Articles by "Yavuz Sultan Selim"
Yavuz Sultan Selim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster



Tarih konusunda gençlerimizin kafası bir hayli karışık: Bunu gelen mektuplardan anlıyorum.
Böyle olması da doğal: Zira tarihimiz siyasi, ideolojik amaçlarla kullanılıyor.
Ayrıca da bu memlekette “tarih spekülasyonu” yapılıyor.
Bir bakıma tarih, bu çerçevede oluşturulmuş farklı bir “Ergenekon çetesi”nin tasallutuna maruzdur!
Bu çete yıllardır “Tarihin yumuşak karnı” sandıkları bölümlerine kontra yumruklar indiriyor.
Hâlbuki her şeyin bir izahı vardır:
Yeter ki, insan öğrenme maksadıyla tarihe gitsin. Gözlemleyebildiğim kadarıyla, bazıları “öğrenmek” maksadıyla değil, “öldürmek” maksadıyla tarihe gidiyor.
Dolayısıyla da işler içinden çıkılmaz hale geliyor.

“Tarihin yumuşak karnı” sayılan bölümler belli:
1. Şehzade katli;
2. Padişahların yabancı kadın almaları;
3. Hacca gitmemeleri;
4. Çok sayıda evlenmeleri.

Tarkan Yılmaz’ın sorusu da son maddeyle ilgili: “Neden padişahlar çok evlilik ve çok çocuk yaptılar?” diye soruyor.
Çünkü buna bir bakıma mecburdular.
Neden derseniz, biliyorsunuz devlet sürekli savaş halindeydi.
Babalarıyla savaşlara katılan şehzadelerden kaçının sağ kalacağı bilinemezdi. Üstelik sık sık salgın hastalık çıkıyor, bazı şehzadeler de bu şekilde ölüyordu.
Bu bakımdan padişah, mümkün olduğu kadar çok erkek çocuk sahibi olmak zorundaydı. Yoksa Osmanlı tahtı varissiz kalabilirdi.
Hüma Ayfer Salmaz/ Mudanya; “Tarih kitaplarımızda yer alan padişah resimlerinin gerçekle ilgisi var mı?
Batılı ressamların fırçasından çıkma “Veronese Serisi” denen tabloların gerçekle ilgisi yoktur. “Şark Sultanı” olarak gördükleri padişahları hayallerinde canlandırdıkları gibi çizdiler. Ayrıca “Osmanlı sarayı” tabloları da hayal ürünüdür.
Ama yabancı yazarlar bu tablolara bakarak “Osmanlı hayatı” hakkında hüküm verici romanlar kaleme alıyorlar.
Bir anlamda “Şark Masalı” yazıyorlar.
Hazin ki, işin aslını bilmeyen gençlerimiz de bunları okuyarak Osmanlılar hakkında “karar” veriyor.
Dediğim gibi, günümüze gelen padişah tablolarının ve saray görüntülerinin gerçekle ilgisi yoktur.
Zaten bu padişahların şiş karınlı, ablak suratlı, süslü-püslü ve çirkin çizilmelerinden de bellidir.
Biri Sultan IV. Murad’ı ipekler içinde gösteriyor, diğeri sade giyimiyle ünlü Yavuz’un kulağına küpe takıp başına tâç giydiriyor.
Bir kere Osmanlı padişahları padişah ilân edilirken bile tâç giymez, sadece kılıç kuşanırdı. Bu merasim de genellikle Eyüp Sultan Camii’nde yapılırdı.
“Tâç giymek” Batılı hükümdarlara mahsustur, çünkü tâç Batı kültüründe hâkimiyet alâmeti olarak görülmektedir. Osmanlı’nın hâkimiyet alâmeti ise kılıçtır.
Bu gibi tablolarda Osmanlı padişahlarının alabildiğine şişman, ablak suratlı, yağlı ve çirkin gösterildiğine dikkat çekmek isterim.
Haremi de işte aynı yaklaşımla kaleme aldılar.
Vaktiyle İstanbul’a gelen Batılı gezginlerden bazıları, görmeleri mümkün olmayan haremi hayal ederek kâğıda döktüler. Görmediklerini de ısrarla sakladılar. Kendi ülkelerindeki “saray entrikaları” da rehberleri oldu. Böylece ortaya Osmanlı ile ilgisi bulunmayan tuhaf masallar yığını çıktı.
Tarih konusunda özellikle gençlerimizi daha duyarlı ve daha derin olmaya çağırıyorum.

Yıldıray Sağlam/ Kayseri; “Yeniçerilerin evlenmediğini duydum. Bu doğru mu?”
Sevgili Yıldıray ve sevgili gençler! “Duyum” deyişini artık aşmamız lâzım. Piyasada bunca kitap varken, kulaktan kulağa oynamak, Türkiye’nin geleceği hakkında beslediğimiz umutları tökezletir. Bilgilerimizi mutlaka kitaba, yani kaynağa dayandırmalıyız. Ancak o zaman birikim edinebiliriz. Zaten duyumlar da çoğunlukla yarım yamalak olur.
Bu girişten sonra, gelelim yeniçerilerin evlenme bahsine: Evet, doğru duymuşsunuz: Gerçekten de yeniçeriler “Yeniçeri” olarak kaldıkları müddetçe evlenemezlerdi.
Tabii bunu bile bile yeniçeri olurlardı.
Unutmayalım ki, Osmanlı Devleti, etrafı Hıristiyan devletlerle çevrili olduğu için sürekli savaş halinde bulunuyordu. Devletin en vurucu gücü de yeniçerilerdi. Yeniçeriler seferden sefere koşarlardı. Doğal olarak düzenli bir hayatları yoktu.
İşte bu yüzden evlilik sorumluluğunu ancak emeklilikten sonra üzerlerine alırlar, çoluk çocuğa karışırlardı.
Bunun dışında duyduklarınız (ki o soruları yazmıyorum) doğru değildir.
Detaylı bilgi için Enver Behnan Şapolyo’nun “Yeniçeriler” isimli kitabına bakabilirsiniz.





Macar ressam Hristiyan krallar gibi başında taç bulunan ve kulağına küpe takmış haliyle Yavuz Sultan Selim’in portresini çizer.-Osmanlı sultanları özel eşyaları içinde hiç böyle bir taç yoktur. Gerçeği de yansıtmaz. Yavuz'un kulağına küpe taktığı görüşleri de hayalidir.

-Ve Türkiye’de devlet, yıllardır Yavuz’un küpeli resmini ders kitaplarında yayınlayarak öğrencileri yanıltmaya devam eder.

Yavuz Sultan Selim’in başında taç bulunan ve kulağında küpeli olarak gösteren tarihi tablo yıllardır Türkiye’de belge olarak kullanılır. Tarih kitaplarında da yer alır.  Bahsi geçen tabloda Yavuz Sultan selim'in kaytanlı bıyıklı ve heybetli görünümü ile başında sade dolama sarık ve üzerinde de kaç bulunan görüntüsü olan tablonun çiziliş hikayesi neydi? Tarihi gerçeği de yansıtıyor muydu?  

Yavuz’u küpeli olarak gösteren tablonun ilham kaynağı hikaye özetle şöyle: Yavuz Sultan Selim 1517 yılında Mısır’ı feth ettiğinde  kulağında küpe takan insanları görür. Ve Sorar bunlar neden küpe takıyor diye:- “Onlar köle insanlardır” cevabını alır. Ve kendisi de “Ben de Allah’ın kölesiyim” diyerek hiç unutmaması için kulağına küpe takar!. Bu görüşlerin belgesi yoktur ama rivayeten anlatılır.

Şimdi Topkapı Sarayında  Portreler bölümü  17/66’da kayıtlı bulunan Yavuz sultan Selim’e ait gösterilen kulağında küpesi ve başında tacı bulunan tarihi tablo gerçeği yansıtmakta mıdır? Bahsi geçen tablo 1926 yılında  Dolmabahçe Sarayından Topkapı sarayına getirilmiştir. Tablonun çizimini gerçekleştiren bir Macar ressamdır ve adı da belli değildir.  Yavuz Sultan Selim’in kulağına küpe takması ve başında da Avrupalı krallar gibi tac bulundurma tamamen bir hayal ürünüdür. Çünkü hiçbir Osmanlı padişahı metalden taç giymemiştir. Topkapı Sarayındaki Padişahlardan kalma giysiler bölümünde  sarık ve  alnında sorguça benzer süsleme şekli olan  kaftan giyerlerdi.  Macar ressam hayalindeki Yavuz’u çizmiştir.  Oysaki Osmanlı sarayında görüntüleri çizen minyatür ustaları vardı. Yavuz’un yakından görünüşü ve seferdeki durumu hakkında ayrıntılı görsel bilgiler veren minyatürleri vardır.  Yavuz'un kendi dönemindeki hiçbir minyatürde kulağında küpe ve başında Avrupa krallarının tacı olmamasına rağmen, muhtemelen 19.yy sonlarında bir Macar ressamın çizdiği hayali tablo tarih belgesi nasıl olur da Yavuz’a mal edilir. Tarihi gerçeği yansıtmayan bu  Macar ressamın tablosu “gerçeği yansıtmayan” sahtekarlığın ürünüdür. Aynı tabloyu Türkiyedeki okul tarih kitaplarında “Yavuz SULTAN Selim” olarak gösterilmesi yanılgının/sahtekarlığın yıllardan beri ülkede savunulmasıdır.

Osmanlı Arşivinde çalışma yapanlar bilirler ki Osmanlı Devlet geleneğinde Osmanlı kendisini hiçbir zaman “Kral”, “İmparator” kelimeleri ile anlatmamıştır.  Nasıl oluyor da Yavuz Sultan Selim’i küpeli ve başında kral tacı bulunur halde çizerler!..    Bir başka yanılgı da yine Yavuz Sultan Selim tarafından İran Şahı İsmail’den Çaldıran savaşı sonucu ganimet olarak alınan ve İstanbul’a getirilen taht ile ilgilidir. Yavuz dönemine ait arşiv ganimet defterlerinde böyle bir tacın İran seferi sonrası elde edildiği hakkında da bilgi yoktur. Yavuz’dan çok sonra İran Şahı Nadir tarafından Osmanlı sarayına hediye edilmiştir.  

HADİMUL HAREMEYN OLAYI
Yavuz Sultan Selim’i tarih gündeminde yücelten en önemli bir olay var ki yaşanmış ve sonrasında yüzyıllardır fermanlara da yansımıştır.  Olay şöyle: Osmanlı ordusu 1517 yılında Mısır’ı ele geçirir. Yavuz Sultan Selim bir Cuma günü Kahire’de bir camiye gider. İmam efendinin vaazını dinlemeye başlar.  Hoca “Hakimul Haremeyn (Mekke ve Medinenin hakimi/sahibi) olan hükümdar” diye övgü dolu sözlerini sürdürür. Bu durumu kabullenmeyen Yavuz ayağa kalkarak  “-Ben Hakimul Haremeyn (Hicaz’ın sahibi) olamam. Oranın sahibi Allah’dır. Ben olsam olsam “Hadimul Haremeyn” (Hicaz’ın hademesi/hizmetkarı) olurum” diye cevap verir.  Mısır seferinden sonra padişahlar kendi kararları ve devlet mührü onaylı olan fermanların ilk satırı arasına “Ben ki hadimul Haremeyn-i şerifeyn” sözlerini yazdırırırlar. Ve Hicaz’ın yani “Allahın kulu ve hizmetçisi” olduklarını belgelere yansıtırlar. Taa ki en son padişah Vahdettin 1922 yılında Türkiyeyi terk edinceye kadar bu deyim hep yazılı kalır fermanlarda.
Kaynak: CezmiYurtsever

.



Yavuz Sultan Selim'in bu şiirinde aşağıda açıklandığı üzere; şiir soldan sağa okunduğu gibi sırasıyla birinci mısradan itibaren,bölünmüş kelimeleri alt alta

getirdiğimizde yine anlam bütünlüğü bozulmadan şiir bütünlük içinde yukarıdan aşağı da sırasıyla aynen okunmuş olur.Şiir sanatında bu ilk ve tektir.Şimdi yukarıdan aşağıya okunur durumuna bakalım.

1.) Sanma şahım/ herkesi sen/ sadıkhane / yar olur

2.) Herkesi sen/ dostum sandın/ belki ol/ ağyar olur

3.) Sadıkhane/belki ol/ alemde/ dildar olur

4.) Yar olur/ ağyar olur/ dildar olur/ serdar olur


soldan sağa 1.mısra,yukarıdan aşağıya 1. sırayı

soldan sağa 2.mısra,yukarıdan aşağıya 2. sırayı

soldan sağa 3.mısra,yukarıdan aşağıya 3. sırayı

soldan sağa 4.mısra,yukarıdan aşağıya 4. sırayı


oluşturur ve şiir soldan sağa ve yukarıdan aşağıya sırasıyla anlam ve sıralama değişmeden okunur.



YAVUZ SULTAN SELİM HAN BU BEYİTİ ŞAH İSMAİL'E YAZMIŞTIR. Hikayesi şöyledir:
Yavuz şiire, edebiyata ve satranç oynamaya meraklı biridir. Aynı şekilde Şah İsmail'de de bu özellikler vardır. Sarayında ünlü şairleri barındırır ve çok iyi satranç oynar. Bunu bilen Yavuz Şahın şahın bu özelliğinden yararlanmak ister. Tebdili kıyafetle (gezgin bir abdal kılığında) şahın ülkesine gider. Hanlarda , Kervansaraylarda satranç oynayarak önüne geleni yener. Haber şaha ulaşır. Şah der ki çağırın birde benimle oynasın. Yavuz Şah'ı da yener. Şah sinirlenir ve Yavuz'a der ki: " sen edep nedir bilmez misin? Hiç şahlar mat edilir mi?" Elinin tersiyle Yavuza bir tokat atar. Şahın kızdığını anlayan Yavuz onu yücelten şiirler okumaya başlar. İşte şahın huzurundan ayrılırkende bu şiiri okur. Ancak Şah İsmail hala onun Yavuz Sultan Selim olduğunu anlamamıştır.
Yavuz yediği tokatın acısını unutmaz. Birkaç sene sonra Çaldıran'da Şah İsmail'i yener ve ona bir mektup gönderir. Mektupta o günkü tokadın acısını aldığını söyler ve ilave eder: " Atacaksan tokadı böyle atacaksın. "



Cihan padisahı Yavuz Sultan Selim, Şam yakınına otagını kurdurarak burada üç ay kadar kalmıs. Bir Türkmen kızı da, zaman zaman padisahın çadırına gelerek, otagın temizlik islerini yapar, hünkâr çadırını tertibe ve düzene sokarak sıradan gündelik islerle mesgul olurmus…
Yine bir sabah temizlik için geldiginde, Sultan Selimi görmüs. Türkmen güzelinin gönlü sultana, su gibi anîden akıvermis gönlünü kaptırmıs ona.- Hani kalbin, her an bir halden baska bir hale geçmek, gibi anlamları da vardır ya- Zamanla kalbinin içini, ince bir sızı sarmıs genç kızın ve baslamıs kalbi için için göynümeye.

Bir gün, gözü, hünkâr çadırının diregine ilismis. Diregin üst kısmına askın gücü ona, söyle bir satır yazma cesareti vermis:



"Seven insan neylesin"
Yavuz Sultan Selim, otagına yatmaya gelince, birden direkteki yazıyı fark etmis,” Bu da ne ola ki” diyerek uzun bir muhakemeden sonra, bir vehim ve bin endise derken… Almıs eline kalemi söyle bir satır da o düsmüs aynı direkteki dizenin altına.

"Hemen derdin söylesin"
Türkmen kızı, ertesi gün gelip baktıgında otagın diregine, sevincinden aglamıs, o küçücük kalbi heyecandan gögsüne sıgmaz olmus, yer de onun olmus âdeta gök de… Fakat koskoca cihan sultanına ilân-ı askta bulunmanın, atesle oynamak, ates girdabına bilerek atlamak gibi ölümcül bir tehlikesi de varmıs. “Varsın olsun bu ask, buna deger diye düsünmüs.” Aldıgı mesajı heyecanla hemen cevaplandırmaktan kendini alamamıs ama yine de içinde bir korku kurdu varmıs ki genç güzelin, yüregini her gün dis dis, burgu burgu kemiren... Askın gücü, zoru ve korkuyu nefes nefes yasayan o gencecik yüregin imdadına yetismis derhâl. Bir satır daha yazmıs aynı direge

"Ya korkarsa neylesin"
Yavuz sultan selim, aksam, çadıra döndügünde, not düstügü direkteki satır gelmis aklına. Bakmıs ve okumus ki askın heyecanın ve korkunun karıstıgı, tezat dolu sözcüklerin bulustugu satırlar, bir mızrak gibi durmakta karsısında. Hemen o satırın altına bir mısra daha eklemis, aska yenik düsen koca padisah:

"Hiç korkmasın söylesin"
Bir aşkın buluşan, karmaşık ve bulanık duyguları şöyle dizilmis direğin üzerine:
“ Seven insan neylesin
Hemen derdin söylesin
Ya korkarsa neylesin
Hiç korkmasın söylesin”
Sabahın olmasını sabırla beklemis padisah. Seher vakti sırdası Hasancan’ı çagırtmıs, derhâl bir emir vererek:” Biz dahi merak edip onu görmek isteriz tîz elden bu kızı huzura getirin.” Emir derhâl yerine getirilmis ki Ahu gözlü, endamı hos, alımlı, nazenin, ceylân gibi bir Türkmen güzeli… Hünkârın emriyle derhâl bir dügün alayı tertip edilmis. Eglenceler, yemeler içmeler…
Dügünün son gecesi, sırlarla dolu bu askın bilmecesi kader-i ilâhî tarafından çözülmüs, Çözülen bu kara baht çıkınından yayılan acı haber, saskına çevirmis herkesi, yer gök âdeta üzüntüye, mateme bogulmus. Ahu gözlü Türkmen dilberinin

”Selim” diye çarpan saf ve küçük yüregi, bu büyük cihan sultanın askındaki sırrı kaldıramamıs ve birden duruvermis.
O çadırın diregi, bu olayın canlı fakat ketum sahidi olmus asırlardır. Bu dünya hayatında vuslat nasip olmadıgı gibi o gencecik yürege, buna fani alemde bir çare de bulunamamıs. Bu hazin gönül çarpılmasının ve gönül yangınının sonunda derler ki:

“ Koca hünkâr, aglamıs” ve Türkmen kızına yaptırdıgı mezarın mermer tasına, su dörtlügü kazdırarak, dünyaya, askın gücünün karsısındaki çaresizligini en güçlü orduları yenen koca hünkâr söyle haykırmıs:

"Merdüm-i dideme bilmem ne füsun etti felek
Giryemi füzun eşkımı hun etti felek
Şirler pençe-i kahrımda olurken lerzan
Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek
"
Günümüz Türkçesi:
Bilmem ki gözlerime felek nasıl bir büyü yaptı ki
Gözümü kan içinde bıraktı, askımı artırdı
Benim pençemin( gücümün) korkusundan arslanlar(bile) titrerken
Felek beni bir ahu gözlüye esir etti.
YAVUZ SULTAN SELİM HAN




Çemberlitaş Sütunu, Roma'daki Apollon Tapınağı'ndan sökülüp Konstantinopolis'e getirilmiş ve bugünkü yerine dikilmiştir. 1453 yılında İstanbul'un fethinden sonra Fatih'in emriyle 9.bölmesindeki Haç işareti kaldırılmıştır. Osmanlı dönemindek ilk restorasyonu Yavuz Sultan Selim tarafından yapılmıştır. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra İstanbul'un işgal edildiği günlerde, Vezirhan'da bir oda kiralayan rahipler, Çemberlitaş'ın altındaki
bölmeye ulaşmak için gizli bir tünel kazmışlar, deşifre olduktan sonra Mustafa Kemal'in emriyle cezalandırılmışlardır.

Selman Kayabaşı
(Muhafız, Timaş Yayınları,
2009, İstanbul, Sayfa: 258)





Yavuz Sultan Selim babası Bayezid’in sancakbeyi olduğu Amasya’da 1470’te dünyaya gelmiş, 1512’de 42 yaşında çıktığı tahtta 8 sene hüküm sürmüş 1520 yılında “Şirpençe” denilen şarbon hastalığı dolayısı ile hayata gözlerini yummuştur.

O, 8 senelik kısa hükümdarlığı esnasında Çaldıran, Mercidabık ve Ridaniye gibi üç büyük meydan savaşı sonrasında Orta Doğu’ya 4 asır sürecek bir düzen getirmiştir. Bu yazıda Sultan Selim’in seferlerinden ziyade Şehzade Selim’in seferlerinden bahsedeceğiz.

Fatih Sultan Mehmed 1461’de Trabzon’u alarak bölgeyi Osmanlı idaresine katmıştı. Trabzon sancağına ilk olarak Şehzade Bayezid’in büyük oğlu Şehzade Abdullah tayin edilmişti. Şehzade Abdullah, Fatih Sultan Mehmed’in vefat tarihi olan 1481’e kadar bu görevde kalmıştır. Şehzâde Abdullah’tan sonra Trabzon sancak beyliğine bu görevde 29 yıl kalacak olan Bayezid’in oğullarından Şehzade Selim atanmıştır.


Yavuz Selim’in şehzâdelik devri seferlerinin en meşhurları Gürcistan taraflarına yaptığı 3 sefer ve bunlardan özellikle 1508 yılında çıktığı Kutayis seferidir. Trabzon ile Kutayis mevkisinin kuş uçuşu mesafesi 280 kilometre olup sarp dağlar arasından geçen karayolu ile bu mesafe neredeyse ikiye katlanmaktadır ki bu rakamlar seferin ciddiyetini göstermek açısından mühimdir. Gürcistan seferleri oldukça çetin şartlar altında gerçekleşmiştir
(İsmail Şah)
 Bölgenin ne derece zorlu olduğunu Yavuz Selim devrinin tanınmış âlimlerinden Kemalpaşazade’den dinleyelim; “Trabzon civarında olan küffar diyarına Gürcistan derler. İçi çalılık ve ormanlık, kenarı dağlık, yolları ve geçitleri zor ve dardır. Diğer bir kenarı ise geçilmesi pek güç dağlarıdır. Üzerinden kuş uçmaz, kolan yürümez. Tepelerden duman eksik olmaz. Bir tarafı da âdem zindanı gibi derin derelerdir ki içine cin peri giremez. Derinliğinden kimse haber veremez. Yakın zamanda oraya kimse saldıramamıştır. Eski çağlarda saldıranlar da bir iş elde edememişlerdir.

Kemalpaşazade ilerleyen satırlarda bölgedeki Gürcü halkın savaşçılığından ve civar ahalilere korku saçtığından, Şah İsmail’in dahi “diş bilemesine rağmen” bölgede tutunamadığından bahsederek Şehzâde Selim’in giriştiği seferin ciddiyetinden dem vurmaktadır.
İsmail şah
Şehzâde Selim, Trabzon’dan yaptığı üç Gürcistan Seferi ile Gürcistan’ın bir kısmını hâkimiyeti altına almıştı. 1499 yılında Acem diyarında yepyeni bir şahsiyet ortaya çıktı; Şah İsmail. İsmail 1499’da başladığı mücadele neticesinde İran’da Safevi devletini kurmuştu. Artık en mühim hedefi Osmanlı Türkiyesiydi. Bunun için II. Bâyezid’den çekinmeden Şiîliği “halife” adı verilen dâileri vasıtası ile Anadolu Türkleri arasında büyük isyanlara ve göçlere sebep olacak derece de yaymaya çalışıyordu. Osmanlı Padişahı II. Bâyezid karşısında yumuşak ve ılımlı bir politika izleyerek, O’na mektuplarında “baba” diye hitâbederek, Osmanlı ülkesinde bütün siyasi emellerini gerçekleştirmek isteyen ve adetâ riyakâr bir tavır sergileyen Şah İsmail’in yegâne endişesi ve kaygısı, başına bir kaç defa da problem açan, Trabzon Sancak Beyi Şehzâde Selim idi.
Nitekim Şehzâde Selim Trabzon’da valiyken, İran’daki meydana gelen saltanat değişimini, Şah İsmail’in, karakter ve şahsiyetini, emellerini çok iyi biliyordu. Şehzâde Selim, Trabzon’dan yaptığı üç Gürcistan Seferi ile Gürcistan’ın büyük bir kısmını hâkimiyeti altına almıştı.

Ayrıca Anadolu’da Akkoyunlu Türkmen Devleti’nden Safevîlere geçen topraklarında bir kısmını ele geçirmişti. Bayburt, Erzincan, Kemah, İspir, Çemişgezek, gibi yerleri idaresi altına almıştı. Şah İsmail’in Dulkadırlu Alaüddevle Bozkurt Bey’in üzerine giderken, yanında ağır olduğu için taşıyamayıp Erzincan’da toprağa gömdürmüş olduğu top ve cephanelere de el koymuştu. Bu duruma da çok sinirlenen İsmail, kardeşi İbrahim Mirza’nın yanına asker katarak, Trabzon’a Selim üzerine gönderdi. Şehzâde Selim’de İbrahim Mirza’yı mağlup ederek, onu Trabzon’da hapsetti.

Şah İsmail, kardeşi İbrahim Mirza’nın esareti üzerine, Erzincan’a kadar gelerek Erzincan Kalesini almak istemiş, fakat Şehzâde Selim, daha Safevî ordusu yolda iken haber alarak, yanında oğlu Şehzâde Süleyman ile birlikte güneye inerek, Trabzon’dan Erzincan’a gelmiş ve ansızın yaptığı bir gece baskını ile 1508 yılında, Şah İsmail’i bozguna uğrattı. Safevî Devleti hükümdarı Şah İsmail, Taşkent ile Diyarbakır arasında hükmederken, Trabzon Valisi Şehzâde Selim’e kardeşini esir verdiği gibi, kendisi de mağlup olmuştuBu gelişmelerden şaşkına dönen Şah İsmail, II. Bâyezid’e tehditler içeren bir mektup göndermiş ve kendisini, Akkoyunlular’ın meşru vârisi sayarak, Şehzâde Selim’in aldığı toprakları geri vermesini, Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında bir savaş bulunmadığını, Şehzâde Selim’in Trabzon’dan alınarak cezalandırılmasını talep etmiştir. Şehzâde Selim, başta Erzincan olmak üzere, bu toprakların büyük dedesi Yıldırım Bâyezid Han devrinden beri, meşru Osmanlı toprakları olduğunu ileri sürmüş ise de, Divân-ı Hümâyun, Bayburt, Kemah, Erzincan ve İspir’in Safevîlere geri verilmesini Şehzade Selim’e emretmiştir.
Müneccimbaşı bu durumu Sahâifu’l-Ahbar isimli eserinde şöyle anlatır; “Şehzâdelerden Sultan Selim Trabzon Eyaletine mutasarrıflar olub ekser-i evkaatda Gürcistânı gâret ü tahrîb ve Kızılbaşlar [Şahismail mensubu] ile ceng ü pürhâşdan hâlî değil idi. Hattâ Erzincan ve Bayburdu anlarun elinden aldı

Sultan Selim Hanı itaatten hurûc ve dâ’vây-ı istiklâl etmek töhmeti ile ithâm ve bu dâ’vây-ı kâzibeyi müşârun ileyhi bilâ izin Gürcistâna etdüğü seferler ve Devlet-i Aliyye ile musâlaha üzere olan Kızılbaş tâifesi ile etdüğü cengler ile istişhâd etdüler. Osmanlı Sultanı (II. Bâyezid Han) Sultan Selim tarafına müekked “Emr-i âlî” ısdâr buyurdular ki “ancak Sancağunu muhâfazaya meşgul olub ziyâde tecâvüz eylemeye”.

Şehzade Selim Gürcistan seferlerinden sonra elde edilen ganimeti 5’te 1’i hükümdarın hakkı olması usülden iken almamış ve tamamını askere dağıtmıştır. Daha sonra bir kısım askerine çok etkili bir konuşma yapmış ve onları Anadolu ile Rumeli’nin dört bir yanına dağıtmıştır. Selim Şah Göstermiş olduğu bu muvaffakiyetler halk arasında sarsılmaz bir itibar ve askeri zümrede büyük bir destek kazandı.

Gürcistan taraflarına yaptığı kuvvetli akınlarda elde edilen başarılar halk nazarında geniş yankı bulmuş, Hopa’nın üzerindeki ve kuzeydoğusundaki 1441 metre yükseklikte bulunan dağa da, öteden beri halk arasında “Sultanselim Dağı”, denilmekteydi. Halk şehzadenin başarılarından ötürü “Yürü bre Sultan Selim devran senindir” diye türküler söylemeye başlamıştı.
Kısa zaman sonra şehzadeler arasında şiddetli bir taht mücadelesi başladı. Şehzade Selim’in Yeniçerilerin yoğun desteğiyle ve uzun uğraşlar neticesinde tahta çıkmasında Gürcistan taraflarında yaptığı fetihlerin ve Şah İsmail tehdidini erken fark edip onu engellemeye yönelik yaptığı girişimlerin büyük etkisi vardır. Şehzade Selim, Sultan Selim olmuş ve 8 sene süren kısa saltanatında şaşırtıcı işler yapmış, adeta dünya tarihini yeniden yazmıştır.

Kaynak: Tarih ve Medeniyet




Yıllardır pek çok okurum, Osmanlı padişahlarının hacca neden gitmediklerini ısrarla sorar durur. Bu hakikaten kafa karıştırıcı konuda net bir bilgiye veya beyana sahip değiliz ne yazık ki.

Öte yandan da ilginç bir gerçek duruyor karşımızda: Osmanlı hanedanında, bırakınız padişahları, şehzadeler arasında bile Cem Sultan’dan başka kimse hac farizasını eda etmemiş. Ancak II. Bayezid’in tam hacca gitmek üzereyken, babası Fatih’in ölüm haberini aldığına ve bir an önce Amasya’dan İstanbul’a hareket etmesi gerektiğinden hacca gitmekten vazgeçtiğine
dair sınırlı bir bilgi var elimizde.

Her iki teşebbüsün de 1481-1482 yıllarına denk düşmesi ve Fatih’in oğullarından gelmiş olması ayrı bir renk katıyor meseleye. O zaman şu soruyu tarihin tozlu tavanına hevenk üzümü gibi asmamızda sakınca yok:

Acaba Fatih 1481 Mayıs’ında çıktığı son seferinde Amasya ve Karaman’da valilik yapan oğullarını da yanına alarak Mekke üzerine mi yürüyecekti? Bu soru şimdiye kadar sorulmuş değil. Ama hemen hemen aynı yıllarda Fatih’in bir oğlunun hacca niyetlenmiş, diğerinin ise Memlûklere sığındıktan sonra hac vazifesini yerine getirmiş olması karşısında, Fatih’in ölümüyle sonuçsuz kalan son seferine ilişkin böyle bir ihtimali de hesaba katmalıyız.

Osmanlı padişahlarının az bilinen akim kalmış iki hac teşebbüsü vardır.

Bunlardan birincisi, II. Osman’ın, özellikle orduyu ve ulemayı kızdıran ve feci ölümüne yol açan yarı-siyasî bir hac niyeti içinde olduğunu biliyoruz (1622).

İkinci olarak da Sultan Vahdeddin, 1922’de tahttan indirilip yurdu terk ettikten sonra Mekke’ye kadar gitmiş, fakat bir İngiliz oyunuyla hilafetin Şerif Hüseyin’e devredileceği planından kuşkulanarak hac vazifesini yerine getirmeden geri dönmüştü. İlginçtir, Tarık Mümtaz Göztepe’nin verdiği bilgiye göre Vahdeddin, Mekke’deki misafirliği sırasında Kâbe’yi tavaf etmiş, namazlarını özellikle Mescid-i Haram’da cemaatle eda etmiştir.

Garip bir tevafuk eseri olarak 401 yıl arayla cereyan eden bu iki sultanî hac teşebbüsünden birincisi, yeniçerilerce ‘düşman ve hain’ ilan edilen II. Osman’ın hayatına mal olacak, ikincisi ise yine ‘hain’ damgasını bugün bile üzerinden silip atamayan bir eski padişahın hayatının son büyük hayal kırıklığını teşkil edecektir.

Osmanlı hanedanının erkek üyeleri arasında durum buyken, kadın üyelerden bazıları hacı olmuşlardı. İlk hacı Osmanlı hanedan üyesinin Çelebi Mehmed’in kızı olduğunu biliyoruz. Son üye olarak da I. Mahmud’un kızı Ayşe Sultan’ı biliyorduk. Ancak Süreyya Faruki’nin çalışması “Hacılar ve Sultanlar”, hacı olan hanım sultanların sayısının sandığımızdan daha fazla olduğunu ortaya koydu. Muhtemelen şehzadelerin haccı siyasî bir faaliyet fırsatı olarak değerlendirebileceği korkusuyla engellenmesine mukabil, kadın üyeler için böyle bir endişeye yer bulunmaması, onların bu dinî vazifelerini daha rahat yerine getirmelerine kapı açmış olmalıdır.
Sorumuza dönelim yine: Osmanlı padişahları neden hacca gitmediler?

Benim kişisel kanaatim biraz mantık dışı görünebilir size: Osmanlı padişahları sanki kendilerini hac gibi yüce bir iltifata layık görmüyorlardı! Bu davranışlarını, Ertuğrul Gazi ile Osman Gazi’ye ortak olarak atfedilen şu Kur’an-ı Kerim’in bulunduğu odada uyumama tavrıyla irtibatlandırıyorum. Burada adeta kendilerini günahkâr addettiklerinden o yüce vazifeye layık görmeme tavrının kokusunu alıyorum ben. Dediğim gibi bu tamamen kişisel bir yorum.

Padişahların, Peygamber Efendimiz’e (sas), Ehl-i Beyt’e ve mukaddes beldelere duydukları derin saygıyı ve bu saygının gereğini yerine getirmek için neler yaptıklarını bir hatırlayalım.

Kanuni’nin Mescid-i Haram’ın minarelerini yenilettiğini ve oğlu Selim’e Cidde’ye su getirmeyi vasiyet ettiğini hatırlatmak yeterlidir. Yüzyıllar boyu Mekke ve Medine halkına Sürre alayları ile birlikte her yıl hiç aksatmadan son derece değerli hediyeler yolladıklarını biliyoruz; yine her yıl “iskât-ı hac” için kendi yerlerine birilerini mutlaka hacca gönderdiklerini de. Bu saygıyla yetişmiş insanların hac gibi bir farzı ifa etmek istemediklerini düşünmek anlamlı olmaz.

Demek ki hac ibadetini yerine getirmek istiyorlardı. Yine de gitmediler. Neden?

Hacca gitmeme sebepleri olarak kimileri güvenlik gerekçesini öne sürüyor (‘o kadar kalabalığın arasına girince her şey olabilirdi’), kimileri de devletin başsız kalması riskini (‘fitne çıkmasını’) göze alamadıklarını ve cihadı daha fazla önemsediklerini. Buna göre o devirlerde bir insanın hacca gidiş-dönüşü en az 3 ay sürüyordu; dolayısıyla bir padişahın bu kadar uzun süre işin başından uzak kalması anarşiye sebebiyet verebilir, fitne çıkabilirdi. Ne var ki, Halife Harun Reşid’in tam 9 kez hacca gittiğini öğrenince aslında isteselerdi bu güvenliği bir şekilde temin edebilirlerdi sonucuna varıyoruz.

Benim kişisel olmayan yorumum Ahmet Akgündüz’ünküne yakın:

Oğlu Korkut’u hacca yollayan -gelin görün ki Mısır’dan geri çevrilmişti- II. Bayezid’den itibaren Osmanlı padişahları ve onları etkileyen ulema, bir padişahın devlet başkanlığı görevlerini ‘şahsî ibadetleri uğruna’ aylar boyu terk etmesini caiz görmemişlerdi. Yani bu tutumda şahsî ibadetlerini kamusal hizmetlerinin önüne geçirmeme kaygısı ağır basmış ve bu, zamanla hanedanın erkek üyeleri için tartışılmaz bir gelenek halini almıştı. Nitekim II. Osman da, hacca gitmeye niyetlendiğinde en başta kayınpederi Şeyhülislam Esad Efendi kendisine karşı çıkarak, “Padişahlara hac lazım değildir, oturup adl eylemek evlâdır. Caiz ki bir fitne zuhur eyleye” fetvasını vermişti.

Osmanlı padişahı tahtın üzerinde artık gerçek bir kişilik değil, tüzel bir kişiliktir ve anlaşılan, hac gibi şahsî bir farzı uğruna devlet işlerini aylar boyu ihmal etmesi, dinen caiz görülmemiştir. Ahmet Akgündüz’ün dediği gibi, “Bazen kamu haklarından olan bir mesele, şahsî farzlardan daha ehemmiyetli hale gelmektedir.” Bu nokta üzerinde durmaya değer.


Mustafa Armağan