Articles by "Kanuni Sultan Süleyman"
Kanuni Sultan Süleyman etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


 Meşhur akıncı ailesi Malkoçoğulları'na mensup olan Gazi Bali Bey, Bosna ve Rumeli Beylerbeyliği yapmış ve Sultan İkinci Bayezid Han'ın damadı olmuş Malkoçoğlu Damad Yahya Paşa'nın üç oğlundan biridir. Koca Bali Paşa diye de bilinir. İkinci Bayezid'in kızı Aynışah Sultan'ın kızıyla evlenmiştir.
Genç yaşta akıncılığa başlayan Gazi Bali Bey, Kanuni Sultan Süleyman'ın Belgrad'ı fethinde (1521) bulunmuş ve büyük kahramanlıklar göstermiştir. 30 Ağustos 1521'de Belgrad'ın fethinden sonra kale muhafızlığına Yahya Paşazade Bali Bey tayin edilmiştir.



Kanuni Sultan Süleyman 1526'da Macaristan seferine çıktıktan sonra Yahya Paşazade Bali Bey 5 bin kadar süvari birliğiyle öncü vazifesiyle gön¬derilmişti. Mohaç muharebesi sırasında Macar ordusunu arkadan çevirerek hezimete uğratmakta büyük gayretler gösterdi.

Mohaç Meydan Muharebesi'nden sonra Semendire sancakbeyliğine tayin edilen Gazi Bali Bey daha sonra Bosna ve Belgrad sancakbeyliklerinde bulunmuş, 1543 yılında ise Budin beylerbeyliğine getirilmiştir. Aynı yıl vefat eden Gazi Bali Paşa, akıncı beyi olarak bulunduğu şehirlerde cami ve medrese gibi birçok hayır eseri yaptırmıştır.

Onlarca kale fethetmiş, muharebelerde fevkalade cesaretler göstermiş olan Bali Bey, sancakbeyliği alameti olarak kendinde mevcud olan iki tuğun üçe çıkarılmasını rica için 1532 yılında Kanuni Sultan Süleyman'a bir mektup yazmıştı.
Padişahtan aldığı cevap ise çok manidar olup şöyledir:



FERMAN-I ŞERİFİM VASIL OLUNCA MALUM OLA Kİ: "TUG O KADAR UCUZ DEGİL"

"İftiharu'l-havassi'l-mukarrebın mu'temedü'l-mülüki ve's-selatın katilü'l-kefereti ve'l-müşrikın itibar sahibi Lalam Gazi Balı Bey;

Ferman-ı şerifim vasıl olunca malum ola ki, tarafınızdan gönderilen mektubu alıp okuduktan sonra anlattıklarınız malumumuz olmuştur. On sekiz pare kale fethetmişsin, otuz bin kızak Tershane-i Amire'me gönderip, altmış bin baş göndermişsin. Berhüdar olasın. İki cihanda yüzün ak, ekmeğim sana helal olsun. Bir tuğ rica eylemişsin.

Ya Gazi Balı Bey, daha bir tuğ zamanı değildir. Gerçi sen bize bu hizmeti ve iyiliği eyledin. Biz dahi senin iyiliğin karşılığında sana üç iyilik ettik:

Birincisi sana "Emirü'l-mü'minin" hitabıyla hitab eyledik. İkincisi; sana 'hil'at-ı fahire' gönderdik. Üçüncüsü ise sana Hazret-i Resul-i Ekrem sallAllahü aleyhi vesellem Efendimiz'in tuğunu verdik.

Seni bu üç nesne ile tazım ve tekrim eyledik. Bunların üzerine asla bir ihsan olmaz. İmdi sen dahi bu iyiliklerin şükrünü yerine getirmeye gayret eyleyesin ve her işi Allah'tan bilesin ve zinhar nefsine gurur getirmeyesin. Kendi kılıcım ile 'Bu kadar memleket fetheyledim!' demeyesin. Memleket Allah'ındır. İkinci olarak Hazret-i Peygamber'indir. Üçüncü olarak Cenab-ı Hakk'ın izni ile ben halifenindir.

Ve bey olmak iki kefeli bir terazidir. Bir kefesi cennet, bir kefesi cehennemdir. Şunlardan ola gör ki gözleri uyur ise kalpleri uyanıktır. Her işin başı adalettir. Adaletli ol ki her günün ibadete sayılsın. Hakk Sübhanehü ve Teala cümlemizi adil kullarından eyleye.

Serasker olman ve beyliğin hasebiyle hükmünün geçtiği yerlerde olan zulüm için mahşer günü bize sual olunur ise senin yakana yapışırım. Ola ki o günde mahcup olmayıp yakanı benden selametle kurtarasın.
Bir kişiyi hizmette kullanmak murad edersen zinhar o kişinin dış görünüşüne itimad eylemeyesin. Çok kimseler var ki elinde fırsat olmadığı zaman sevimli yüzünü gösterirler. Eline fırsat geçtiği anda Nemrud olurlar. Velhasıl insanları tecrübe edesin ve sonra aldanmayasın. Göz kulak açasın.

Eğer beyler ve vekiller iyi insan olsa halkın hakkı ve hali iyi olur. Halk beylerin çerağı (otlağı) gibidir. Her kim çerağına bakmazsa hali yaman olur. Bazı kimseler vardır ki, gündüz oruç tutar, gece namaz kılarlar. Amma putperest odur ki mala muhabbet edenlerdir. Halkı mal sevmekten başka hiçbir şey azdıramaz.

İmdi sen dahi fani olan şeye meyl ve muhabbet eylemeyesin. Nimetleri Allah'ın kulları üzerine harcayasın. Kerem elini açasın. Hased üzere olmaktan uzak durasın. Mal eksilir diye huzursuz olmayasın. İhtiyaç ve zaruret hasıl olunca buraya bildiresin. Mevcut olan hazineden sana üç dört yüz kese harçlık vermeye aczim yoktur.

Fetholunan kalelerin mal ve erzaklarının tamamını beytülmal için almayasın. Zinhar rıza-yı hümayunum yoktur. Beytülmal için beşte birini alıp gerisini İslam askerine dağıtasın.

İslam askerine riayet eyleyesin. İhtiyarlarını baba bilesin. Daha küçük¬lerini kardeş bilesin. Daha küçüklerini oğul bilesin. Oğullarına merhamet ve şefkat edesin. Karındaşlarına ikram eyleyesin. Babalarına tazım ve ihtiram eyleyesin. İslam askerine hiçbir surette zorluk ve sıkıntı çektirmeyesin.

O diyarlarda bulunan Allah'ın fakir kullarını gözleyesin. Sadakaya muhtaç bulunanların beytülmalden elbiselerini ve ihtiyaçlarını göresin. Fakirler Hakk Teala'nın kullarıdır. Beytülmal-i Müslimın Allah'ın kullarının hakkıdır.

O diyarlarda seyyidlerden yaşayan var ise ismi ve resmi ile tarafımıza arz edip bildiresin. Devlet tarafından maaş tayin olunup Resulullah'ın evlat¬arına bir vechile sıkıntı çektirmeyesin.

Reaya fukarasının, vergi olarak alınan zahirelerden başka yarım akçelik bir vergi ile dahi olsa rencide olunmasına katiyyen rızam yoktur ki, bizim reayamızın rahat halini kafirlerin reayası görüp gıbta eylesinler. Meyl ve muhabbetleri bizim tarafımıza olsun.

Ve mümtaz kadılardan fazilet sahibi Mevlana Mustafa Efendi'yi ordu kadısı tayin edip gönderdim. Vardığında en güzel şekilde Şer'-i Şerıf'e itaat edesin. "Ulemanın eti zehirlidir. " 1 hadisi gereğince hatırını rencide eylemekten çokça sakınasın. Zira "Alimler peygamberlerin varisleridir"

Bazı köyler vakfetmeyi murad etmişsin, Allah'a yemin ederim ki fetholunan köylerin cümlesini vakfedersen makbulümdür. Vakfı arzu edilen köylerin müfredat defterlerini gönderesin. Senden sonra, Osmanlı ailesinden gelen padişahlar ve vezirler ve beylerbeyiler ve sancakbeyleri ve kadılar ve bilcümle Ehl-i İslam'dan her kim senin evladına riayet eylemez ise Allah'ın laneti onların üzerine olsun! Mahşer günü davacısı olup düşmanlık ederim.

İmdi ya Gazi Bali Bey!

Sen dahi canla başla çalışıp din-i mübin uğrunda ve sahanat işlerine bağlılıkta gayret sarf edesin. Yiğitlerin bahadırlarını saklayasın. Atın sağlam ve kuvvetli olanını besleyesin. Ve kılıcını muhafaza edesin. Cömertlik kapısını açık tutasın.

Ni'me'l-mevla ve ni'me'n-nasir (O ne güzel Mevla, ne güzel yardımcıdır) zikrini tekrardan hali olmayıp zahir ve batın erenlerinin himmetlerini yoldaş kılıp "Üd'u rabbekum tazarru'an ... " (Rabbinize yalvararak dua edin) ayetini boynuna hamail edip ve benim hayır duamı alasın. Hakk Sübhanehü ve Teala uğrunu açık, kılıcını keskin eylesin ve din düşmanları üzerine seni İslam askeri ile daima muzaffer kılsın! İki cihanda yüzün ak olsun!

Şöyle bilip bu emr-i şerifimle amil olasın! Sene 938 (1532)2

***



Kemal Edib Kürkçüoğlu, "Kanuni'nin Bali Beğ'e Gönderdiği Hatt-ı Hümayun", Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1950, s. 1-13; Hatt-ı Hümayun'un sureti: çamlıca Basım Yayın Araştırma Kütüphanesi, Yazma eserler Kısmı; Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Ktb., İsmail Saib Sencer Yazmaları, nr. 2555/I. 



Sayın Bülent Arınç çok haklı: "Kanuni'yi Koruma Kanunu" çıkarmak gerekecek bu gidişle. Atatürk filmlerinde gerçeğe uymayan sahneler oldu mu, kıyametleri koparanlar, aynı şey Kanuni'nin başına gelince 'Canım, sanatçının özgürlüğü vs.' gerekçelerine sığınıyorlar. İşine gelince tarihe saygı iste, gelmeyince vur abalıya!

Zihinlerimizdeki Oryantalist ipoteği bir kere daha bütün parlaklığıyla sergileyen "Muhteşem Yüzyıl" dizisi, Türkiye'ye "sahte bir tarih" yutturarak milyonların zihnini karıştırıp Harem ve Hürrem efsanelerinin ateşini biraz daha körükleyeceğe benziyor. Tarihî gerçeklere attığı çalımların ise haddi hesabı yok.

Birilerinin bize "yanlış baba"yı gerçek baba diye seyrettirmelerinden bıktık, usandık. Ecdadımızın kendi nefesiyle arz-ı endam edeceği bir tarihî filmi daha ne zamana kadar bekleyeceğiz?
Bence dizinin temel sakatlığı, bakış açısında. 'Ticari olarak ne getirir?' diye bakıldığı o kadar açık ki, bütün kurgusu, cinselliğe odaklanmış. Belki de adını "Muhteşem Haremistan" koysalardı daha dürüst davranmış olurlardı.

Soruyorum: Eğer dizideki harem ve aşk sahnelerini Amerikalı veya İtalyan bir yönetmen çekseydi bundan farklı ne yapabilirdi? O da harem sahnelerini abarttıkça abartır, erotizme ve Batı kültürünün kadim saplantısı olan harem fantezilerine yüklenirdi.
Peki Kanuni'nin tahta çıkmasından bir gün sonra matem elbiseleriyle babası Yavuz'un tabutunun önünde kilometrelerce yürüdüğü sahne neden çekilmeye layık bulunmadı dersiniz? Tabii ölüm gibi can sıkıcı bir konu işin içine girince o harem sahnelerini nasıl yutturacaklardı millete?
Hakkını yemeyelim, kahramanımızın ağzını dahi kıpırdatmadan, bir an önce bitsin diye kameralara boş boş baktığı(!) namaz sahnesini unutuyor değilim. Onlar da maalesef epeyce yapay ve yapıştırma kalıyor.
Üstelik Kanuni tahta çıktığı tarihlerde Topkapı Sarayı'nda bir Harem dairesi bulunmuyordu! O zamanlar Harem, bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasının bahçesindeki Eski Saray'daydı. Topkapı bir devlet dairesi olarak kullanılıyor, padişah akşamları yatmak için Eski Saray'a gidiyordu. 1550'lerde bile Hürrem'in Eski Saray'da yaşadığına dair belgeler var. Topkapı'da bir 'Harem Dairesi'nden söz edebilmek için III. Murad devrine demir atmak gerekecektir.
Hürrem (Aleksandra) adlı cariyenin Kanuni tahta çıktıktan sonra saraya girdiği de tarihî olgulara aykırı bir bilgidir. Zira Hürrem, Kanuni daha Kefe valisi iken, 14-17 yaşlarında onun haremine girmişti. Filmde nasılsa çatpat Türkçe bilen 'acemi' Hürrem, aslında o tarihte Türkçe, edebiyat, nakış, dikiş, müzik vs. öğrenmiş tecrübeli bir cariyedir, en önemlisi, çocuk doğurmaya layık biri olduğunu ispatlamıştır.
Bir de Kanuni'yi oynayan Halit Ergenç'in yaşı meselesi var. Bu 40 yaşındaki 'adam'ın, tahta çıktığında henüz 25'ini bitirmemiş olan genç ve dinç Kanuni ile ne alakası var? 21 yaşındaki Fatih'in resmini yapamadığımız gibi, genç Kanuni'ye de o muhteşem tahtı yakıştıramıyoruz herhalde.
Dizide Kanuni tahta geçtikten sonra şenlikler yapıldığını izliyoruz (havai fişek vs.). Oysa ortada daha gömülmemiş bir padişah cenazesi duruyor. Yavuz'un matemi sürüyor. Ne eğlencesi bu?
Bu arada Kanuni'ye babasının Rodos'u almak için 200 parça "kalyon" yaptırma emri verdiği söyleniyor. Hey Allah'ım! Kalyon o tarihlerde Osmanlı donanmasında yoktu ki! Prof. İdris Bostan'ın "Osmanlı Gemileri"ne bakın, tersanelerimizde ilk harp kalyonu 1644 yılında yapılmıştır diye yazar, yani yaklaşık 124 yıl sonra.
Hatalar sürüp gidiyor. Burada keselim, zira 'filmi bırak da bize haremi anlat' dediğinizi duyar gibi oldum.
Bunun için üç yabancı kaynağa başvuracağım. Kanuni devri yönetimi üzerine doktora yapmış olan

Albert Howe Lybyer şöyle yazıyor:
"Bir Doğu hareminin yapısı ve özelliği genellikle yanlış anlatılır. Haremde yüzlerce, hatta binlerce kadın bulunsa da, bunlardan ancak birkaçı hükümdarın gerçek eşiydi. Geri kalanların çoğu, hükümdarın annesinin, karılarının, kızlarının ve çocukluk çağındaki oğullarının kişisel hizmetkârı ve eğlencesiydi. Kanuni çağında harem, sarayın geri kalan bölümlerinden öylesine kopuk, öylesine az görülen ve az tanınan, öylesine sultanın kişisel konusu niteliğindeydi ki, saray incelenirken haremin üzerinde durmak pek gerekmezdi. Anlaşıldığına göre Kanuni, haremine sık sık gitmiyordu."
Neymiş? Harem genellikle yanlış anlatılırmış, bir. İçinde binlerce kadın yaşasa da, haremdekilerden ancak birkaçı hükümdarın eşiymiş, iki. Harem o kadar az bilinen bir konuymuş ki, üzerinde durmak bile gerekmezmiş, üç. Kanuni haremine sık sık gitmiyormuş, dört.

Avusturya elçisi Busbecq, bizzat görüştüğü Kanuni hakkındaki izlenimini şöyle aktarır:
"Artık yaşlanmakla birlikte bu muazzam imparatorluğun hükümdarlığına hâlâ yakışmaktadır. O aşırılığı sevmeyen, kendini birçok zevklerden mahrum etmesini bilen, irade sahibi bir kimsedir. Gençliğinde bile ağırbaşlılıkla hareket eder, şarap içmezdi. Dindardır, ibadetini hiç ihmal etmez. Bir emeli devletin hudutlarını genişletmek ise, diğeri dinini yükseltmek ve yaymaktır."

Kitabı "Harem-i Hümayun"u sık sık tavsiye ettiğim ABD'li tarihçi Leslie P. Peirce ise Batılıların haremle ilgili takıntılarını cesurca irdeliyor:
"Biz Batılılar, İslam toplumunda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama hâlâ güçlü bir geleneğin mirasçılarıyız. Harem, Müslüman cinsel duyarlığı üzerine kurulu Batı efsanelerinin kuşkusuz en yaygın simgesidir. Avrupa, bir Doğu tiranı efsanesi geliştirdi, özünü de sultanın hareminde yakaladı. Seks alemleri, kokuşmuş iktidarları anlatmakta kullanılan bir mecaza dönüştü. Haremin temel dinamiğini cinsellikten çok aile politikası oluşturuyordu. Haremdeki birçok güçten sadece biriydi cinsellik; burada incelenen dönemde de pek önemli değildi."

Peki Kanuni nasıl biriydi?
Zigetvar seferine çıkmadan önce oğlu Selim'e iki bazubent ile bir "cevherî al sanduğu" bırakmış, bunları satıp parasıyla Cidde'ye su getirmesini vasiyet etmişti. Vasiyetindeki son sözleri şunlardı: "Hak Teala bu seferi mübarek edip gönül hoşluğuyla gelmek müyesser ede, Habib-i Ekrem hürmetine aleyhisselam."
'Bu' Kanuni'yi "Muhteşem Yüzyıl"da boşuna aramayın, bulamazsınız.

m.armagan@zaman.com.tr
http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1076169&title=kanuniyi-koruma-kanunu-mu-cikartalim%EF%BB%BF




Kanunî Sultân Süleyman Hân’ın onuncu seferi, Osmanlı tarihlerinde “Estergon Sefer-i Hümâyûnu” diye anılır. Bu sefer, Macaristan’da Estergon ve İstolni – Belgrad kalelerinin fethi kadar, Türk ordusunun gösterdiği ihtişamla da meşhurdur. 23 nisan 1543′te Orduy-ı Hümâyûn, Macaristan’a gitmek üzere Edirne’den ayrılırken yapılan geçit resmi ve tören, tarihe, Türk debdebe ve gösterişinin parlak bir örneği olarak geçmiştir.
En önde, ordunun su taşıyan saka sınıfına mensup bölükleri ilerliyordu. Bunların ardından, padişaha mahsus hazineyi, parayı ve eşyayı taşıyan 2.100 katır geliyordu. Bu hayvanlar, 300′erden 7 bölük teşkil edecek şekilde düzenlenmişti. Sonra 900 kişilik bir atlı hassa taburu bunları takip ediyordu. Bu tabur 100 diziden kurulmuştu ve her dizide 9 atlı vardı. Ordunun bir kısım yiyecek ve cephanesini taşıyan 5.400 deve, her dizide 6 hayvan bulunmak üzere 900 sıra halindeydi. Bu hecinsüvar levazım tugayım 1.000 kişilik cebeci taburu, 500 kişilik lâğımcı (istihkâm) taburu, 400 kişilik arabacı (nakliye) taburu takip ediyordu.


 

Her birliğin başında, tören üniformalarını giymiş subaylar yer alıyordu. Daha sonra, ordunun ruhu ve esası olan tımarlı sipahi tümenleri geliyordu. Bunlar, Anadolu tımarlıları idi. Rumeli tımarlıları, Sofya’da katılmak üzere bu şehirde toplanmışlardı. Tımarlıların ardından, bütün maiyet halkı ile muhteşem bir kalabalık teşkil eden nişancı (devlet bakanı), başdefterdâr (maliye bakanı), Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, nihayet 4 vezir at sürüyordu. Her vezirin önünde tuğlarını taşıyan 3 tuğcu, beylerbeyilerin önünde 2 tuğcu, sancak beylerinin önünde ise 1 tuğcu görünüyordu. Bu generallerin hemen arkasında, kalabalık bir kurmay subaylar, yaverler ve emir subayları yer alıyordu. Bunlardan sonra padişahın şahsına bağlı saray birlikleri geliyordu. Hükümdarın şahsî hizmetkârları, sonra “çavuş” ve “kapıcıbaşı” denen ve sayıları 300′ü bulan hassa yaver ve emir subayları ilerliyordu. Bunlar, göz kamaştırıcı üniformalar giymişlerdi; elbiseleri en usta terziler elinden çıkmış ve en değerli kumaşlardan dikilmişti.

 

12.000 kişilik tam kadrolu Türk ağır piyade tümenini teşkil eden Yeniçeriler, ortalar (taburlar) hâlinde yürüyorlardı. Bazı Yeniçeri birlikleri tüfekli, bazıları sadece kılıç, ok ve yaylı idi. Yeniçerileri 7 sırmalı sancak ve 7 tuğ taşıyan 14 sancakdar ve tuğcu izliyor ve hükümdarın şahsına mahsus olan bu “7″ sayısı, padişahın yaklaşmakta olduğunu haber veriyordu.
200 kişilik mehter takımı, mehterbaşının başkanlığında, yeri ve göğü inleten havalar çalarak, korkunç denecek derecede muhteşem ve muntazam adımlarla ilerliyordu. Mehterlerin sazları, altın zencirlerle boyunlarına asılmıştı. Daha sonra 400 kişiden ibaret “solak” denen başka bir hassa taburu yer alıyordu. Solakların kılık kıyafeti, bahar güneşi altında pırıl pırıl yanıyordu. Başlarında tavus tüyünden sorguçlar vardı. Yalnız böyle bir birliği geçirmek, o devirde, ancak büyük bir imparatorluğun harcıydı. Ardlarından gelen 150 hassa yaveri ve protokol subayının üniformaları ise mücevhere boğulmuştu. Elbiselerinin düğmeleri elmastandı. Geçtikleri yere, gözleri, kör eden bir ışık deryası yayılıyordu. Bunların başında “çavuşbaşı” denen mâbeyn-i hümâyûn mareşali vardı. Daha sonra, 70 kişiden ibaret “peyk” denen bir hassa takımı geliyordu.

 

Bunlar, 35′i sağda, 35′i solda olmak üzere yürüyor ve aralarında “Cihan Padişahı” Kanunî Sultân Süleyman Hân at sürüyordu. Bilhassa yabancılar padişahın mücevherler içinde geçeceğini sanırlarken ilk defa olarak hayal kırıklığına uğruyorlardı. Çünkü hükümdar, sade bir elbise giymişti. Bütün ihtişamı, görülmemiş güzellikteki atındaydı. Bu at, akıl almaz büyüklükte inci, pırlanta ve zümrütler kakılmış koşumlar taşıyordu. 48 yaşına gelen ve 46 yıllık saltanatının 23. yılında bulunan Kanûnî’nin yüz ifadesi çatık çehreli denecek kadar ciddî ve ve-karlı idi. Hafifçe önüne bakıyor, buna rağmen, bütün ordusuna hâkim bir başkumandan olduğu hemen anlaşılıyordu.
Daha sonra topçu, “azab” denen hafif piyade alayları geçiyordu. Ordunun diğer birlikleri, bitmek tükenmek bilmez diziler hâlinde yürüyüşlerine devam ediyorlardı. O zaman dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Edirne’nin halkı, biri-birleri üzerine yığılmış azametli bir kitle hâlinde, fakat dikkat çekici bir sessizlik içinde, ordularını seyrediyorlardı. Yalnız gözlerinden bu manzara ile öğündükleri anlaşılıyordu. Alkış ve gösteri yoktu. Atların nal sesleri bile hafifçe duyuluyordu. İşitilen tek şey, Mehterhâne-i Hâkaanî’nin ceng havaları idi. Ordunun geçişini izlemek için İstanbul’dan gelmiş olan yabancı diplomat ve tacirleri en çok şaşırtan, bu mutlak sessizlikti. Avrupa ordularının kulakları sağır eden gürültülerine alışan yabancılar, Türk ordusunun ve milletinin sükûneti karşısında, başka bir âleme geçmiş gibi oluyorlardı.
Kaynak 





İçki, şu, bu derken sıra geldi Osmanlı'da mumla mumya aramaya. Güya Osmanlı padişahları gömülmeden önce mumyalanırlarmış.

Kanıt olarak öne sürdükleri de ya bazı vakanüvislerin manasını anlamadıkları sözleri ya da bir sözde 'belge'. Kimi şöhret heveslileri de kapı kapı dolaşıp Fatih'in cenazesini kokuttuğumuzu, bundan büyük rezillik olamayacağını, dahası, ellerinde taş gibi belge olduğunu lodos gibi üfürebiliyorlar. Sizler de soruyorsunuz haklı olarak: Var mı böyle bir şey?

Her şeyden önce böylesine çözümü zor tarih konuları magazinci ağzıyla çözülmez. Olsa olsa kâzip bir şöhret getirir, sonrası fıs! Oturup belgeler üzerinde çalışmaktan başka çözüm yolu yoktur. Ama nerede o sabır bizde! Herkesin gözü maçın skorunda. Hatta maçta bile skor üç ihtimalli iken, burada tek maçlı kupa finali gibi ya galip geleceksiniz ya da yenileceksiniz.

Gelelim mumya meselesine.

Bir kere eski Türkler, mesela Göktürkler ölülerini mumyalamazlardı. Ölen hükümdarların cesetleri aylarca açıkta bekletilir, ceset iyice çürüdükten sonra kemiklerini törenle gömerlerdi. Kültigin Şubat 734'te ölmüş ama Kasım'da gömülmüştü. Aynı şekilde Kasım 734'te ölen Bilge Kağan ise Haziran 735'te gömülmüştü (J.-P. Roux, "Türklerin ve Moğolların Eski Dini", İşaret Y., 1998, s. 214).

İkincisi, Amasya Müzesi'nde veya bazı Konya türbelerinde Selçuklu veya Beylikler dönemine ait bazı mumyalanmış hanedan cesetleri mevcutsa da, padişahlar mumyalanarak gömülmezlerdi.

O zaman haklı olarak 'Kitaplarda rastladığımız 'Sultanın naaşı tahnit edildi' ifadesinden neyi anlamalıyız?' diye soracaksınız. Mütercim Âsım'ın "Kâmus Tercümesi"ne bakıldığında 'tahnit'in Arapçada 'hanut' veya 'hınat' kelimelerinden geldiğini öğreniriz. Bunlar ise güzel kokulu nesnelerden oluşan kokuya tabir edilir ki, ölünün kefeni üzerine saçılır ve tebhir edilir.

Yani 'tahnit', Mısır'daki gibi mumyalama işlemi değildir. Prof. Halil Sahillioğlu'nun dediği gibi, hem koku sürmek, hem de güzel kokulu maddelerle beşer vücudunu çürümekten korumak anlamındadır. Tahnitin yerine göre dereceleri vardır gerçi ama bu hiçbir zaman mumyalama olarak nitelendirilemez. Nitekim Edirne'de vefat eden II. Süleyman'ın cenazesine ilişkin belgeler Başbakanlık Arşivi'ndedir. Cenazesi için satın alınan maddelere baktığımızda bir kısmının güzel kokular olduğunu görürüz: Anber, öd ağacı, abur, kâfur vs.

Kanuni'nin Zigetvar'dan 48 gün sonra getirilen cenazesine tahnitin bir ileri aşaması uygulanmış ve kokuşacak olan iç organları çıkartılmak suretiyle ilaçlanmış, misk, anber, abir sürülerek İstanbul'a kadar bozulmadan dayanması sağlanmıştır. Hatta bir tanığın söylediğine bakarsak, "attar tablası" gibi kokmaktadır. Belirtelim ki, Kanuni'nin daha Zigetvar'dayken iç organları çıkarılmış, kalbi yıkanarak ayrı bir kabın içine konulup diğer organlarıyla birlikte gömülmüş, cenaze özel doktoru Kaysunizade başkanlığındaki bir heyet tarafından yıkanmış, sonra kefenlenip namazı kılınmıştır. O sırada Zigetvar'da bulunmayan Gelibolulu Mustafa Âli ve ondan neredeyse bir asır sonra Evliya Çelebi'nin söylediğinin tersine, Kanuni'nin cesedi 'salamura' yapılmış veya mumyalanmış değildir.

İlginçtir, Kanuni'nin cenaze namazı bir de İstanbul'da kılınacaktır. Ancak İmam Şafii'dir (Nakibüleşraf Muharrem Efendi). Neden bir Şafiî imam kıldırmıştır? Hanefilikte iki ayrı cenaze namazına cevaz yokken, Şafii mezhebinde vardır da ondan. (Osmanlı'nın dinî hassasiyeti böyleydi.) Ayrıca Osmanlı insanı ölüme o kadar yakındır ki, sefere giden beyler, yanlarında zemzem suyuna batırılmış kefenler götürürlerdi. Nitekim Kanuni 'müzemzem' kefenle defnedilmiştir, mumyalanarak filan değil.

Sabrınız taşmak üzere, biliyorum. 'Nerede kaldı şu Fatih'in cenazesi?' demektesiniz haklı olarak. Geliyorum.

Önce 1970'te "Belleten"deki yazısında İ. H. Uzunçarşılı, ortada gördüğünüz belgeyi yayınlar. O tarihe kadar kimsenin dikkatini çekmemiş olan bu belgede tarih yoktur, bir. Kime yazıldığı belli değildir, iki (üzerinde yalnız 'Sultan' diye bir kelime okunur). İçinde sadece İshak Paşa'nın adı geçer. İmza ise Baltacılar Kethüdası olduğunu söyleyen Kasım'a aittir.

Önce üzerinde konuşabilmemiz için bu 'müthiş' belgenin ilgili kısmını aktarıyorum:

"...Ol halde hünkâr müteveffa oldu, üzerimde üç gün ve üç gece mum yanmadı, vardım Kapucular Kethüdasına söyledim, ol dahi İshak Paşa'ya söyledi. Emreylediler mum yaktım. Reyhası ucundan kimse yanına varmadı. Ben fakir, usta ile bilece içini ayırtladım. Bu zikr olunan sözleri kethüdamız dahi bilir..."

Şimdi çarpıtmalara gelelim.

1) Metindeki 'üzerimde'yi 'üzerinde' okuyorlar, 2) Sonra onu 'cesedin üzerinde' yapıyorlar, 3) Ardından güzel koku anlamına gelen "reyha" (rayiha) kelimesini cesedin kokuşmasına yoruyorlar, 4) Nihayet "Bilece içini ayırtladım"dan yola çıkarak Baltacılar Kethüdası'na bir ustayla birlikte cesedin içini boşalttırıyorlar.

Benim kanaatlerim şöyle:

1) 'Üzerimde 3 gün mum yanmadı'dan şunu anlayabiliriz: Saraydaki yas sırasında genel bir karartma uygulanmıştır. Kethüda Kasım, 'Mum yakabilir miyim?' diye izin istiyor.

2) Ceset kelimesi geçmiyor.

3) 'Rayiha' güzel koku anlamındadır ki, açıkladığımız gibi kefenin üzerine saçılan kokulardır. Bundan çürüme ve kokuşma anlamı çıkmaz.

4) 'Ayırtlama'nın buradaki anlamı, G. Veinstein ve N. Vatin'in yakaladıkları gibi sözkonusu olan bir cenaze ise iç organlarının çıkarılması değil, gasledilmesidir.

5) Madem atış serbest, ben de bu mektubun II. Murad'ın vefatı üzerine Fatih'e yazıldığını iddia etsem kim ne diyebilir? Hem adı geçen İshak Paşa'nın imzasını, Murad Han'ın vasiyetnamesinde de görmüyor muyuz?


Yıllar önce aklıevvelin biri bu belgeyi nasıl sunmuştu, hatırlayıp gülümseyelim mi: "Fatih'in naaşının mumyalanması unutulmuş ve sarayı dayanılmaz bir koku sarınca "Hay Allah, hünkârı tahnit ettirmek hatırımıza gelmedi" denip kokmuş ceset alelacele mumyalatılmıştı."

Tarihimiz kimlere emanet!


m.armagan@zaman.com.tr




Geçtiğimiz günlerde gazetelere yansıyan bir haber hepimizi yeniden irkiltmeye yetti. Avusturya parlamentosundan sağcı bir milletvekili Adreas Mölzer, AB Komisyonu'nun yanıtlaması istemiyle AP Başkanlığı'na verdiği yazılı soru önergesinde, Müslüman liderlerin sıklıkla “Avrupa'nın fethi İslam'ın temel hedefidir” söylemini dile getirdiklerini bildirmiş. Alman Sosyal Demokrat Parti'den (SPD) Avrupa Parlamentosu'na seçilen Volkan Öger'in seçim kampanyası sırasında tamamen ekonomik, kültürel anlamda söylediği belirtilen ve mizahi yönü de olan “Kanuni Sultan Süleyman’ın 1529'da başlattığı Viyana kuşatmasını, vatandaşlarımızla, güçlü erkeklerimiz ve sağlıklı kadınlarımızla biz tamamlayacağız" cümlesini de alıntılayan Mölzer, “Bu tehlikeli duruma tepki olarak tartışılan İslam dünyasından göçün durdurulmasının aciliyeti ne düzeydedir?" diye de sormayı ihmal etmemiş.

Velhasıl Jörg Haider’in sağ kolu olarak nitelendirilen Mölzer’in sözleri, aradan 4,5 asır geçmesine rağmen Avusturya’da, yalnız Avusturya’da da değil, aslında Avrupa’nın neredeyse tamamında bir Kanuni ve Osmanlı fobisinin yaşamakta olduğunun en çarpıcı belgelerinden biri.
Peki bu korku tamamen yersiz mi?
Avrupa’nın bilinçaltındaki korku
Aslına bakılacak olursa bu korkunun temelinde Avrupa’nın İslamiyetle olan çarpık (gayri meşru da diyebilirdim) ilişkisi yatıyor. Çünkü Tarık bin Ziyad’ın Afrika’dan Endülüs’e çıkarma yaptığı 711 yılının Mayıs’ından itibaren bu Karanlık Kıta’nın kaderini ve gidişatını belirleyen temel güç, İslamiyet olmuştur. Düşünün ki, Müslümanlar Avrupa’ya çıktıklarında Avrupa Ortaçağ’ın en karanlık zamanını yaşamaktaydı.
Denilebilir ki, Avrupa Müslümanlar sayesinde batı ucundan başlayarak aydınlanmaya başladı ve kıtanın gördüğü en özgün uygarlık sentezlerinden birisi olan Endülüs’ün ışığı Avrupa’nın yeniden aydınlanmasının da başlangıcını oluşturdu. İşte Müslümanlara olan bu derin borcun ağırlığı karşısında ezilen Avrupalı aydınlar, daha Rönesans devrinden başlayarak hem onun ışığını emmeye, hem de Müslümanlara resmen küfretmeye bayılıyorlardı. “Tıbbın Öyküsü” (The Story of Medicine) adlı kitabında Victor Robinson şu ilginç satırları yazıyor:
“Rönesans dediğimiz şey, Müslümanlara (yazar ‘Arabism’ diyor) başkaldırı olarak başlamıştır. Rönesans’ın ilk büyük mücadelesi, İbn Sina bağlıları ile Galen’in yeni yazılarına bağlananlar arasında cereyan etmiştir. Hatta Jean Fernel adlı öncü, faeces Arabum mele latinititatis conditae demiştir, yani Arapların pisliği Latin balıyla tatlandı.”
Özetlersek, Müslümanların yüzyıllar süren ezici bilimsel üstünlüğü karşısında içine düştükleri aşağılık kompleksinden çamur atarak sıyrılmayı denemişlerdi Avrupalılar. İnkâr, aşağılık kompleksi içinde kıvrananların yapacağı bir eylemdir ve Avrupa tarihi, Rönesans’tan beri bu defa doğusundan yükselen bir gücün karşısında yeni bir aşağılık duygusunun elinde esir olacaktır. Bu, Türk korkusudur, ya da Mölzer’in durumunda, Kanuni fobisi.
Peki bu korku ne kadar gerçektir? Biliyoruz ki, korku, objesi gerçek olsa da, kökenleri korkan varlıkta bulunan bir duygudur. Avrupa’nın bilinçaltına, kökü 8. yüzyıla kadar geriye giden bir İslam korkusu yerleşmiştir ve anlaşılan bu korku, günümüzde de devam etmektedir. Hala Avrupa Birliği’ne girişimizi Kanuni’nin Viyana’ya girişine benzetmelerinin sebebi, korktukları objenin benliklerini fethedeceği paniğidir.
Kanuni hakkında yanlış bildiklerimiz
Peki Kanuni nasıl bir hükümdardı? Yani Avrupalıların korktukları kadar var mıydı?
Burada bir özeleştiri yapmanın zamanıdır. Tarih kitaplarımızda Kanuni’ye çok fazla haksızlık yapıyoruz. İşte Hürrem Sultan’ın elinde oyuncak oldu, işte Fransızlara kapitülasyonları verdi, işte Osmanlı’nın dibine kibrit suyu döktü vs.
Bu çocukça yargıların tarihte yaşamış Kanuni’yle en ufak bir alakası yoktur. Şunu soralım: Hürrem Sultan’ın en çok istediği, Şehzade Bayezit’in tahta çıkmasıydı. Peki çıkabildi mi? O zaman demek ki, Hürrem’in de her istediği olmamıştı.
Kapitülasyonlar da pekala Osmanlı ekonomisine en az 200 yıl nefes aldıran ekonomik bir tedbirdi. Unutmayalım: İzmir, Selanik ve Halep limanları kapitülasyonlar sayesinde parladı. Kapitülasyonlar 19. yüzyılda başımıza bela olduysa, bir insanın 300 yıl sonrasını da görmesini nasıl bekleyebiliriz? Buna hakkımız var mı? Yani şimdi hükümetin aldığı bir kararın 2307 yılında da geçerliliğini koruyacağının garantisi mi var?
Kanuni’nin adının neden ABD Senatosu’nda dünyadaki büyük kanun yapıcıların yanına yazıldığının sırrını anlamak çok mu zordur? Barbaros’u Fransa Kralı’nı kurtarmaya yollayan da, Bağdat’ı Şiilerin egemenliğinden kurtaran da, Kudüs’ü yeniden inşa eden de, Budapeşte’nin bugünkü kimliğine kavuşmasını sağlayan da, İstanbul’u Mimar Sinan’la el ele vererek nakış nakış işleyen de, Divan edebiyatındaki gazel yazma rekorunu kıran da, yazdığı mektuplarda yönetim felsefesini ve dünya görüşü ortaya koyan da oydu.
1566 yılında, 70’ini aşmış ve ikinci emeklilik döneminin sonuna gelmişken hasta yatağından kalkıp at üstünde bin küsur kilometrelik yolu tepen bir insana daha yakından bakmalı değil miyiz? Üstelik bu sefere çıktığı sırada ancak iki kişinin yardımıyla tuvalete gidebiliyordu ihtiyar Kanuni. Üstün performansını 26 yaşında tahta geçtiğinde de, 72 yaşında Zigetvar’ı fethe çıktığında da koruyabilmiş olması ve toplumun hep önünde yürümesi, ona yeterince büyüklük kazandırıyor zaten.
Kanuni’nin tek derdi Avrupa’ya hakim olmak değildi kuşkusuz. Evet, Avusturya üzerine düzenlediği ve tarihlerimize “Alaman seferleri” diye geçen askeri harekâtları, Şarlken’i sonunda pes ettirmiş ve savaş meydanlarından kaçırmıştı. Macaristan’da istediğini kral yapmış, istemediğini devirmişti. Doğru ama Kanuni’nin Kafkaslar ve Orta Doğu ile Akdeniz’e düzenlediği seferler de onun salt bir Avrupa patronluğu için değil, bir “cihan hakimiyeti” düşüncesiyle hareket ettiğini yeterince gösteriyor.
Ne var ki, Kanuni’nin kendisini nasıl gördüğünü anlamak önemli. Mesela yazdığı çok sayıda mektup elimizdedir. Bunlar içinde Hürrem Sultan’a yazılanlar kadar Bali Paşa’ya yazılan da çarpıcı satırlarla doludur. Ancak galiba en etkili mektubu, Habsburgların efsanevi kralı Şarlken’e yazdığı mektuptur. Bu mektupta hem kendisini, hem de muhatabını hangi ölçülerle değerlendirdiği açık bir biçimde görülür. Mektuba, ‘Avusturyalıların da korktuğu kadar varmış’ dedirten tamamen ‘emperyal’ bir hava hakimdir.
Kanuni Avrupa’nın patronu olmak istemişti. Mölzer’in korkusu, bu isteğin geçmişle sınırlı olmadığı kaygısından kaynaklanıyor.
İşte o mektup
Ben ki sultanların Sultanı, Akdeniz’in, Karadeniz’in, Rumeli’nin, Anadolu’nun, Karaman’ın, Erzurum’un, Diyarbakır’ın, Kürdistan’ın, Luristan’ın, Acem’in, Mısır ve Şam’ın, Halep’in, Kudüs’ün ve bütün Arabistan vilayetlerinin, Bağdat, Basra, Yemen memleketlerinin, Kırım ve Macar tahtına ait yerlerin ve daha kılıcımızla alınmış nice ülkelerin Padişahı Sultan Süleyman Şah’ım. Sen ki, İspanya vilayetinin kralı Karlo’sun. Yüce kapımıza sen ve kardeşin ayrı ayrı mektuplar gönderip bize dokunmayın diye ricada bulunmuşsunuz. Merhamet ederek size 5 yıl süreyle dokunmamak üzere eman verdik. Ancak bir şartla: Bu sürede benim topraklarıma ‘kurudan veya yaştan bir sebeple’ saldırmayacaksınız. Korumam altında bulunan Fransa Kralı ve Venedik Doçu’na da dokunmayacaksınız. Mutluluk dağıtan kapımız size daima açıktır. Ne zaman isterseniz başvurabilirsiniz.
Vahdettin, Venizelos’tan daha mı kötüydü?

“Atatürk bir zamanlar ülkesini işgal eden Yunan Başbakanı Venizelos’a dahi dostluk elini uzatmaktan çekinmedi. Çünkü onun için ebedi düşman diye bir şey yoktu. Türk İstiklâl Savaşı bu zihniyet içinde muvaffak oldu.”
Alman tarihçisi Jaeshke’nin bu gönül okşayan satırlarını okuyunca şunu anlıyor insan: Atatürk düşmanlarını bile affetmişti, çünkü onun için ebedi düşman diye bir şey yoktu.
Güzel; lakin acaba 1930’larda Türkiye’yi yeniden, tabii bu defa ‘dost’ sıfatıyla ziyaret eden Venizelos’a özel karşılama törenleri düzenlendiği için övünenler, acaba aradan 85 yıl geçtiği halde Vahdettin’i neden affetmeye yanaşmıyorlar? Onbinlerce insanı öldürüp sakat bıraktıran Yunanlıları dost diye bağırlarına basanlar, hazineden bir tek altını cebine atmadan yurt dışına kaçan ve orada İngilizlerin tekrar Türkiye’ye dönmesi yolundaki cazip tekliflerini geri çeviren Vahdettin’in Süleyman Demirel’in deyişiyle, bin yıl daha ‘hain’ olarak bilinmesinin yararı üzerine nasıl nutuklar atabiliyor? Anlamak mümkün değil.
Anladığımız bir şey varsa resmi tarih var gücüyle direniyor. Son kalelerinden birisi de Vahdettin’in hainliği. Korktukları, bu koltuk değneği de ellerinden giderse nasıl ayakta duracakları. Venizelos’u bile affeden resmi tarih Vahdettin’e neden bu kadar direniyor sanıyorsunuz?
Kaynak: www.mustafaarmagan.com 






"Osmanlı padişahları içinde denizlerin önemini en fazla idrak eden şüphesiz Kanuni Sultan Süleyman’dı."
İdris Bostan[1]

Bir devlet düşünün ki, Hazar Denizi, Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi’ni denetiminde tutsun;
Bir devlet düşünün ki, Macaristan’ın bir bölümü, Balkanların tamamı, bugün Ukrayna sınırları içinde kalan Kırım, Anadolu, Mezopotamya ve Arabistan’a hükümran olsun; nihayet
Bir devlet düşünün ki, Sudan ve Habeşistan’dan Mısır, Libya, Tunus, Cezayir ve Fas’a kadar Afrika topraklarını yönetsin, Hind Okyanusu’na, hatta güneydoğu Asya’daki Açe gibi küçük sultanlıklara bile el uzatsın.

Maalesef biz Misak-ı Millî sınırları içinde oturanlar ve kendisini onunla sınırlayanlar için bu çapta bir imparatorluğu yönetmenin ne demek olduğunu kavramak, imkânsız değilse bile, zor olsa gerek.



Lakin ortada inkârı kabil olmayacak bir gerçek var: Bizden birileri gidip yönetmişler buraları. Hem de öyle böyle değil, asırlarca. Süre olarak en kısa kaldıkları Orta Macaristan’ın bile 150 küsur yıl elimizde kaldığını, bir başka deyişle bunun, TC’nin ömrünü ikiyle çarptığınızda elde edeceğiniz bir süreye denk geldiğini düşünün, yeter.

Peki kimdi bu yönetmeyi bilen ve buna iştahlı olan adamlar? Nasıl yetişmişlerdi? Bu ufuklara nasıl yöneltildiler ve çoğu fethettikleri yerlere ilk gittiklerinde nasıl bir yönetim tarzı ortaya koydular? Bunları anlayabilmek için en elverişli anahtar, imparatorluğun sınırlarını şimşek hızıyla genişleten ama aynı zamanda onu en sağlam temeller üzerinde yükseltmeyi görev edinen sultanın kendisidir.

Kanuni bereketi
Onuncu Osmanlı padişahı olarak tahta çıkan Kanuni Sultan Süleyman 22 Eylül 1520’den 7 Eylül 1566’ya kadar hükümdarlık yaptı ve Osmanlı tahtında en uzun süre oturan hükümdar unvanını aldı.

Kanuni tıpkı babası Yavuz Sultan Selim gibi meslek olarak kuyumculuğu seçmişti ama şiir alanında, en az komutanlığı ve yöneticiliğindeki kadar iddialı olduğunu biliyoruz. Muhibbî mahlasını kullandığı 3 ciltlik Divân’ında tam 2.779 gazel yer almaktadır ki, kendisiyle yarışan Zâtî’nin bile ulaştığı gazel sayısı 954 gazel eksiğiyle 1.825 adette kalmıştır.[2] Ayrıca bir cilt tutarında Farsça şiir yazmıştı. Kanuni bu üstün şairlik performansıyla Divan edebiyatının gazel rekorunu da kırmış oluyordu.

Kaynaklarda Kanuni’nin kavaflık (kunduracılık) yaptığına dair de bir kayıt vardır. Keza seramik meraklısıydı, bu yüzden “mavi-beyaz” adı verilen ve bugün Çinlilerin bile bayıldığı pek çok zarif porselen kap kacak, onun devrinde saraya girmiştir.

Çalışkanlığıysa hakikaten göz kamaştırıcıydı. Çift emeklilik maaşını hak edecek kadar ve yıldırıcı bir azimle çalıştı. Yarım asra yaklaşan saltanatında doğuya ve batıya, güneye ve kuzeye doğru karadan ve denizden onlarca sefere çıktı. Kanunlarıyla imparatorluğun bünyesini sağlamlaştırdı. Başta bir şehir olan Süleymaniye Külliyesi olmak üzere muazzam bir imar faaliyetini başlattı. Son olarak 70’ini devirdikten sonra çıktığı Zigetvar seferinde görürüz onu. Koca Sultan bu kalenin fethinden 5 gün önce savaş meydanında ruhunu teslim etti. İç organları, öldüğü yere gömüldü ve türbesinin yanına bir cami yaptırıldı.

Onun değerli bir asker ve yönetici olduğunu, yarım asırlık hükümdarlığı boyunca sürdürdüğü üstün performansından çıkarabiliriz. Dünya tarihinde pek çok cihangir gelip geçmiş, ancak pek azı Kanuni’nin sergilediği ‘ömür boyu cevvâliyeti’ sergileyebilmiş ve bunu bir kadroyla el ele yürütebilmiştir. 25 yaşında tahta çıktığı vakit de, hasta hasta sefere yollandığında da onu hep iş başında, daima eylem halinde görürüz.

İşte o muhteşem kadro
Kanuni’nin bu uzun soluklu başarısının arkasında ekip kurma ve yönetme becerisinin yattığını görmemiz lazım. Etrafına topladığı ekibe daima yeni ufuklar ve hedefler çizen, vizyon sahibi bir “lider” ve “patron”dur o. Yılmaz Öztuna ’nın belirttiği gibi, Kanuni, muhteşem başarılarla dolu saltanatını, kurduğu bu “muhteşem ekip” marifetiyle gerçekleştirmiş, adeta bir orkestra şefi gibi onları yönlendirmiş, arkalarındaki bitimsiz nefes olmuştur:

"Bizim tarihimizde böyle bir ekip oluşturan liderler çok azdır. Bu ekibi oluşturmak için hükümdar, hattâ devlet başkanı olmak gerekmez. O milletin şevketli çağlarında yaşamaya da lüzum yoktur. Sadece o kabiliyetle doğmak, kendisi kadar kudretli insanlarla çalışmak zevkine sahip olmak, onları kıskanmamak, kendine rakip görmemek gerekir... [Bir de] Tarihimizde “Büyük” diye geçen Mustafa Reşid Paşa, böyle bir ekibi, devletin en kritik dönemlerinden birinde kurdu. Reşid Paşa haleflerini bile yetiştirdi. Zaten ben, haleflerini yetiştiremeyen devlet adamına, “gerçek bir lider” demem."[3]

Şimdi Kanuni’nin kurduğu bu “muhteşem ekibi” kabaca hatırlamaya çalışalım:

Devlet adamları ve komutanlar:  Çok yönlü bir devlet adamı ve aydın olan Makbul İbrahim Paşa ile Sokollu Mehmed Paşa, Balkan fatihi Bâli Paşa, Yemen fatihi Özdemir Paşa, Kafkas fatihi Özdemiroğlu Osman Paşa, Moskova fatihi Devlet Giray, Kıbrıs fatihi Lala Mustafa Paşa, devlet felsefesini anlattığı Asafnâme’si ve Osmanlı tarihiyle gerçek bir aydın olduğunu ortaya koyan Sadrazam Lütfi Paşa.


Amiraller:  Barbaros Hayreddin Paşa, Turgut Paşa (Reis), Uluç Ali Reis, Aydın Reis, Piyale Paşa, Selman Reis, Murad Reis, Hadım Süleyman Paşa.

Şairler:  Fuzulî[4], Bâkî, Nev’î, Taşlıcalı Yahya, Hayalî, Zâtî, Âşık Çelebi, Trabzonlu Figânî, Bağdatlı Ruhî, Bursalı Cenânî, Riyâzî.



    Mimari-musiki:  Koca Sinan, Behram Ağa.
  • Hat ve resim: Ahmed Karahisarî, Matrakçı Nasuh, Haydar Reis, vitraycı Sarhoş İbrahim.
  • İlim adamları:  Zenbilli Ali Efendi, Ebussuud Efendi.
  • İlim ve fikir adamları:  Kemalpaşazade, Taşköprülüzade.
  • Tarihçiler:  Gelibolulu Mustafa Âli, Selanikî, Hoca Sadeddin Efendi.
  • Coğrafyacılar:  Piri Reis, Seydi Ali Reis.
  • Manevî büyükler:  Sünbül Sinan, Merkez Efendi, Ümmî Sinan, Üftade, Yahya Efendi.
Piri Reis'in Haritası (İlk Dünya Haritasının bir parçası)


Şimdilik her biri hakikaten ayrı bir yıldız olan bu ışıltılı kadronun içinden Lala Mustafa Paşa gibi birinin önceki yıl Zorlu Grubu tarafından ‘en başarılı mentor’ seçildiğini hatırlatmakla yetinelim ve bu kadronun yaklaşık 30 tane Türkiye’yi yönettikleri gerçeğine gözlerimizi kapamayalım. Biz bir tanesini yürütmekte bu kadar zorlanıyorsak…

[1] İdris Bostan, Beylikten İmparatorluğa Osmanlı Denizciliği, İstanbul 2006, Kitap Yayınevi, s. 26.
[2] Bkz. Vildan Serdaroğlu, Sosyal Hayat Işığında Zâtî Divanı, İstanbul 2006, İSAM Yayınları, s. 49.
[3] Yılmaz Öztuna, Tarih Sohbetleri I, İstanbul 1998, Ötüken Neşriyat, s. 18.
[4] Bir Oryantalist (E.J.W. Gibb), “Doğu’nun gördüğü en gerçek şairlerden biri olan Fuzulî’nin dehası, tek başına Kanuni’nin asrını sonsuza kadar süslemeye yeter” tespitinde bulunmuştur. Aktaran: Andre Clot, Muhteşem Süleyman, Çeviren: Turhan Ilgaz, 4. baskı, İstanbul 1994, Milliyet Yayınları, s. 364.

Mustafa Armağan
(Büyük Osmanlı Projesi - Sayfa 98)




Yavuz Donat, önceki gün, Sabah’taki köşesinde azıklıklarla ilgili olarak Atatürk ile İsmet Paşa arasında geçtiği iddia edilen bir hadiseyi yazıyordu.

İsmet Paşa, Türkiye’yi bütün azınlıklardan temizlemek istemiş ama Atatürk bu girişimi son derece şık ve çiçekli bir cevapla engellemişti: Çankaya Köşkü’nün yani Köşk kompleksinde şimdi “Atatürk Müzesi” olarak kullanılan eski binanın bahçesinde lâleler dışında kalan bütün çiçekleri söktürmüş, ertesi gün azınlıklar meselesinin ayrıntılarını görüşmeye gelen İsmet Paşa’ya “Ben de bahçemdeki azınlıkları söküp attım ama bahçe berbad oldu” mesajını vermişti. Sonra,
Ben, ‘Ne Mutlu Türk’üm Diyene’ sözünü boş yere söylemedim. Kendini Türk hisseden herkes bu vatanın öz evlâdı. Ben hayatta olduğum sürece, bu böyle bilinsin ve sakın azınlıklarla ilgili bir kanun çıkarılmasın” demişti.

İsmet Paşa, Türkiye’yi azınlıklardan temizleme projesinden Atatürk’ün bu son derece ince mesajından sonra vazgeçmişti.

Yavuz Ağabey, köşesinde işte böyle yazdı ama bu “çiçek” meselesinin aslı çok başkaydı. Sözünü ettiği hadise Atatürk ile İsmet Paşa’nın arasında değil, o tarihten dört asır önce Kanuni Sultan Süleyman ile meşhur sadrazamı Rüstem Paşa’nın arasında geçmiş, üstelik tâââ 1674’te yayınlanmıştı.

Azınlıklar konusunda çiçeklerle örnek verme meselesini dört asır önce detaylarıyla anlatan kişinin ismi, Stephan Gerlach’tı. 1573’te, Avusturya elçisi ile beraber elçilik heyetinin vâizi olarak İstanbul’a gelmiş, tuttuğu günlük 1674’te torunlarından Samuel Gerlach tarafından Frankfurt’ta yayınlanmış, seyahatnamenin Türkis Noyan’ın Türkçe’ye kazandırdığı tam metni de 300 küsur senelik bir gecikmeyle ve “Türkiye Günlüğü” adıyla 2007’de Kitap Yayınevi’nden çıkmıştı.

Olayın aslının bütün detayları, işte, Gerlach’ın sözünü ettiğim bu seyahatnamesinde yazılıydı. Stephan Gerlach, Türkiye’ye Kanuni’nin ölümünden birkaç sene sonra gelmişti. Yazdığına göre, hükümdarla sadrazamı arasında geçen bu hadise o yıllarda bütün İstanbul’da konuşulmaktaydı ve şu şekildeydi:

Kanuni Sultan Süleyman’ın veziri ve aynı zamanda damadı olan Rüstem Paşa, bir ara imparatorluktaki bütün gayrımüslimleri ortadan kaldırma hülyasına düşmüş, bu emelinden hükümdara da bahsetmişti. İşin tuhafı, Rüstem Paşa’nın da aslında devşirme ve büyük ihtimalle de Hırvat olmasıydı.

Hükümdar, Paşa’nın söylediklerini dinledikten sonra bahçeden bir çiçek koparmış, Paşa’ya “Bu çiçek güzel mi?” diye sormuş, “Çok güzel hünkârım” cevabını alınca çiçeğin bütün yapraklarını yolmuş ve “Şimdi nasıl?” diye sormuştu. Rüstem Paşa bu defa “Yapraklarıyla beraber çok daha hoştu hünkârım” cevabını vermiş, Kanuni “Devletimin Müslüman olmayan teb’asını ortadan kaldırırsan, memleket işte bu hâle gelir” demiş ve Paşa hayalinden vazgeçmek zorunda kalmıştı.

Gerlach’ın yazdıklarının tamamını tarihçi dostum Erhan Afyoncu’nun yarınki sayfasında okuyabilir ve çok eskilerde yaşanmış olaylarla konuşmaları başka zamanlara taşımanın nasıl bir hata olduğunu daha anlaşılır şekilde görebilirsiniz.

Murat Bardakçı
(Habertürk, 27.12.2008)





Yıllardır pek çok okurum, Osmanlı padişahlarının hacca neden gitmediklerini ısrarla sorar durur. Bu hakikaten kafa karıştırıcı konuda net bir bilgiye veya beyana sahip değiliz ne yazık ki.

Öte yandan da ilginç bir gerçek duruyor karşımızda: Osmanlı hanedanında, bırakınız padişahları, şehzadeler arasında bile Cem Sultan’dan başka kimse hac farizasını eda etmemiş. Ancak II. Bayezid’in tam hacca gitmek üzereyken, babası Fatih’in ölüm haberini aldığına ve bir an önce Amasya’dan İstanbul’a hareket etmesi gerektiğinden hacca gitmekten vazgeçtiğine
dair sınırlı bir bilgi var elimizde.

Her iki teşebbüsün de 1481-1482 yıllarına denk düşmesi ve Fatih’in oğullarından gelmiş olması ayrı bir renk katıyor meseleye. O zaman şu soruyu tarihin tozlu tavanına hevenk üzümü gibi asmamızda sakınca yok:

Acaba Fatih 1481 Mayıs’ında çıktığı son seferinde Amasya ve Karaman’da valilik yapan oğullarını da yanına alarak Mekke üzerine mi yürüyecekti? Bu soru şimdiye kadar sorulmuş değil. Ama hemen hemen aynı yıllarda Fatih’in bir oğlunun hacca niyetlenmiş, diğerinin ise Memlûklere sığındıktan sonra hac vazifesini yerine getirmiş olması karşısında, Fatih’in ölümüyle sonuçsuz kalan son seferine ilişkin böyle bir ihtimali de hesaba katmalıyız.

Osmanlı padişahlarının az bilinen akim kalmış iki hac teşebbüsü vardır.

Bunlardan birincisi, II. Osman’ın, özellikle orduyu ve ulemayı kızdıran ve feci ölümüne yol açan yarı-siyasî bir hac niyeti içinde olduğunu biliyoruz (1622).

İkinci olarak da Sultan Vahdeddin, 1922’de tahttan indirilip yurdu terk ettikten sonra Mekke’ye kadar gitmiş, fakat bir İngiliz oyunuyla hilafetin Şerif Hüseyin’e devredileceği planından kuşkulanarak hac vazifesini yerine getirmeden geri dönmüştü. İlginçtir, Tarık Mümtaz Göztepe’nin verdiği bilgiye göre Vahdeddin, Mekke’deki misafirliği sırasında Kâbe’yi tavaf etmiş, namazlarını özellikle Mescid-i Haram’da cemaatle eda etmiştir.

Garip bir tevafuk eseri olarak 401 yıl arayla cereyan eden bu iki sultanî hac teşebbüsünden birincisi, yeniçerilerce ‘düşman ve hain’ ilan edilen II. Osman’ın hayatına mal olacak, ikincisi ise yine ‘hain’ damgasını bugün bile üzerinden silip atamayan bir eski padişahın hayatının son büyük hayal kırıklığını teşkil edecektir.

Osmanlı hanedanının erkek üyeleri arasında durum buyken, kadın üyelerden bazıları hacı olmuşlardı. İlk hacı Osmanlı hanedan üyesinin Çelebi Mehmed’in kızı olduğunu biliyoruz. Son üye olarak da I. Mahmud’un kızı Ayşe Sultan’ı biliyorduk. Ancak Süreyya Faruki’nin çalışması “Hacılar ve Sultanlar”, hacı olan hanım sultanların sayısının sandığımızdan daha fazla olduğunu ortaya koydu. Muhtemelen şehzadelerin haccı siyasî bir faaliyet fırsatı olarak değerlendirebileceği korkusuyla engellenmesine mukabil, kadın üyeler için böyle bir endişeye yer bulunmaması, onların bu dinî vazifelerini daha rahat yerine getirmelerine kapı açmış olmalıdır.
Sorumuza dönelim yine: Osmanlı padişahları neden hacca gitmediler?

Benim kişisel kanaatim biraz mantık dışı görünebilir size: Osmanlı padişahları sanki kendilerini hac gibi yüce bir iltifata layık görmüyorlardı! Bu davranışlarını, Ertuğrul Gazi ile Osman Gazi’ye ortak olarak atfedilen şu Kur’an-ı Kerim’in bulunduğu odada uyumama tavrıyla irtibatlandırıyorum. Burada adeta kendilerini günahkâr addettiklerinden o yüce vazifeye layık görmeme tavrının kokusunu alıyorum ben. Dediğim gibi bu tamamen kişisel bir yorum.

Padişahların, Peygamber Efendimiz’e (sas), Ehl-i Beyt’e ve mukaddes beldelere duydukları derin saygıyı ve bu saygının gereğini yerine getirmek için neler yaptıklarını bir hatırlayalım.

Kanuni’nin Mescid-i Haram’ın minarelerini yenilettiğini ve oğlu Selim’e Cidde’ye su getirmeyi vasiyet ettiğini hatırlatmak yeterlidir. Yüzyıllar boyu Mekke ve Medine halkına Sürre alayları ile birlikte her yıl hiç aksatmadan son derece değerli hediyeler yolladıklarını biliyoruz; yine her yıl “iskât-ı hac” için kendi yerlerine birilerini mutlaka hacca gönderdiklerini de. Bu saygıyla yetişmiş insanların hac gibi bir farzı ifa etmek istemediklerini düşünmek anlamlı olmaz.

Demek ki hac ibadetini yerine getirmek istiyorlardı. Yine de gitmediler. Neden?

Hacca gitmeme sebepleri olarak kimileri güvenlik gerekçesini öne sürüyor (‘o kadar kalabalığın arasına girince her şey olabilirdi’), kimileri de devletin başsız kalması riskini (‘fitne çıkmasını’) göze alamadıklarını ve cihadı daha fazla önemsediklerini. Buna göre o devirlerde bir insanın hacca gidiş-dönüşü en az 3 ay sürüyordu; dolayısıyla bir padişahın bu kadar uzun süre işin başından uzak kalması anarşiye sebebiyet verebilir, fitne çıkabilirdi. Ne var ki, Halife Harun Reşid’in tam 9 kez hacca gittiğini öğrenince aslında isteselerdi bu güvenliği bir şekilde temin edebilirlerdi sonucuna varıyoruz.

Benim kişisel olmayan yorumum Ahmet Akgündüz’ünküne yakın:

Oğlu Korkut’u hacca yollayan -gelin görün ki Mısır’dan geri çevrilmişti- II. Bayezid’den itibaren Osmanlı padişahları ve onları etkileyen ulema, bir padişahın devlet başkanlığı görevlerini ‘şahsî ibadetleri uğruna’ aylar boyu terk etmesini caiz görmemişlerdi. Yani bu tutumda şahsî ibadetlerini kamusal hizmetlerinin önüne geçirmeme kaygısı ağır basmış ve bu, zamanla hanedanın erkek üyeleri için tartışılmaz bir gelenek halini almıştı. Nitekim II. Osman da, hacca gitmeye niyetlendiğinde en başta kayınpederi Şeyhülislam Esad Efendi kendisine karşı çıkarak, “Padişahlara hac lazım değildir, oturup adl eylemek evlâdır. Caiz ki bir fitne zuhur eyleye” fetvasını vermişti.

Osmanlı padişahı tahtın üzerinde artık gerçek bir kişilik değil, tüzel bir kişiliktir ve anlaşılan, hac gibi şahsî bir farzı uğruna devlet işlerini aylar boyu ihmal etmesi, dinen caiz görülmemiştir. Ahmet Akgündüz’ün dediği gibi, “Bazen kamu haklarından olan bir mesele, şahsî farzlardan daha ehemmiyetli hale gelmektedir.” Bu nokta üzerinde durmaya değer.


Mustafa Armağan




(Fantasy portrait of Rüstem Pasha, 19th c.)
Atatürk'ün bahçedeki çiçekleri söktürerek Başbakan İnönü'ye azınlıklar konusunda ders verdiği yönündeki iddia bana 16. Yüzyıl'daki bir çiçek hikâyesini hatırlattı.

Kanuni ülkede gayrimüslim bırakmamak isteyen Veziriazam Rüstem Paşa'ya elindeki çiçeğin yapraklarını koparıp, nasıl çirkinleştiğini göstererek azınlıkların da imparatorluğun renkleri olduğunu gösteren bir ders vermişti...

Bu hafta azınlıklar konusunda Atatürk ile İsmet İnönü arasındaki bir
olay gündemdeydi. Azınlıklarla ilgili çıkarılacak bir kanunu Atatürk'le görüşmek için Florya Köşkü'ne gelen İsmet İnönü "Geç oldu, yarın sabah konuşalım" cevabını alır.

Atatürk, Başbakan İnönü köşkten ayrılınca laleler hariç bütün çiçeklerin sökülmesini emreder. İsmet İnönü, sabah gelip bahçenin durumun sorduğunda Atatürk'ten "Azınlıkları söküp attım" cevabını alır. Bu hareket üzerine İsmet İnönü başını önüne eğerek anladığını belli eder.

Aslında bu olay 400 yıl önce Kanuni ile veziriazamı Rüstem Paşa arasında cereyan etmişti. Kanuni ile veziriazamı arasında gayrimüslimler konusunda cereyan eden ilginç bir olayı ilahiyatçı Stephan Gerlach anlatır. Gerlach 1573-1578 yılları arasında İstanbul'da elçilikte din görevlisi olarak çalışır.

HERKESİN KORKTUĞU VEZİR

Kaleme aldığı hatıralarında İstanbul'da olup bitenler hakkında teferruatlı bilgiler verir. Kanuni döneminde 1544-1553 ve 1555-1561 yılları arasında yaklaşık 15 yıl veziriazamlık yapan Rüstem Paşa bazı olumsuz yönlerine rağmen son derece başarılı, zeki ve uzak görüşlü bir devlet adamıydı. Özellikle gayrimüslimlere ve yabancı devletlere karşı çok sert biri olan Rüstem Paşa'yı Fransızlar "Korkunç Yaratık", Almanlar "gaddar ve menfur" olarak tanımlar, Venedikliler de çok çekinirlerdi.

YAPRAKLARIN VERDİĞİ DERS

Rüstem Paşa, Kanuni Sultan Süleyman'ı ülkede bir tek din olmasını ve faydadan çok zarara sebep olduklarına inandığı Yahudiler'i ülkeden kovmaya ikna etmek isteyince, padişahın veziriazamına verdiği dersi Gerlach şöyle anlatır: Sultan Süleyman, beyaz ve sarı yapraklı bir çiçek koparmış ve paşaya bu çiçeği beğenip beğenmediğini sormuş. Paşa da elbette beğendiğini, çünkü onu bu biçimiyle yaratanın Tanrı olduğunu söylemiş. Bu sefer Sultan Süleyman çiçeğin bütün sarı yapraklarını yolmuş ve paşaya çiçeği şimdi nasıl bulduğunu sormuş.

Paşa da yanıt olarak çiçeğin artık bütünlüğünden yoksun ve renksiz olduğunu söylemiş. Padişah bir başka çiçek koparmış ve onun da beyaz yapraklarını yolmuş, sonra da az önceki sorusunu yinelemiş. Paşa gene aynı cevabı vermiş. O zaman padişah demiş ki:

"Madem çiçeklerin renkli olmalarını bir mükemmeliyet olarak kabul edip bundan hoşlanıyorsun, neden Tanrı'nın yaratmış olduğu insanların da çeşitliliklerini kabul etmiyorsun? Bir çiçekte ne kadar çok renk olursa, o kadar güzel görünür. Tıpkı bunun gibi Türkler beyaz, Müslümanlar yeşil, Rumlar mavi, Ermeniler beyaz, kırmızı ve mavi veya siyah renklerin karışımı, Yahudiler de sarı renkte sarık kullanırlar. Bu renklilik nasıl hoşa gidiyorsa, Tanrı da dinlerin çeşitliliğinden hoşlanır!" (Türkiye Günlüğü, Kitap Yayınevi, İstanbul 2007, I, 145-146)

OSMANLI DÖNEMiNDE HiCAZ

Başbakanlık Osmanlı Arşivi'ndeki belgeler Türkiye ile birlikte onlarca ülkenin tarihini de aydınlatır. İslamiyet'in kutsal topraklarına 400 yıl biz hizmetkârlık yapmıştık ve bu dönemin tarihi Osmanlı belgeleri olmadan yazılamaz. Raşit Gündoğdu, İlhan Ovalıoğlu ve Cevat Ekici gibi Osmanlıcaya hakim arşivcilerin hazırladığı ve son derece lüks bir baskıyla Çamlıca yayınlarının çıkardığı iki ciltlik "Belgelerle Osmanlı Devrinde Hicaz" isimli kitap bu durumu açıkça gösteriyor.

Birinci ciltte Mekke'ye ikinci ciltte Medine, Cidde ve bölge ile ilgili diğer konulara ait belgeler yer alıyor. Osmanlı Arşivi'ndeki değişik tasnifler taranarak hazırlanan eserde hac yolları, hacıların vazifelerini emniyet içinde yerine getirmeleri için alınan tedbirler, Harem-i şerifin temizliği, Haremeyn'de yapılan tamirler, bölgenin su ihtiyacının giderilmesi, bölgedeki fakirlere yapılan yardımlar, Haremeyn'de yapılan hastane, kütüphane, telgrafhane, misafirhane gibi binalar, Mekke'de Peygamberimiz'in doğduğu evin tamiri gibi değişik konulara ait belgeler ile Haremeyn'e ait çeşitli resim ve planlar yer alıyor. Osmanlı tarihine ait birçok kaynak eseri yayınlayan Çamlıca Basım Yayın'ı tarihimizin en şerefli sayfalarından birine ışık tutan bu önemli kitabı hazırladığı için tebrik ediyorum.

Erhan Afyoncu

YER: ALMANYA NÜRNBERG ADALET SARAYI

GÖRÜLDÜĞÜ GİBİ ÜZERİNDE HEYKELLER VAR 

HEYKELLERDEN BİRİSİ DE "KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN" HEYKELİ.

NEDENİ İSE ADALETİ !



BU MİLLETİN NAMUSUNU 1932 YILINDA BÖYLE SATTILAR

1932 BELÇİKA GÜZELLİK YARIŞMASI VE KERİMAN HALİS

FRANSA'DAKİ DANSA MÜDAHALE EDEN KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN'NIN TORUNU DİYE BÖYLE TAKTİM ETTİ  BATILI DEVLETLER 

YARIŞMAYI GÖREN HALİT TURHAN BEY’İN ANLATIMLARI

Hâlid Turhan Bey Hatıraları’nda Keriman Hâlis Ece’nin dünyâ güzeli seçilmesini şu şekilde anlatıyor:

 1932 senesinde yine Cumhûriyet Gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Hâlis kazanmıştı. 

Aynı yıl Belçika’nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünyâ güzellik yarışması düzenlenmişti.

 Keriman Hâlis bu yarışmaya Türkiye’yi temsilen katıldı.

 Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kimselerle görüştü ve konuştular. 

Yarışma gününde jürinin önünden kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar.

Jüri salona geçip puan değerlendirmesi yapmak istedi.

Başkan kürsüye geçerek şöyle konuştu:


“Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa’nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 

1400 senedir dünyâ üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. 

Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika’nın ve Rusya’nın hakkını inkar edemeyiz

Neticede bu, Hıristiyanlığın zaferidir. 

Müslüman kadınların temsilcisi, Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. 

Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz.

 Ondan daha güzeli varmış, yokmuş bu önemli değil. 

Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz.

 Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz.

 Avrupa’nın zaferini kutluyoruz.

 Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdâhale eden Kanûnî Sultan Süleyman’ın torunu işte mayo ve sütyen ile önümüzdedir. 

Kendini bizlere beğendirmek istemektedir.

 Biz de bize uyan bu kızı beğendik, Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle, 

Türk güzelini dünyâ güzeli olarak seçiyoruz.

 Fakat kadehlerimizi Avrupa’nın zaferi için kaldıracağız.”

 1932 Dünya Güzellik Yarışması Başkanı


***************************************************

30 Ocak 2012 Pazartesi tarihli haber

SIRLARIYLA GÖÇTÜ

31 Temmuz 1932'de Belçika'nın Spa kentinde düzenlenen, orijinal adı “International Pageant of Pulchritude” olan Uluslararası Güzellik ve Zarafet Yarışması'nda ilk kez jürinin oylama yapmadığı, jüri başkanının oylamaya geçilmesine izin vermeden Keriman Halis'i birinci ilan ettiği ve siyasi mesaj yüklü oldukça tartışmalı bir konuşma yaptığı, dünyada ve Türkiye'de uzun yıllar yazıldı çizildi. Hatta bu iddialar, Japonya'da bir dönem “Keriman Halis Olayı” adı altında okullarda ders olarak okutuldu.

ELEŞTİRİLER KONUSUNDA KONUŞMADI

Keriman Halis ise ne bu iddialara, ne de birinci elden aktarılan hatıralara yönelik ağzını bile açmadı. Sadece, birinci seçildikten sonra elinde Türk bayrağı ile sahneye çıkmak istediği, ancak salonda Türk bayrağı olmadığı için bu isteğinin karşılanmak istenmediğini, bayrak bulunmazsa sahneye gelmeyeceğine dair resti üzerine atlas kumaşlardan orada alelacele bir Türk bayrağı yapıldığını anlattı. Ancak jüri başkanının yaptığı konuşma ve kendisini dakikalarca ayakta alkışlayanların Osmanlı aleyhtarı tezahüratları konusunda tek kelime etmedi. Bu olay, o dönem dünya basında günlerce manşetlerde kalmış, “Osmanlı kızının son hali” adı altında Avrupa gazeteleri tarafından Keriman Halis'in resimleri kartpostal olarak dağıtılmıştı.

YARIŞMAYI GÖREN HALİTTURHAN BEY'İN ANLATIMLARI

Türkiye, Keriman Halis'in Avrupa'da nasıl karşılandığını ve jürinin tutumunu, bu yarışmayı bizzat gören Halit Turhan Bey'in hatıralarından öğrendi. Halit Turhan Bey, bu olayı kendi yayınladığı hatıralarında şöyle anlatıyordu: “1932 yılında Cumhuriyet gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Halis kazanmıştı. Aynı yıl Belçika'nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünya güzellik yarışması düzenlenmişti. 1913 yılında doğan Keriman Halis, bu yarışmaya Türkiye'yi temsilen katıldı. Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kişilerle görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünde kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar. Jüri salona geçip, puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek, ‘Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa'nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hakimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir. Bir zamanlar sokağı bile pencere arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı, zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz' demişti.”

Böyle bir konuşmanın yapılıp yapılmadığı, Keriman Halis'e jüri tarafından bu yönde sözlerin söylenip söylenmediği konusunda sadece Keriman Halis değil, dönemin ilgili aktörlerinden de bir cevap gelmedi. Belçika'da yaşananlar konusunda Türkiye'de belirli bir sansür hep kendini gösterirken ve “Atatürkü koruma kanunu” dolayısıyla bildik kısıtlamalar olurken, dünyada bu yarışmanın yankıları sanıldığından çok daha fazla görüldü. Özellikle Avrupa basını, Müslüman bir kadının, bir Türk kızının kendini beğendirmek için Belçika'ya devlet imkanlarıyla gönderilmiş olmasını Türk modernleşme hareketinin doruk noktası olarak değerlendirdi.

Keriman Halis Ece'nin yıllardır konuşulan hikayesi Japonya'yı o kadar çok etkilemişti ki, bu ülkede ders kitaplarında bir dönem “Keriman Halis Olayı” adı altında konu başlığı bile yer almıştı.

ATATÜRK'ÜN RESMİ AÇIKLAMASI

Yarışmanın ardından Türkiye'ye dönen Keriman Halis, yine bir devlet organizasyonu olarak Sirkeci Garı'nda şölenlerle karşılandı. Mustafa Kemal Atatürk tarafından şerefine balo tertip edildi. Atatürk'ün resmi açıklaması ise şöyle olmuştu: “Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz. Fakat Keriman Ece, hepimiz işittiğimiz gibi söylemiştir ki, o, bütün Türk kızlarının en güzeli olduğu iddiasında değildir. Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır. Cumhuriyet gazetesi bu meselede Türk ırkının diğer dünya milletleri içinde mümtaz olan asil güzelliğini göstermek teşebbüsünü takip etmiş ve bunu dünya nazarında muvaffakiyetle intaç eylemiştir. Arzusunu da ilave edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin Dünya Güzeli intihap edilmiş olmasını çok tabii buldum.”

“Osmanlı'yı bu hale getirdik”

Keriman Halis olayı Türkiye'de halk tarafından “Avrupa'nın Osmanlı'dan intikamı” olarak görülüyor. O dönem Türkiye tarafından “Türk modernleşmesinin ispatı” olarak sunulan bu hadise, Avrupa tarafından “Osmanlı'yı bu hale getirdik” şeklinde dünyaya takdim edildi. İşte bu sebeple 1933'ten 1951'e kadar Türkiye'de güzellik yarışması yapılmasına müsaade edilmedi. Cumhuriyet gazetesinin ilkini 1929 yılında düzenlediği ve her yıl tekrarladığı güzellik yarışmalarına 1933'te son verildi. 1951 yılına kadar Türkiye'de hiçbir resmi ve gayrıresmi kuruluş tarafından güzellik yarışması düzenlenmedi. Keriman Halis konusunda Avrupa'nın takındığı malum tavrın ve halkın gösterdiği tepkinin bu kararda etkili olduğu ifade ediliyor. 


***************************************************************
   Keriman Halis : Babası "Hızır" yangın söndürme aletlerinin mümessili olan halis bey, 18 yaşındaki kızını bizzat teşvik eder ve cumhuriyet gazetesi'nin düzenlediği ve sadece sekiz kişinin başvurduğu yarışmada, 3 temmuz 1932'de Türkiye güzeli seçilir.

 31 Temmuz 1932 yılında Belçika'nın Spa şehrinde yapılan Dünya Güzellik yarışmasında "Dünya Güzeli" seçilmiştir.Keriman Halis yarışma sonrasında Türk bayrağının bulunmaması nedeniyle halkın tezahüratına cevap vermemiş ve bunun üzerine metrelerce atlas bulunarak bayrak orada yapılmış ve bütün yabancılara balkondan dalgalandırılarak gösterildikten sonra,kendisini görmeye gelen halkı selamlamıştır.Yıl 15.02.2007, Sabah gazetesi :" Kraliçe, anılarını Şamdan'a anlattı: "Kırmızı tuvalete, beyaz kurdele takmıştım. Ülkemi bayrağımızın renkleriyle tanıttım."...!

       Bu ilginç olay Halit Turhan Bey'in hatıralarında yer almaktadır: “1932 yılında Cumhuriyet gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Halis kazanmıştı. Aynı yıl Belçika'nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünya güzellik yarışması düzenlenmişti. 

1913 yılında doğan Keriman Halis, bu yarışmaya Türkiye'yi temsilen katıldı. Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kişilerle görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünde kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar. Jüri salona geçip, puan değerlendirmesi yapmak istedi. 

Başkan kürsüye geçerek : - Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa'nın Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir. Bir zamanlar sokağı bile, pencere arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı, zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzel varmış, yokmuş bu önemli değil... Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene İslami yenmenin zaferini kutluyoruz. Avrupa'nın zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa'da oynanan dansa müdahalede bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu işte mayo ve sutyen ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik. Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa'nın zaferi için kaldıracağız." Biz burada Halit bey'in iddialarının doğru olup olmadığı üzerinde duracağız!Deliller:

       1-Sadece sekiz kişi arasından seçilen bir kadın ne kadar güzel olabilir...Kimse seçileceğini ümid etmediği için- Türkler de dahil!- bayrağımızı bile götürmezler...!

       Cumhuriyet Gazetesi yazarı Vâ-Nu: “Namzet yedi tane (geçen seneler yüz küsürdü), içlerinde bir tanesi, müsabakaya girmek cüretini nasıl gösterdiğine şaşılacak kadar çirkin. Diğerleri zararsız.(Gökhan Akçura, Dünyanın En Güzel Kızı, Albüm Aylık Görsel Kültür Dergisi Sayı3, Nisan 1998)
       2- DİKKAT DİĞERLERİ İÇİNDE DİKKAT ÇEKEN ŞU..GİBİ CÜMLE YOK..ZARARSIZ..EN İYİ KELİME " ÇİRKİN DİİL!"

      3- Babasının kızı için tarifi :“kara kuru kızı” (Millethaber:Cumhur BULUT12.05.2007) BU DEYİM NASIL KIZLAR İÇİN KULLANILIR..?

     4-"...Şayanı hayrettir Miss Türkiye mevcut sinema artislerinden hiç birine benzemiyordu. Ne Greta Garbo’ya ne Marlin Ditrih’e ne Billy Dova ne de Lilyan Harvey’e... halbuki aşağı yukarı her genç kızın andırdığı bir sinema artisi vardır. Buna mukabil Miss Türkiye’nin çehresinde bariz bir masumiyet bir benlik görüyorsunuz. Bütün dikkatimi toplayarak baktım. Hakikaten güzeldi. Üstünde göze çarpan bir temizlik vardı. Bembeyaz, tertemiz dişler, tertemiz bir cilt... Nasıl bir güzellik biliyor musunuz? Hani ihtiyar kadınlar torunlarına:-Ah benim cici kızım, çitlenbik kızım! Diye severler.Keriman Hanım işte bu ‘Cici kız’. Güzelliğinin en muzeci. Lakırdı söylerken her hali, bakışları, hareketleri on sekiz yaşında bir genç kızla konuştuğunuzu size anlatıyor. Güzelliğinin hiçbir şeytani tarafı yok. Saf bir genç kız güzelliği. İnsana adeta, ne olurdu şöyle bir kızım olsaydı, tesirini veriyor.Yani sözün kısası hilesiz bir güzel (Akşam Gazetesi,Hikmet Feridun Us,7 Temmuz 1932)

      HER 18 YAŞINDAKİ KIZIN BENZEMESİ GEREKTİĞİ GİBİ BİR ARTİSTE BENZEMİYOR, GÜZELLİĞİNİN TEMELİNDE " TEMİZLİK, MASUMİYET,CİCİLİK ..." VAR..YAHU BEBEYE BAKICI MI SEÇİLİYOR YOKSA  KURTLAR SOFRASINDA BEDENİ  İLE "GÜZEL" SEÇİLECEK BİR KADINDAN MI BAHSEDİLİYOR..ONU ÖVEN BİLE GÜZEL DİYEMEMİŞ, "MASUM,TEMİZ..." FALAN..SANKİ RAHİBE...!

      5-Cumhuriyette çıkan tebrik mesajından :"Ancak Keriman, hepimizin duyduğu gibi söylemiştir ki, o bütün Türk kızlarının en güzeli olmak iddiasında değildir..." Keriman Halis en güzel kız değil, İlginçtir en son güzelimiz Azra Akın'da defalarca kendini o kadar güzel bulmadığını medyada ifade etmiştir.( "Ben kendimi güzel bile bulmuyorum..Dünyanın en güzeli ben değilim ..Etrafta hayran olduğum o kadar çok kadın var ki... Sabah:11.05.04 ) O halde bunların güzel seçilmesi için diğer kadınlardan ayıran temel özellikler neler bi bakalım.Matematiksel işlem yapalım,toplama,çıkarma,ortak payda...;Keriman Halis;
         Kendinden daha çirkin olan kadınlardan farkı:Onlardan güzel olması ve soyunması 
         Kendinden daha  güzel olan kadınlardan farkı:Onlardan çirkin olması ve soyunması..Ortak payda, ...!

      6-Siz  resimlerine bakın ve karar verin." Dünya" güzelliğini (..!) hak ediyor mu...?Evlilik teklifi için bir kaç kız resmi getirseler bile ilk sıralarda yer alır mı ki "Dünya Güzelliği" nerede..!?

        O ZAMAN SORALIM BU İLK DÜNYAN GÜZELİ SEÇİMİNDE TEMEL ETKEN NE İDİ...!NEDEN AMAÇ NE !? HALİT BEY DOĞRU MU SÖYLÜYOR YOKSA!?

        Böylece Keriman Halis dünya güzeli seçildi.

 Resimleri gazetelerde basıldı. 

Hatta kartpostal yapılarak satıldı, elden ele dolaştı.

”İktisad ve Tasarruf Dergisinin Eylül 1932 tarihindeki kapakları bu konuyu işledi:

‘Bir Hakikat:TÜRK GÜZELİ= CİHAN GÜZELİ

 Bir Gaye: TÜRK MALI= CİHAN MALI

 Başlığıyla nasıl ırkımızın güzelliğini dünyaya ispatladıysak, mallarımızın mükemmelliğini de dünyaya ispatlamamız gerektiği işlendi...

TBMM Başkanı Kazım Paşa Yerli Mallar Sergisi’nde Türk güzelinin Belçika’da giydiği tuvaletin milli kumaştan yapıldığını söylemiş ve yarışmanın kazanılmasında bu faktörün etkili olduğunu belirtmişti. 

Yine İktisad ve Tasarruf Dergisini Keriman Halis’in güzel oluşunu Türk üzümü, Türk fındığı,Türk lokumu yemesine bağlıyordu...Gelecekte Türkler her mevzuda kendilerini dünyaya ıspatlayacak ve Türkiye bir süper güç olacaktı...

Bugün K. Halis 94 yaşında, Kadıköy, Çiftehavuzlar'da yaşamaktadır (2007)


******************************************************************