Articles by "4. Mehmet Vahdeddin"
4. Mehmet Vahdeddin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Bugün üzerinde duracağımız örnek ise bildik bir konuda: Vahdeddin hain miydi? Bu soru son yıllarda artık eski enteresanlığını yitirmişse de, yine de taraftar buluyor. Vatan hainliği ithamına net ve tarafsız bir tanım getirmedikçe galiba ilgi çekmeye devam edecek.

Nedir vatana ihanet ve kimin hain olduğuna son tahlilde hangi merci karar verecektir?
Mesela bundan 50 yıl önce Nazım Hikmet vatan hainiydi
devlete göre. Bugün ise böyle düşünenlerin sayısı azınlıktadır. Peki ne değişmiştir aradan geçen sürede? Nazım, bir mahkemede aklanmıştır da onun için kitapları serbestçe basılabilmekte, şiirleri kapış kapış kasetlerde yerini almaktadır? Hayır. Herhangi bir hukukî beraati olmadı; ama Nazım’a 1950 şartlarında vurulan hain damgasının esasa değil, devrin şartlarına dayandığı, dolayısıyla o şartlar ortadan kalktığı (komünizm çöktüğü) için suçlamanın gereksizliği anlaşıldı.

Ancak Vahdeddin'in ihaneti hakkındaki tartışmalar kolay son bulacağa benzemiyor. Çünkü Vahdeddin'in hainliği iddiasının da hukukî olmadığı, tıpkı Nazım’da olduğu gibi siyasî ve konjonktürel sebeplerden kaynaklandığı anlaşılırsa onun üzerine bina edilen bütün iddialar, mesela Osmanlı tarihinin son dönemi hakkındaki yorumlar çökme tehlikesi geçirecektir. Bu yüzden, 2005 Temmuz’unda Süleyman Demirel’in isabetle (!) teşhis ettiği gibi, Vahdeddin'in hain olduğunun bilinmesinde daha bir süre yarar vardır!
Şimdi TBMM’ye uzanalım ve Gizli Zabıtları karıştıralım. 1921 yılını içeren cildi elimize alalım ve başlayalım karıştırmaya. Tam da bu yazıyı yazdığım 8 Şubat gününe gelelim. Biraz önce Mehmed Âkif, Meclis kürsüsünden ilk ve son defa konuşmuş, sonra bazı milletvekilleri Âkif’in Padişah’a yazılacak mektubun taslağı üzerinde görüşlerini belirtmişlerdir. Nihayet kürsüye Mustafa Kemal Paşa çıkmış ve Milli Şairimizin Sevr konusunda işgal kuvvetlerinin süngüsü altındaki Halife-Sultan Vahdeddin'in meşruiyetini kaybettiği için TBMM’yi tasdik ve kararlarını kabul etmesini isteyen ifadelerini eleştirmiştir. Ona göre Meclis’in, meşruiyetini başka hiçbir merciye tasdik ettirmeye ihtiyacı yoktur. Kaldı ki, der, Mustafa Kemal, Hilafet makamı aslında “mühmel”dir, yani boştur.

Neden peki? Çünkü, bu “çünkü” çok önemli, Mustafa Kemal’e göre Sultan Vahdeddin, antlaşmanın imzası öncesinde, 22 Temmuz 1920’de toplanan Saltanat Şûrası’nda “Sevr muahedesini... bizzat ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” Dolayısıyla TBMM’nin, İngiliz süngüsü altındaki “esir padişah”ın onayına ihtiyacı yoktur.

Peki olay hakikaten Mustafa Kemal’in açıkladığı gibi mi cereyan etmiştir? Yani Saltanat Şûrası’nda ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denilmiştir de, Vahdeddin de ayağa kalkmak suretiyle onu kabul mü etmiştir? Yoksa...
Vahdeddin'in Saray Başmabeyncisi, yani özel sekreteri Lütfi Simavinin “Osmanlı Sarayının Son Günleri(Pegasus Yayınları, 2006, s. 328) adlı hatıralarında anlattıkları gerçekten de şaşırtıcıdır. Simavi’ye göre Vahdettin, bırakın oylamada ayağa kalkmayı, açılış nutkunu okuduktan sonra salonda bile durmamış, çıkıp gitmiştir.

Siz gözlerinizi ovuşturmaya devam ederken ben Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’ndaki silah arkadaşlarından ve aynı zamanda Vahdeddin'in damadı olan, yani iki tarafa da eşit mesafede duran birinin, İsmail Hakkı Okday’ın “Yanya’dan Ankara’ya(Sebil Yayınları, 1994, s. 385-386) adlı hatıralarını masama getirip okuyayım da dikkatle dinleyin:

“Nihayet ‘Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın’ denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâr’a bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayan’dan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişah’a hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”

Şimdi o ayağa kalkma meselesi anlaşıldı mı acaba? Özetleyelim o halde:

1- Bir kere bu tür şûralarda padişahın oy hakkı yoktur ki! O, konuşulanları dinler, kararın kendisine bildirilmesini ister ve sonuçta onaylar veya onaylamaz.

2- Ayağa kalkarak oylama yapılması çağrısı yapılınca padişah, konumu gereği dışarı çıkmış ve o çıkarken şûra üyelerinin hepsi saygılarından ayaklanmış, bu da Damat Ferid tarafından Sevr’in onaylandığı şeklinde yorumlanmış, yani oylama tam anlamıyla bir oldubittiye getirilmiştir.

3-Rıza Paşa ise oyuna geldiğini anlayınca oylamayı protesto maksadıyla yerine oturmuş ve bu yüzden de aleyhte çıkan tek oy onunki sayılmıştır.

4-Kuşkusuz 1921 Yazı gibi feslerin bir baştan öbürüne uçuştuğu bir ortamda meselenin içyüzünü bilebilecek durumda olmayan Mustafa Kemal ve Kâzım Karabekir gibi Milli Mücadele önderleri, ayağa kalkıp Sevr’in imzalanmasını onayladığı sonucunu çıkararak Vahdettin’in hainliğine hükmetmişler, bu da onun ihanetine yeterli delillerden biri sayılmıştır.

Fazla söze ne hacet! İşte tarihte yanlış anlamaların nereden kaynaklandığına yakıcı bir misal.
Mustafa Armağan





Bugün tarihimiz bilhassa yakın tarihimiz Yalan Tarih – Yalan Devler ile doludur. Bizlere daima ve her sınıf düzeyinde, Millî Mücadeleyi başlatmak için Anadolu’ya ilk geçen paşa olarak Mustafa Kemal Paşa gösterilmedi mi?... Hâlbuki bu bilginin yanlış olduğunu anlamak için birkaç tarih kitabı kurcalamak yeterli olacaktır.

Nitekim Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Anadolu’ya geçti, Fakat Kâzım Karabekir Paşa ise, Sultan Vahdeddin Han’dan
resmen Millî Mücadeleyi başlatmak için yani bu ismi kullanarak 1919’un Nisan başlarında izin aldı ve Anadolu’ya geçti. Daha sonra Mersinli Cemal Paşa, Ali Fuat Paşa ve daha nice Paşa 19 Mayıs’a kadar Anadolu’daki yerlerini almıştı. Ve en nihayet en son Mustafa Kemal Paşa geçti...(1) O günleri sarayda vazifeli olan Başkâtip Ali Fuat Bey hatıralarında şöyle anlatır;

“...Mayıs ayının ortalarına kadar Anadolu’ya sürekli rütbeli akışı devam etti. Ve en son Mustafa Kemal Paşa geçti. 16 Mayıs 1919 Cuma günü Sultan çok sevinçliydi. Bu sevincin sebebini kendisine sorduğumda ise bana; "Kâtip çok sevinçliyim, zira Satranç tahtasındaki “Şah”ı da bugün gönderdim. Tahta artık tamamdır" cevabını verdi..."(2)

İşgal kuvvetleri ile İlk defa silahlı mücadeleye başlayan doğu cephesinin efsane ismi Kâzım Karabekir Paşa, İstiklâl Harbi’ni kimin başlattığını, şahit, zaman ve yer göstererek şöyle açıklıyor;

İstiklâl Harbi’ni başlatmak, kurtuluşun ancak silahlı bir mücadeleden geçtiğini ilk olarak ortaya atan bendim. Bu savaşın daha sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından da benimsenecek siyasî ve askerî esas planlarını ben hazırladım. Bu planlardan ilk önce 29 Ekim 1918’de İstanbul Zeyrek’teki ağabeyimin Süleymaniye Camiini gören evinin bahçesinde, konuyu İsmet Bey’e (İnönü) açtım ve onunla tartıştık. İsmet Bey dinledi ve, sonra bu mücadelenin gereksiz olacağına hükmederek bana;

"Kâzım Bey kardeşim, bitti, her şey bitti. Anadolu’daki birkaç köylü ile olacak şey değildir bu iş. Her ikimiz de emekli olalım. Adana’dan toprak alalım ve ziraatle uğraşalım. Sen Kâzım Ağa ol, ben de İsmet Ağa" cevabını verdi."(3)
Millî Mücadeleyi kimin başlattığı mühim değil, diye düşünenler olabilir. Fakat Karabekir Paşa’nın kumandası altında bulunan doğudaki 15. Kolordu, Mondros’un 7. maddesine rağmen varlığını koruyup, Ermeni ordularını perişan ettiği halde, batıdaki kolorduların darmadağın olması ve parça parça gerilla harekâtına dönüşmesi yüzünden askerlerinin silahlarıyla beraber dağa çıkıp eşkiyalık yaptığı veya köylerine geri dönüp bir daha cephelere gitmemek için saklandıkları herkesçe malumdur.

Doğu’da yapılan savaşlar sırasında, Ermeni ordusu perişan edildikten başka, Sarıkamış, Kars, Ardahan, Artvin, Bakü’ye kadar bütün doğu topraklarının ele geçirildiğini, fakat Batı’da, Yunan Ordusunun Eskişehir önlerinden Ankara önlerine geldiğini, Mecliste görüşmeler yapılırken top seslerinin milletvekillerince duyulduğu gerçeği okuyucunun önüne yazılmamış bir gerçek gibi sunmak gerekir.

Birinci Mecliste, Rauf Orbay’ların başını çektiği ve Halide Edip Adıvar tarafından desteklenen bir grubun Amerikan Mandası fikrini savunduğunu hiç işittiniz mi?...

Trabzon milletvekili Ali Şükrü Beyin, Topal Osman tarafından öldürüldüğünü, hatta kendisini savunmayan Mustafa Kemal Paşa’yı da öldürmek için Çankaya Köşkünü kuşattığını, sonra ekibiyle beraber karşı bir baskınla öldürüldüğünü elbette bilirsiniz… Fakat Mustafa Kemal Paşa’nın, kendisine ait bir taka ile hiç durmadan ve tehlikelere de aldırmadan Anadolu’ya sürekli silah kaçırdığı için Nutuk’ta övgülerle andığı Yahya Kaptan’ı öldürttüğünü, okudunuz ya da duydunuz mu?...(4)

1920 senesinin Mart’ında doğuda eksi 30 derece soğuklarda, fırtınalar göz açtırmazken Kâzım Karabekir Paşa’ya Ermeniler’in üzerine yürümesi emri verildiğini, fakat Mayıs ayında ortam elverişli duruma gelince, harekatın yapılmasına izin verilmediğini, buna rağmen paşanın inisiyatif kullanarak bir başına tüm sorumluluğu yüklenip Ermeniler üstüne yürüdüğünü; Kars Kalesini ele geçirdiğini ve düşmanı Bakü’ye kadar kovaladığını biliyor muydunuz?...(5)

Karabekir Paşa, Mustafa Kemal Paşa’dan çok saygılı bir dille söz ediyor. Fakat olayların yansıttığı Mustafa Kemal Paşa, ‘Tek Adam’ kalmak için her çareye başvuran bir kişi portresi çizgisini aşamıyor! Bunun sebebi ne acaba?...

Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra ortaya çıkan ve her resim karesinde Mustafa Kemal Paşa’nın etrafında görülen Recep Peker, Şükrü Kaya, Yunus Nadi ve taifesinin Millî Mücadelede katkısı nedir acaba?...

Kaynaklar:
1- Enver Behnan Şapolyo,M.Kemal ve Millî Mücedele Tarihi,Sf; 328
2- Ali Fuat Türkgeldi; Görüp İşittiklerim, Sf;146
3- Kâzım Karabekir; İstiklâl Harbimiz, Sf; 38
4- Ahmet Kabaklı, 31 Ekim 1992 tarihli Türkiye Gz. Köşe Yazısı
5- İsmet Bozdağ, Paşaların Hesaplaşması, Sf; 13


Ahmet Anapalı
(HaberVakti, 23.08.2009)




Yıllardır pek çok okurum, Osmanlı padişahlarının hacca neden gitmediklerini ısrarla sorar durur. Bu hakikaten kafa karıştırıcı konuda net bir bilgiye veya beyana sahip değiliz ne yazık ki.

Öte yandan da ilginç bir gerçek duruyor karşımızda: Osmanlı hanedanında, bırakınız padişahları, şehzadeler arasında bile Cem Sultan’dan başka kimse hac farizasını eda etmemiş. Ancak II. Bayezid’in tam hacca gitmek üzereyken, babası Fatih’in ölüm haberini aldığına ve bir an önce Amasya’dan İstanbul’a hareket etmesi gerektiğinden hacca gitmekten vazgeçtiğine
dair sınırlı bir bilgi var elimizde.

Her iki teşebbüsün de 1481-1482 yıllarına denk düşmesi ve Fatih’in oğullarından gelmiş olması ayrı bir renk katıyor meseleye. O zaman şu soruyu tarihin tozlu tavanına hevenk üzümü gibi asmamızda sakınca yok:

Acaba Fatih 1481 Mayıs’ında çıktığı son seferinde Amasya ve Karaman’da valilik yapan oğullarını da yanına alarak Mekke üzerine mi yürüyecekti? Bu soru şimdiye kadar sorulmuş değil. Ama hemen hemen aynı yıllarda Fatih’in bir oğlunun hacca niyetlenmiş, diğerinin ise Memlûklere sığındıktan sonra hac vazifesini yerine getirmiş olması karşısında, Fatih’in ölümüyle sonuçsuz kalan son seferine ilişkin böyle bir ihtimali de hesaba katmalıyız.

Osmanlı padişahlarının az bilinen akim kalmış iki hac teşebbüsü vardır.

Bunlardan birincisi, II. Osman’ın, özellikle orduyu ve ulemayı kızdıran ve feci ölümüne yol açan yarı-siyasî bir hac niyeti içinde olduğunu biliyoruz (1622).

İkinci olarak da Sultan Vahdeddin, 1922’de tahttan indirilip yurdu terk ettikten sonra Mekke’ye kadar gitmiş, fakat bir İngiliz oyunuyla hilafetin Şerif Hüseyin’e devredileceği planından kuşkulanarak hac vazifesini yerine getirmeden geri dönmüştü. İlginçtir, Tarık Mümtaz Göztepe’nin verdiği bilgiye göre Vahdeddin, Mekke’deki misafirliği sırasında Kâbe’yi tavaf etmiş, namazlarını özellikle Mescid-i Haram’da cemaatle eda etmiştir.

Garip bir tevafuk eseri olarak 401 yıl arayla cereyan eden bu iki sultanî hac teşebbüsünden birincisi, yeniçerilerce ‘düşman ve hain’ ilan edilen II. Osman’ın hayatına mal olacak, ikincisi ise yine ‘hain’ damgasını bugün bile üzerinden silip atamayan bir eski padişahın hayatının son büyük hayal kırıklığını teşkil edecektir.

Osmanlı hanedanının erkek üyeleri arasında durum buyken, kadın üyelerden bazıları hacı olmuşlardı. İlk hacı Osmanlı hanedan üyesinin Çelebi Mehmed’in kızı olduğunu biliyoruz. Son üye olarak da I. Mahmud’un kızı Ayşe Sultan’ı biliyorduk. Ancak Süreyya Faruki’nin çalışması “Hacılar ve Sultanlar”, hacı olan hanım sultanların sayısının sandığımızdan daha fazla olduğunu ortaya koydu. Muhtemelen şehzadelerin haccı siyasî bir faaliyet fırsatı olarak değerlendirebileceği korkusuyla engellenmesine mukabil, kadın üyeler için böyle bir endişeye yer bulunmaması, onların bu dinî vazifelerini daha rahat yerine getirmelerine kapı açmış olmalıdır.
Sorumuza dönelim yine: Osmanlı padişahları neden hacca gitmediler?

Benim kişisel kanaatim biraz mantık dışı görünebilir size: Osmanlı padişahları sanki kendilerini hac gibi yüce bir iltifata layık görmüyorlardı! Bu davranışlarını, Ertuğrul Gazi ile Osman Gazi’ye ortak olarak atfedilen şu Kur’an-ı Kerim’in bulunduğu odada uyumama tavrıyla irtibatlandırıyorum. Burada adeta kendilerini günahkâr addettiklerinden o yüce vazifeye layık görmeme tavrının kokusunu alıyorum ben. Dediğim gibi bu tamamen kişisel bir yorum.

Padişahların, Peygamber Efendimiz’e (sas), Ehl-i Beyt’e ve mukaddes beldelere duydukları derin saygıyı ve bu saygının gereğini yerine getirmek için neler yaptıklarını bir hatırlayalım.

Kanuni’nin Mescid-i Haram’ın minarelerini yenilettiğini ve oğlu Selim’e Cidde’ye su getirmeyi vasiyet ettiğini hatırlatmak yeterlidir. Yüzyıllar boyu Mekke ve Medine halkına Sürre alayları ile birlikte her yıl hiç aksatmadan son derece değerli hediyeler yolladıklarını biliyoruz; yine her yıl “iskât-ı hac” için kendi yerlerine birilerini mutlaka hacca gönderdiklerini de. Bu saygıyla yetişmiş insanların hac gibi bir farzı ifa etmek istemediklerini düşünmek anlamlı olmaz.

Demek ki hac ibadetini yerine getirmek istiyorlardı. Yine de gitmediler. Neden?

Hacca gitmeme sebepleri olarak kimileri güvenlik gerekçesini öne sürüyor (‘o kadar kalabalığın arasına girince her şey olabilirdi’), kimileri de devletin başsız kalması riskini (‘fitne çıkmasını’) göze alamadıklarını ve cihadı daha fazla önemsediklerini. Buna göre o devirlerde bir insanın hacca gidiş-dönüşü en az 3 ay sürüyordu; dolayısıyla bir padişahın bu kadar uzun süre işin başından uzak kalması anarşiye sebebiyet verebilir, fitne çıkabilirdi. Ne var ki, Halife Harun Reşid’in tam 9 kez hacca gittiğini öğrenince aslında isteselerdi bu güvenliği bir şekilde temin edebilirlerdi sonucuna varıyoruz.

Benim kişisel olmayan yorumum Ahmet Akgündüz’ünküne yakın:

Oğlu Korkut’u hacca yollayan -gelin görün ki Mısır’dan geri çevrilmişti- II. Bayezid’den itibaren Osmanlı padişahları ve onları etkileyen ulema, bir padişahın devlet başkanlığı görevlerini ‘şahsî ibadetleri uğruna’ aylar boyu terk etmesini caiz görmemişlerdi. Yani bu tutumda şahsî ibadetlerini kamusal hizmetlerinin önüne geçirmeme kaygısı ağır basmış ve bu, zamanla hanedanın erkek üyeleri için tartışılmaz bir gelenek halini almıştı. Nitekim II. Osman da, hacca gitmeye niyetlendiğinde en başta kayınpederi Şeyhülislam Esad Efendi kendisine karşı çıkarak, “Padişahlara hac lazım değildir, oturup adl eylemek evlâdır. Caiz ki bir fitne zuhur eyleye” fetvasını vermişti.

Osmanlı padişahı tahtın üzerinde artık gerçek bir kişilik değil, tüzel bir kişiliktir ve anlaşılan, hac gibi şahsî bir farzı uğruna devlet işlerini aylar boyu ihmal etmesi, dinen caiz görülmemiştir. Ahmet Akgündüz’ün dediği gibi, “Bazen kamu haklarından olan bir mesele, şahsî farzlardan daha ehemmiyetli hale gelmektedir.” Bu nokta üzerinde durmaya değer.


Mustafa Armağan