme. Acısız bir ameliyatla gövdeyi paylaşacaklarını düşünenler, bu paylaşımın onun gayretleriyle ertelenmesi ve Birinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca Avrupalının ölümüyle sonuçlanması karşısında öfkelenmelerinden daha doğal bir şey olamazdı. Dinmeyen öfkelerinin sebebi budur. Tabii Kızıl Sultan iftirasının da...

İyi güzel, anlıyoruz İngiliz’in, Fransız’ın, Yahudi’nin, Ermeni’nin, Masonun şunun bunun hıncını. Peki bizim içeridekilere ne oluyor? Onlar da mı ülkeyi erkenden bölüp parçalatmadığına kızıyorlardı yoksa?

Ortadoğu’da haritaları yeniden çizme tartışmalarının yapıldığı şu günlerde dikkatle okumamız gereken bir kitap gibidir Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarı. Ben bu direnişe, “sessiz Çanakkale” diyorum. Şehitsiz, gazisiz, topsuz, tüfeksiz Çanakkale... Yok, yok, bir şehidi var bu sessiz Çanakkale’nin. Hem de hakkı yenmiş, garip bir şehidi: O şehid, Abdülhamid’in ta kendisidir. Rahmet onun üzerine yağsın...  
m.armagan@zaman.com.tr
Kaynak:  http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=787658
Tarih: 09 Aralık 2007



-1891 yılında deniz yoluyla Filistin’in Safed kasabasına gelen 400 Yahudi göçmen,bölgede yerleşmek istedi.
-Yahudilerin kutsal Kudüs bölgesinde yerleşerek nüfus dengesini değiştireceğinin farkına varan Padişah Abdülhamit, aynı konuda ferman yayınlayarak Yahudi yerleşimine yasaklar getirdi.-Padişahın fermanında yazılı olanların metnini sunuyorum.


Sultan II. Abdülhamid'in Filistin’de Yahudi yerleşimine karşı çıkma nedenlerini fevkalâde bir basiret ve ileri görüşlülükle açıkladığı 21 Zilhicce 1308 (15 Temmuz 1891) tarihli iradesinde durumu şöyle özetlemiştir:


"Yıldız Sarayı Hümâyûnu Baş Kitâbet Dairesi,

Beyrut Vilâyeti dahilinde Safed Kasabası'nda bulunan ve Hayfa'ya 440 (Dört yüz kırk) ecnebî Musevinin istidâları vechile Tâbi'iyyet-i Devlet-i Aliyye'ye kabulleri istîzânın hâvi resîde-i dest-i ta'zim olan 20 Zilhicce 1308 tarihli tezkere-i Sâmiye-i Sadâret-Penâhileri manzur-i alî oldu. Musevîlerin Kudüs civarında içtima ve iskân etmeleri, ileride orada bir Musevî hükümetin teşekkülünü intâc edebileceği müâbesesiyle kat'â câ'iz olmaktan başka; zaten Memâlik-i Şâhâne arâzi-i hâliyeden ma'dûd olmadığına ve medenî Avrupalıların memleketlerinden tardetdikleri eşhâsın Memalik-i Şahâneye kabulüne bir sebep olmayıp, hususuyla ortada bir Ermeni Fesâdı mevcûd iken bu suret aslâ câiz olmayacağına nazaran ne merkûmenin ne de sair Musevilerin kabûl olunmayarak Amerika'da iskân etmek üzere geri gönderilmeleri zımnında ba'demâ ayrı ayrı ma'ruzâta hâcet kalmayacak sûrette Meclis-i Vükelâca umumî bir karâr ittihâzıyla bâ-mazbata arz ve istizân-ı keyfiyyet olunması muktezâ-ı irâde-i Seniyye-i Cenâb-ı Hilâfet-Penâhî'den bulunmuş ve binaenaleyh Tezkere-i Sâmiye-i Vekâlet-penâhîleri takımıyla iâde edilmiş olduğundan ol bâbda emir ve fermân Hazret-i Men Lehü'l Emrindir.

21 Zilhicce 1308 (15 Temmuz 1307 (1891) Ser-Kâtib-i Hazret-i Şehriyârî Süreyyâ"



Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid tarafından Filistin’de Yahudi yerleşimi ile ilgili olarak güdülen kararlı siyaset daha sonra üyelerinin bir çoğu masonlardan oluşan, "İttihat ve Terakki Cemiyeti" tarafından ortadan kaldırıldı.  Yönetimi kanunsuz bir şekilde ele geçiren cemiyet, hürriyet sloganlarıyla geldiği ülkede görülmemiş bir baskı ve istibdat dönemini başlattı. İlk kurulduğunda vatansever insanları da bünyesinde barındıran fakat zamanla daha fazla yabancı güçlerin güdümüne giren örgütün yıkıcı icraatları milyonlarca vatanseveri bu cemiyetten hızla kopuşa götürdü.
YAHUDİ GÖÇÜNE NE ZAMAN İZİN VERİLDİ
    Padişah Abdülhamit’in Yahudilerin Filistin’e göç ve iskana yasak getirmesi politikası onun 1909 yılında Osmanlı yönetiminden uzaklaştırılması ile hızla değiştirildi.İşbaşındaki İttihat ve Terakki Partisine yakın Osmanlı Hükümeti Yahudilere destek politikası çerçevesinde iskan kanunlarında önemli değişiklikler yaptı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti 7 Eylül 1911 tarihinde Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan Yahudiler'in, Arazi Kanunu’nun "Ölü Toprakların İhyası"na ait 78. ve 103. maddelerinden yararlanmasını sağlamak amacıyla bir "Şura-yı Devlet Kararı" yayınlayarak Filistin’de Yahudi yerleşiminin önündeki bütün engelleri kaldırdı.





31 Mart Vakası olarak bilinen ayaklanmayla İttihatçılar tarafından tahttan indirilip Selanik'e gönderilen Sultan II. Abdülhamid'in, bu dönemde Suriye'deki şeyhi Mahmut Ebu Şamat'a yazdığı mektup tarihe ışık tutuyor. 

Mektupta Sultan II. Abdülhamid, İttihatçıların ve Yahudilerin tüm ısrarlarına ve 150 milyon altın tekliflerine rağmen Kudüs'ü nasıl satmadığını kendi ağzıyla anlatıyor. Abdülhamid Han, mektubunda özellikle Filistin'de Yahudilere toprak vermediği için tahttan indirildiğini dile getiriyor.

Sultan Abdülhamid'e bir cevap mektubu yazan Mahmut Ebu Şamat da halifeye hitaben "Sen Müslüman ve hilafet üzerindeki emanete riayet ettin. Bu davranışın sebebiyle Allah senden ebeden razı olsun." diyerek kendisini teselli ediyor. Şeyh Mahmut Abuşamat'ın yakınları tarafından günümüze kadar kutsal bir emanet gibi korunan iki mektup da güvence altına alınmak üzere Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad'a sunuldu.


31 Mart Vakası'nın ardından tahttan indirilen Sultan Abdülhamid, sürgün kaldığı Selanik'teki Alatini Köşkü'nde belki de hayatının en zor günlerini yaşadı. II. Abdülhamid, bu dönemde yaşadıkları sıkıntıları Şam'da bulunan ve mensubu olduğu Şazeli Şeyhi Mahmut Ebu Şamat ile yazdığı bir mektupla paylaştı. Tahttan indirilişi, olayların arka planı, sebepleri ve o şartları anlatan bir mektup yazan Sultan Abdülhamid, mektubu gizlice köşkün muhafızı ile Şam'da bulunan şeyhi Mahmut Ebu Şamat'a gönderdi.

ŞEYHİN ABDÜLHAMİD'E CEVABI...

Mahmut Ebu Şamat, gelen mektubu büyük inkisarla okuduktan sonra cevaben bir mektup ele aldı. Şeyh Ebu Şamat'ın 2. kuşak torunu olan Ammar Ebu Şamat dedesinin ele aldığı mektupta, şu ifadeleri yazdığını naklediyor: "Müslümanların Halifesi; Sen Müslüman ve hilafet üzerindeki emanete riayet ettin. Allah sana sabredenlerin ecrini versin. Bu davranışın sebebiyle Allah senden ebeden razı olsun… Ey mülkün sahibi ve mâliki olan Allah'ım! Sen mülkü istediğine verirsin, mülkü istediğinden çeker alırsın. İstediğini aziz kılarsın, istediğini zelil kılarsın. Hayır senin elindedir. Muhakkak sen her şeye Kâdir'sin."

Yaklaşık 100 yıllık tarihi mektup Mahmut Ebu Şamat'ın yakınları tarafından büyük özenle saklanmış. Kutsal bir emanet gibi korunan ve geleceğe adeta ışık tutan Sultan Abdülhamid'in bizzat kendi eliyle yazdığı mektup Suriye'de büyük özveri ile korunuyor. Sultan Abdülhamid'in mensubu olduğu Şazeli Şeyhi Mahmut Ebu Şamat'ın 2. kuşak torunu olan Ammar Ebu Şamat, büyük bir özveri ile korudukları mektup için ayrı bir ihtimam gösterdiklerini anlatıyor. Çıktığı hutbelerde Sultan Abdülhamid'in ne kadar büyük bir Sultan olduğunu anlatmak amacıyla birçok kez bu mektubu okuduğunu anlatan torun Ebu Şamat, "Sultan Abdülhamid, Yahudiler tarafından 150 milyon İngiliz altını teklif edilmesine rağmen 'dünya dolusu altın verseniz bu teklifinizi kabul etmem' diyerek huzurundan kovuyor. Gün geçtikte bu yüce insanın önemini anlıyoruz." diyerek büyük sultana sevgisini anlatıyor.

MEKTUBU SATIN ALMAK İÇİN YÜKLÜ PARA TEKLİFİ YAPILDI; AMA AİLE MECLİSİ ESAD'DA KARAR KILDI

Mektubun tarihi ve manevi bir boyutunun olduğunu kaydeden torun Ammar Ebu Şamat, "Mektuplar yıllarca büyük bir özveri ile saklandı. Büyük dedem Ebu Şamat, İttihatçılar döneminde de mektubu korudu. Şam'ın Fransız işgalinde de bu emanet korundu. Şimdi torunları olarak bu güne kadar muhafaza ettik. Ancak aile fertlerine büyük para teklifleri gelmeye başladı. Bu teklifler üzerine aile fertleri bir araya gelerek alınacak kararı tartıştık." şeklinde konuşuyor.

Ammar Ebu Şamat, büyük dedesine gönderilen mektubun önemli ve tarihî bir bölge olduğu için güvenilir bir mekanda muhafaza edilmesine karar verdiklerini söyledi. Ebu Şamat, "Aile fertlerine büyük paralar teklif edildi. Önemli ve tarihi bir belge olduğu için aile meclisi bunu reddetti. Ardından bu emanet mektubu emin ve güvenilir bir yere vermeye karar verdik. Aile fertlerinden Dr. Faruk Ebu Şamat bu mektubu Devlet Başkanı Beşşar Esad'a gönderdi. Kendisi korusun diye." diyerek mektubu güvence altına aldıklarını söyledi.

Sultan Abdülhamid'in, şeyhi ve mürşidi Ebu Şamat'a gönderdiği mektup aynen şöyle:

"Yâ Hû

Bismillahirrahmanirrahim vebihi nestain

Elhamdülillahi rabbil-alemin ve efdalü salati ve ettemmü teslim ala Seyyidina Muhammedin resulü rabbul-alemin ve ala alihi ve sahbihi ecmain vettabiine ila yevmiddin.

İşbu arîzamı tarikat-i Şazeli Şeyhi vücutlara ruh ve hayat veren ve cümlenin efendisi bulunan Eşşeyh Mahmud Ebüşşamât Hazretlerine ref ediyorum:

Mübarek ellerini öperek ve duâlarını rica ederek selâm ve hürmetlerimi takdimden sonra arz ederim ki, sene-i haliye şehr-i mayısın 2. günü tarihli mektubunuz vasıl oldu. Sıhhat ve selâmette daim olduğunuzdan dolayı Allah'a hamd ve şükürler ettim… Efendim, evrâd-ı Şazeli kıraatine ve vazife-i Şazeliyyeye, Allah'ın tevfikiyle gece ve gündüz devam ediyorum. Ve bu vazifeleri edâya muvaffak olduğumdan dolayı Allah Teâlâ Hazretlerine hamd ederim ve dâvet-i kalbiyenize daima muhtaç olduğumu arz ederim.

Bu mukaddimeden sonra, şu mühim meseleyi zat-ı reşadetpenahilerine ve zat-ı semahatpenahilerin emsali ukulü selim sahiplerine tarihî bir emanet olarak arz ederim ki, ben Hilâfet-i İslâmiyeyi hiçbir sebeple terk etmedim.

Ancak ve ancak 'Jön Türk' ismiyle maruf ve meşhur olan İttihat Cemiyeti'nin rüesasının tazyik ve tehdidiyle Hilâfet-i İslâmiyeyi terke mecbur edildim. Bu ittihatçılar, Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudiler için bir vatan-ı kavmî kabul ve tasdik etmediğim için ısrarlarında devam ettiler.

Bu ısrarlarına ve tehditlerine rağmen ben de katiyen bu teklifi kabul etmedim. Bilâhare yüz elli milyon altun İngiliz lirası vereceklerini vaat ettiler. Bu teklifi dahi katiyen reddettim ve kendilerine şu sözle mukabelede bulundum: 'Değil yüz elli milyon İngiliz lirası, dünya dolusu altın verseniz bu tekliflerinizi katiyen kabul etmem! Ben otuz seneden fazla bir müddetle Millet-i İslâmiye'ye ve Ümmet-i Muhammediye'ye hizmet ettim. Bütün Müslümanların ve salatin ve Hulefa-i İslâmiyeden aba ve ecdadımın sahifelerini karartmam ve binaenaleyh bu tekliflerinizi mutlaka kabul etmem' diye kat''î cevap verdikten sonra hal'imde ittifak ettiler.

Ve beni Selanik'e göndereceklerini bildirdiler. Bu son tekliflerini kabul ettim ve Allah Teâla'ya hamd ettim ki ve ederim ki; Devlet-i Osmaniyye ve Alem-i İslâm'a ebedî bir leke olacak olan tekliflerini, yani Arazi-i Mukaddese ve Filistin'de Yahudi devleti kurulmasını kabul etmedim. İşte bundan sonra olan oldu. Ve bundan dolayı da Mevlâ-yı Müteal Hazretlerine hamd ederim.

Bu mühim meselede şu maruzatım kâfidir.

Ve şu sözlerimle mektubuma hitam veriyorum. Mübarek ellerinizden öperek hürmetlerimi kabul buyurmanızı sizden rica ve istirham ederim. İhvan ve asdıkamın cümlesine selâmlar ederim.

Ey benim muazzam üstadım! Bu bâbda sözümü uzattım. Muhat-ı ilmi semahatpenahileri ve bütün cemaatinizin mâlûmu olmak için uzatmaya mecbur oldum.
Veselâmualeyküm ve rahmetullahi ve berakatühü. Hadim-i el-Müslimin Abdülhamid







1924 yılında 3.sınıf milli tarih kitabında ULU HAKAN ın fotografı altında yazan not...
16-17 sene evvel memleketimizin başında hala istibdad belası ve Abdülhamid isminde cahil,zalim bir padişah vardı.Abdülhamid istiyordu ki,milyonlarca insan daima kendine esir etsin,kendisi Yıldız'daki sarayında zevk u safasında yaşasın.Abdülhamid bu maksatla mektepleri kapatıyor,kitapları yasak ediyor,gazeteleri çıkartmıyordu;çünkü bir memlekette cehalet olmadıkça zulüm ve istibdadda olamaz.
Abdülhamid'in zalim ve korkunç istibdad idaresinin memleketi ezip harap ettiği,uyuşturduğu,çöküş uçurumuna sürüklediği muhakkaktı.(Köprülüzade Mehmed Fuad,Milli Tarih,İstanbul-1340-1924)


''Bilseniz ne kara günlerdi.Türk milleti kan ağlıyordu''



Resmin altında ise şu yazıyor:’’İstibdad devrinin iğrenç bir timsali : İstibdad devrinin adamları zalim Abdülhamid’e tapınmaktan utanmazlardı.’’

Fuad Köprülü'nün Milli Tarih isimli kitabında,sayfa 6’da hayali bir resim göze çarpıyor:Sol tarafta Abdülhamid elleri arkasında ayakta duruyor,ayaklarına kapanmış biri ve kapanmaya hazırlanan el pençe divan duran başkaları dikkat çekiyor(Mustafa Armağan)



Sultan İkinci Abdülhamid Han zamanında, İstanbul Boğazı’nın, Sarayburnu-Üsküdar ve Rumeli Hisarı-Kandilli arasında olmak üzere iki köprü ile bağlanması projesi yapılmıştı. Fransız inşaat mühendisi F. Arnodin’e 1900 yılında çizdirilen projede köprülerin, Eyfel Kulesi’nin yapıldığı çelik teknolojisiyle yapılması hedefleniyordu.

Sarayburnu-Üsküdar arasındaki aktarma köprünün iki kara tarafından ayakları arasındaki mesâfe 1700 metre idi. Projede beş ayak üzerine kurulması planlanan köprünün orta ayağının 32 metre derinlikteki deniz tabanına oturtulması planlanmıştı. Denizden yüksekliği 50 metre olan köprünün altından asılacak teleferiklerle vagonların taşınması hedefleniyordu. Rumeli Hisarı-Kandilli arasında yapılması planlanan köprü ise ilgili vesîkasında “Cisr-i Hamîdî” (Hamîdiye Köprüsü) olarak isimlendirilmiş sâbit bir köprüydü. Projede istasyonların Bakırköy ve Bostancı’ya kurulması, böylece demiryolunun şehrin dışından geçmesi planlanıyordu.
Proje hakkında ayrıntılı bilgiyi  Çamlıca Basım Yayın’dan çıkan “HAMİDİYE KÖPRÜ PROJELERİ” isimli eserinde bulabilirsiniz.

,



Ülkemizin en iyi tarih dergilerinden biri olan ve 1.yılını dolduran Yedi Kıta Dergisi, geçen ay başlattığı bir ilke Eylül ayında da imza attı. Geçtiğimiz ay, bir Osmanlı maden müdürünün Kızılırmak projesini dev ebatta bir posterle vermişlerdi. Büyük ilgi gören bu posterde projenin tüm detayları, bilgileri ve resimleri yer alıyor. Bu ay ise müthiş bir konu postere yansıtılmış. Günümüzde "Asrın Projesi" olarak tanıtılan Marmaray Projesi'nden 133 yıl önce, dünyanın en büyük denizaltı ulaşım projelerinden birisi devrin padişahına yani Sultan II.Abdülhamid Han'a sunulmuş ve Sarayburnu ile Üsküdar arasında bir tüp geçit inşası için çok sayıda projeler de çizilmişti.
İşte bu projelerin resimleri ve tüm detayları bu dev posterde yer alıyor. Yedi Kıta Dergisi'ne bu mükemmel yayıncılık anlayışı için blogun kurucu yazarı olarak teşekkür ediyorum.





Osmanlıların Boğaziçi Tüp Geçit Projeleri
Sultan II. Abdülhamîd Han'ın tahttan indirilmesiyle yarıda kalan birçok projeden sadece birisi olan bu proje, şu an yapımı devam eden tüp geçit projesinden bir buçuk asra yakın bir zaman önce hazırlanmıştı. İstanbul'da ulaşım, tarih boyunca hep büyük bir mesele olarak gündemde kalmıştır. İki kıtayı ayıran boğazın bir şekilde geçilmesi bu meselenin odak noktasını teşkil etmiştir. Haliç kısmında ulaşım daha az maliyete sahip gemi ve köprülerle sağlanmışsa da boğaz kısmında ulaşım bu kadar kolay olmamıştır. Gemilerin devreye girmesiyle bir nebze rahatlayan boğaz ulaşımı, daha sonraları demiryolu ve kara vasıtalarının artmasıyla köprü ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu sebeple boğazın iki yakasını birbirine bağlayacak köprü ve tünel (tüp geçit)çalışmaları tarih boyunca ve bilhassa son yüzyılda gündemden hiç düşmemiştir.
Kaynak: www.yedikita.com.tr



 SULTAN II.ABDÜLHAMİD HAN
• İlk defa elektriği, gazı getiren, ilk modern eczanemizi açtıran,
• İlk otomobili getiren, 5 bin km kara yolunu yaptırtan,
• Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptıran, atlı ve elektrikli tramvaylar kuran,
• Kudüs-Yafa, Ankara-İstanbul ve Hicaz demir yollarını yaptıran (Haydarpaşa Tren İstasyonunu da tabi),
• İstanbul’un binlerce fotoğrafını çektiren, Arkeoloji müzeciliğini başlatan,
• Chicago’daki turizm fuarına ülkemizi ilk kez sokan,

• Kuduz aşısının bulunmasından sonra Ülkemizin ilk Kuduz Hastanesini (İstanbul Darü’l-Kelb Tedavihanesi) açtıran,
• Polisiye romanların ülkemize girişini sağlayan, (14 yıl içinde basılan 4000 kitaptan sadece 200 kadarı dinle ilgili idi..)
• Okullara (Hristiyan okulları dahil) gönderdiği emirde, Türkçe’nin iyi öğretilmesini isteyen, Azerbaycan okullarında Türkçe yasağını kaldıran, Paris’te İslam Külliyesi kuran!
• Teselya savaşı sürerken saraylı hanımlara askerler için çamaşır diktiren de, hastaneleri ziyaret edip hastaların ihtiyaçlarını soran da, sarayın bahçesinde bile hastalara hizmet ettirten de!
• Midilli adasını eşi Fatma Pesend Hanım’ın şahsi mülkünden ısrarla verdiği para ile Fransızlardan geri alanda O!
• Israrla yerli kumaş giyen, Hereke bez fabrikası ve Feshaneyi kuran,
• Ziraat Bankasını kuran, Ticaret, Sanayi ve Ziraat Odalarını açtıran,
• Yıldız Çini fabrikasını, Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını,
• Toplu sünnet merasimleri yaptırıp her bir çocuğa çeyrek altın gönderen, bu yüzden yaz aylarında toplu sünnetleri moda eden,
• Mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap gönderen,
• Yoksul halkına kendi cebinden ödeyerek kömür dağıtan,
• Ermeni Onnik’in mektubu üzerine kendi parasından takma bacak yaptırtan,
• Biriktirdiği parasından bir kısmını her sene borç yüzünden hapse düşenleri kurtarmaya tahsis eden,
• Modern matbaa makinelerini Türkiye’ye getirten, ücretsiz kitap dağıttıran, 6 bin kitabın çevrilmesini sağlayan, Beyazıt kütüphanesini kurup 30 bin kitap bağışlayan (10 bini el yazmasıdır),
• Yabancı bilim adamı ve yazarlara Nişanlar veren,
• Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektiren,
• Bizim Hekimbaşı çöplüğü dediğimiz yerde gül yetiştiriciliği yaptıran da (Isparta’daki gül yetiştiriciliği de O’nun öncülüğünde başlamıştır),
• Türkiye’nin birçok yerinde saat kuleleri yaptıranda O dur! (İzmir,Dolmabahçe..),
• Hindistan, Cava, Afganistan, Çin, Malezya, Endonezya, Açe, Zengibar, Orta Asya ve Japonya ya elçiler ve din adamları gönderen,
• Latin Amerika ülkeleri ile diplomasiyi başlatan,
• Yalova Termal kaplıcalarını kurduran, Terkos’un sularını İstanbul’a taşıtan, Bursa’nın bir köyünde bile çeşme yaptırabilen O dur, (Sadece İstanbul’a 40 çeşme yaptırmıştır),
• Sarayında yaptırdığı tiyatroda oyunlar ve opera izleyen,
• Sarayda müzik okulu kurduran, çocuklarına piyano çaldırtan, hatta sarayda kızlar bandosu oluşturan,
• Kendi elleri ile yaptığı marangozluk eşyalarını hediye etmeyi seven,
• Kendisine yapılan bombalı suikast de 26 kişinin ölmesine, 58 kişinin yaralanmasına rağmen Ermeni katili affedip Avrupa da hafiyelik yapmaya gönderen de O dur.
• Doğu Türkistan’a gönderdiği askeri yardım ile Çinlilere karşı onları örgütleyen, Çin'in göbeği Pekin'de Hamidiye Üniversitesini kurdurtan da,
• Beş vakit namazını aksatmadan kılan, hiçbir evrakı abdestsiz imzalamayan (hatta yere bile basmayan [yatağının dibinde teyemmüm tuğlası bulunduruyordu]),
• Yeni gemiler alan, toplar(Çanakkale Savaşı’ndaki çoğu top), tüfekler getirten de!
• Telefonu Avrupa’dan 5 yıl sonra ülkemize getiren de O dur!
• Kiliselere, sinagoglara yardım eden (hatta Vatikan’da kilise yapılmasına bile yardım eden),
• Peygamberimize, dinimize veya Osmanlıya hakaret içeren oyunları kaldırtan (Fransa-İngiltere-Roma-ABD) (Bir piyes için bile Alman İmparatorunu devreye sokmuştur),
• ABD’nin Erzurum’da konsolosluk açmasını reddeden, İzmir limanına izinsiz girmeye kalkan ABD savaş gemisini top ateşine tutturan,
• İstanbul boğazı için iki köprü projesi çizdiren (bir tanesi tam bu günkü Fatih S.M.köprüsünün bulunduğu mevkidedir),
• Darülaceze yaptırıp içine sinagog, kilise ve cami koyduran,
• Çocuk hastanesi (Şişli Etfal [çocuklar] Hastanesi) açtıran,
• Kendisine “Allah’ın belası”diyen Namık Kemal’i Rodos ve Sakız adası valiliklerine atayan, parasını cebinden ödediği yerde kabir yaptırtan,
• Posta ve Telgraf teşkilatını kurduran (Sirkeci Büyük Postane binası..),
• Abdülhamit ve Abdülmecid (dünyanın ilk torpido atan denizaltısı) adında denizaltılarımızı Taşkızak tersanesinde yaptırtan da (üstelik kendi cebinden..), O!
• İlkokulu zorunlu tutan (kız ve erkeklere), ilk kız okullarını açtıran, 15 tane okulda karma eğitime ilk defa geçen,
• Öğretmen yetiştirmek için okullar yaptıran (32 tane) (ör.şimdiki adı ile Bursa Çelebi Mehmet okulu), Kız Öğretmen Okullu açan (Daarül Malumat),
• Cami yaptırdığı her köyde birde ilkokul yaptıran (Mesela sadece Sivas’taki ilkokul sayısı 1637), okuma yazma oranının 5 kat arttıran, (1900 yılında ilkokul sayısı 29.130’u bulmuştu, sadece Anadolu’da 14 bin ilkokul vardı)
• Orta okul (Rüşdiye)sayısı 619’a çıktı, Fransızca dersleri konuldu,
• Lise eğitimi için İdadiler açan (109 tane), (İstanbul Erkek-Kabataş Lisesi..)
• İstanbul’da Darülfünün (Üniversite) açan, Dünyanın ilk Dişçilik okulunu kuran,
• Ayrıca Deniz Mühendis Okulu, Askeri Tıp Okulu (GATA’nın atası), Kuleli Askeri okulu, Mekteb-i Harbiyeler (Harp Okulları yani) ,Askeri Baytar Okulu, Kurmay Okulu, Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fak.), Mekteb-i Tıbbıye-i (Marmara Ünv.Tıp Fak.), Mekteb-i Hukuk, Ziraat ve Baytar Mektebi, Hendese-i Mülkiye (Yüksek mühendis okulu), Daarül Muallim-i Adliye (Yüksek Adalet Okulu), Maliye-i Mekteb-i Ali (Yüksek Ticaret Okulu), Ticaret-i Bahriye (Deniz Ticaret Okulu), Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel sanatlar fak.), Hamidiye Ticaret Mektebi (İktisadi ve Ticari ilimler akademisi), Aşiret Mektebi (Osmanlılık fikrini yaymak için), Bursa’da İpekböcekçiliği okulu, Dilsiz ve Âmâ Okulu, Bağcılık ve Aşıcılık Okulu, Orman ve Madencilik Okulu, Polis Okulu onun tarafından kurulmuştur.
• Unutmadan bide Ankara’da Çoban Okulu var..

TANIYAMADINIZ MI?

Hani neredeyse bütün sözde aydınların sövdüğü, öğretmenlerimizin kendi ideolojik yaklaşımı ile anlattığı, baskı yapıyor diyerek, o dönemin şartlarını bile düşünmekten aciz olan insanların sevmediği.. (Neden kimse 1925’deki Takrir-i Sükun Kanununu ile bütün muhaliflerin susturulduğunu düşünmez? Bu dönemde hükümet veya mahkeme kararıyla pek çok yayın organı kapatıldı, özellikle sol yayınlar tamamen yeraltına itilmişti. Ya da İsmet İnönü döneminde 44 gazete kapama emri verildiğini. Yakub Kadri’nin “İsmet Paşa bir polis devleti kurdu dediğini.”

Düşünmeyiz; çünkü o kişilere karşı körü körüne yargılarımız yoktur, at gözlüğü ile değil o dönemin şartlarına göre bakarız tarihe.
İngilizlerin oyunu, İttihatçıların tertibi ile “Din elden gidiyor!” gibi komik bir gerekçe ile 31 Mart vakasına maruz bırakılan,
1895-96’da Doğu Anadolu’da Ermeniler tarafından kurulmak istenen devleti, Hamidiye Alayları ile bastıran, bu sebeple Fransız tarihçi tarafından Kızıl Sultan diye isimlendirilen,

SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN

Belki de gerçekten suçluydu, kötü bir insandı. Çünkü Osmanlı topraklarında petrol araması yaptırıp 65 yerde petrol buldurması, bunun üzerine Musul topraklarını şahsi parasıyla alıp sömürgecilerin eline geçmesine mani olması..

Ya da Yahudilerin 5 milyon altın teklifine rağmen Filistin’e yerleşmelerine izin vermemesi (tahtan indirildikten sadece 8 yıl sonra emellerine kavuşacaklardır), vatan hainliğidir,

Ne bileyim; 240 üyeli Osmanlı meclisine 140 Türk vatandaşı sokmayı beceren İttihatçıları dinlemeyip meclisi kapaması,

Baskı yaparak devletin ömrünü 30-40 yıl uzatması, böylece o yıllarda daha genç bir subay olan Mustafa Kemal’in Türk milletinin kaderinde rol almasına vesile olması suçtu?

Belki de Prof.Dr.Yılmaz Öztuna’nın dediği gibi;
“Milletimiz bu hükümdarın dehasına çok şey borçludur”
Belki de Prof.Dr.İlber Ortaylı’nın dediği gibi;
“Osmanlının son hükümdarı, son evrensel imparator II.ABDÜLHAMİD’dir”

Lütfen düşünün bizim kadar köklü tarihi olup ta o tarihe sırtını dönen, iftira atmaktan zevk alan, Osmanlıyı kötülemeyi Cumhuriyetçilik sayan, laik düşünceyle dinin egemen olduğu bir sistemi eleştiren, okumak yerine duymakla yetinen, araştırmadan her konuda uzman olan kaç millet vardır?







Murat Bardakçı efsanesi bitiyor 
15 Mart 2009 günü "Haber Türk"ün sürmanşetini görenler gözlerine inanamamış olmalı. Haberde Abdülhamid'in Siyonistlerle vatan pazarlığı yaptığı belirtiliyor, Osmanlıca bir 'belge'nin eşliğinde "Abdülhamid'in adı etrafındaki bir efsane de son buldu." deniliyordu.
Gülüp geçtim, zira yeni hiçbir şey yoktu. Hem orada anlatılanları 22 Şubat 2009'da bu köşede yazmıştım hem de bütün uğraşmalarıma rağmen yazıda "Abdülhamid efsanesi"ni bitiren belgeyi bir türlü göremiyordum. Sürmanşete çekilen belge ise Sultan'ın Siyonistlere vatan sattığını değil, tam tersine, Filistin'e Yahudi göçünü yasakladığını söylüyordu!


Neresinden tutsanız elinizde kalan bu yazıya aynı gün Ülke TV'deki programımda gereken cevapları verdim. Çok geçmeden gazetesinde köpürürken gördüm onu. Güya ben ve benim gibi Abdülhamid'i sahiplenenler, onun sırtından geçiniyormuşuz! Bir kere Abdülhamid'den geçinebilmek, tek kelimeyle şereftir. Ama sizin gibi çamur atarak değil, bu mazlum insanın hakkını tarihin dişlerinin arasından söküp alarak geçinmek. İkincisi, yıllar yılı hanedanın sırtından geçinen, verdikleri belgelerle yalan yanlış kitaplar yazan, belgeseller yapan ve bunları fahiş fiyatlarla satan birinin (mesela "Şahbaba"nın fiyatı tam 44 TL'dir) kalkıp da birilerini Osmanlı'dan geçinmekle suçlaması yavuz hırsızlık değilse nedir? Üç: Kimseyi beğenmeyen hazret, ne yazık ki doğru dürüst Osmanlıca okuyamamaktadır.

Aşağıda Bardakçı'nın kırdığı cevizleri okuyacaksınız. Kendisi gibi günlerce ve tam sayfa yazma imkânım olmadığından ne yazık ki günah galerisinin sadece bir kısmını gezdirebileceğim sizlere.

Bir efsaneyi bitirdiğini iddia ettiği yazıda Siyonist lider Theodor Herzl'in Abdülhamid'le görüşme tarihini 2 yerde19 Mayıs1901, 2 yerde ise 19 Mayıs 1902 olarak veriyor. Aynı yazıdaki bu basit çelişkiyi bile fark edemeyen birinin başkasında suç bulmaya yüzü kalmamalı, ama nerde? Üstelik verilen 19 Mayıs tarihi de hatalı. Çünkü Herzl, günlüğüne evet 19 Mayıs tarihini atmıştır ama dikkatli okunduğunda daha önce fırsat bulup da yazamadığını söylemekte ve huzura cuma günü çıktığını kaydetmektedir. Üstelik 19 Mayıs günü pazara denk gelir. Yani görüşmenin doğru tarihi 17 Mayıs 1901'dir.

Yine gazetenin ilk sayfasında Abdülhamid'in Yahudilere Mezopotamya'ya yerleşmeyi teklif ettiği belirtiliyor ve "az daha İsrail, Kuzey Irak'ta kurulacaktı" deniliyor. Bir kere Mezopotamya, Kuzey Irak'tan ibaret değildir. Basra Körfezi'ne kadar uzanır. 2. Siyonistler ne düşünürse düşünsün, Abdülhamid için bu bir toprak satış görüşmesi değildir. Bir Osmanlı belgesinde denildiği gibi Mezopotamya'da "üç aile şuraya, beş aile buraya" yerleştirilecek, toplu yerleşim olmayacak ve kesinlikle Filistin'e yerleşilmeyecektir. Bu, dedesi II. Bayezid'in Yahudilere kucak açması türünden bir Müslüman hükümdarın zor durumda kalan gayrimüslimlere sığınma hakkı tanıması işlemidir.

İşte "Şahbaba" (8. baskı, 2002) kitabındaki bazı hatalar:

Sayfa 2'de Vahdettin'in kızı Ulviye Sultan'ın evliliği 1916 olarak gösteriliyor ki, doğrusu 1914 olacaktır. (Nitekim kitabın 62. sayfasında doğru tarih yazılı.)

Sayfa 16'da Necip Fazıl Kısakürek'in "Vahidüddin" kitabı hakkındaki bilgiler tamamen yanlıştır. Güyakitap1975'te çıkmış da, çıkar çıkmaz toplatılmış imiş. Bir kere kitap 1968'de çıkmış olup külyutmaz tarihçimiz elindeki nüshaya iyi bakarsa, 7 yıl sonra yapılan 2. baskısını tuttuğunu görecektir. 3. baskısı 1976'da yapılmıştır, toplatma kararı da işte bu baskı içindir.

Sayfa 25'te iktisat tarihçiliğine soyunan yazar, Osmanlı'da ilk dış borçlanmanın 1855'te yapıldığını sanıyor. Oysa ilk dış borcu, bundan bir yıl önce almıştık (24 Ağustos 1854).

Bütün Osmanlı kaynaklarında yazılanları silip atan yazarımız, Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan'ın sözlü hatıralarını esas alıyor (s. 610) ve Vahdettin'in annesi Gülistû Kadınefendi'nin, kocası Abdülmecid'den 4 yıl sonra öldüğünü yazıyor. Halbuki Gülistû Kadınefendi, kocasından bir ay önce ölmüştür ve dolayısıyla hiç dul kalmamıştır! Yani Vahdettin önce annesini, sonra babasını kaybediyor ve üvey anne elinde büyüyor. Hanedanın verdiği belgeleri kritik etmeden kullandığı için Sabiha Sultan'ın iki yerde çelişkili ifadelerde bulunduğunu da göremiyor. Suat Hayri Ürgüplü'ye Vahdettin'in, babasının ölümünden birkaç ay sonra doğduğunu söyleyen Sabiha Sultan, Belge 20 olarak sunulan yazılı hatıralarında (s. 491) ise Vahdettin'in babasını 6 aylıkken kaybettiğini yazıyor. Bir insan hem babasının ölümünden birkaç ay sonra doğacak hem de 6 aylıkken babasını kaybetmiş olacak! Pes yani!

"Şahbaba"nın 52. sayfasında Sultan Reşad için "Sakalı kana boyanır inşaallah!" bedduasını savuranın Münire Sultan olduğunu söylerken, "Son Osmanlılar" kitabında (2006, s. 73) bu sözü annesi Sezaidil Hanım'a söyletiyor. İyi de kim etti bu bedduayı? Bağrı yanık anne mi, yoksa kocası idam edilen kızı mı?

Bazılarını büyüteç yardımıyla okuduğum belgelerdeki hatalardan birkaçı şunlar:

Sayfa 451'de "şerzemme" diye bir kelime geçiyor. Doğrusu "şirzime"dir.

467'de okuyamadığını söylediği kelimeyi hayrına ben yazayım: "İhtâr".

472'de Vahdettin'in kızı Ulviye'ye yazdığı mektupta şöyle bir cümle geçiyor: "Bilmiyorum, yine bir sûizanna mı kapıldın!" Oysa mektubun orijinalindeki cümle şu: "Bilmiyorum, yine ben suizanna mı kapıldım." Gördüğünüz gibi anlam tamamen değişiyor.

479'da okuyamadığı için boş bıraktığı iki kelime benden olsun: "bir ferd-i millet..."

Külyutmaz yazarımız "sevilen"i, "sevilmez", "hüve"yi "nüve" yapabiliyor (s. 556-7). 564'teki "bendenizde" kelimesinin doğrusu ise "kalbimde"dir.

Bütün bunlar neyse de, Latin harfleriyle yazılı bir metni bile hatasız okuyamadığını söylersem lafı uzatmama gerek kalmayacak. Ürgüplü'nün Sabiha Sultan'la konuşması sırasında aldığı notların kitapta yayınlanan tek sayfasında tam 2 hata buldum. Bardakçı metni şöyle okumuş: "Kendi kendime çok dikkatle dinlediğim bu anıları, kendisi ile yalnız konuşmamız sırasındaki sualli-cevaplı bilgileri serpiştirerek tarihe emanet ediyorum." (s. 511) Halbuki orijinalinde Ürgüplü, "kendisi ile" değil, "kendimden"; "sırasında" değil, "esnasında" diyor. Yani Latin harfleriyle kaleme alınmış bir el yazısını bile kaşını gözünü yarmadan aktaramayan bir tarihçi karşısındayız.

Bir facia olan "Talât Paşa" kitabındaki okuma hatalarına ise maalesef yerimiz kalmadı. Arzu ederse (veya ederseniz) "Ereğli"yi nasıl "Erkilet" okuduğunu veya hem de başlıkta "Mülhakatından" kelimesini nasıl "Mültecilerinden" okumayı başardığını da yazarım.

Siz karar verin şimdi: Biten kimin efsanesiymiş?

MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN