Articles by "Kâzım Karabekir Paşa"
Kâzım Karabekir Paşa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
no image


"Resmi tarihin bilinmesini istemediği bir General: Kazım Karabekir Paşa"
Milli Mücadele’yi başlatıp sonuca ulaştıran paşalar Cumhuriyetin ilanından sonra neden tasfiye edildiler?

Tarih Aynası’nda Mustafa Armağan, Milli Mücadele’nin başlatılmasında ve kazanılmasında anahtar rol oynayan Kazım Karabekir’in resmi tarih yazıcıları tarafından neden üzerinin karartıldığını yorumluyor.

BÖLÜM -1-





BÖLÜM -2-



BÖLÜM -3-



Tarih Aynası’nda  Mustafa Armağan, Milli Mücadele’nin başlatılmasında ve kazanılmasında anahtar rol oynayan Kazım Karabekir’in resmi tarih yazıcıları tarafından neden üzerinin karartıldığını yorumluyor.

Milli Mücadele’nin başlatılmasında Kazım Karabekir ve silah bırakmamış ordusunun rolü nedir?
Mustafa Kemal Paşa Milli Mücadele öncesi hangi düşüncelere sahipti?
Kazım Karabekir mücadele için kendisini nasıl ikna etti?
İsmet Paşa Milli Mücadeleye neden karşıydı?
Kazım Karabekir’in Milli Mücadele planı uygulansaydı Cumhuriyet’in ilanı 1 yıl önce mi olacaktı?
Atatürk Cumhuriyet’in ilanından sonra Kazım Karabekir’i neden yıllarca ev hapsinde tutturdu?

Milli Mücadele’yi başlatıp sonuca ulaştıran paşalar Cumhuriyetin ilanından sonra neden tasfiye edildiler?

Cumhuriyet’in ilanına meclisteki milletvekillerinin yarısı neden katılmamıştı?
Cumhuriyet’in ilk muhalefet partisi kim tarafından kuruldu ve nasıl kapatıldı?
Halkın ve ordunun çok sevdiği Kazım Karabekir Paşa neden ve nasıl önemsizleştirildi?
Kazım Karabekir Paşa İstiklal mahkemelerinde idamla neden yargılandı; davası beraatle neden sonuçlandı?
1926’dan 1939’a kadar ev hapsinde neden tutuldu?
İstiklal Harbimizin Esasları adlı kitabı baskıya girdiği anda toplatılarak neden yakıldı?

Mustafa ARMAĞAN



“19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım…”

Kazım Karabekir Paşa İstiklal Savaşı’nın bugüne kadar göz ardı edilen, gösterilmeyen, yazılmayan taraflarını inceliyor. Tarihe yeni bir gözle bakmak isteyenler için muhteşem bir araştırma…

İnkılap tarihlerimizin neden “Tarih” sıfatını hak etmediğini anlamak için Kâzım Karabekir Paşa’nın hayatına bakmak yeterli olacaktır. Sadece bir kaç fersiz cümlede geçer ismi. Resmi bile son yıllara kadar ders kitaplarında hemen hiç yer almazdı. Hatta bazılarına kalırsa “rejim düşmanı, Hilafetçi ve hain”di. İyi ama ne yapmıştı Paşa bu hakaretleri hak etmek için?

Karabekir Paşa’nın askeri ve siyasi hayatında haksızlıklara uğraması yetmiyormuş gibi, tarih kitaplarından da emekleri silinmişti. Doğu Cephesi’nde zafer üstüne zafer kazanarak makûs talihimizi yenen Paşa, Sevr’i yırtan ilk antlaşmanın altına imza atmıştı. Savaş sonunda adına “Şark Arslanı” diye posterler basılıyor, özellikle Doğu’da savaşın gerçek kahramanı sayılıyor, adı efsaneleşiyordu.

Ne olduysa savaş sonunda oldu ve Karabekir önce ordudan uzaklaştırıldı, derken Meclis’te mücadele ederken görüldü, sonra partisi kapatıldı ve ertesi yıl İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılandı. Gözetim altında tam 13 yılını geçirdi. İstiklal Savaşı’nı birlikte başlattığı ve en zayıf anında “Emrinizdeyim Paşam” diye desteklediği Mustafa Kemal Paşa ve çevresine eserleriyle muhalefet etti.

İstiklal Savaşı’nı kardeşlik duygularıyla bağlı bir kadroyla vermiştik. Ancak asıl savaş bundan sonra başlamış, iktidar rüzgârı, İstiklal Savaşı’nın İlk Beş’inden 4’ünü idam sehpasının önüne fırlatmıştı. Suçları neydi? Muhalefet etmek. Peki savaşı esaretten kurtulmak için yapmamışlar mıydı? Şimdi de hem kendi haklarını, hem de milletin haklarını savundukları için darağaçlarının gölgesinde bir hayata mahkûm ediliyorlardı.

İşte herkesin sustuğu bir zamanda Karabekir tek başına muhalefet bayrağını açtı ve basının önüne çıktı. İstiklal Savaşı’nı sanki sadece Mustafa Kemal Paşa yapmış gibi anlatılıyordu. Oysa Karabekir Paşa diyordu ki: “Onu Anadolu’ya gelmeye ben ikna ettim. Hatta bir ay önce, 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıktım…”

Karabekir, Mustafa Kemal'in önce Bolşeviklik daha sonra ise Amerikan Mandası istediğini hatta bu niyetle Amerikan Senatosu'na bir mektup yazdığını anlatıyor.

Mondros Mütarekesi'nin Atatürk'ün yazdığı mektup sonucu imzalandığını da söyleyen Karabekir, Mustafa Kemal'in Milli Mücadele boyunca istikrarlı bir çizgi izlemeyip sürekli zigzaglar çizdiğini anlatıyor. Atatürk'ün bir diktatörlük hevesi içinde olduğunu Fevzi Çakmak'tan duyduğunu yazan Karabekir, kendisinin, Atatürk'ü mandacı düşünceden istiklal düşüncesine çektiğini de belirtiyor. Fevzi Çakmak'ın milli mücadeleye katılmadan önce Atatürk'ün hedefinde olduğunu ileri süren Karabekir, Mustafa Kemal'in Fevzi Çakmak'ı öldürmeyi planlayacak kadar ileri gittiğini de iddia ediyor.

Mustafa Kemal'in Erzurum Kongresi öncesi askeri üniforma giydiğini, delegelerin ise bunun hala padişaha sadakat anlamına geldiğini söyleyerek Mustafa Kemal'den üniformasını çıkarmasını istediğini anlatan Karabekir, Atatürk'ün delegelerin isteğine uyarak kongreye girebildiğini dile getiriyor. Mustafa Kemal'in milli mücadele fikrini sonradan benimsediğini söyleyen Karabekir, öncesinde Atatürk'ün padişahın hükümetinde bakan olmak amacında olduğunu dile getiriyor.
MUSTAFA ARMAĞAN, Karabekir’in 1918-1922 dönemini kendi ağzından aktarıyor. Yıllardır susturulmuş olan Paşa’yı konuşturuyor. Onun gözüyle tarihimizi sarsan 4 yılın hikâyesini yazıyor. Konuşan ne de olsa bir kahramandır. Kahraman olmayanlara düşen ise onu saygıyla dinlemektir, diyor.

Timaş Yayınları
Kaynak: Mustafa Armağan




Eylül 1922'de Hüseyin Cahit Yalçın'in İstanbul basın yayın üyelerinin katıldığı bir toplantıda Atatürk'e sorduğu "neden Latin harflerini kabul etmiyoruz?" sorusuna, Atatürk "henüz zamanı değil" yanıtını vermişti. 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde de aynı yolda bir öneri sunulmuş, ancak öneri kongre başkanı Kazım Karabekir tarafından "İslam'ın bütünlüğüne zarar vereceği" gerekçesiyle reddedilmişti. Ancak tartışma basında geniş yer bulmuştu.


İşte Harf Devriminin olduğu günkü gazete.. Son günün ve ilk günün sayfaları...
*********************************************************

 

28 Mayıs 1928'de TBMM, 1 Haziran'dan itibaren resmi daire ve kuruluşlarda uluslararası rakamların kullanılmasına yönelik bir yasa çıkarttı. Yasaya önemli bir tepki gelmedi. Yaklaşık olarak bu yasayla aynı zamanda da harf reformu için bir komisyon kuruldu. Komisyonun tartıştığı konulardan biri eski yazıdaki kaf ve kef harflerinin yeni Türkçe alfabede q ve k harfleriyle karşılanması önerisiydi. Ancak bu öneri Atatürk tarafından reddedildi ve q harfi alfabeden çıkartıldı. Yeni alfabenin hayata geçirilmesi için 5 ila 15 senelik geçiş süreçleri öngören komisyonda bulunan Falih Rıfkı Atay'ın aktardığına göre Atatürk "bu ya üç ayda olur, ya da hiç olmaz" diyerek zaman kaybedilmemesini istedi. Alfabe tamamlandıktan sonra 9 Ağustos 1928'de Atatürk alfabeyi Cumhuriyet Halk Partisi'nin Gülhane'deki galasına katılanlara tanıttı. 11 Ağustos'ta Cumhurbaşkanlığı hizmetlileri ve milletvekillerine, 15 Ağustos'ta da üniversite öğretim üyeleri ve edebiyatçılara yeni alfabe tanıtıldı. Ağustos ve Eylül aylarında da Atatürk farklı illerde yeni alfabeyi halka tanıttı. Bu sürecin sonunda komisyonun önerilerinde, kimi ekleri ana sözcüğe birleştirme amaçlı kullanılan tirenin atılması ve şapka işaretinin eklenmesi gibi düzeltmeler yapıldı.


***********************************************************

8-25 Ekim tarihleri arasında resmi görevlilerin hepsi yeni harfleri kullanımla ilgili bir sınavdan geçirildi. Harf Devrimi Kanunu  1 Kasım 1928'de 1353 sayılı "Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun" Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Kanunun ana maddeleri aşağıdaki gibiydi:



********************************************************

İŞTE O KANUN
Kanun Numarası: 1353
Kabul Tarihi: 01.11.1928

Madde 1 - Şimdiye kadar Türkçeyi yazmak için kullanılan Arap harfleri yerine Latin esasından alınan ve merbut [ekli] cetvelde şekilleri gösterilen harfler (Türk harfleri) unvan ve hukuku ile kabul edilmiştir.

Madde 2 - Bu Kanunun neşri tarihinden itibaren Devletin bütün daire ve müesseselerinde ve bilcümle şirket, cemiyet ve hususi müesseselerde Türk harfleriyle yazılmış olan yazıların kabulü ve muameleye konulması mecburidir.
 
Madde 3 - Devlet dairelerinin her birinde Türk harflerinin Devlet muametına tatbiki tarihi 1929 Kanunusanisinin [Ocak ayı] birinci gününü geçemez. Şu kadarki evrakı tahkikiye ve fezlekelerinin ve ilamların ve matbu muamelat cetvel ve defterlerinin 1929 Haziran iptidasına [başına] kadar eski usulde yazılması caizdir. Verilecek tapu kayıtları ve senetleri ve nüfus ve evlenme cüzdanları ve kayıtları ve askeri hüviyet ve terhis cüzdanları 1929 Haziranı iptidasından itibaren Türk harfleriyle yazılacaktır.

Madde 4 - Halk tarafından vakı müracaatlardan eski Arap harfleriyle yazılı olanlarının kabulü 1929 Haziranının birinci gününe kadar caizdir. 1928 senesi Kanunuevvelinin iptidasından itibaren Türkçe hususi veya resmi levha, tabela, ilan, reklam ve sinema yazıları ile kezalik Türkçe hususi, resmi bilcümle mevkut, gayrı mevkut [süreli, süresiz] gazete, risale ve mecmuaların Türk harfleriyle basılması ve yazılması mecburidir.
 
Madde 5 - 1929 Kanunusanisi iptidasından itibaren Türkçe basılacak kitapların Türk harfleriyle basılması mecburidir.
 
Madde 6 - Resmi ve hususi bütün zabıtlarda 1930 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harflerinin stenografi makamında istimali caizdir. Devletin bütün daire müesseselerinde kullanılan kitap, kanun, talimatname, defter, cetvel kayıt ve sicil gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
Madde 7 - Para ve hisse senetleri ve bonolar ve esham ve tahvilat ve pul ve sair kıymetli evrak ile hukuki mahiyeti haiz bilcümle eski vesikalar değiştirilmedikleri müddetçe muteberdirler.
 
Madde 8 - Bilümum bankalar, imtiyazlı ve imtiyazsız şirketler, cemiyetler ve müesseselerin bütün Türkçe muamelatına Türk harflerinin tatbikı 1929 Kanunusanisinin birinci gününü geçemez. Şukadar ki halk tarafından mezkür müesseselere 1929 Haziranı iptidasına kadar eski Arap harfleriyle müracaat vakı olduğu takdirde kabul olunur. Bu müesseselerin ellerinde mevcut eski Arap harfleriyle basılmış defter, cetvel, kataloğ, nizamname ve talimatname gibi matbuaların 1930 Haziranı iptidasına kadar kullanılması caizdir.
 
Madde 9 - Bütün mekteplerin Türkçe yapılan tedrisatında Türk harfleri kullanılır. Eski harflerle matbu [basılı] kitaplarla tedrisat [öğretim] icrası memnudur [yasaktır]. Özetle yasa, resmi ve gayrıresmi her türlü yazışmada yeni yazı kullanımını zorunlu kılıyor (md. 2), eski yazıyla süreli ve süresiz yayınları yasaklıyor (md. 4-5) ve okullarda eski yazı öğretilmesine yasak getiriyordu (md. 9).
 
1929'da ilk ve orta dereceli okullardan Arapça ve Farsça dersleri kaldırıldı. 1930'da imam-hatip okullarının ve 1933'te İstanbul Darülfünun'una bağlı İlahiyat Fakültesi'nin kapatılmasından sonra, Türkiye'de yaklaşık 40 yıl boyunca hiçbir resmi ve özel yasal çerçevede eski yazıyla Türkçe eğitimi verilmediği anlaşılmaktadır. Üniversitelerin edebiyat ve tarih bölümlerinde de bu dönemde eski yazı resmen müfredatta yer almadı. Ankara Üniversitesi Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde Arapça ve Farsça kürsüleri var olmaya devam ettiyse de, bunların öğrenci sayısı üç-beş dolayında kaldı.

*********************************************************
“BAŞÖĞRETMEN”İN ÖĞRETMENİ
 
Tabii bu arada doğal olarak hekes bu devrimin mimarı Mustafa Kemal’in, bu harfleri nasıl öğrendiğini merak ediyor.. "Başöğretmen" yakıştırması yapılan Mustafa Kemal ise, bu harfleri ilan etmeden 2 ay önce öğrenmeye başlamış ve nihayet 4 Ağustos’ta tam anlamıyla sökmüştür. Mustafa Kemal harfleri öğrenir öğrenmez de ilk mektubunu İsmet İnönü'ye yazmıştı. Mustafa Kemal’in hocası yani bu harfleri ilk ona öğreten da Selanik kökenli bir Avukat olan İbrahim Necmi Dilmen (d. 1889, Selanik; ö. 1945, Ankara)’dir. Milliyet gazetesinde çıkan harf devrimini destekleyen yazıları nedeniyle Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya çağrılarak kendisine Ankara Müzik Öğretmen Okulu ve Gazi Eğitim Enstitüsü'nde edebiyat öğretmenliği verilmiş, Türk Dil Kurumu kurucuları arasında yer almış,  kurumun genel yazmanlığına getirilmiştir. Dil devrimi konusunda gösterdiği çabalar nedeniyle Atatürk tarafından kendisine "Dilmen" soyadı verilmiştir. 1935'ten ölene kadar Burdur milletvekili olmuştur.


Harfler henüz oturmamış, "kazım" "khazım" şeklinde yazılmış...
*******************************************************

İNANILMAZ KELİMELER UYDURULDU  
Geoffrey Lewis, Oxford Üniversitesi’nden emekli Türkçe profesörüdür. İngiltere’deki Türkçe çalışmalarına ve Anglo-Türk dostluğuna yaptığı katkılardan dolayı 1999 yılında sırasıyla St. Michael ve St. George kolejlerince mükâfatlandırılmıştır. Kendisi, “dil devrimiyle” alâkalı olarak geniş bir araştırma mahsülü olan “Trajik Başarı, Türk Dil Reformu” isimli kitabın yazarıdır.

 Kitabında, Türk Dil Kurumu, Teknik Terimler Komisyonu danışmanı olan Nihad Sâmi Banarlı 1949 yılındaki Altıncı Kurultay’da vuku bulan ama zabıtlara geçmeyen bir hâdiseyi anlatır. Üyelerden yeni teknik terimlerin oluşturulmasına hâkim olacak olan prensipler hakkında bir soru gelir. Soruyu takiben meydana gelen sessizliği, Dilbilim ve Etimoloji Komisyonu’nun başkanı Saim Ali Dilemre bozar. Dil doktoru değil ama cana yakın bir tıp doktoru olarak, sessizliğe daha fazla dayanamamıştır. “Arkadaşlar, kemküm etmeyelim. Bizim prensibimiz mirensibimiz yoktu; uyduruyorduk!”

Yabancı (Arapça, Farsça) kelimelerden kurtulmamız lâzım diye, o dönemde Güneş Dil Teorisi adına yapılanlara bir göz atalım:
Dil ve gramer ihtisası olmayan Yusuf Ziya Ortaç, ‘Afrodit’ kelimesinin aslını, Arapça ‘avrat’ (avret) kelimesinde bulmuştu. Yusuf Ziya’ya göre güya öztürkçe olan avrat kelimesinden birileri ‘Afrodit’ (Aphrodite) kelimesini türetmişti... Böylece Güneş Dil Teorimiz ispatlanmış oluyordu.

Anayasa profesörü Ali Fuad Başgil hatıralarında diyor ki: “Hiç unutmam, 1935 yazında bir gün, Ada vapurunda rahmetli Eskişehir Mebusu Yusuf Ziya Hoca ile buluştuk. Ankara’dan geldiğini ve beş yüz sayfalık bir eser hazırlamakta olduğunu söyledi. Neye dâir diye sordum. Arapçanın Türkçeden çıkma olduğuna dâirmiş. Bir de misal verdi: ‘Firavun’ kelimesi Arapça sanılır, halbuki Türkçedir ve ‘burun’ kelimesinden çıkmadır. Burun, insanın önünde, çıkıntı yapan bir uzuvdur. Hükümdar da cemiyetin önünde giden bir şahsiyet olduğu için, Mısır’da buna burun denilmiş, kelime zamanlar içinde kullanılarak nihayet ‘Firavun’ olmuş... Üstad hakikaten uydurmacılık hastalığından kurtulamayarak Allah’ın rahmetine kavuştu.”



**********************************************************
 
UNUTULMAZ ANILAR  
Fatih Rıfkı Atay ‘hüküm’ kelimesi için şunları anlatmaktadır: “Sağımda Naim Hâzim Hoca, solumda Yusuf Ziya oturuyordu. ‘Bunun karşılığı yoktur, koruyalım.’ dedim. İkisi birden ‘İmkânsız!’ dediler. Sağıma döndüm ve ‘Profesör, Arapçanın aslının Türkçe olduğunu siz söylüyorsunuz. Kur’ân’dan aldığımız her kelimenin aslen Türkçe olduğunu siz iddia ediyorsunuz.’ dedim. Sonra soluma döndüm. ‘Ve siz profesör, bütün dillerin Türkçeden türediğini ileri sürüyorsunuz. Fransızca ‘chambre’ kelimesinin oda kelimesinden türediğini göstermek için her yola başvurdunuz. Fakat iş hüküm gibi köy dilinin bile parçası olmuş bir kelimeye gelince ikiniz de ayak diriyorsunuz.’ Dağıldıktan sonra dostum Abdülkadir yanıma geldi ve şunları söyledi: ‘Ben Asya Türklerinin çoğunun lehçelerini biliyorum. Sizin ve Yakup Kadri gibilerin lehçesini de anlıyorum. Benim aklımın ermediği bir lehçe varsa, o da Türk Dil Kurumu’nun lehçesi!’ Dolmabahçe Sarayı’nın üst holünde: ‘Görüyorum ki, pek sıkılıyorsunuz.’ dedi. ‘Siz bana güçlük çektiğiniz kelimeleri söyleyiniz. Ben onlara Türkçe kökenler bulabilirim.’ dedi. ‘İşte hüküm kelimesi’ dedim. ‘Endişe etmeyiniz. Yarın ‘hüküm’ü Türkçe yapacağız.’ dedi. Ertesi gün bazı lehçelerde ‘ök’ün ‘akıl’ mânâsına geldiğine, bunun birtakım lehçelerde ‘uk’ şeklini aldığına dâir vesikalar getirdi. Ben kendim de Yakutçada ‘üm’ eki ile kelime yapılabildiğini keşfettim. Gerisi kolaydı: ‘ük’ artı ‘üm’ zamanla ‘hüküm’ olmuştu. Toplantı açılınca ben ‘Hüküm kelimesi Türkçedir.’ dedim ve öğrendiğim her şeyi aktardım. Bu, iki profesörü sessizliğe gark etti. ‘Uydurma’ demeyeyim de ‘yakıştırmacılık’ ilminin temelini atmıştık. O akşam komisyonun çalışmalarını Atatürk’e götürdüm. Bu yakıştırma ile böyle ehemmiyetli bir kelime kazanmaklığımızdan pek memnun kaldı. İstiyordu ki, Türkçede mümkün olduğu kadar çok kelime bırakalım, ancak bu kelimelerin Türkçe olduğunu da izah edelim.”



**********************************************************

ELEKTRİK DE TÜRKÇE İMİŞ
Cumhuriyet Gazetesi’nin 31 Ocak 1936 tarihli sayısında “Elektrik Türkçe bir kelimedir!” diye bir manşet vardı. Çünkü Dilmen, Uygurca ‘yaltrık’ (ışıltı) kelimesiyle İngilizce ‘electric’ kelimesinin aynı kökten olduğunu söylemişti...

MEŞRUTA NE DEMEK
Nurullah Ataç kendi kendine bir oyun kurmuştu. Bu oyun daha sonra Ömer Asım Aksoy tarafından Ataç’ın ölümünün onuncu yıldönümünde anlatılmıştır. Oyunun temel fikri, Arapça kökenli Osmanlıca kelimelere, bunların sessiz harflerinin, Arapça üç harfli kök
lerden geldiğini değil de daha bilindik Türkçe ve Batılı kelimelerden geldiğini farz ederek çeşitli mânâlar bulmaktı... 

Aksoy diyor ki: 
“Bir gün Ataç odama gelmi?, ‘Meşrûta ne demek?’ diye sormuştu. Ben ‘hükümet-i meşrûta’ ve ‘evkâf-ı meşrûta’ gibi örneklere göre açıklama yaparken o kıs kıs gülüyor; 
‘Yorulmayın, bilemezsiniz’ diyordu. Bu sözlerini ciddiye aldığımı görünce hemen açıklamıştı: 
‘Meşrûta, şort giymiş kadın, demek. Bu defa gülme sırası bana gelmişti. O zaman karşı karşıya oturup birçok kelimelerin bu şekilde mânâlarını bulmuştuk: ‘Tereddî’, radyo dinlemek; ‘tebennî’, banyo yapmak; ‘terakkî’, rakı içmek demekti. ‘Mezûn’ özen pastanesinde oturan kimseye denirdi. ‘Tekellüm’ün birkaç mânâsı vardı: kilim satın almak, kelem yani lahana yemek ve KLM uçağı ile uçmak.”

Kaynak: http://www.belgehaber.com/haber.php?haber_id=2338






Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir nasıl unutturuldu?
Yıllarca İstiklal Savaşı tek cepheli savaş gibi gösterildi. Varsa yoksa Batı Cephesi. Karambolde Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir unutturuldu? Tarihçi Mustafa Armağan unuturulan paşalar dosyasını Haber 7'ye açtı:Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un ‘Karabekir Açılımı’nda söyledikleri önemliydi önemli olmasına ama resmi tarihimizde İstiklal Savaşının Garp Cephesi Komutanı İsmet İnönü yere göğe sığdırılamazken, Şark Cephesinin efsane komutanı Karabekir Paşa’nın önce unutturulup aradan bu kadar uzun bir süre geçtikten sonra hatırlanmasının garipliğine de bir şekilde değinmek gerekir.

Soru şudur:
Şimdiye kadar kimler engelledi ki, Genelkurmay Başkanlığı ancak ölümünün 62. yıldönümünde
onu anma cesaretini gösterebildi?
Yıllar yılı İstiklal Savaşı tek cepheli bir savaş gibi gösterildi, durdu.
Varsa yoksa Batı Cephesi… Varsa yoksa şanlı komutan İsmet Paşa’nın Birinci ve İkinci İnönü “zaferleri”.
Oysa gariptir, İsmet Paşa’nın herhangi bir zafer kazandığını kimse söyleyemiyor bize.
Nerede savaşa girdiyse yenildiği biliniyor.
1917 Ekim’inde yapılan Üçüncü Gazze Muharebesi’nde İngilizler cephemizi onun komuta ettiği kanattan yarmışlardı. Bildiğiniz gibi Cephe Komutanı Von Kress ağır suçlamalarda bulundu, o da kendisini savunmak zorunda kaldı. Yenilgiye bahaneler ileri sürdü.
O savaş gümbürtüsü arasında unutuldu gitti her şey. Ne de olsa beterin beteri vardı.
Öte yandan Birinci İnönü Muharebesine zafer demek için bin şahit lazım.

İsmet Paşa hiç savaş kazandı mı?
Hatta bir seferinde Refet Bele ve diğer İstiklal Savaşı komutanları kendi aralarında konuşurlarken bir gazeteci gelmiş, onlara “İnönü zaferi”ni sormuş, paşalar hep birlikte gülüşmüşler.
Gazeteci bir pot mu kırdım acaba deyip gülüşmelerinin sebebini sorunca “Canım” demişler, “onu bize anlatma, İnönü kaçarken adamları gelip Yunanlıların da geri çekildiklerini haber veriyorlar, bunun üzerine düşmanın üzerine hücum ediliyor, Yunanlılar zaten kaçıyor, hepsi bu!”
Bunun üzerine gazeteci merakla sormuş:
“Peki Atatürk’ün İnönü’yü tebrik ettiği, “Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus talihini de yendiniz” dediği telgraf neyin nesi o zaman?”
Refet Bele gülerek cevap vermiş:
“Mustafa Kemal Paşa İsmet’in morali bozulmasın diye ‘Söyleyin Hamdullah Suphi Beye, benim ağzımdan şuna bir telgraf döşensin’ demiş. İşte bu telgraf o telgraftır.”
İkinci İnönü Muharebesi ise Fevzi Çakmak’ın son andaki müdahalesi sayesinde hezimete dönüşmekten kurtulmuştur. Meclis zabıtlarını okuduğunuz zaman görürsünüz ki, istisnasız herkes bu zaferin Fevzi Çakmak’a ait olduğuna inanmaktadır. Aksini düşünen dahi yoktur. (İyi ama kimse Fevzi Çakmak’ın bir zafer kazandığını okuyamaz kitaplarımızda.) Nitekim İsmet Paşa da telgrafında İnönü savaşını gerçek kazanan komutanın Genelkurmay Başkanı Çakmak olduğunu beyan etmiştir:
Askerlerimizin, zabitlerimizin ve kumandanlarımızın tarihî şecâat ve kabiliyetlerini yüksek sevk ve idaresiyle düşmana faik ve muzaffer kılan zat-ı devletlerine, âcizleri ile beraber bütün ordunun samimi ve mutlak olan itaat ve tazimatını te’yid eder ve takdirat ve tebrikatınız ile cümlemizin iftihar ettiğimizi arz ve temin eylerim.
Bugünkü dille ifade edersek mana şudur:
“Asker, subay ve komutanlarımızın tarihî kahramanlık ve yeteneklerini yüksek sevk ve yönetimiyle düşmana üstün ve muzaffer kılan yüce zatınıza, aciz olan benimle beraber bütün ordunun içten ve mutlak olan itaat ve saygılarını vurgular, takdir ve tebriklerinizle hepimizin övündüğümüzü arz ve temin ederim.”
Demek ki, İkinci İnönü Muharebesi’nde ordumuzu kim sevk ve idare ediyormuş? Fevzi Çakmak.
Ordu düşmana kim sayesinde galebe çalmış? Fevzi Çakmak.
Fevzi Paşa İsmet’i ne için tebrik ediyormuş? Görevlerini iyi yaptı diye.
Onun tebrikleriyle kim övünüyormuş? İsmet ve arkadaşları…
Gördüğünüz gibi İnönü muharebelerinde İnönü’nün sevk ve idare yetkisi yok, sadece uygulayıcı konumunda. Onu da becerebilse bari.

Geliyoruz Sakarya’ya
Kütahya cephesine doğru hücuma geçen Yunanlılara saldırarak tam bir felakete sebebiyet veren İsmet Paşa’nın hatasının bedelini ağır ödemiştik. Kanatlara saldıran düşman, tıpkı Gazze’de olduğu gibi cephemizi delip ordumuzu bozmuştur. Ağır kayıplara sebep olan bu yenilgi, mecliste ve kamuoyunda derin üzüntü ve heyecana yol açmış, İsmet Paşa aleyhine bir cereyan başlamıştır. İlginç olan, bu kampanyayı önleyenin Fevzi Çakmak olmasıdır. Meclis kürsüsüne çıkıp ‘İsmet Paşa’nın bu tarzda hareketini ben de uygun bulmuştum’ şeklinde açıklama yapan Fevzi Çakmak bu hareketiyle İsmet’i kurtardığı gibi kendi kariyerini de riske atmıştır.
Böylece İsmet Paşa bir kere daha yırtmıştır.
Onun yüzünden meydana gelen Beylikköprü faciası ise bambaşka bir konudur.

Karabekir’in silinen yüzü
Sözü şöyle toparlayalım:
Hayatında hiç yenilgisi olmayan, bütün savaşlarını galibiyetle sonuçlandıran Kazım Karabekir ile İstiklal Savaşımızın stratejisini ve bütün savaşların planlarını çizen Fevzi Çakmak ders kitaplarımızda gözükmezken, gözüktüğü zaman da birer kukla halinde sunulurken, İsmet Paşa gibi girdiği her savaşta yenilmiş olan bir komutan yıllarca “eşsiz asker” filan diye kakalanmıştır millete.
İşte bir lise ders kitabından “Şark Fatihi” Kâzım Karabekir’in Cumhuriyet neslinin hafızasından nasıl silinmek istendiğine çarpıcı bir örnek:
Milli Eğitim Bakanlığı’nın (o zamanki adıyla Maarif Vekaleti’nin) 1931 tarihinde çıkardığı Tarih IV adlı lise ders kitabında Mustafa Kemal Paşa'nın İzmir'de annesinin mezarı başında çekilen fotoğrafından Kâzım Karabekir Paşa'nın bulunduğu kısım, üstelik sayfada boş yer olduğu halde kasıtlı olarak kesilmiştir.
Halbuki eğer ille de kesilmesi gerekiyor idiyse, sol taraftaki çoluk çocuğun kesilip sağ taraftaki Kazım Karabekir ve Fevzi Çakmak gibi iki tarihî kişiliğin gençlere sunulması gerekmez miydi? Hem söyler misiniz, bir tarih ders kitabı tarihteki önemli şahsiyetleri öğretmeyecek de neyi öğretecektir gençlere?
Nitekim büyük boy 350 sayfa tutan bu kitapta Karabekir'in ismi sadece 2 yerde geçmekte olup onlarca İsmet Paşa ve o zamanlar Meclis Başkanı olan Kâzım (Özalp) Paşa fotoğrafı bulunduğu halde bir tane olsun Karabekir fotoğrafına yer verilmemiştir. Olduğu zaman da örneğimizde gördüğümüz gibi resimden kesilmiş, çıkarılmıştır, böylece kasıtlı olarak unutturulmak istenmiştir.
Mesaj gayet açık değil mi?
Böylece hem Şark Cephesi diye bir 'cephe' yok denilmiş oluyor, sadece İsmet Paşa'nın komutanı olduğu 'Garp Cephesi'nin başarısı vurgulanıyor, hem de tasfiye edilen muzaffer komutanın görüntüsü hafızalardan temizleniyor.
Oysa biliyoruz ki, İstiklal Savaşı önce Doğu'da başlamış, sonra Batı'ya yayılmıştı. Burada Doğu'nun ‘Kürt kimliği’ de tehlikeli bulunuyor olmalı. İstiklal Savaşı'nın öncülüğü eğer Doğu'ya verilirse bu savaşın Kürtler arasında başladığı zannedilir kaygısının egemen olduğunu düşünüyorum bu kesip biçme operasyonunda.
O zaman da doğal olarak 1930'larda inşa edilmekte olan “Türk kimliği” bundan zarar görecek veya en azından tasarlanan mükemmeliyetine halel gelecektir.
Fotoğrafın aslına ve kesilmiş haline baktığınızda bir tarihin nasıl doğrandığını açıkca görebiliyorsunuz. O zaman Genelkurmay’ın da Karabekir’in farkına bu kadar geç varmasına şaşmamak gerekiyor.
(Haber 7)